28 Mart 2022 Pazartesi

KALBE GİDEN YOL

     Kalp ağrısı, kalp sızısı, kalp yarası diyerek gündelik söyleşilerimize katık etmişiz kalbimizi.  Bazen kalp kalbe karşı gelmiş, bazen kırılmış, korkunca durmuş,  sevinince  yerinden fırlamış, üzülünce burulmuş, sevince sevgilinin adıyla atmış. Aşık olduğumuzu onun çarpıntılarından anlamışız! Şiirlere konu olmuş. Deyişlerde özlü anlamlara bürünmüş, şarkılarda yaşamış...

Attila İlhan ayrılıkları da sevdaya dahil etmiş. Nazım Hikmet; "Kalbimde kalbine yok bile kinim / Bence artık sen de herkes gibisin,” diyerek ayrılmayı tercih etmiş. Hasan Şimşek gibi kimi şair de gerçek kalp acılarını yaşamış:

"Bir akşam üstü bir gece yarısı / Bazen de mükemmel bir sabah vakti /  Bakarsın nükseder bu kalp ağrısı…"

İnsanlar var olduklarından beri göğüslerinin içinde atıp duran, onlar hızlandıkça hızlanan, bazen göğsünü delecekmiş gibi çarpan, bazen de yavaşlayıp kendini saklayan bu organla ilgilenmişler ve ona hiçbir hastalığı yakıştıramamışlar. Eski Mısırlılar kalbi, hislerin ve zekanın merkezi olarak kabul etmişler. İstanköylü Hipokrat bile kalbin bir hastalığı olamayacağına inanmış, ancak derin kalp yaralarının ölümle sonuçlanacağını söylemiş. Akılcı ve bilimsel görüşlerin öncüsü, gerçekçiliğin babası Aristo ise diğer organların aksine, sadece kalbin ciddi yaralanmalara dayanamayacağını yazmış.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında cerrahlar kalbe olmasa da kalbi çevreleyen zara, perikarda dokunmaya başladılar. Sebep genellikle tüberküloz gibi kronik kalp zarı iltihapları veya travmalardı. 1801 yılından itibaren perikard içindeki sıvı birikiminin boşaltılması, perikarda pencere açılıp içindeki sıvının göğüs boşluğuna drenajı, kalınlaşan ve kalbi sıkıştıran zarın soyularak çıkarılması (perikardiyektomi) gibi işlemler uygulanmaya başladı. Bu girişimler ayın yörüngesinde dolaşıp aşağıya baktıktan sonra geri dönmeye benziyordu. Bununla beraber mesafe giderek kısalıyor, kalbin üzerindeki örtü yavaş yavaş kalkıyordu.

Kalbin dokunulmaz bir organ olduğuna dair inanışlar on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etti. Zamanın büyük hekimlerinden sayılan Sir James Paget,  kalp üzerinde yapılabilecek girişimlerin en son hududuna gelindiği gibi tutucu bir düşünceyle, "Kalp cerrahisi doğanın cerrahinin her dalına koyduğu sınıra varmıştır, hiçbir yeni buluş ve yöntem bu sınırı zorlayamaz..." diyordu.

Buna rağmen bilimin meraklı elleri dur durak bilmeden kalbe doğru yaklaşıyordu. İlk dokunuşlar otopsi sırasında veya hayvan deneyleriyle sınırlıydı fakat ilham vericiydi. 9 Eylül 1896 günü Frankfurt Devlet Hastanesinde Ludwig Rehn, göğsünden bıçakla yaralanmış bir genci acil olarak ameliyata aldı. Göğsü açtığında içerisinin kanla dolu olduğunu ve kalbin her atışında kan fışkırdığını gördü. Hızlı hareket etmeliydi. Kalbi çevreleyen zardaki deliği genişletti ve kalpteki derin kesiği gördü. Sağ karıncıktaki deliği parmağıyla tıkayarak derin bir soluk aldı. Daha önce hiç yapılmamış bir şey yapacaktı. Kesiğe ilk dikişi attığında kanama azaldı, ikincisinde daha da azaldı ve üçüncü dikişte tamamen durdu. Rehn tuttuğu nefesini yavaş yavaş bıraktı. Hasta iyiydi veyaşayacaktı. Kalbe atılan bu ilk dikiş yıllar sonra birçok tıp tarihi araştırmacısı tarafından kalp cerrahisinin başlangıcı olarak kabul edildi.

Sonunda ay yüzeyine yumuşak iniş yapılmıştı, insanlık için büyük adımdı filan ama bu yeterli değildi. Cerrahların önündeki ufuk alabildiğine genişlemişti. Bütün bilimsel gelişmelerde olduğu gibi her yeni keşif gerçekleştiği anda geçmişte kalıyor ve yeni keşiflere yelken açılıyordu. Kalp cerrahisi de bu sınırda durmayacak ve 20’nci yüzyılın teknoloji rüzgarlarıyla birlikte pupa yelken ilerleyecekti, yavaş fakat güvenli…

Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar kalp romatizması ve dolayısıyla meydana gelen kalp kapak hastalıkları önemli sorunlardı ve çok yaygındı. Çocukluk çağında başlaması, tanı zorlukları ve tedavinin yetersizliği dolayısıyla hastalar çoğu zaman kaybediliyordu. Zamanında ve yeterince tedavi edilmeyen olgularda en sık görülen patoloji ise sol karıncık ve kulakçık arasındaki “mitral” adı verilen kapağın daralmasıydı. Çaresi bir şekilde bu kapağı yeniden genişletmekti ama nasıl? 

Bu konudaki ilk ameliyatta, masanın sol tarafında, Harvard Tıp Fakültesi’nin cesur kalp cerrahı Elliot Cutler vardı. Cesaretten bahsediyorum, çünkü 1923 yılıydı, bir tabu daha yıkılmak üzereydi ve bu yöntem insan üzerinde daha önce hiç denenmemişti. “Valvotom” adını verdiği özel aleti 12 yaşındaki bir kız çocuğunun kalbine sol karıncığın tepesinde açtığı bir delikten dikkatle sokarak daralmış kapağı genişletti. Sonradan “Kapalı Mitral Valvotomi” olarak isimlendirilecek bu işlem sırasında kalbin içi görülmüyor, her şey cerrahın duyarlı elleri arasında, adeta kapalı bir perde arkasında cereyan ediyordu.  İki yıl sonra 1925’te, bir İngiliz cerrah Dr. Henry Souttar, Middlesex hastanesinde genç bir kadının mitral darlığını kalbin sol kulakçığının apendiks adı verilen çıkıntısından soktuğu işaret parmağıyla genişletmeyi başardı. Mitral kapağını parmağının ucuyla hissetmiş ve kanın zorla geçtiği delikten parmağını sokunca kapakçıklardaki yapışıklık açılmıştı. Sonuç iyiydi ve hasta yaşamıştı. Buna rağmen meslektaşları kendisine (her nedense) başka hasta göndermediler ve yaptığı ameliyat yıllarca görmezden gelindi. Dr. Charles Bailey tarafından 1948 yılında Philadelphia’da aynı teknikle yapılan ameliyat literatüre ilk başarılı olgu olarak geçti. Göğüs duvarından kalbe olan mesafe birkaç santimetre olduğu halde, cerrahi bu kısa yolu ancak ikibin küsur yılda katedebilmişti. 23 yılın lafı mı olurdu?

Ülkemizde bu tarz girişimlerin öncülüğünü yapan merkez Cerrahpaşa Hastanesi oldu. 1951 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bir programıyla Dr. Husfelt ve ekibinin İstanbul’a gelişi ve getirdikleri malzemelerle Cerrahpaşa Hastanesinde yaptıkları; perikardiektomi ve mitral kapak darlığının parmakla açılması gibi ameliyatlar ülkemizde modern kalp cerrahisinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu tarihten sonra ilk kalp cerrahlarımızdan Dr. Nihat Dorken aynı klinikte kapalı kalp ameliyatlarına devam etti.

Bu sırada Amerika’da, Princeton Üniversitesinde kalp cerrahisinin kökünden etkileyecek gelişmeler yaşanıyordu.

Kalbe giden yolda belki de en önemli adım 6 Mayıs 1953 tarihinde atıldı. Akciğerlerindeki bir pıhtı nedeniyle kaybettiği bir hastasının ardından çalışmalarını akciğer ve kalbin yerini tutacak bir makine üzerine yoğunlaştıran Dr. John H. Gibbon, 18 yıl kadar süren deneysel çalışmalardan sonra geliştirdiği kalp-akciğer pompasını ilk defa on sekiz yaşındaki genç bir kızda kullanmış ve kalbin kulakçıkları arasında bulunan deliği (gözüyle görerek) başarıyla kapatmıştı. Ameliyat sırasında hastanın kalp ve akciğerleri devre dışıydı ve görevlerini hastaya tüplerle bağlanan makine yapıyordu.

O yıllarda hayatta olan Yaşar Nabi Nayır, tüm bu yarıştan habersiz, kalbine nakşolan aşkın derinliğini, bilimsel olmasa da gönül gözüyle açıklamıştı: “Üzülme senden sonra kalbime girenlerin / Yalnız senin aksindir orada görecekleri...

Gibbon‘ı izleyen cerrahlar kalbin içinde kimsenin aksini göremediler ama bu öncü girişim kalp içindeki doğumsal anomalilerin düzeltilebileceğine dair cesaret ve umut verdi. Kapak cerrahisi ve doğumsal kalp kusurlarının düzeltme ameliyatları rahatlıkla ve güvenle uygulanmaya başladı. Ellili yıllar böylece açık kalp cerrahisin yıldızının parladığı dönem oldu. Bizdeyse altmışlı yılları beklemek gerekiyordu.

Türkiye’de kalp-akciğer pompası (vücut dışı dolaşım) kullanılarak yapılan ilk açık kalp ameliyatı 1960 yılı Aralık ayında Dr. Mehmet Tekdoğan tarafından Hacettepe Tıp Fakültesinde gerçekleştirildi. İlk bilimsel duyuru ise 1963 yılı Nisan ayında Dr. Aydın Aytaç tarafından Milli Türk Tüberküloz ve Toraks Kongresi'nde yapıldı ve aynı yıl içinde, Hacettepe’de yapılan ilk 100 doğumsal kalp ameliyatının sonuçları yayınlandı.  

Wooler, Nixon ve Grimshow 1963 yılında İngiltere’den İstanbul Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Merkezi 'ne gelerek 15 Nisan 1963 günü girdikleri açık kalp ameliyatında kulakçıklar arasındaki deliği dikerek kapattılar ve ayrıca akciğere giden atardamarın başındaki daralmış kapağı genişlettiler. Bu tarihten itibaren Dr. Siyami Ersek ve arkadaşları tarafından kalp cerrahisinin tüm guncel girişimleri art arda uygulanmaya başlandı. 10 Aralık 1963 tarihinde ülkemizde ilk defa yapay mitral kalp kapağı, 24 Kasım 1964 günü ilk yapay aort kapağı takıldı, Avrupa’da aynı seansta üç kapağın birden değiştirildiği ilk ameliyat 20 Nisan 1966 günü gene bu hastanede gerçekleştirildi.

Koroner arter cerrahisinin gelişimi ise damarların görüntülenmesi ile direkt ilişkiliydi ve ancak 1958 yılında –tesadüfen- mümkün oldu. Aslında çocuk kalp doktoru olan Mason Sones aort kapağını incelemek isterken kullandığı kateter yanlışlıkla sağ koroner artere girdi. Geri çekmeye çalışırken –gene yanlışlıkla- bir miktar opak madde koronere kaçtı ve taçsı damar yapısı gözler önüne serildi. Sones bu rastlantıyı değerlendirecek kadar zeki bir hekimdi ve çalıştığı Cleveland Klinik de onu destekleyecek kadar ileri görüşlüydü. 1962 yılında uygun kateterler ve organizasyon tamamlanmış, ajiyo işlemi rutine girmişti. Artık koroner damarların nerede daraldığı, hangi bölgesinin daha iyi kanlandığı görülebiliyordu. Kalp cerrahları için yol açılmıştı. Cahit Sıtkı Tarancı bir akşamüstü Abbas’a: “Dinsin artık bu kalp ağrısı! derken kastettiği bu değildi ama o günleri görseydi en azından kalp hastaları kadar sevinirdi.

Altmışlı yıllar kalp cerrahisi açısından dünyada ve ülkemizde muhteşem başlamış ve devam ediyordu, kalp kateterizasyonu ve koroner anjiyo işleminin ülkemizde de uygulanması fazla gecikmedi. 1961 yılında ilk sol kalp kateterizasyonunu ve 1963 yılında Cerrahpaşa Hastanesinde ilk koroner ajiyografi yapıldı.

Artık “yürek infarktındanölmek kader olmaktan çıkıyordu.

Geç yayımlanan veya yayımlanmayan cerrahi başarılar tarihçeyi etkilediği için, kalp cerrahisinde emeği geçen birkaç öncü ismi burada anmak istiyorum. Örneğin kısa zamanda terkedilen endarterektomi tekniğini uygularken sağ koroneri yaralayan William Longmire Jr (UCLA) kesik damarı göğüs duvarının iç yüzünde seyreden meme (mammaria interna) atardamarı ile tamir etmişti. Dolayısıyla bu atardamar ile tarihteki ilk koroner arter bypass –KABG- ameliyatını 1958 yılında, koroner filmini görmeden uygulamış oldu.  Longmire’ın başarısı 1990 yılına kadar gölgede kaldı, bilinmedi. Duke Üniversitesi’nden Dr. David Sabiston, 1962’de bacaktan aldığı toplardamar (safen veni) ile ilk koroner bypass ameliyatını yaptı. Fakat bu ilk hasta beyin embolisi yüzünden ölünce Dr. Sabiston 1974’e kadar tekniğini yayınlamadı.

Sones ile aynı klinikte çalışan Brezilyalı cerrah Rene Favalaro ve Arjantinle Dr. Efler bacaktan aldıkları toplardamarın (safen veni) bir ucunu çıkan aortaya, diğer ucunu sol koroner atardamara dikerek 1967 yılında ilk modern koroner “bypass” ameliyatını gerçekleştirdiler. 1968'de Rusya’da Vasilii Kolesov ve New York’ta George Green “bypass” için ilk defa olarak “internal mammary” atardamarını kullandılar ve bu teknik günümüze kadar en tercih edilen yöntem olarak kaldı.

Bizde aynı teknik ilk defa 1974 yılı Şubat ayında Hacettepe’de Dr. Aydın Aytaç tarafından uygulandı. Türkiye'de koroner “bypass” ameliyatlarını içeren ilk ve en geniş seriler ise Yüksek İhtisas Hastanesi'nden Dr. Kemal Bayazıt ve ekibi tarafından yayımlandı..

Dr.Barnard tarafından dünyada ilk kez 3 Aralık 1967 tarihinde gerçekleştirilen ilk kalp naklinden yaklaşık 1 yıl sonra 26 Kasım 1968 günü Dr. Siyami Ersek tarafından İstanbul Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi Merkezi’nde ilk kalp transplantasyonu yapıldı. Benim tıp fakültesindeki ikinci yılımdı ve beyin hücrelerimin sinapsları arasında ileride seçeceğim uzmanlık dalıyla ilgili bir fikir oluşmaya başlamıştı. O dönemde İstanbul Tıp Fakültesinde kalp cerrahisiyle ilgili fazla bir hareket yoktu. Bu, merakımı ve ilgimi daha da artırdı. Gideceğim yolu bulmuştum. Kalp cerrahı olacak ve bu serüvene ben de katılacaktım. Nazım’ın dediği gibi: “Yolculuklar başlamaz, yürek çağırmasa…”

Askerden döndüğüm 1975 yılının Nisan ayında babamı kaybetmiştim. Ayrıca sevdiğim kadının babası da ağır hastaydı ve bırakıp bir yere gitmesi mümkün değildi. Bunun üzerine mantığımı değil kalbimi dinleyerek üniversitedeki son senemde kazandığım  “Yabancı Tıp Mezunları Eğitim Komisyonu – ECFMG” sınavından sonra New York Syracuse Üniversitesinden aldığım daveti iptal ettim. Türkiye’de açılacak uzmanlık sınavlarını izlemeye başladım. Çok geçmeden, mayıs ayında bir gün beklediğim haberi aldım. O yıl değişen bir kanunla pratisyen hekimler için de – genel cerrah olmadan- kalp cerrahisinde uzmanlık eğitimi fırsatı doğmuştu. Bundan yararlanarak sınava girdim ve Türkiye’de direkt olarak Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi uzmanlık eğitimine kabul edilen ilk iki hekimden biri oldum. Diğeri Dr. Besim Yiğiter’di. Eğitimim sırasında önce İstanbul‘da Dr. Siyami Ersek ve daha sonra Ankara’da Dr Aydın Aytaç gibi öncü cerrahlarla birlikte çalıştım, asistanlıklarını yaptım. Hacettepe’ye geçme sebebim çok dramatikti.

Ö dönemde İstanbul’da Mavi Çocuk denilen doğumsal anomalilerin tüm düzeltme ameliyatları için yedi yaşına kadar bekleniyordu. Bu süreyi rahat geçirmeleri için de – çocuk için- nispeten kolay, yardımcı bir ameliyat uygulanıyor; sol göğüs kafesi açılarak kolu besleyen atardamar göğüsten çıktığı noktada kesiliyor ve aşağıya çevrilip akciğer atardamarına (Pulmoner arter) dikiliyordu. Amaç akciğerlere daha fazla kanın gitmesi ve böylece çocuğun daha fazla oksijen alabilmesi, dolayısıyla büyümeye devam edebilmesiydi. Bu damarın erken tıkanması da mümkündü ve bu durumlarda çocuklar aniden kötüleşebiliyordu. Böyle bi olay birgün benim nöbetimde başıma geldi ve daha önce poliklinikte izlediğim ve devamlı olarak hocalarıma ne zaman ameliyat edeceğimizi sorduğum bir çocuk, hiçbir şey yapamadan, ellerimde öldü gitti. Bu olay benim için dönüm noktası oldu.

Bir süredir Ankara’da Hacettepe Tıp Fakültesinde bu tip çocuklara erken yaşlarda açık kalp ameliyatı yapıldığını duyuyordum. Bunu gözlerimle görmeye karar verdim ve üst üste bir kaç hafta Ankara’ya gittim, Hacettepe’de –seyretmek için izin alarak- ameliyatlara girdim. İstanbul’da günlük ameliyat programı saat 14:30 civarında bittiği halde Hacettepe’de geç vakitlere kadar çalışıldığını, ameliyatların cumartesi günü bile devam ettiğini ve pazar günleri dahil cerrahi ekiplerin adeta hastanede yaşadıklarını gördüm. Yoğun bakımda açık kalp ameliyatına girip sağlıkla çıkmış çocuklar bana ne yapmam gerektiği hakkında yol gösterdi: Eğitimime Ankara’da devam edecektim. İstanbul’da çalıştığım sürenin sayılmayacağını söylemeleri umurumda olmadı. Hacettepe’de uzmanlık sınavı açılır açılmaz Ankara’ya koştum ve sınav sonucunda her şeye yeniden başladım. Göğüs Cerrahisi Merkezindeki hocalarım ayrılma isteğimi anlayışla karşıladılar ve hayatım boyunca dostluklarını ve desteklerini benden esirgemediler.

Meslek hayatım boyunca teknolojik olarak kalp-akciğer pompalarında, akciğerin işini yapan oksijenatörlerde, ameliyat sonrası hastanın solunumunu sağlayan cihazlarda, kalp pillerinde, yardımcı dolaşım sistemlerinden monitörlere kadar aşağı yukarı tüm cihazların teknolojik değişimlerine ve ilaçlardaki gelişmelere bizzat şahit oldum. Her yaştaki hastaya, o dönemde yapılabilecek her türlü ameliyatı yaptım. Açık kalp ameliyatlarında kalbi önce durdurup sonra çalıştırmanın –çalıştırabilmenin- verdiği hazzı ve rahatlamayı, bazılarında da çalıştıramamanın verdiği kaygı ve ızdırapla karışık öfkeli ruh halini yaşadım. 4-5 yaşında ufacık çocukların kardeşlerine yaptığım ameliyatlardan sonra karşılaştığımızda, koridorda koşup baynuma sarılmasıyla mutlu, cenazelerini almaya gelen ailelerin kederli ve buruk teşekkürleriyle kahroldum.

Girdiğim ameliyatlar içinde en heyecan verici olan hangisiydi derseniz; “kalp transplantasyonu,“ derim. Teknik olarak pek zor olmayan fakat baştan sona müthiş bir organizasyon gerektiren bir ameliyattır. Bu heyecanı Hacettepe Tıp Fakültesinde 1990 yılında Dr. Yüksel Bozer tarafından yapılan ilk kalp transplantasyonunda fazlasıyla yaşadım. Sonraki dört tanesinde de o stresli havayı tekrar tekrar solumak fırsatını buldum.

Kalp nakli dokunulmazolarak bilinen bir organın hastalıklarının tedavisinde gelinen son aşamadır. Son aşama derken doğal olarak şimdilikkelimesini eklemem gerekir. Milattan önce 300 yıllarında ikiz azizler, Cosmas ve Damian, Romalı bir subayın gangrene bacağını bir kölenin bacağı ile değiştirince, bu çalışmaları devrin celladı tarafından başları kesilerek ödüllendirilmiş. Günümüzde ise geçirdikleri kazalarda yaşamlarını yitiren ve organları bağışlanan insanlar yüzlerce hastaya yeniden can veriyor, kalpleri atmaya devam ediyor ve bir anlamda başka insanların vücudunda yaşamaya devam ediyor... Düşüncesi bile heyecanlandırıyor, bir mucizeyi yaşamanın mutluluğu insanı sarıp sarmalıyor. Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü, ama ne güzel şey yaşamak:

Ve tekrar yaşamak sevgilim

Ölümden sonra da yaşamak 

Kalbinde yaşamak...

 

14 Mayıs 2021 Cuma

BİR ÖDÜLÜN ARDINDAN

 Evet, önce Hayriyaanım gitti. Neyse ki onun yerine bir şeyler koyabildik. Yıllar geçtikte kayıplar arttı. Güzelim boğaz vapurlarının yerini motordan bozma tuhaf tekneler aldı. Cumhuriyetin simge isimleri Sümer Hanım ve Refik Saydam Beyler de gittiler. İnsan kayıplarının değerini çok sonraları anlayabiliyor. Geliştiğimizi zannederken hayatımızdan sessiz sedasız eksilen şeyler bir gün iç çektiren özlemler haline geliyor. Örneğin sokak oyunları! Sokak oyunları yok olurken çocuklarımızı güvenli alana çektiğimizi düşünerek kendimizi avutuyoruz.

Sosyologlar ne der bilmiyorum ama, önce sokaklar, sonra yavaş yavaş memleket değişti. Hastalar müşterilere, hekimler şiddet hedefine, cehalet meziyete dönüştü. Değişimden en çok da kadınlar nasibini aldı. Erkekler toplanıp adına "kadın sorunu" dediler. Aslında kadın değil, erkek sorunu olan soruna çareler arıyorlar. Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Her bir kadının sessiz çığlığında ana tanrıçanın kemikleri sızlıyor.

Bir teselli, bir çıkış, derdimize bir çare bulmakta zorlanıyoruz. Neyse ki sanat ve edebiyat var! Notalar ve renkler, sözcüklerle sözleşmiş, ruhumuzu iyileştiriyor, karanlıkları aydınlatarak dayanma gücü veriyor...

4 Nisan 2020 Cumartesi

AKLIMA DÜŞENLER

Zor günler geçiriyoruz.

Hikayelerde ilk cümlenin vurucu (veya çarpıcı) olması gerekiyormuş. "Hayatım Roman" gibi bir cümle... Çarpsın ki gerisi de okunsun. Orijinal? Orijinal de olması lazım. Hem orijinal hem çarpıcı? İkisi birden daha da zor. Bu günler hakkında yazan herkes zaten "zor" veya aynı anlama gelen bir kelimeyle başlıyor anlatmaya. Çünkü zor günler geçiriyoruz. İnsanların işlerini ve gelirlerini kaybettiği, maske ve eldiven borsasının alabildiğine yükseldiği, kolonya kokusunun geri döndüğü...

Zencefil veya zerdeçaldan medet ummamak gerektiği, virüsün hapşırıkla daha çok yol aldığı, ilaç yoksa tonik içileceği, tuzlu suyla gargaranın pek de yararlı olmadığı, limonlu suyun daha iyi, bağışıklığın önemli olduğu herkesin dilinde. En önemlisinin de maske takmak, el yıkamak ve bir de "Sosyal mesafe" olduğu...

Temizlik denen olayın sadece el ıslatmaktan ibaret olmadığı, sabunla yıkamak olduğu, kişisel temizlik kadar çevre temizliğine de önem verilmesi gerektiği, sosyal mesafenin de (en doğru ifadeyle) fiziksel olarak diğer insanlarla araya mesafe koymak olduğu anlatılsaydı daha iyi olurdu ama buna da şükür deyip konuya dönelim...

Valiler bile ortalıkta dolaşıp resmi kurumların önlerinde toplaşmış insanlara "Sosyal Mesafe" diye bağırıyorlar, milletin hangi sıkıntılı bekleyişler için kendilerinden vazgeçtiklerini düşünmeden veya bu insanları orada toplayan sorunları çözmeyi düşünmeden... Arkalarında sosyal denen şeyle kafası karışmış insanlar bırakarak geçip gidiyorlar...

"Bilimsel Kurul" toplanıp dip dibe oturmuş, varsın otursunlar, kendileri bilir. Biz oturmayalım. Baştan beri ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Evim ve ailemin korunması için neler yapmak gerektiğini... Hekim arkadaşlara, hasta olursak hangi hastaneye gitmemizin daha iyi olacağını soruyorum. Şimdiden bir strateji oluşturmak lazım. Bu bir savaş çünkü! Savaşlar başka türlü kazanılmaz.

Öbür savaşlar uzun zamandır unutuldu. Keşke bittikleri için unutulmuş olsaydı! Her seferinde son olmasını gönülden dilediğim, lakin hiç bitmeyen savaşların sonuncusunda, bu yeni savaşın neferleri sağlıkçılar! Ayırt etmeden, birini diğerinin önüne koymadan, hekiminden hasta bakıcısına hastanelerde ölümüne (gerçekten ölümüne) çalışan tüm sağlık çalışanları...

Çanakkale Savaşının yıl dönümünde, televizyonlarda ve internette, bir marş eşliğinde sıklıkla tekrarlanan coşkulu sözleri anımsadım. Tek koluyla savaşan Mehmet Çavuş, erkek kılığına girerek savaşan Halime Çavuş, çoğu şehit olan 57. Alay ve unutulmaz Seyit Onbaşı...

Ne ilgisi var, bilmem; hastanelerde gece gündüz büyük bir özveriyle çalışan, halk sağlığına göğüslerini siper eden hekimler, hemşireler ve diğer sağlık emekçileri aklıma düştü.

Hastaneye yatmak zorunda kalırsam ilk selamı verecek güvenlikçiler, sedyemi itecek emekçiler, yatağımı yapacak hasta bakıcılar, ilaçlarımı hazırlayacak eczacılar, hiç kimsenin görmediği tıbbi teknisyenler, idrar, kan, gaita demeden hastalıkların gizlerine gömülmüş laborantlar, mikrobiyologlar, biyokimyacılar, ömürleri telaş içinde geçen ameliyathane personeli, bugünlerde ekstra işler başaran perfüzyonistler, her hastaya şefkatle,  gözleri gibi bakan hemşir ve hemşireler, hasta yakınlarını sabırla göğüsleyen danışmanlar, yerleri köşe bucak temizleyen Halime kadın, Çorumlu Mehmet veya Keşanlı Selim, bu lanet virüs ve sırasını bekleyen bir sürü lanet mikrobu ve belayı ilk göğüsleyen sağlık emekçileri ve yazmayı istemeyerek unuttuğum diğer hastane çalışanları...

Hepsi en az hekimler kadar alkışı hak eden, hastalansalar, hatta ölseler bile istatistik rakamlarına karışıp gidecek, hiçbir yere isimleri verilmeyecek, iş ve hayat arkadaşları dışında isimleri anılmayacak emekçiler...

Birden, öyle aniden aklıma düştüler...
Aklımın bir köşesinde onlar için bestelediğim bir marşla beraber....





20 Ekim 2018 Cumartesi

KINAMA


Dr. Edip Kürklü, anımsadığım ilk kurban! Uzmanlık eğitimimin ilk dönemini geçirdiğim İstanbul Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde, bu değerli kalp cerrahının sevgili eşi Dr. Sema Kürklü ile tanışma mutluluğuna erişmiştim. "Hunhar" diye bir tanım varsa o cinayetin adıdır.

Camia olarak bu üzüntüyü paylaşırken "Son olsun" demek aklımıza gelmemişti, çünkü daha önce değil öldürmek, doktorlara en ufak bir saygısızlık yapmak bile kimsenin aklından geçmezdi. 

Fakat son olmadı...

Hunhar cinayetler devam etti ve giderek sıklaştı. 
Dr. Göksel Kalaycı
Dr. Cengiz Çetin
Dr. Ali Menekşe
Dr. Tolga Erdem
Dr. Ersin Aslan
Dr. Mustafa Bilgiç
Dr. Kamil Furtun
Dr. Fikret Hacıosman aklıma gelen, veya aklımdan çıkmayan diğerleri... Kendilerini saygıyla anıyorum.
Öldürülenler dışında son 6 yılda kayıtlara geçmiş 68000 şiddet olgusu bildiriliyor. Kayıtlara geçmeyenler en az 3 mislidir, şiddetten sayılmayan taciz olayları hariç...  Yanlış asansöre bindikleri için kendilerini uyaran bir doktoru döverek bacağını kıran vahşilerin varlığını biliyorum.

Ve de intiharlar...

Dr. Melike Erdem 2012 yılında çalıştığı hastanenin çatısından atlayarak intihar etti. Son mesajı "dayanamıyorum..." olmuştu. Başhekimlikten gönderilen savunma istemini kasılmış parmakların arasından zor aldılar.  Aslında bu bir intihar değil cinayetti ve asıl suçluyu kör balıkçı bile görmüştü. 

SABİM terör hattı cinayetle ilgisini reddetti. Sağlık hizmetinin değerinin kağıt üzerindeki rakamlarla gösterilemeyeceğini kimse fark etmedi. Sağlıkçılar modern kölelerdi ve efendi ne derse o olacaktı. Son üç yılda hekim, hemşire ve diğer personel dahil 341 sağlık emekçisinin intihar etmiş olması kapitalist düzen içinde münferit olaylardı. 
Yazıklar olsun! 
Olayların bir de başka yüzü var. Başka diyorum, çünkü bir sıfatla pekiştirmek, bu insanlara karşı öfke yaratmak gibi bir niyetim yok. Bence asıl vahim olan, çevremizde bu şiddet olaylarını haklı bulan, doktorlara da ağızlarının payını vermek gerekliliği düşünen ve bunu açık açık ifade eden insanlar bulunması ve bu kişilerin pek de azımsanmayacak sayıda olması...
İnsanları bu kadar pervasız yapansa sosyal medyanın ta kendisi! 
Yüz yüze söylenemeyecek sözlere, edilmeyecek küfürlere aracı olan sosyal medya!
Ve bu sosyal medya ortamında; kendi sanal aleminde yaşayan, kim bilir hangi hayal kırıklığını veya kompleksini tatmin etmeye çalışan, sahte isim ve kimliklerden cesaret alarak içindeki kötülükleri kusan insanlar...
Çok uzun bir tahsil hayatından sonra mesleğe atılmış, mecburi hizmet vs derken (lafta değil gerçekte) gecesini gündüzüne katmış, halkına sağlık hizmeti vermeye çalışan, bir yandan da devamlı okumak ve kendini geliştirmek zorunda olan, bu uğurda gerektiği zaman ailesini ve çocuğunu bile ikinci planda bırakan hekimlere, kim bilir hangi dürtülerle saldırmaktan keyif alan zavallı insanlar...
Meslektaşımızın maruz kaldığı vahşet üzerine sosyal medyada yapılan şaşırtıcı yorumlar, sağlıkçılara uygulanan şiddeti destekleyen paylaşımlar içinde bulunduğumuz ortamın korkunçluğunu yansıtıyor. Sağlıkçılar; hekiminden hemşiresine, teknisyeninden hasta bakıcısına tehlike içindeler. Muhatap oldukları insanların hangisinin zihninden neler geçtiği belli değil. Fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Bu insanlara cahil diyemiyorum çünkü her eğitim (!) seviyesinden varlar. Ortak yanları ilkel dürtülerle hareket etmeleri ve şiddeti yaşam tarzı haline getirmeleri. Örnekleri hastane koridorlarında olduğu gibi trafikte, sokakta veya evlerde, aile içinde, her yerde kolaylıkla görülebilir. Konunun objesi insan veya hayvan olmuş, o da fark etmiyor. Ayrıca bu saygısız ve sevgisiz insanların sayısı giderek artıyor, şiddet günlük yaşamın bir parçası haline geliyor...

SON SÖZ
Bu kötü tablonun ressamı bizzat siyasi erktir. Bir yandan eğitimi çorbaya çevirerek toplumun kültürel damarlarını tıkayan, diğer yandan hekimleri aç gözlülükle itham ederek değersizleştiren, performans yalanıyla hekimliği mekanikleştiren ve hak aramanın sınırlarını aşan şikâyet imkânlarıyla sağlıkçıları halkın önüne atan, şiddeti önlemek için hiçbir şey yapmayan,  göstermelik kanunlar dışında işe yarar hiç bir eylemde bulunmayan siyasi iktidar unsurlarıdır. Bozdukları tabloyu düzeltmek de onların görevidir…

1 Eylül 2016 Perşembe

KOLAJ




Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.
İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
Yaşar Kemal (1923-2015)


Laiklik, temel özgürlükler, insan hakları ve ahlaktan bahsederken iki (üç, beş veya on beş) ateş arasında kaldık. Bir gecede paralel evrene kaydık. Bu evrende zaman zaman üstüne binip ortasından çat diye kırılıyor. Kavramlar birbirine çarpıp dağılıyor. Akıllara zarar işler oluyor. Örneğin darbe girişimi Allahın lütfu oluyor. Bilumum cemaat ve tarikat demokrasi nöbetine çıkıyor. Sabah erken kalkan devleti işgal ediyor. Milli uçak, milli ilaç, birlik beraberlik, milli mutabakatla taçlanıyor. Cüppeli Ahmet, Genel Kurmay Başkanının elini sıkıyor. Demokrasi toplantısında ilkeler değil korkular konuşuluyor. CHP şaşkınları oynuyor. MHP ellerini ovuşturuyor. AKP kıs kıs gülüyor. HDP oyuna alınmıyor.  Ağlayarak İmralı’ya dönüyor. Kandilde kargalar gülüyor


Demokrasi doruklarında Avrupa’nın en büyük adalet sarayı gazeteci ve yazarlarla doluyor. Okullar, Üniversiteler kapatılıyor. Düşünceler tutuklanıyor. Hak ve özgürlükler masal oluyor. At izi it izine karışıyor. Devlet tiyatroları, TDK, TÜBITAK, ne varsa satılıyor. Sermaye el değiştiriyor. “Düğün-Dernek” filmi izlenme rekorları kırıyor. Gaziantep’te bir düğünde  gelin arabası IŞID (İD veya ILİD veya DAİŞ veya DAEŞ) bayraklarıyla süsleniyor.  Başka bir düğünde 51 kişi ölüyor. Antep’te, Adıyaman’da bomba yelekleri dikiliyor. Birisi “Alnı secdeye varan Müslüman’dan zarar gelmez” diyor. Birileri ekiyor, diğeri biçiyor...


İstikrar adası meçhule gömülüyor. “Sıfır sorun” matematikçisini bekliyor. Dünya barış gününü kutluyor. Ortadoğunun ortasında kara bir delik büyüyor. Kara delik yaşamları yutuyor. Akdeniz yeni kurbanlar bekliyor. Sahile dalgalar ve ölü çocuklar çarpıyor. Üsküdar’a dev dönme dolap yapılıyor. Güneydoğu yerle bir ediliyor. Çocuklar (geri kalanlar) kinle büyüyor. Avrupa Asya’ya bir daha bağlanıyor. Diyanet kurban kanının alna sürülmesinin caiz olmadığını açıklıyor. Şuur bulanıklığı çeçe sineğine, geçmiş ve gelecek bütün şerler FETÖ’ye bağlanıyor. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. Buna bazıları inanıyor.


Hayvan Hakları Derneği kurban keserek açılıyor. Uyuşturucu ile mücadele derneği başkanı 7kg uyuşturucu ile yakalanıyor. Genel Kurmay Personel Daire Başkanı’nın zulasından 18 apartman çıkıyor. Kötü kokular yükseliyor. Birileri kilise yakıp İsrail’i protesto ediyor. Diğeri bir Budist kovalayıp Müslümanları Hıristiyan yaptırmayacağız diyor. Muhbir yurttaş komşusunu gammazlıyor. Ölmek yaşamaktan değerli oluyor. Birileri bizi kandırıyor. İnsanlar kim vurduya gidiyor. Yenikapı ruhu kapıya üç defa vuruyor. Rize’nin fethi kutlanıyor. Birisinin ağzına “Che” hiç yakışmıyor. Az gelişmişlik ve cahillik bölünmez bir bütün oluyor...


Vesaire vesaire...

Not: Bu kolajda geçen cümleler gazete ve dergilerden kopyalanmıştır. Kişisel katkım pek azdır ve cümleleri bağlamaktan ibarettir. Bu kadar çarpıklığın içinde Atatürk adının hiç geçmemesi, AKP binasına resmini asmaktan daha doğaldır. O umutsuzluktan umut üretendir

18 Temmuz 2016 Pazartesi

RAP RAP RAP



Gazete başlıklarına bakıyorum: Demokrasi Kazandı... Milli İrade Destanı... Demokrasinin Zaferi... 15 Temmuz Destanı... Demokrasi Destanı... Nasıl bir destanmış pek anlamadım. Cahillik işte. Yaşım icabı örfi idareden ihtilale, ihtilalden muhtıraya, sivilinden askerisine kadar her tür darbeye şahit olduğum halde ortalıkta bir zafer veya destan göremiyorum. Olsa olsa "facetime"ın "whatsapp" zaferi denebilir o kadar. Milli iradeyi de fotoğraflarda gördüm: Bir takım meczuplar zavallı bir eri derdest etmiş, kanlar içinde sürüklüyorlardı. Demokrasiyi savunuyorlarmış! Diyorlar ki demokrasiyi kurtaracak bir onlar kalmış...

"Türkiye Darbe Aldı" daha akıllıca bir başlık. Yüzde her ne kadarsak, hissettiğim bu oldu. Ne darbecileri ne de bizi kurtaranları kendimden saydım. Yüzde bilmem ne küsurumdan mutluyum. Demokrasi kurtuldu diyorlar. Demek ki benim gibi düşünen üç küsur insanın da hakkı korunacak, inanç ve düşüncelerine saygı duyulacak. Yaşam tarzım sorun edilmeyecek. Etnik farklılıklar kucaklanacak. Kadınlarımız özgür, üniversiteler özerk olacak. Polisi görünce kendimi güvende hissedecek, adalet önünde herkesle eşit olduğumu bileceğim. Ne mutlu bana!

Demokrasi kurtulmuş! Demokrasiyi televizyonda gördüğüm gözü dönmüş insanlar kurtarmışlar. Demek ki onlara emanetim. 

Gözlerimi her kapatışımda kabus görüyorum. Bir bomba sesiyle fırlıyorum. Gerçek mi hayal mi anlamıyorum. Bir uçak alçaktan uçuyor, tam evimin üstünde ses duvarını aşıyor. Sağda solda silahlar patlıyor. Haberler onlarca ölü sayıyor. Camiler demokrasiyi kurtarma günü diyor. Önümden tekbirlerle insanlar geçiyor. Ben artık onlara emanetim.

Rap rap rap
Demokrasiyi kurtaranlar geçiyor
Rap rap rap
kendine demokratlar
Rap rap rap
nur topu gibi faşistler
Rap rap rap
Bindirilmiş kıtalar
Rap rap rap...
Kahverengi gömlekliler
Rap rap rap...

9 Temmuz 2016 Cumartesi

EĞİTİM ve TÜBİTAK



Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein




Craig Vente “Sayısal evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.

Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük. Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef almıştık. Sonraki hedef “dininin ve kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal ifadesiydi.

2008 yılında Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı, bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak başlı başına bir sorundu.

Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler. Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi: Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı. Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan filan…

Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci, rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu. Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir yük kalktı, rahatladık.

Craig Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.

Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.

Şeker hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış:  ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler arasında yer almış.

Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!

TÜBİTAK’ı  Allaha havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins 1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler yaptığımızı hatırlıyorum.

Türkiye değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul haline getirildi. Duydum ki Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47. Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var? Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka kurulmuştur mutlaka. Bence de…

Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?

Görüldüğü gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında artışlar var.  2008 yılında 167 olan üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.

Benim asıl derdim eğitimin içeriği…

Hiçbir dağın yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65 ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.

Ülkemizin bazı güzide okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat içleri çürümüş...

Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda. Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar. Halbuki eğitim ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere, güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.

Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin  üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar. Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız... Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire… Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için kullanılan bir araçtır.

Üniversitelerde yapılan bilimsel çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu. İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor. Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor. Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.

2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor. Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı tasarımcılar ise burada çuvallıyor.

Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...

Ülkede bilim ve teknolojiyi teşvik etmek, yönlendirmek ve popülerleştirmek için kurulan TÜBİTAK’ın sergilediği işte budur: Kötü söze maruz kalan peynirin daha çabuk küfleneceğine inanan dindar gençlik… Desteklenen projeler asıl hedefi ilan ediyor; sakınmadan, açıkça ve belki de övünerek…