Attila İlhan ayrılıkları da sevdaya dahil etmiş.
Nazım Hikmet; "Kalbimde kalbine yok
bile kinim / Bence artık sen de herkes gibisin,” diyerek ayrılmayı tercih
etmiş. Hasan Şimşek gibi kimi şair de
gerçek kalp acılarını yaşamış:
"Bir
akşam üstü bir gece yarısı / Bazen de mükemmel bir sabah vakti / Bakarsın nükseder bu kalp ağrısı…"
İnsanlar var olduklarından beri göğüslerinin içinde atıp
duran, onlar hızlandıkça hızlanan, bazen göğsünü delecekmiş gibi çarpan, bazen
de yavaşlayıp kendini saklayan bu organla ilgilenmişler ve ona hiçbir hastalığı
yakıştıramamışlar. Eski Mısırlılar kalbi, hislerin ve zekanın merkezi olarak
kabul etmişler. İstanköylü Hipokrat bile kalbin bir hastalığı olamayacağına
inanmış, ancak derin kalp yaralarının ölümle sonuçlanacağını söylemiş. Akılcı
ve bilimsel görüşlerin öncüsü, gerçekçiliğin babası Aristo ise diğer organların
aksine, sadece kalbin ciddi yaralanmalara dayanamayacağını yazmış.
On dokuzuncu yüzyılın başlarında cerrahlar kalbe olmasa
da kalbi çevreleyen zara, perikarda dokunmaya başladılar. Sebep genellikle
tüberküloz gibi kronik kalp zarı iltihapları veya travmalardı. 1801 yılından
itibaren perikard içindeki sıvı birikiminin boşaltılması, perikarda pencere
açılıp içindeki sıvının göğüs boşluğuna drenajı, kalınlaşan ve kalbi sıkıştıran
zarın soyularak çıkarılması (perikardiyektomi) gibi işlemler uygulanmaya
başladı. Bu girişimler ayın yörüngesinde dolaşıp aşağıya baktıktan sonra geri
dönmeye benziyordu. Bununla beraber mesafe giderek kısalıyor, kalbin üzerindeki
örtü yavaş yavaş kalkıyordu.
Kalbin dokunulmaz bir organ olduğuna dair inanışlar on dokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etti. Zamanın
büyük hekimlerinden sayılan Sir James Paget,
kalp üzerinde yapılabilecek girişimlerin en son hududuna gelindiği gibi
tutucu bir düşünceyle, "Kalp
cerrahisi doğanın cerrahinin her dalına koyduğu sınıra varmıştır, hiçbir yeni
buluş ve yöntem bu sınırı zorlayamaz..." diyordu.
Buna rağmen bilimin meraklı elleri dur durak bilmeden
kalbe doğru yaklaşıyordu. İlk dokunuşlar otopsi sırasında veya hayvan
deneyleriyle sınırlıydı fakat ilham vericiydi. 9 Eylül 1896 günü Frankfurt
Devlet Hastanesinde Ludwig Rehn, göğsünden bıçakla yaralanmış bir genci acil olarak
ameliyata aldı. Göğsü açtığında içerisinin kanla dolu olduğunu ve kalbin her
atışında kan fışkırdığını gördü. Hızlı hareket etmeliydi. Kalbi çevreleyen
zardaki deliği genişletti ve kalpteki derin kesiği gördü. Sağ karıncıktaki
deliği parmağıyla tıkayarak derin bir soluk aldı. Daha önce hiç yapılmamış bir
şey yapacaktı. Kesiğe ilk dikişi attığında kanama azaldı, ikincisinde daha da
azaldı ve üçüncü dikişte tamamen durdu. Rehn tuttuğu nefesini yavaş yavaş
bıraktı. Hasta iyiydi veyaşayacaktı. Kalbe atılan bu
ilk dikiş yıllar sonra birçok tıp
tarihi araştırmacısı tarafından kalp cerrahisinin başlangıcı olarak kabul
edildi.
Sonunda ay yüzeyine yumuşak iniş yapılmıştı, insanlık
için büyük adımdı filan ama bu yeterli değildi. Cerrahların önündeki ufuk alabildiğine
genişlemişti. Bütün bilimsel gelişmelerde olduğu gibi her yeni keşif
gerçekleştiği anda geçmişte kalıyor ve yeni keşiflere yelken açılıyordu. Kalp
cerrahisi de bu sınırda durmayacak ve 20’nci yüzyılın teknoloji rüzgarlarıyla
birlikte pupa yelken ilerleyecekti, yavaş fakat güvenli…
Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar kalp
romatizması ve dolayısıyla meydana gelen kalp kapak hastalıkları önemli
sorunlardı ve çok yaygındı. Çocukluk çağında başlaması, tanı zorlukları ve
tedavinin yetersizliği dolayısıyla hastalar çoğu zaman kaybediliyordu.
Zamanında ve yeterince tedavi edilmeyen olgularda en sık görülen patoloji ise
sol karıncık ve kulakçık arasındaki “mitral” adı verilen kapağın daralmasıydı.
Çaresi bir şekilde bu kapağı yeniden genişletmekti ama nasıl?
Bu konudaki ilk ameliyatta, masanın sol tarafında,
Harvard Tıp Fakültesi’nin cesur kalp cerrahı Elliot Cutler vardı. Cesaretten
bahsediyorum, çünkü 1923 yılıydı, bir tabu daha yıkılmak üzereydi ve bu yöntem
insan üzerinde daha önce hiç denenmemişti. “Valvotom” adını verdiği özel aleti
12 yaşındaki bir kız çocuğunun kalbine sol karıncığın tepesinde açtığı bir
delikten dikkatle sokarak daralmış kapağı genişletti. Sonradan “Kapalı Mitral Valvotomi”
olarak isimlendirilecek bu işlem sırasında kalbin içi görülmüyor, her şey
cerrahın duyarlı elleri arasında, adeta kapalı bir perde arkasında cereyan
ediyordu. İki yıl sonra 1925’te, bir
İngiliz cerrah Dr. Henry Souttar, Middlesex hastanesinde genç bir kadının
mitral darlığını kalbin sol kulakçığının apendiks adı verilen çıkıntısından
soktuğu işaret parmağıyla genişletmeyi başardı. Mitral kapağını parmağının
ucuyla hissetmiş ve kanın zorla geçtiği delikten parmağını sokunca
kapakçıklardaki yapışıklık açılmıştı. Sonuç iyiydi ve hasta yaşamıştı. Buna
rağmen meslektaşları kendisine (her nedense) başka hasta göndermediler ve
yaptığı ameliyat yıllarca görmezden gelindi. Dr. Charles Bailey tarafından 1948
yılında Philadelphia’da aynı teknikle yapılan ameliyat literatüre ilk başarılı
olgu olarak geçti. Göğüs duvarından
kalbe olan mesafe birkaç santimetre olduğu halde, cerrahi bu kısa yolu ancak
ikibin küsur yılda katedebilmişti. 23 yılın lafı mı olurdu?
Ülkemizde bu tarz girişimlerin öncülüğünü yapan merkez
Cerrahpaşa Hastanesi oldu. 1951 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) bir
programıyla Dr. Husfelt ve ekibinin İstanbul’a gelişi ve getirdikleri
malzemelerle Cerrahpaşa Hastanesinde yaptıkları; perikardiektomi ve mitral
kapak darlığının parmakla açılması gibi ameliyatlar ülkemizde modern kalp
cerrahisinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu tarihten sonra ilk kalp
cerrahlarımızdan Dr. Nihat Dorken aynı klinikte kapalı kalp ameliyatlarına
devam etti.
Bu sırada Amerika’da, Princeton Üniversitesinde kalp
cerrahisinin kökünden etkileyecek gelişmeler yaşanıyordu.
Kalbe giden yolda belki de en önemli adım 6 Mayıs 1953
tarihinde atıldı. Akciğerlerindeki bir pıhtı nedeniyle kaybettiği bir
hastasının ardından çalışmalarını akciğer ve kalbin yerini tutacak bir makine
üzerine yoğunlaştıran Dr. John H. Gibbon, 18 yıl kadar süren deneysel
çalışmalardan sonra geliştirdiği kalp-akciğer pompasını ilk defa on sekiz
yaşındaki genç bir kızda kullanmış ve kalbin kulakçıkları arasında bulunan
deliği (gözüyle görerek) başarıyla kapatmıştı. Ameliyat sırasında hastanın kalp
ve akciğerleri devre dışıydı ve görevlerini hastaya tüplerle bağlanan makine
yapıyordu.
O yıllarda hayatta olan Yaşar Nabi Nayır, tüm bu
yarıştan habersiz, kalbine nakşolan aşkın derinliğini, bilimsel olmasa da
gönül gözüyle açıklamıştı:
“Üzülme senden sonra kalbime girenlerin / Yalnız senin aksindir orada
görecekleri...”
Gibbon‘ı izleyen cerrahlar kalbin içinde kimsenin aksini
göremediler ama bu öncü girişim kalp içindeki doğumsal anomalilerin
düzeltilebileceğine dair cesaret ve umut verdi. Kapak cerrahisi ve doğumsal
kalp kusurlarının düzeltme ameliyatları rahatlıkla ve güvenle uygulanmaya
başladı. Ellili yıllar böylece açık kalp cerrahisin yıldızının parladığı dönem oldu. Bizdeyse
altmışlı yılları beklemek gerekiyordu.
Türkiye’de kalp-akciğer pompası (vücut dışı dolaşım)
kullanılarak yapılan ilk açık kalp ameliyatı 1960 yılı Aralık ayında Dr. Mehmet
Tekdoğan tarafından Hacettepe Tıp
Fakültesinde gerçekleştirildi. İlk bilimsel duyuru ise
1963 yılı Nisan ayında Dr. Aydın Aytaç tarafından Milli Türk Tüberküloz ve
Toraks Kongresi'nde yapıldı ve aynı yıl içinde, Hacettepe’de yapılan ilk 100
doğumsal kalp ameliyatının sonuçları yayınlandı.
Wooler, Nixon ve Grimshow 1963 yılında İngiltere’den
İstanbul Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi
Merkezi 'ne gelerek 15 Nisan 1963 günü girdikleri açık kalp
ameliyatında kulakçıklar arasındaki deliği dikerek
kapattılar ve ayrıca akciğere giden atardamarın başındaki daralmış kapağı
genişlettiler. Bu tarihten itibaren Dr. Siyami Ersek ve arkadaşları
tarafından kalp cerrahisinin tüm guncel
girişimleri art arda uygulanmaya başlandı. 10 Aralık 1963 tarihinde ülkemizde
ilk defa yapay mitral kalp kapağı, 24 Kasım 1964 günü ilk yapay aort kapağı
takıldı, Avrupa’da aynı seansta üç kapağın birden değiştirildiği ilk ameliyat
20 Nisan 1966 günü gene bu hastanede gerçekleştirildi.
Koroner arter cerrahisinin gelişimi ise damarların
görüntülenmesi ile direkt ilişkiliydi ve ancak 1958 yılında –tesadüfen- mümkün
oldu. Aslında çocuk kalp doktoru olan Mason Sones aort kapağını incelemek
isterken kullandığı kateter yanlışlıkla sağ koroner artere girdi. Geri çekmeye
çalışırken –gene yanlışlıkla- bir miktar opak madde koronere kaçtı ve taçsı
damar yapısı gözler önüne serildi. Sones bu rastlantıyı değerlendirecek kadar
zeki bir hekimdi ve çalıştığı “Cleveland” Klinik de onu
destekleyecek kadar ileri görüşlüydü. 1962 yılında uygun kateterler ve
organizasyon tamamlanmış, ajiyo işlemi rutine girmişti. Artık koroner
damarların nerede daraldığı, hangi bölgesinin daha iyi kanlandığı görülebiliyordu.
Kalp cerrahları için yol açılmıştı. Cahit Sıtkı Tarancı bir akşamüstü Abbas’a:
“Dinsin artık bu kalp ağrısı!
” derken kastettiği bu değildi
ama o günleri görseydi en azından kalp hastaları kadar sevinirdi.
Altmışlı yıllar kalp cerrahisi açısından dünyada ve ülkemizde muhteşem başlamış
ve devam ediyordu, kalp kateterizasyonu ve koroner anjiyo işleminin
ülkemizde de uygulanması fazla gecikmedi. 1961 yılında ilk sol kalp
kateterizasyonunu ve 1963 yılında Cerrahpaşa Hastanesinde ilk koroner ajiyografi
yapıldı.
Artık “yürek
infarktından” ölmek kader olmaktan çıkıyordu.
Geç yayımlanan veya yayımlanmayan
cerrahi başarılar tarihçeyi etkilediği için, kalp cerrahisinde emeği geçen birkaç
öncü ismi burada anmak istiyorum. Örneğin kısa zamanda terkedilen
endarterektomi tekniğini uygularken sağ koroneri yaralayan William Longmire Jr (UCLA)
kesik damarı göğüs duvarının iç yüzünde seyreden
meme (mammaria interna) atardamarı ile tamir etmişti. Dolayısıyla bu atardamar
ile tarihteki ilk koroner arter bypass –KABG- ameliyatını 1958 yılında, koroner
filmini görmeden uygulamış oldu. Longmire’ın
başarısı 1990 yılına kadar gölgede kaldı, bilinmedi. Duke Üniversitesi’nden Dr. David Sabiston, 1962’de bacaktan aldığı toplardamar (safen
veni) ile ilk koroner bypass ameliyatını yaptı. Fakat bu ilk hasta beyin
embolisi yüzünden ölünce Dr. Sabiston 1974’e kadar tekniğini yayınlamadı.
Sones ile aynı klinikte çalışan Brezilyalı cerrah
Rene Favalaro ve Arjantinle Dr. Efler bacaktan aldıkları toplardamarın (safen
veni) bir ucunu çıkan aortaya, diğer ucunu sol koroner atardamara dikerek 1967
yılında ilk modern koroner “bypass” ameliyatını gerçekleştirdiler. 1968'de Rusya’da
Vasilii Kolesov ve New York’ta George Green “bypass” için ilk defa olarak “internal
mammary” atardamarını kullandılar ve bu teknik günümüze kadar en tercih edilen
yöntem olarak kaldı.
Bizde aynı teknik ilk defa 1974 yılı Şubat ayında Hacettepe’de
Dr. Aydın Aytaç tarafından uygulandı. Türkiye'de koroner “bypass”
ameliyatlarını içeren ilk ve en geniş seriler ise Yüksek İhtisas Hastanesi'nden
Dr. Kemal Bayazıt ve ekibi tarafından yayımlandı..
Dr.Barnard tarafından dünyada ilk
kez 3 Aralık 1967 tarihinde gerçekleştirilen ilk kalp naklinden yaklaşık 1 yıl
sonra 26 Kasım 1968 günü Dr. Siyami Ersek tarafından İstanbul Göğüs, Kalp ve
Damar Cerrahisi Merkezi’nde ilk kalp transplantasyonu yapıldı. Benim tıp fakültesindeki ikinci yılımdı ve beyin
hücrelerimin sinapsları arasında ileride seçeceğim uzmanlık dalıyla ilgili bir
fikir oluşmaya başlamıştı. O dönemde İstanbul Tıp Fakültesinde kalp
cerrahisiyle ilgili fazla bir hareket yoktu. Bu, merakımı ve ilgimi daha da
artırdı. Gideceğim yolu bulmuştum. Kalp cerrahı olacak ve bu serüvene ben de
katılacaktım. Nazım’ın dediği gibi: “Yolculuklar
başlamaz, yürek çağırmasa…”
Askerden döndüğüm 1975 yılının Nisan ayında babamı kaybetmiştim.
Ayrıca sevdiğim kadının babası da ağır hastaydı ve bırakıp bir yere gitmesi
mümkün değildi. Bunun üzerine mantığımı değil kalbimi dinleyerek üniversitedeki
son senemde kazandığım “Yabancı Tıp Mezunları Eğitim Komisyonu – ECFMG”
sınavından sonra “New York
Syracuse Üniversitesi”nden aldığım daveti iptal ettim. Türkiye’de açılacak
uzmanlık sınavlarını izlemeye başladım. Çok geçmeden, mayıs ayında bir gün
beklediğim haberi aldım. O yıl değişen bir kanunla pratisyen hekimler için de –
genel cerrah olmadan- kalp cerrahisinde uzmanlık eğitimi fırsatı doğmuştu.
Bundan yararlanarak sınava girdim ve Türkiye’de direkt olarak “Göğüs, Kalp ve Damar Cerrahisi” uzmanlık eğitimine kabul edilen ilk iki hekimden biri
oldum. Diğeri Dr. Besim Yiğiter’di. Eğitimim sırasında önce İstanbul‘da Dr.
Siyami Ersek ve daha sonra Ankara’da Dr Aydın Aytaç gibi öncü cerrahlarla
birlikte çalıştım, asistanlıklarını yaptım. Hacettepe’ye geçme sebebim çok
dramatikti.
Ö dönemde İstanbul’da “Mavi Çocuk” denilen doğumsal anomalilerin tüm düzeltme ameliyatları
için yedi yaşına kadar bekleniyordu. Bu süreyi rahat geçirmeleri için de –
çocuk için- nispeten kolay, yardımcı bir ameliyat uygulanıyor; sol göğüs kafesi
açılarak kolu besleyen atardamar göğüsten çıktığı noktada kesiliyor ve aşağıya
çevrilip akciğer atardamarına (Pulmoner arter) dikiliyordu. Amaç akciğerlere
daha fazla kanın gitmesi ve böylece çocuğun daha fazla oksijen alabilmesi,
dolayısıyla büyümeye devam edebilmesiydi. Bu damarın erken tıkanması da
mümkündü ve bu durumlarda çocuklar aniden kötüleşebiliyordu. Böyle bi olay
birgün benim nöbetimde başıma geldi ve daha önce poliklinikte izlediğim ve
devamlı olarak hocalarıma ne zaman ameliyat edeceğimizi sorduğum bir çocuk,
hiçbir şey yapamadan, ellerimde öldü gitti. Bu olay benim için dönüm noktası
oldu.
Bir süredir Ankara’da Hacettepe Tıp Fakültesinde bu tip
çocuklara erken yaşlarda açık kalp ameliyatı yapıldığını duyuyordum. Bunu
gözlerimle görmeye karar verdim ve üst üste bir kaç hafta Ankara’ya gittim,
Hacettepe’de –seyretmek için izin alarak- ameliyatlara girdim. İstanbul’da
günlük ameliyat programı saat 14:30 civarında bittiği halde Hacettepe’de geç
vakitlere kadar çalışıldığını, ameliyatların cumartesi günü bile devam ettiğini
ve pazar günleri dahil cerrahi ekiplerin adeta hastanede yaşadıklarını gördüm.
Yoğun bakımda açık kalp ameliyatına girip sağlıkla çıkmış çocuklar bana ne
yapmam gerektiği hakkında yol gösterdi: Eğitimime Ankara’da devam edecektim.
İstanbul’da çalıştığım sürenin sayılmayacağını söylemeleri umurumda olmadı.
Hacettepe’de uzmanlık sınavı açılır açılmaz Ankara’ya koştum ve sınav sonucunda
her şeye yeniden başladım. Göğüs Cerrahisi Merkezindeki hocalarım ayrılma
isteğimi anlayışla karşıladılar ve hayatım boyunca dostluklarını ve desteklerini
benden esirgemediler.
Meslek hayatım boyunca teknolojik olarak kalp-akciğer
pompalarında, akciğerin işini yapan oksijenatörlerde, ameliyat sonrası hastanın
solunumunu sağlayan cihazlarda, kalp pillerinde, yardımcı dolaşım
sistemlerinden monitörlere kadar aşağı yukarı tüm cihazların teknolojik
değişimlerine ve ilaçlardaki gelişmelere bizzat şahit oldum. Her yaştaki
hastaya, o dönemde yapılabilecek her türlü ameliyatı yaptım. Açık kalp
ameliyatlarında kalbi önce durdurup sonra çalıştırmanın –çalıştırabilmenin-
verdiği hazzı ve rahatlamayı, bazılarında da çalıştıramamanın verdiği kaygı ve
ızdırapla karışık öfkeli ruh halini yaşadım. 4-5 yaşında ufacık çocukların
kardeşlerine yaptığım ameliyatlardan sonra karşılaştığımızda, koridorda koşup
baynuma sarılmasıyla mutlu, cenazelerini almaya gelen ailelerin kederli ve
buruk teşekkürleriyle kahroldum.
Girdiğim ameliyatlar içinde en heyecan verici olan
hangisiydi derseniz; “kalp transplantasyonu,“ derim. Teknik olarak pek zor olmayan
fakat baştan sona müthiş bir organizasyon gerektiren bir ameliyattır. Bu
heyecanı Hacettepe Tıp Fakültesinde 1990 yılında Dr. Yüksel Bozer tarafından
yapılan ilk kalp transplantasyonunda fazlasıyla yaşadım. Sonraki dört tanesinde
de o stresli havayı tekrar tekrar solumak fırsatını buldum.
Kalp nakli “dokunulmaz” olarak bilinen bir organın hastalıklarının tedavisinde
gelinen son aşamadır. Son aşama derken doğal olarak “şimdilik”
kelimesini eklemem gerekir. Milattan önce 300 yıllarında
ikiz azizler, Cosmas ve Damian, Romalı bir subayın gangrene bacağını bir
kölenin bacağı ile değiştirince, bu çalışmaları devrin celladı tarafından
başları kesilerek ödüllendirilmiş. Günümüzde ise geçirdikleri kazalarda
yaşamlarını yitiren ve organları bağışlanan insanlar yüzlerce hastaya yeniden
can veriyor, kalpleri atmaya devam ediyor ve bir anlamda başka insanların
vücudunda yaşamaya devam ediyor... Düşüncesi bile heyecanlandırıyor, bir
mucizeyi yaşamanın mutluluğu insanı sarıp sarmalıyor. “Ne ölümden korkmak ayıp ne de düşünmek ölümü,” ama ne güzel şey yaşamak:
Ve
tekrar yaşamak sevgilim
Ölümden
sonra da yaşamak
Kalbinde
yaşamak...