Kasım ayında, kurban bayramı tatilinden istifade, Çinhindi yarımadasına gittik. Vietnam'dan başlayarak Kamboçya'ya, Oradan da Thailand'a geçtik. Tüm gezi programını kızım Zeynep hazırladı. Biletlerimiz aldı, otelleri ayarladı, hava alanı transportları, yerel geziler derken elimizi sıcak sudan soğuk suya sokmadan gittik gördük, geldik. Her zaman yolculuk öncesi aylarca hazırlık yapan ben, bu sefer Zeynep'in titizlikle hazırlayıp elime verdiği notlardan başka hiç bir şey okumadım. Nedense içimden gelmedi. Tutukluk yapan eski bir Winchester tüfek gibiydim.
Ne de olsa Vietnam! Bildik bir yer. Bir zamanlar Siirt'ten, Muş'tan, Bitlis'ten daha fazla haber olmuştu gazete, radyo ve daha sonra televizyonlarda. Orada, binlerce kilometre ötede sulak ovalarında pirinç yetişen, semalarında kuştan çok helikopter olan, ormanları bolca sülüklü bir yer olduğunu hepimiz biliyorduk. Sokaklarında politikacıların, casus, hırsız ve fahişelerin cirit attığı Saigon da oradaydı. Kötülerin hepsi komünistti ve amaçları dünyayı ele geçirmekti. Bizi sadece Rambo kurtarabilirdi. Kısacası yeraltında çekik gözlü insanların yaşadığından fazlasını biliyorduk. Daha doğrusu orada insanların öldüğünü...

"Son gelişlerinde Çinliler, binlerce yıl kaldılar. Fransızlar yabancılardır. Zayıftır. Kolonyalizm ölüyor. Beyaz adam Asya'da bitmiştir. Fakat Çinliler şimdi kalırlarsa, bir daha asla gitmezler. Ben, hayatımın geri kalan kısmında Çinlilerin bokunu yemektense, beş yıl daha Fransız boku koklamayı tercih ederim." — Ho Chi Minh, 1946

İlk renkli televizyon yayındaydı ve şortun renkleri apaçık ortadaydı. Yıl; 1963.


Uzun lafın kısası, savaş Vietnamın iki yakasının bir araya gelmesiyle sona erdi. Yıl; 1975. Aynı yıl Türkiye ilk defa "Örovizyon" şarkı yarışmasına katıldı, Semiha Yankı sonuncu oldu. Bunların bizim konumuzla ilgisi yok. Microsoft firması kuruldu. Bunun da yok. Angelina Jolie doğdu. Bunun var, ama gezinin devamında, az sonra; yıl 1975...

VİETNAM'A GİDİYORUZ

Zeynep programı yazıp gönderdi:
25 ekim 0:40'ta Yeşilköy'den hareket, 17:05 Ho Chi Minh şehrine varış. Bundan sonra şehre kısaca HCMC diyelim. Ya da Saigon veya Saygon, bunu daha çok seviyorum. Anlamı; Kapok ağacı ormanı. Otelin servisi hava alanına gelecek. Bizi bulacak. Bui Vien sokağında Beautiful Saigon Oteline gidilecek. İki gün kalınacak. 20 dolar yol, 122 dolar otel, dört kişi 144 dolar ödenecek. Sudan ucuz. Su 1 dolar, ama laf öyle geldi...
26 Ekim; "War Remnants" müzesi, Bitexco Finans Binası, 262 metre yüksekteki CD rafından Saigon'a bakış. Burada bir de Mekong nehri turu vardı. Fakat şehri mi görelim, nehirde mi gezelim derken, şehirde karar kıldık. Fazla vaktimiz yok.
27 Ekim, saat 12:35 Air Mekong ile Hanoi uçuşu. Bir saat sonra Hanoi, yarım saat sonra eski şehrin merkezinde, 17 Hang Hanh Street, Hoan Kiem her neyse: Madam Moon Guesthouse. Otel servisi 16 dolar, 2 gün kalış, dört kişi toplam 114 dolar.
28 Ekim Halong Bay!!!! 29 Ekim Halong Bay!!!! 16:30'da dönüş, konaklama Madam Moon. Gece Kukla tiyatrosu...
30 Ekim 17:10 Viet Nam Hava yolları ile Siem Reap'a uçuş...
SAYGON HAKKINDA NOTLAR

Saygon Saygon olmadan önce "Prey Nokor", Prey Nokor olmadan önce de, yaklaşık üçyüz yıl ediyor, ufak bir balıkçı köyüymüş. Nokor, Khmer dilinde şehir veya krallık demek. "Prey" ise orman. Bu durumda "Prey Nokor" orman şehri oluyor. Kastedilen orman "kapok" ormanı. Pamuk çubuğu filan gibi bir anlamı var. Zamanla Vietnamlılar çoğalıp Kmerler azalırken orman şehri de liman şehrine dönüşmüş. Kmercesinin Vietnamcası "Sai Con veya Sai Gon" olmuş. Saygon'da öğrendiğimiz Vietnamca kelimelere gelince; "Gam on" gibi söylenen "Cam on" teşekkür ederim, "Sim çao" merhaba, "Pho" erişte çorbası demek. "Nam" güney anlamına geliyor. Tuvaletlere kendi dillerinde ne dediklerini bilmiyorum ama "happy room" denilince neyin kastedildiğini biliyorum. Vietnamca bilgimiz bu kadar.
1859 yılında Fransızlar; artık burası bizim olsun demiş. Erzurum nasıl doğunun Paris'i ise, Saygon da daha uzaktaki uzakdoğunun Paris'i olmuş. Bu nedenle şehrin her tarafı Fransız mimarisinin güzel örnekleriyle dolu. İndoçin'deki hemen tüm ilkler bu şehirde yaşanmış. İlk kaldırım, ilk su kulesi, ilk demiryolu, ilk elektrik, ilk otomobil, ilk kanalizasyon borusu vs vs... İlk sokak lambaları başlangıçta hindistan cevizi yağıyla yakılıyormuş. Fransız aydınlanması bu olsa gerek. Bağımsızlık olayını da önce Fransızları, sonra Amerikalıları kovarak halletmiş, tek partili bir cumhuriyet kurmuşlar. Demokrasi ne alemde bilmiyorum. Demokrasi denen şey kelle hesabıyla olmuyor. Olsaydı dışarıdaki 50 küsur ve içerideki 4 partiyle bizde olurdu..
Hava durumu
Saygon'da geçirdiğimiz 2 gün hava gayet güzeldi. Daha iyisi yağış yoktu. Yağış mevsiminin sonunda gelmişiz. İnce uzun şekli dolayısıyla, ülkenin güney ve kuzeyinde farklı iklim şartları var. Güney Vietnam, karı kışı olmayan, üç mevsimli bir ülke. Saygon civarında mart ile mayıs-haziran arası sıcak ve kuru, haziran-temmuz'dan kasıma kadar yağışlı, aralık-şubat ayları kuru ve serin geçiyormuş. En sıcak ayları nisan! Bu iklim durumu dolayısıyla turistler için tavsiye edilen aylar aralık ile şubat arası... Yağış öncesi artan nem insanı bunaltıyor. Yağış sonrası gayet iyi. Yağışlı dönemde sivrisinekleri önlemek pek zor deniyor ama, biz ne kara sinek gördük, ne de sivri! Açıkta satılan etlerin üzerinde bile karasinek görmedik. Şu ilacın adı neydi? Turuncu ajan?
Kuzey Vietnam'da ise mevsim sayısı dörde çıkıyor. Mart-nisanda ilkbahar, kıyı bölgeleri şubat-nisan arası nispeten serin ve yağışlı, yaz mevsimi sıcak ve ıslak, ekim-aralık arası sonbahar. Kışın Hanoi'de ısı 15 dereceye kadar iniyormuş. Buna da kış diyorlar. Yükseklerde kar bile oluyormuş. Vay canına!
Dinsel şeyler
Halkın çoğu Budist. Sonra katolikler geliyor. İlle de kilise göreceğim diyenler için, kolonyal dönemden kalan Notre Dame Katedrali var. Budistlerin çok katmanlı tapınaklarına ise pagoda deniliyor. Sadece dua için yapılan tapınaklardan biraz farklı olarak bunların içinde genellikle kutsal emanetler vs oluyor. En büyük Budist tapınağı katedralin 2 km kadar kuzeyinde, Taoist imparator Jade için 1909 yılında yapılmış. Bu nedenle resmi adı Jade Emperor Pagoda. Fakat içinde bir sürü kaplumbağa olduğu için halk ‘Tortoise Pagoda’ diyor. Bir de hava alanından gelirken dikkatimizi çeken Xa Loi Pagoda var. Bu pagoda 1950'de yapılmış ve bir din adamının (keşiş, monk) savaş sırasında kendini yakmasıyla ünlü. İkisinden birisine gidelim diye niyetlendik, fakat bir şekilde zaman ayıramadık. Ayırdığımızda da hava kararmak üzereydi. Taksiyle gidelim dedik. 1 saat uğraştık, hiçbir sürücüye bu pagodayı anlatamadık. Haritadan bile anlamadılar. Ya da, daha kuvvetle muhtemeldir, bizim taksiciler gibi mesafeyi kısa buldular.
Şehir merkezi
Tuk tuk

Tüm İndoçin'de ulaşım için çok yaygın olarak 3 tekerlekli taşıtlar kullanılıyor. Bunlar nispeten ucuz ve pratik. Fakat ucuzluğu biraz göreceli! Hevesli gözükürseniz tarife bir anda müze fiyatına dönüşüyor. Satın almak daha ucuza gelebilir. Onun için genel fiyat eğilimlerini daha oteldeyken öğrenip çıkmak lazım. Bir kısmı motorlu, bir kısmı motorsuz, bacak gücüyle çalışıyor. Bu tarz araçların genel ismi, İngilizcede "auto rickshaw" "tricycle veya mototaxi". Bisikletli olanlar; Cycle rickshaw, bike taxi, velotaxi, Pedicab, bikecab veya kısaca cyclo. Yolcu önde, genellikle üstü kapalı, koltuk gibi bir kısımda yaslanarak rahatça oturuyor, sürücü arkada pedal çeviriyor. Jakarta ve Endonezya gibi bazı ülkelerde "beca veya becak" diye de geçiyor. Önde motosiklet olup, yolcuların arkada oturduğu araçlara "Tuk tuk" deniliyor. Motorluların (motorbike taxi) yerel ismi "Xe om", fakat turistler, biz dahil hepsine tuk tuk dedik, oldu bitti. Tuk tuk, Kenya, Tanzanya, Mısır ve Asya ülkelerinde de geçerli, yaygın bir isim. Eskiden bizde de buna benzer, Arçelik firması tarafından yapılan, triportör denilen taşıtlar kullanılırdı. Yolcular arka tarafta karşılıklı oturur, dizleri birbirine değerdi, tabii gözleri de... Türk halkının yaratıcı zekası bunlara güzel bir isim bulmuştu; göz göze - diz dize!
Dong, çay ve kahve
Bir litrelik şişe suyun fiyatı 10000 veya 30000 Dong arasında değişiyor. Bir USD = 20000 VND, Vietnam parası, kısaca Dong. Bazı lokantalarda bir bardak çay 3000-5000 VND. Hiçbir yerde bedava su yok, fakat çay var. Ortalama birçok lokantada, bir şeyler ısmarladığınızda otomatik olarak masaya önce birer büyük bardak çay (cha veya tra) geliyor. Bardak bittikçe dolduruyorlar. Önceleri ısmarlamadık filan diyorduk ama, anladık ki bu kısım bedava ve birisi bardakları devamlı doldurmakla görevli. Lezzet ve rengi kesinlikle bizim bildiğimiz çaya benzemiyor. Sarı, sıcak, ancak susuz kalınınca içilecek bir şey. Kahveler ise son derece sert. Bu da ancak kahvesiz kalınca içilir!
Güzel Saygon Oteli

Velhasıl keyifli bir yerdi...
Sokak
Çarşı - pazar
Park
Cong Vien van Hoa parkı en sık uğradığımız yer oldu. Bir yere giderken mecburen içinden veya kenarından geçiyorduk. Böylece yerli halkın ve gençlerin yaşantısından da bir başka kesit izlemek fırsatımız oldu. Burası gece gündüz aktif bir park. Çevredeki okul ve iş yerlerinden insanlar öğle aralarında parka gelip hem birşeyler atıştırıyor hem de sohbet ediyorlar. Bir köşede de mutlaka "Thai Chi" yapan yaşlılar oluyor.
Bir köşede oturup dinlenirken, yanımıza 5-6 genç geldi. Üniversite ve yüksek okulda okuyan, hepsi güler yüzlü, pırıl pırıl gençler. Bizimle İngilizce konuşmak istediler. Bu olaya Vietnam'ın her yerinde rastlamak mümkün. Tek başına bile olsa bir genç yaklaşıyor ve konuşmak istiyor. Sadece konuşmak. Ne rehberlik ne de para kazanma amaçları var. Bir gün bu çocuklardan birisine rastlarsanız mutlaka konuşun.
Park geceleri bile insan doluydu. Bir köşede ufak bir kız çocuğu babasından badminton oynamayı öğreniyor, başka bir köşede de abiler ablalar raketlerini almış, maharetlerini gösteriyordu. Aynı alanda dikkatimizi çeken başka bir oyun oldu. Bu oyun vücudun her yeriyle oynanıyor. Ucu tüylü, diğer ucu biraz ağırca ve yaylı, top gibi şeyle oynanıyor. Karşılıklı ikili veya çok kişili oynanabiliyor. Vücudun her yeriyle oynanan, raketsiz badminton gibi... Bir tüylü top da ben aldım. Kutusunun üstünde "the thao" yazıyor, gugıla göre ayak topu demek. Bir gün bizim memlekete de uğrar belki, topum hazır olsun...
HANOİ NOTLARI
Saygon'daki son günümüzde, otelin güler yüzlü halkla ilişkiler görevlisi bir uyarıda bulundu; hava alanına gitmeden önce uçağın rötarını kontrol edin, dedi. Yolun orta yerinde fırtına uyarısı yapılmış. Gayri-ihtiyari kafamızı kaldırıp havaya baktık. Çok sakindi. Sakin sakin hava alanına gittik. Mekong hava yolu bu! Fırtına filan dinlemez dedik, tam zamanında havalandık. Truong Son dağlarını boylu boyunca geçtik, salimen Hanoi'ye indik. Dağları gördüğümden değil, okuduğumdan yazıyorum.
Hanoi, Kızılırmak batısına yayılmış, gölgeli parklar ve aşı boyalı binalarla dolu güzel bir şehir. Bin yıllık bir geçmişi var. Yüzyıllar boyunca değişik isimleri olmuş. En fiyakalısı; Thanh Long, uçan ejderhanın şehri...
Hoan Kiem Gölü
Bu göl için ayrı bir başlık atmaya değer. Zira orta yerindeki "kaplumbağa kulesi" şehrin ambleminde kullanılan bir simge...
Hoan Kiem gölü şehrin merkezinde yer alıyor. Görür görmez etkileniyorsunuz. İlk akşam etrafta ne var ne yok diye bakmak için otelden çıktığımızda ahmak ıslatan denen cinsten bir yağış vardı. Kafe, lokanta ve işyerlerinin arasından geçip, bir yüz metre sonra ana caddeye çıktık. Cadde gölün etrafını çevreliyordu ve gölle arasında ağaçlıklı, güzel bir yürüme yolu vardı. Gölün kenarına geldiğimizde puslar arasında bir adacık, bunu karaya bağlayan kırmızı renkli bir tahta köprü ve ağaçların arasından sadece çatısı gözüken bir tapınak farkettik. Daha uzakta, gölün diğer ucundaki "Turtle Tower" hayal meyal görünüyordu.
Biz gene göle dönelim. Ama ayağımızı sokmayalım. Sadece gözlerimizi iyice açalım; Gölde halen birden fazla sayıda ve çok büyük su kaplumbağalarının yaşadığı söyleniyor. Gölün en derin yeri 2 m, çevresi yaklaşık 2-2,5 km. İsmi önceleri Yeşil Göl'müş. Demek ki rengi yeşilmiş. Kızılırmağın suyunu düzenlemek üzere, vaktiyle insanlar tarafından yapılmış. Gölün bir de hikayesi var. Zamane İmparatoru Ly Thai To'yun (güya) cennetten gelen bir kılıcı varmış. Onbeşinci yüzyılda Çinli Ming hanedanını bu kılıçla yenmiş. Savaştan bir gün sonra gölde gezerken dev bir kaplumbağa gelmiş ve kılıcı alıp kaçmış. İmparator Li bu durumu önce; haydan gelen huya gider, şeklinde yorumlamış. Fakat halk bön bön bakınca, ortada bir salaklık olduğunu anlamış. Koca imparator belindeki kılıcı kaybeder mi? Bu gibi durumlarda olaya biraz kutsallık katmak her zaman işe yaramıştır. Bu nedenle kaybolan kaplumbağanın ardından uzun uzun bakmış ve boğuk bir sesle "kılıcı altın kaplumbağa tanrısı Kim Qui cennete, geldiği yere geri götürdü" demiş. Göle de "kılıç gölü veya geri dönen kılıcın gölü" anlamına gelen "Ho Hoan Kiem" adını vermiş. Aradan yıllar geçmiş. Göle kutsal kılıç dışında bir sürü atık da döküldüğünden bir gün suda yüzen "Büyük Büyükbaba" hastalanmış. 2011 yılında Büyük Büyükbabayı gölden çıkarıp tedavi etmiş, sonra gene göle bırakmışlar. Burada bir zalimlik yok! Büyük Büyükbaba, halen gölde hayatını sürdüren yaklaşık 400 yaşında bir su kaplumbağası oluyor...
"Halong Bay" olayı
Efsaneye göre dağlarda yaşayan bir ejderha sahile doğru koşarken iki yana sallanan kuyruğu çarptığı yerlerde yarık ve vadiler açmış. Kuyruğun açtığı oyuklar suyla dolmuş. Sonunda şöyle bir yaylanıp 3 perende, 2 burgu, denize dalmış. Denize daldığı yere "Ha Long" denmiş. Neden böyle coşmuş da öyle kuyruk sallamış belli değil! Tekrar çıkar mı o da belli değil. Suların arasında bir sürü, sayı hesabıyla 3000 kadar adacık kalmış. Adaların alt kısımlarında rüzgar ve dalgaların oyduğu mağaralar varmış. Bu bizim fikrimiz. Vietnamlılara göre bunlar da muhtemelen ejderhanın sırt yüzgeçlerinin sürtmesinden olmuştur. Burası Vietnam, ejderhaların ülkesi. Burası da Halong Körfezi, ejderhanın daldığı yer.
Halong, Tonkin Körfezinde, UNESCO Dünya mirası listesinde yer alan 1500 kilometre karelik bir alan. 300 milyon yıllık bir dünya mirası. Gelişimi yaklaşık 20 milyon yıl sürmüş. Şu anda bizim gördüğümüz, göreceğimiz (veya göremeyeceğimiz) kireç taşı yapısında irili ufaklı 3000 ada, bir sürü mağara, bir sürü tekne, yelkenli, sandal, yüzen pazar yeri, bir sürü turist, bir sürü satıcı, hediyelik eşya vs vs vs... Ortam çok ticari bir ortam, ama neresi değil ki? En azından dünya cenneti bir yer dedik, kararlıyız ya, sabahın köründe kalkıp yola düştük. Bavulları çeke çeke ve ite ite (yeni bavullar böyle!) tur şirketine geldik.
Otelin güleryüzlü ve becerikli ön banko görevlisi bizim yol hazırlığımızı görünce, o tarafta fırtına var, kıyıları boşaltıyorlar gibi bir laf etmişti. Aynı sıralarda Amerikanın kuzeydoğu kıyılarında Sandy kasırgası vardı ve televizyonlar devamlı olarak kasırganın yaptığı yıkımdan bahsediyordu. Adama pek kulak asmayıp kahvaltıya gitmiştik. Şimdi Handspan turizm şirketinin görevlisi aynı şeyleri tekrarlıyor ve paramızı iade edeceklerini söylüyorlardı. O anda büyük bir hayal kırıklığı yaşadık. Çöktük. Kıyıya kadar gidip orada beklesek dedik, gene olmadı. Kıyılar da tehlikeli dediler. Tehlike ne zaman geçer? Belki yarın, belki yarından da yakın???
Daha önce meteoroloji kayıtlarına baktığımızda tropikal fırtınaların daha çok yaz aylarında, temmuz ile eylül arasında görüldüğünü okumuştum. Şimdi kasım ayındaydık. Bu fırtına da nereden çıkmıştı? Tam da bizim geldiğimiz hafta? Bu ve bunun gibi anlamsız bir sürü yakınmadan sonra kös kös otele geri döndük. Özetle, ejderhanın yükseldiği yere gidip, ejderhanın suya daldığı yeri göremeden geri döndük.
Ninh Binh ve Hoa Lu
Birden bire 2 günümüz birden boşalmıştı. İlk günü ve geceyi yağmur altında gölün çevresini dolaşarak, rastladığımız pagodalara girip çıkarak, eski şehir bölgesinde ve kafelerde geçirdik. Hayal kırıklığından silkinmemiz biraz zaman aldı. İkinci gün Halong'u telafi etmeye karar verdik. Hanoi'nin güneyinde, "Karadaki Halong" denilen, benzer karstik yapıya sahip bir bölgeye gitmek üzere tur ayarladık. Deniz yerine pirinç tarlaları olsun dedik, yola koyulduk...
Hoa Lu ve Tam Coc, Hanoi'nin 100 km kadar güneyinde, Ninh Binh bölgesinde bulunuyor. Hoa Lu 968-1009 arasında Dinh ve Le Hanedanlarının başkentiymiş. Bir şekilde Vietnam'ın ilk, antik başkenti oluyor. Burada Dinh ve Le isimli imparatorlara adanan tapınaklar var. Meraklısı açsın, okusun. Bizim için oldukça güzel bir yolculuk oldu. Özellikle Ninh Binh şehrini geçip, anayoldan çıktıktan sonra çok enteresan ve etkileyici bir ortama girdik. Konik şapkalarının gölgesinde gidip gelen insanlar, okuldan çıkan çocuklar, çeltik tarlaları, çeltikte çalışan kızlar, tarlaların içinden doksan derecelik açıyla yükselen, kümbet şeklinde tepeler, tepelerin orasında burasında pagodalar, önlerinde gelin gibi süslenmiş Brahman inekleri, bir kıyıdan bir kıyıya karadeniz usulü, halatla çekilen bir tekne, mandaları sudan geçirmeye çalışan ihtiyar, sudan çıkmamak için direnen manda, hepsi çok hoştu.
Rehberin anlattığı hanedan silsilesini önce merakla dinleyerek, lastik kıvamında uzayınca da dinleyemeyerek Tam Coc'a geldik. Burası Ngo Dong nehrinin bir kıyısında, kayıklara bineceğimiz rıhtımın bulunduğu yer.
Sıraya giriyorsunuz, tekne önünüze geliyor, biniyorsunuz. Resmi tarife 60000 VND, bu 3 dolar ediyor. Geçerli tarife; gönlünüzden ne koparsa tarifesi. Bonus olarak da kayıkta taşıdıkları el yapımı yemenileri, Non La denen konik şapkaları, boyalı kumaşları satmaya çalışıyorlar. Aşırı ısrarları biraz can sıkıcı ama ne yapalım, gülü seven dikenine katlanır. Bu satış işlemini kayıktan kaçma imkanı olmayan, en ücra köşede yapıyorlar. Sabırla, onların sabrının bitmesini beklemekten başka çareniz yok. Teknede ilk 1 saat iyi de, dönüş yolu biraz ızdıraplı. Tahta üstünde oturmaya alışık olmayan, benimki gibi kibar popolar için oldukça sıkıntılı. İki kişi önde, arka arkaya çömelerek oturulan kayıklarda pek fazla hareket şansı olmuyor. Kayıkçı kıçüstünde (teknenin kıçı!), daha yüksekçe bir yere oturuyor. Kayıkçılar genellikle kadın. Bu da popolar açısından ek bir fark yaratıyor. Ayrıca arkalarına yaslanıp ayaklarıyla kürek çekiyorlar. Bu pozisyonda kürekleri itiyorlar demek daha doğru olur. Eller serbest. Sırtlarını yaslamaları daha ergonomik bir pozisyon sağlıyor. Bu önemli. Çünkü nehri boylu boyunca geçtiğiniz bu tur yaklaşık 2 saat sürüyor. Yol üzerinde uzun ve karanlık mağaraların içinden, çeltik tarlalarının arasından, küçük pagodaların yanından geçiyorsunuz. Uzun ve yorucu bir yol. Bu kadınları ilk defa Saygon nehrinde görmüş ve çok şaşırmıştık. Kadın bir yandan ayaklarıyla kayığı sürüyor, bir yandan da elindeki kepçeyle sudaki plastik atıkları topluyordu. Akıllıca!
Suda Kukla Tiyatrosu "Thang Long Su"
Ninh Binh'ten döndüğümüz akşam tiyatroya gittik. Burası onbirinci yüzyıldan beri süregelen bir geleneğin sergilendiği, suda kukla tiyatrosu. Gişenin önünde uzun bir kuyruk vardı. Biz de ucuna takıldık. Bir kaç metre İlerleyemeden 100000 Dong'luk yerler bitti. Arkalar 60000 Dong, yaklaşık 5,5 Lira. Vietnamlılar biraz saf oluyor. para harcamaya gelmiş bu kadar turist varken beş katı para isteseler, kimsenin gıkı çıkmaz. Türkiye'ye gelip biraz ticaret öğrenmeleri lazım. Dünyada defalarca ödüller kazanmış bir folk gösterisini 5,5 liraya seyredeceğiz. Fotoğraf çekmek ayrıca 2 lira!
Kukla deyip geçmeyin. Ben de geçmiyorum; kırsalda yaşayan Vietnamlı, mutfaktan çeltik tarlalarına kadar, yaşamlarının her safhasını ruhların kontrol ettiğine inanırmış. Kukla gösterileri önceleri bu ruhları eğlendirmek için yapılırmış. Gösterilerini ruhlar için değil de bizim için yaparlarken akıllarından neler geçiyor acaba? Malzemelerini, su, ağaç ve bambu kamışlar, doğal ortamlarından, hikayelerini yaşadıklarından ve efsanelerden almışlar; Yaratılış, ilk insanlar (muhtemelen Vietnamlı), savaşlar, pirinç tarlaları, harman zamanı, aşklar, doğumlar ve ölümler... Konu mankeni olarak su perileri, anka kuşları, yükselen dumanlar, patlayan fişekler... Kenardaki sette bambu flütünü üfleyen, Zither çalıp şarkı söyleyen kızlar... Her biri 10-15 kiloluk kuklalar, çoğu basit köylü kılığında veya balıkçı, her meslekten insanlar, arada savaşcı tipler, yerel giysili hatunlar, balık, ördek ve kuşlar, ve de Vietnam'ın olmazsa olmazları; konik şapkalar ve ejderhalar... 2 kısım, tekmili birden, bir perde, tek sahne...
Halen bu tip kukla gösterilerinin yapıldığı üç ortam var. Birincisi bizim gittiğimiz gibi yerleşik tiyatrolar. Bunlardan bildiğim, bir tane de Saygon'da var. 6x10 metrelik içi su dolu bir sahne, bir kenarda müzisyenler, arkada perde, perdenin arkasında kadın-erkek 15 kuklacı, bambu kamışlar arasından girip çıkan kuklalar... Gösterinin başında kuklacılar görülmüyor. Sona doğru hepsi öne geliyor, kendilerini gösteriyor. Böylece tüm gösteri sırasında onların da kuklalar gibi bellerine kadar gelen suyun içinde durduklarını görüyorsunuz. Zor bir iş. Bu tiyatrolar dışında bir de gezici kumpanyalar varmış. Bunlar gösterilerini köylerdeki küçük göletlerde yapıyor, seyirciler göletin çevresindeki teraslarda oturuyormuş. Gölet olmayan yerlerde de portabl su tankları kullanılıyormuş. Kuklalar tahtadan yapılıyor, bambu kamışlarla hareket ettiriliyor. Kuklalar da oynatıcılar da her zaman suyun içinde bulunuyor. Sahnede oynatıcıları gizleyen, üzerinde tapınak vs gibi çeşitli dekorların resmedildiği, bambudan yapılmış bir perde oluyor. Davullar ve ziller çalıyor, perde aralanıyor, ağzından ateşler saçan bir ejderhanın sahneye girişiyle gösteri başlıyor.
Hanoi'deki son gecemizde Halong üzüntüsünden silkinip, basit bir kukla gösterisiyle teselli bulmuştuk. Belli ki onlar da yıllar süren savaşların, ölümlerin ve ızdırapların tesellisini bir şekilde kendi iç dünyalarında bulmuşlar ve ruhlarını böyle sağaltmışlardı.
Turistin duası ve son saatler
Heavenly father, grant us the strength to visit the museums and the parks, the goverment buildings and all the "must" in the guidebooks... And if perchance we skip a historic monument to grab a sleep after lunch, have mercy on us, for our flesh is weak!
İlahi peder, bize müzeleri ve parkları, kamu binalarını ve rehber kitaplarının "ille de yapmalı" dediği her şeyi yapmak için güç ver... Eğer öğle yemeğinden sonra uyku basar da, tarihi bir anıtı göremezsek bizi affet, bunu bizim etimizin zayıflığına ver!
Bizi affet göksel babamız; ne "literatür" tapınağına, ne "Bach Ma" tapınağına, ne "St Joseph" Katedraline, Bich Dong Pagodasına, ne "memorial house"a, ne etnoloji müzesine, ne "Pillar" Pagodasına, ne güzel sanatlar, ne de kadınlar müzesine, ne Hoa Lo hapishane müzesine, ne Lenin Parkına, ne ordu müzesine, ne Hue şehrine, ne de başka şehre gittik. Müzeye gideceğimize kuklacıya gittik. Bizi affet!
Ordu Müzesine önünden, şöyle bir bakıp geçtik, Ho Amca'nın anıt mezarına gittik. Saat 11:30du. Öğle bile değildi. Giriş de bedavaydı, ama giremedik. Saat 10:15'ten sonra kimseyi almıyorlarmış kutsal babamız. Hemen yanındaki HCM müzesine koştuk, gene giremedik. Günlerden pazartesiymiş, pazartesileri öğleden sonra kapalıymış kutsal babamız. Bari bir CD alalım dedik. Müzeyi oradan görelim dedik. CD bile bulamadık. Bu bize yapılır mı, göksel babamız?
Boynumuzu büküp geri döndük. Yolda rastladığımız güzel bir kafede oturup teselli tatlısı yedik. Bize "Ho Amcanın müzesine mutlaka gidin" diyen iki hemşerimizi andık. Bu iki Türk vatandaş fırtına var diye uçağa binmeyip, Saygon'dan 30 saatlik tren yolculuğuyla Hanoi'ye gelmiş ve ilk iş olarak Ho Amcanın müzesini gezmişler. Çektikleri eziyete hürmeten, biz de görelim demiştik. Adamlar 30 saati aşkın zamanda, 1723 km yol gelip bu müzeyi gezdiler, biz şuracıkta 3 gün kalıp, bir tane müze görmeden dönüyoruz. Bizi affedin tüm turist rehberleri, Lonely Planet ve ilahi peder!
Bizi affet göksel babamız; ne "literatür" tapınağına, ne "Bach Ma" tapınağına, ne "St Joseph" Katedraline, Bich Dong Pagodasına, ne "memorial house"a, ne etnoloji müzesine, ne "Pillar" Pagodasına, ne güzel sanatlar, ne de kadınlar müzesine, ne Hoa Lo hapishane müzesine, ne Lenin Parkına, ne ordu müzesine, ne Hue şehrine, ne de başka şehre gittik. Müzeye gideceğimize kuklacıya gittik. Bizi affet!
Ordu Müzesine önünden, şöyle bir bakıp geçtik, Ho Amca'nın anıt mezarına gittik. Saat 11:30du. Öğle bile değildi. Giriş de bedavaydı, ama giremedik. Saat 10:15'ten sonra kimseyi almıyorlarmış kutsal babamız. Hemen yanındaki HCM müzesine koştuk, gene giremedik. Günlerden pazartesiymiş, pazartesileri öğleden sonra kapalıymış kutsal babamız. Bari bir CD alalım dedik. Müzeyi oradan görelim dedik. CD bile bulamadık. Bu bize yapılır mı, göksel babamız?
Boynumuzu büküp geri döndük. Yolda rastladığımız güzel bir kafede oturup teselli tatlısı yedik. Bize "Ho Amcanın müzesine mutlaka gidin" diyen iki hemşerimizi andık. Bu iki Türk vatandaş fırtına var diye uçağa binmeyip, Saygon'dan 30 saatlik tren yolculuğuyla Hanoi'ye gelmiş ve ilk iş olarak Ho Amcanın müzesini gezmişler. Çektikleri eziyete hürmeten, biz de görelim demiştik. Adamlar 30 saati aşkın zamanda, 1723 km yol gelip bu müzeyi gezdiler, biz şuracıkta 3 gün kalıp, bir tane müze görmeden dönüyoruz. Bizi affedin tüm turist rehberleri, Lonely Planet ve ilahi peder!
Ayağına ,eline sağlık abi, çok keyifli bir yazı.. Bu arada kitap limon ağacı, film limon ağacının kitabı değil ..farklı konular..sevgi ve saygılar
YanıtlaSilNeyse, idare et lütfen. Limon aynı limon, ama ağaçlar farklıymış.
YanıtlaSilBaba beni gezmeye götür!!!
YanıtlaSilBeklemeye dayanamayacağım, derhal kamboçya ve bangkok yazısı bitir:))
YanıtlaSil