Okuduklarım 2014-16




ÖLÜM BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ
Jose Saramago, As Intermitencias da Morte 2005 (Kırmızı Kedi 2016)


Konuyu ne kadar dolandırırsak dolandıralım, dinlerin varoluş nedeninin temelinde ölüm olgusu yatmaktadır, din ile ölümün ilişkisi ateş ile barut gibidir, ateş olmadığı sürece barutun işlevi olmayacaktır. Din müessesesini temsilen orada bulunanlar söylenenlere karşı çıkmaya gerek bile görmediler. Tam tersine, Katolik cemaatini temsilen orada bulunan saygın bir şahıs, Haklısınız sayın düşünür, varoluş sebebimiz, tam da bu noktada ortaya çıkıyor, insanların tüm hayatlarını boyunlarında ölüm korkusuyla yaşamaları için varız biz, bunun ötesinde, ölüm anı geldiğinde, o anı bir kurtuluş olarak algılamalarına da çalışırız dedi. Cennet cehennem ya da benzer kavramlara gelince, doğrusu ölümden sonra ne olduğu konusuyla sanıldığı kadar ilgili değilizdir, din, sayın düşünür, dünyevi bir konudur aslında, öbür tarafla ya da göğün yedi katıyla hiçbir ilgisi yoktur. Duymaya alışık olduğunuz sözler bunlar değil tabii ama biz de sattığımız malın daha çekici olması için bir şeyler yapmak zorundayız. O halde bu söylediklerinizden sonsuz yaşama inanmadığınız sonucu mu çıkarmalıyız, İnanmış gibi yapıyoruz.


BENİM KISA TARİHİM
Stephen Hawking, My Brief History 2013



Engelliliğim bilimsel çalışmalarıma ciddi ket vurmadı. Hatta bazı bakımlardan yararlı olduğunu bile söyleyebilirim. Lisans sınıflarına ders vermem gerekmedi, zaman israfından ibaret komite üyeliklerine de mecbur kalmadım. Kendimi bütünüyle araştırmaya verebildim.

Meslektaşlarım için her hangi bir fizikçiyim, fakat kamuoyu nezdinde herhalde dünyanın en ünlü bilim insanı oldum. Bu hem Einstein dışında bilim insanlarının star şöhretine erişmemesinden kaynaklanıyor, hem de "sakat dahi" kalıp yargısına çok iyi oturmamdan. Peruk ve güneş gözlüğü takıp kamufle olamıyorum; yapsam bile sandalye ele verir.



KÜFÜR ETMENİN KISA TARİHİ
Melissa Mohr, Holy Shit 2013 (Aylak Yayın 2015)



"Soyunu toprağın tozu kadar çoğaltacağım; o kadar ki, toprağın tozu sayılabilirse, senin soyun da sayılabilecek. Kalk sana vereceğim toprakları boydan boya dolaş"

Böylece uzun bir göçebelik dönemi başlar ki bu süreçte Avram Tanrının vaadini yerine getireceğinden şüpheye düşecektir. Hiç çocuğu yokken soyu nasıl toprağın tozu kadar çok olacaktır? ...Tanrı Avram'ın şüphelerini hafifletmeye ve verdiği sözlere kendini o güne kadar yaptığından daha sıkı bağlamaya karar verir. Avram'dan üç yaşında düve, koç, keçi ve kumruyla güvercin yavrusu getirmesini ve büyük hayvanları ortadan ikiye bölmesini ister. Avram derin bir uykuya dalar ve Tanrıyı dumanı tüten bir mangal ve alevli bir meşale formunda kesilen hayvanların arasından geçerken görür (Genesis 15:7-21). Bu Tanrıyla Avram'ın ilk antlaşmasıdır ve Tanrı Kenan ilini Hz. İbrahim'in soyundan gelenlere vereceği sözünü resmileştirmektedir. 

Antlaşma bağlayıcılığı yeminle sağlanan bir söz vermedir. ...İbranicede antlaşma yapmak değil, kesmektir. Anlaşma yapmak değil, anlaşma kesmek denir. ...Kurban antlaşmanın mührüdür, her kim anlaşmayı bozarsa sonu öldürülen düveler, koçlar ve keçiler gibi olacaktır. Burada Tanrının kesimi tek taraflıdır, sözünü yerine getirmesi konusu sadece onu bağlar. ...Tanrı kurban edilen hayvanların arasında gezerek, üstü örtülü biçimde eğer sözünü tutmazsa  öldürülenler gibi olacağına yemin etmektedir.

Avram (çokluğun atası) İncil ölçülerine göre bile yaşlı kabul edilebilecek 99 yaşına geldiğinde Tanrı onunla yaptığı antlaşmayı teyit etti. Ancak bu defa Tanrı Avram'ın da bir şeyler yapmasını talep etti. ...Avram'a düşen "kusursuz" olmak ve ailesindeki erkekleri antlaşmanın bir göstergesi olarak sünnet ettirmekti: "Bedeninizdeki bu belirti sonsuza kadar sürecek antlaşmanın simgesi olacak. Sünnet edilmemiş her erkek halkının arasından atılacak, çünkü o antlaşmamı bozmuş demektir (Gen. 17:13-14). Sünnet antlaşmasını bozan kimse "kesilecektir".



TAM BENİM TİPİMBir font kitabı
Simon Garfield, Just My Type 2010 (Domingo 2014)


Futura Alman fontlarının en tanınmışıdır. 1924'te sipariş edilmiş olan bu font, Nazilerden önceki bir çağa aittir ve hala, seksen yıldan fazla bir zaman sonra bile modern görünür.
...
Sosyalist pazarlama ideallerine sahip Volkswagen bugün reklamlarında hala Futura'yı kullanıyor, hem de onu değiştirmenin, frene basmanın zor olacağı bir noktaya kadar zorluyor. Ama Renner'in vizyoner fontunun ve onun geometrik harf ve sayı yorumunun en ünlü görünümü, gayet makuldür ki, uzayda yaşandı. Apollo 11 astronotları sadece kaya toplayıp bir bayrak dikmekle yetinmediler. ayrıca geriye Futura büyük harflerle yazılmış bir plaket de bıraktılar. Houston'daki kısa kollu gömlekli insanlar Futura'yı tipografik nedenlerle mi seçtiler, yoksa sadece ismi o göreve uygun düştüğü için mi? Kimbilir. Sonuçta güzel bir seçim oldu.


SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar 1961 (Dergah Yayınları 2015)



Demek usul bu idi. Evvela muvaffakiyet denen bir şey kabul edilecek, sonra sahibi aranıp bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer o, muvaffakiyetin asıl karşısındakinin olduğunu iddia ederek ona aynıyla devredecek, öteki çok manalı bir kelime ile kendi hissesini ayırdıktan sonra yine geriye verecekti. Böylece üzerinde bu kadar devr ü teslim, iade ve tekrar iade muamelesi geçtikten sonra bu muvaffakiyetten artık kim şüphe edebilirdi? Enstitümüzün kurulması bir muvaffakiyetti. Bu resmen muamelesini görmüş bir vakıa idi. Artık müsterih olabilirdim.




ON BİR DAKİKA
Paulo Cuelho, Onze Minutos 2003 (Can Yayınları 2004)



Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar Maria adında bir fahişe varmış.

Durun bir dakika. "Bir varmış bir yokmuş", çocuk masallarının başına çok yakışır  sahiden de, oysa "fahişe" yetişkinlere özgü bir sözcük. Bir öykü, böylesi açık bir çelişkiyle nasıl başlatılabilir? Her neyse, mademki ömrümüzün her anında bir ayağımız peri masallarında, öbürüyse uçurumda, bırakalım bu öykü de böyle başlasın.

Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar Maria adında bir fahişe varmış. Bütün fahişeler gibi, o da doğduğunda bakire ve masumdu, genç kızlığında hayatının erkeğine (zengin, yakışıklı ve akıllı biri olacaktı bu) rastlamayı, onunla (telli duvaklı) evlenmeyi, (ileride büyük adam olacak) iki çocuk yapmayı, (denize bakan) güzel bir evde yaşamayı hayal etti.



AUSTERLITZ
W.G. Sebald  2001 (Can Yayınları 2008)


Roma panteonlarında tanrıların ziyaretçilere tepeden baktığı yüksek kürsülerde, Anvers tren garında hiyerarşik bir düzenle 19. yüzyıl ilahlarının - madenciliğin, endüstrinin, ulaşımın, ticaretin ve sermayenin- sergilenmesi de buna pek uygun düşüyor, diye devam etti. salonun dört bir köşesinde, siz de görmüşsünüzdür, duvarların tam ortasında, üstünde buğday demetleri, çapraz çekiçler, kanatlı tekerlekler ve buna benzer simgelerin yer aldığı taş armalar asılmış, ancak zannetmeyin ki arı kovanı motifi de insanın hizmetindeki doğayı ve insanların ortak erdemi olarak emeği sembolize ediyor, tam tersine, sermayenin toplanıp biriktirilmesini temsil etmektedir. Bütün bu semboller arasında, dedi Austerlitz, kadran ve akrep ve yelkovanın temsil ettiği zaman, en önemli yeri almaktadır.



KIRMIZI PAZARTESİ
Gabriel Garcia Marquez 1981 (Can Yayınları 2011)


Yalnızca üç ün süren duruşma sırasında savcılık temsilcisi, suçlamanın zayıflığı üzerinde önemle durmuştu. Sorgu yargıcı, Santiago Nasar'ın aleyhine kanıt bulunmaması karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki, özenle hazırladığı rapor hayal kırıklığı nedeniyle yer yer aksıyordu. 416'ıncı sayfanın kenarına eczacıdan aldığı kırmızı mürekkeple, kendi el yazısıyla şu notu düşmüştü: Bana bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım. Bu karamsar yorumun altına da, kan rengindeki aynı mürekkeple yapılmış keyifli birkaç kalem darbesiyle, içinden ok geçen bir kalp resmi çizmişti. Santiago Nasar'ın en yakın arkadaşları için olduğu gibi, sorgu yargıcı için de, son saatlerindeki davranış biçimi onun suçsuzluğunun kesin kanıtıydı.

Gerçekten de Santiago Nasar, öleceği sabah, kendisine yüklenen namussuzluğun neye mal olacağını çok iyi biliyor olmasına rağmen, bir an bile kuşkuya kapılmamıştı. İçinde yaşadığı dünyanın erdem taslama merakını biliyordu, ikizlerin ilkel doğalarının bu şekilde aşağılanmaya direnemeyeceklerini de biliyor olması gerekiyordu.


NE ÜLEN BU?! Türkçenin güzellikleri üzerine...
Kemal Kırar 2015




Ben okurlarımı tanırım: hala anlamayanlar var! Onlar için bir-iki örnek daha: "İşi 66'ya bağlamak" diye bir söz duymuşsunuzdur. "Allah" kelimesindeki harflerin (sağdan sola elbette: "a", "L" (iki tane) ve "h") "ebced" değerinin toplamı (a=1, L=60 (iki tane çünkü) ve h=5 (ikinci elif için bir değer verilmez)) "66"dır ve "işi 66'ya bağlamak" da zaten o işi Allah'a havale ederek sağlama almak ya da işin gereğini yaptıktan sonra, gerisini Allah'ın takdirine bırakmak anlamına gelmektedir.





İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ
İlber Ortaylı 2015




Osmanlının ele geçirdiği Suriye işte böyle çok zenin katmanlara sahipti fakat bu değişen eski bir dünyaydı. Türkler burada, parlak Palmira'nın yerine bir Tadmur sancağı; Ortaçağların parlak Şam'ı yerine gerilemekte olan bir şehir bulmuştur. Bu değişen eski dünya, bir imparatorluğun birliği içerisinde bazı atılımlar yapılmasıyla kısmen gelişmiştir. 16. ve 17. asrın Suriye tariihi budur, onu en iyi anlatan da Evliya Çelebi'dir.





BOĞAZİÇİ'NDE BALIK
Gündüz Vassaf 2015


Khalkedonlular da Herodotos'un yazdığı gibi "körlüklerinden" değil, Heybeli'deki bakır madenlerine yakın olmak için yerleşmişler bu kıyıya. Haliç'e Altın Boynuz denmesinin nedeni gene palamutlardan ötürü. Başka bir Romalı, tarihçi Pilinius:

"Asya yakasındaki Khalkedon yakınında, dipten yüzeye doğru suyun arasından parıldayan şahane beyazlıkta bir kaya vardır. palamutlar bu kayayı birden karşılarında görünce ürker. Sürü halinde, karşı taraftaki Byzantium Burnuna (Haliçe'e) yönelir. kıyıya vurunca elle bile tutulur." Buranın Altın Boynuz olarak anılmasının nedeni palamutun şehrin bir numaralı gelir kaynağı olması.

Şehrin belirgin sembolü olan palamut binlerce yıl sonra Cumhuriyet Türkiyesi'nde ancak rakı-balık edebiyatında anılır olmuş. Palamutun dramını şu mısrasıyla belki de en iyi Orhan Veli dile getirir, "rakı şişesinde balık olsam."
Sikkelerdeki palamut sembolü unutuladursun, başka bir Byzantium sikkesinin sembolü günümüze kadar gelip Türk bayrağına yerleşivermiş. Ay yıldız motifi bundan iki bin yıl önce kullanılan Byzantium sikkelerinde de var. O dönemde bu simge ay tanrıçası Hekate'ye ait.  



İÇİME SOYUNAN RÜZGÂR
Nevzat Gürmen 2004


Sen bir element olsaydın 
"nadir toprak elementi" olurdun
kimyasal tepkimede ise
"inert" bir madde
ve eğer gaz olsaydın
mutlaka "asal gaz" olurdun
atomlarına ayrışsan sen "çekirdek"
bense "orbitallerinde dönen elektron" olurdum
"isomerin" olsa
yine seni seçerdim
"yarılanma süresi" sonsuz olan bir aşkla




DOLAPDERE
Kürt Kediler Çingene Kelebekler
Mine Söğüt 2010


"Kurdun mekânı belirsiz olur"

Burası kurtlar mahallesi. Mahalle halkından hırsızlarla uğursuzların mekânı belirsiz. Mütemadiyen saklanıyorlar. Kürtlerin mekânı belirsiz. Mütemadiyen göçüyorlar. Rumlarla Ermenilerin mekânı belirsiz. Kayboldular. Çingenelerin mekânı belirsiz. Her yerden kovuluyorlar. Dolapdere sadece tekin olmayan ve gafil avlayıp gafil avlanmamak için yer değiştiren soyların hüküm sürdüğü bir krallık değil. Buranın gafleti kapısının herkese ama herkese açık olmasında. Açık kapılardan girmek de kolay, çıkmak da. Açık kapıların ardında kaybolmak... o en kolay.

Mesela Hevida neden buraya geldiğini biliyor musun?




AYLAK ADAM
Yusuf Atılgan 2014 (1959)


"Dört gün önce bir sokak levhasında 'İki Öksüzler Sokağı' adını okuduğum zaman kendi kendimi bir işe atadım. Şehrin sokak adlarını toplayacak, bunlar üstüne düşünecektim. İspatı burda (Eliyle defterinin bulunduğu cebi üstüne küt küt vurdu). Üç gün çalıştım bu işte; dün öğlen bıraktım. Hangi sokağa gitsem ardında hep o bir omuzu düşük adam vardı. Şimdi yine aylakım."

...

"Büyük butlu; oturarak iş tutsun. Sayman olsun. Banka müdürü olsun. Ya okuyamazsa? Gişede bilet satıcısı? Terzi." Bu çocuğa uygun bir iş bulamıyordu. Lapacıydı, aylak olamazdı. Aylak olmak dünyanın en güç işiydi."




CELAL
Orhan Karaveli 2014  (2004)


... Anadolu'da Fransızca hocalığı yaparken öğrencilere futbol oynatıyordu. Bir yobaz hocanın "Bu oyun dine aykırıdır... Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdi" dediğini duyunca yobazı dövdü. Azlettiler.
hem bilgili hem de zeki olduğu için sohbetine doyamazdık. Bir gün koyu bir "İttihatçı", "Ne varmış efendim? İttihat ve Terakki memleketi daima Mebusan Meclisi ile idare etti" deyince Celal Bey "doğru, mebuslar vardı" diye karşılık vermişti. "Ama onlar, seçimle değil tayinle geldikleri için mebus değillerdi. Mesela testinin de ağzı var, konuşuyor mu? Masanın ayağı var, yürüyor mu?
Ne zaman buluşsak o muhteşem sakalını okşardım. Bir gün "Celal" demiştim, "seni ben Mikelanj'ın Musa heykeline benzetiyorum!" "Evet" demişti, "Sadece heykeline!..."




NATIONAL GEOGLATHIF
Latif Demirci 2014





GEBER ANNE
Sezgin Kaymaz 2013 (1998)

Yuvarlak masa oyunu Melek Anne'nin icadıydı. Tayfun'u onun gözünde ayrıcalıklı olduğuna inandıran "Özel" sırlarıydı bu oyun. İkisinden başka bilen yoktu. Ne Tufan abi, ne de Şükran İsmailoğlu... "Bir çeşit diplomasi..." demişti annesi, ona oyunu anlatırken... "...ama biz buna, oyun diyelim... toplum içinde, seni zor durumda bırakabilecek insanlardan uzak duracak, ama onlara dahi uzak duruyormuşsun hissini vermeyeceksin... Böylece en kötüsü bile dostun olmak için can atacak... Çünkü, insan kazanmanın en doğru yolu, suçlarını onların yüzüne vurmamak, ama bu suçu her an, ulu orta, deliliyle birlikte ifşa ediverecekmiş gibi de bir soğuk tehditle onların karşısında dikilmektir...





ÜNİVERSİTE YANIYOR; 1942 Fen Fakültesi Yangını
A.Seza Baştuğ, Evrim Baştuğ, 2014


"Yirmisekiz Şubat 1942 Cumartesi gecesi. İstanbul'da ise bulanmış karartma gecelerinden biri daha... Saat 22:08, Beyazıt'ta ülkenin tek Üniversitesinin Fen Fakültesini barındıran ünlü Zeynep Hanım Konağı'nda yangının başladığı veya dışarıdan farkına varıldığı an..."
İster asıllarının, isterse alt yapıya, içeriğe ve ayrıntıya boş veren, görüntüyle ya da sayılarla yahut da bilimsel "incelikler" kullanılarak ayarlanmış, daha doğrusu ağırlıklı kılınmış "oranlar" ile yetinmeyi ya da oyalanmayı öne çıkaran, bilimi savunuyormuş, bilimselliği yaşıyormuş gibi görünen işbirlikçilerinin üniversitelerde "çoğunluğu" sağlamasıyla ne yazık ki birçok kurumun başına geldiği gibi üniversitelerin de "yanacağını" söylemek kehanet olmayacaktır.


KUR'AN'IN ELEŞTİRİSİ-1
Semavi Dinlerin "Kutsal" Bilinen Kitapları
İlhan Arsel 2014 (1998)


Thomas Paine, 1784 yılında yayımladığı, The Age of Reason (Akıl Çağı) adlı kitabında, Tevrat ile İncil’in eleştirisine girişirken, "Tek bir Tanrı’ya inanıyorum... Yeryüzü yaşamı ötesindeki mutluluğa inanıyorum; insanlar arası eşitliğe ve sevgiye inanıyorum ve şuna da inanıyorum ki, dinsel görevler adil olmayı, hemcinslerimizi mutlu kılma çabalarını kapsar...” diyerek sözlerine başlar. Hemen arkasından “kutsal” diye biline gelen kitapların Tanrı yapısı değil, insan yapısı şeyler olduğunu söyledikten sonra yaylım ateşine geçer. Örneğin, bu kitaplar hakkındaki görüşlerini sergilerken, her şeyden önce belirttiği şudur: "Ahd-i Atiyk'in (Tevrat'ın) müstehcen hikayelerle, şeheviliklerle, gaddarlıklarla, intikamcılıklarla dolu sayfalarını okuduğumuzda, bu kitabın Tanrı sözleri olmaktan çok, şeytan sözleri olduğunu söylemenin daha uygun olduğunu anlarız.” Fakat, bunu da yeterli bulmaz ve ekler: “...Bu kitapları Tanrı kitapları olarak benimsemeyi Yaradan’a karşı saygısızlık sayarım.”



DAYTRIPPER
Fabio Moon, Gabriel Ba 2010


My name is Bras de Oliva Domingos, and I'm a dreamer. I can't really tell how old I am, only that I'm too young to wonder if I asked the right questions in the past, and too old to wish the future will bring me all the answers.

In my dreams, I am the writer of my own story, although I never write about myself, this obituary being the first and last exception. All the places my dreams take me, no matter if I've never been there or never will be, help me understand where I come from and where I want to go. So what my dreams really show me is what my life can be once I open my eyes. My dreams tell me who I am. My name is Bras de Oliva Domingos...




GEZGİNİN OTELİ
Zamanda ve Mekanda Yolculuklar
Cees Nooteboom, "Nomad's Hotel" 2006
Çevirisi 2008


Arka güvertedeki, adı Lechinski olan ve Montreal'den gelmiş hippi sıcaklığın kırk derece olduğunu söylüyor ve yelken bezinden tentenin altına dalıyor. Bayan barış gönüllüsüne yağacağı şeyin ne kadar yanlış olduğunu ve Afrika için çözümü sadece Afrikalıların bulabileceğini anlatıyor. Ama Florence Nightingale'e askerlerin yarasını asla sarmaması gerektiğini anlatıyor sanki. Afrika'nın gelecekteki uyanışına katkıda bulunmaya kararlı kız daha da şevkli hale geliyor sadece. Ben, Afrika'nın hiçbir zaman kendiliğinden uyanmadığını, bizim tarafımızdan kaba bir şekilde uyandırıldığını söylüyorum. Bütün bildiğimiz, Afrika'nın pekala, tekrar öteki tarafına dönüp, uzun, keyifli uykusuna devam etmeyi yeğleyebileceği...

Burada, deniz kıyısındaki o perişan, taklit dünyadan uzakta, tüm kıt'anın büyüklüğünü ve gücünü hissetmeye başlıyorsunuz...



SONSUZLUĞUN KIYILARI
Bilim Dünyasından Şaşırtıcı ama Gerçek Öyküler
Adrian Berry, 1996
Türkçe 4. basım; 2002


Randi'nin sözüm ona kahinler için iğneli önerileri şunlar:
... Bol bol kehanette bulunun ve günün birinde bazılarının doğru çıkacağını ümit edin. Doğru çıkarlarsa bunu gururla ilan edin. Diğerlerini unutun. Çok belirsiz ve anlaşılmaz konuşun. Kesin ifadeler yanlış olabilir ama "her yere çekilebilecek" laflar tekrar yorumlanır. Olabildiğince "Öyle hissediyorum ki...", "Gözümün önünde beliren resimde..." diye başlayan cümleler kurun. Sembolizmden yana cömert olun. Metaforik konuşun, hayvan imgeleri, isimler, baş harfler kullanın. "İnananlar" bunları pek çok duruma uyarlayabilir.

Başarılarınızın nedeninin Tanrı olduğunu söyleyin. Başarısız olduğunuz durumlarda da O'nun kutsal mesajlarını yanlış yorumladığınız için kendinizi suçlayın. Bu şekilde aleyhtarlarınız Tanrı'yla karşı karşıya gelir...

"Aslında" diyor Randi, "Nostradamus, zulümden ve haksızlıktan nefret eden saygın bir hekimdi. yaşadığı Fransa'daki Katolik Engizisyonun dikkatini çekmemek için bu konularda kasten muğlak şiirler yazıyordu. Dünyanın geleceğinden habersizdi ve yaygın kanaatin aksine Margaret Thatcher ya da Vak Vak Amca hakkında söyleyecek herhangi bir şeyi yoktu.



ZERDÜŞT BÖYLE DİYORDU
Friedrich W. Nietzsche, 1883
Türkçe Basım; 2000


Zerdüşt otuz yaşına basınca yurdunu ve yurdunun gölünü terketti ve dağlara çıktı. Orda ruhunun ve yalnızlığının zevkini tattı ve on yıl bıkmadı bundan. Ama nihayet bir değişme oldu gönlünde, - günün birinde şafak vakti kalktı, güneşin karşısında durdu ve şöyle dedi ona:
          "Ey ulu yıldız! Kendilerine ışık saçtıkların olmasaydı, saadetin nerde kalırdı!
           On yıldır yükselir durursun mağaramın üstüne: benim için, kartalım için ve yılanım için olmasaydı şayet, ışığında da, bu yoldan da bıkardın.
           Ama her sabah bekledik seni biz, senden taşanı aldık ve takdis ettik seni bunun için.
           Bak! Pek fazla bal toplamış arı gibi bilgeliğimden bıktım; onu almak için uzanmış ellere muhtacım.






Bİ TUR VERSENE
Aydan Çelik, 2012


Bisiklet, insan aklının yarattığı en uçuk icatlardan biridir. Tekerleğin bulunması ne kadar büyük bir buluş ise, önlü-arkalı iki tekerleğin dengede kalacağı fikri de o kadar büyük bir buluştur. O yüzdendir ki, "Bisiklet hayaldir. Zira bisikletçinin ayakları hep havadadır" derler...

...Rivayettir ki Bernard Shaw, bu yeni icat ile meşk edenlere üzülerek bakmış ve "Bisikletçiler dünyanın en saf adamlarıdır, zira bisikletin onları taşıdığını zannederler" demiştir. Bisiklet manifestosunda ise bu durum bisikletin eşitlikçiliğine yorulmuş, "Bazen o sizi taşır, bazen de siz onu" diye konu bağlanmıştır.

"İnsan ile bu kadar dost başka bir ulaşım aracı var mıdır?" sorusuna verilecek cevapların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Mahzun yüzlü şövalye Don Quijote'nin sevgili atı Rocinante'ye, Nasreddin Hoca'nın eşeğini ekleyip bunların yanına belki Nazım'ın Süleymaniyeli Ahmet'inin 3 nomerolu kamyonetini koyarsanız tablo tamamlanır.




RUHİ MÜCERRET
Murat Menteş, 2013




...Kentte meydan yoksa, demokrasi gelişmez. Kaldırımlar darsa, bireye saygı kıttır. Yapılar çok katlıysa, kanser yaygındır. Çünkü komşuluk ölmüştür. Binalar insanlardan uzun yaşar. Tapusu kimde olursa olsun, her bina herkesindir. Çünkü manzaranın değişmez bir parçasıdır. İçinde barınmasan da, yapının yüzüne bakarsın. Somurtkan yapılar, şehir hayatının tadını kaçırır. İyi bir bina yaptığınızda evlatlarınıza, torunlarınıza ve de komşularınıza harika bir hediye sunmuş olursunuz. Kötü bina yaparsanız, gelecek nesilleri de hasta eder, kronik depresyona sürüklersiniz. Eğitim kalitesini artırmada en az maliyetle en etkili sonuç; okul binalarının ve bahçelerinin estetikleştirilmesiyle elde edilir. Bahçesi çölleşmiş, cezaevi benzeri okullarda öğretmenler şefkatli, öğrenciler mutlu olamaz. Bahçeler dünyevi eserler olan binaların cennetle bağını kurar...

... Ozan "Bizim bahçe var" dedi. Nazlı Hilal de sevecenlikten hüzne kayan bir cümle kurdu: "Doğru, cennet hakkında fikir sahibiyiz".



ANLAT İSTANBUL
Haldun Hürel 2009


Aslında İstanbul'da ilk Rum Yetimhanesi, Sultan Abdülmecid devrinde ve 1853 yılında, Rum patriği Germanos tarafından kara surları dışında kurulmuştu. Yeri Bizans surları üzerindeki Yedikule kapısı ile Silivri Kapısının karşısında, şimdi de duran Balıklı Rum Hastanesindeydi. Ama asıl ün yapan yetimhane, Büyükada'daki bu hayli görkemli bina olmuştu. Adanın "İsa Tepesi" diye bilinen en yüksek noktasına yerleşen yetimhane binası, Silivrikapısı'nın o günlerdeki derbeder ortamından ve hastane bünyesindeki olumsuz şartlardan kurtulmak amacıyla bu sessiz ve tertemiz havalı yere taşınmıştı. Koca ahşap cüssesiyle bu yetimhane binası, dünyanın en büyük ikinci ahşap binasıdır aynı zamanda.

Çok ilginç bir biçimde, 1890 ve 1900 yılları arasındaki 10 yılda, "otel" olarak hizmet vermişti bu bina. Üstelik İstanbul'daki diğer otellere inat, çok da lüks bir oteldi. Bununla birlikte, değişime uğramış bir eski manastıra da sahipti üstüne üstlük.

Otel olarak çalışan, ama yetimhane binası olarak kurulan yapının bu ilginç pozisyonu hakkındaki bilgiler, o dönemin güçlü sultanı II.Abdülhamid'in kulağına ulaşınca, sultan, yetimhanenin bu değişik çalışma lisansını derhal iptal ettirdi.


BİLİMİN ARKA YÜZÜ
Adrian Berry, Scientific Anecdotes 1989
Çeviri 1996


...NASA'ya bağlı Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü eski müdürü Robert Jastrow'un söylediği gibi "eski bitki ve hayvan yaşamı uzmanları belki fazla matematik bilmiyorlar, ama fosillerini çok iyi tanıyorlar ve fosilleri onlara Alvarez'in yanıldığını söylüyor. Hiç kimse Alvarez'in hizmetindeki bilgisayar gücünü yadsıyamaz, hiçbir paleontolog da bir çarpışmanın olduğu fikrine karşı çıkma cesaretini gösteremez. tek söyleyebildikleri, iki olay arasında nedensel bir ilişki olduğuna ilişkin hiçbir kanıtın olmadığıdır. 1986 Mayısında Science'ta yayımlanan bir makale, dinozorların, dinozorlar çağının son 7 milyon yılı içinde yavaş yavaş yok olduklarını gösterdi. Dahası, öyle görünüyor ki, yaklaşık yedi dinozor türünün soyu bir sonraki yerbilim dönem olan memeliler çağında da -iridyum zengini tabakadan sonra da- sürdü.

(Nobel ödüllü Luis Alvarez, dinozorların bir astreoidin gezegene çarpması sonucu yok oldukları yollu fikrin geniş yığınlara kabul ettirilmesinden büyük ölçüde sorumlu olan kişidir)




YÜZYILLIK YALNIZLIK
Gabriel Garcia Marquez, One hundred years of solitude 1967
Çevirisi 2014


Moscote'nin dediğine göre liberaller farmasondu, kötü kişilerdi, papazları sallandırıp asacaklar, dinsel kurallara boş verip yok medeni nikahmış, yok boşanmaymış diye yeni icatlar çıkaracaklar, evlilik dışı çocuklara da öteki çocuklara tanınan haklar verecekler, ülkeyi federal sistemle bölüp parçalayarak devletin gücünü yıkacaklardı. Oysa güçlerini doğrudan doğruya tanrıdan alan muhafazakarlar, kurulu düzenin savunulmasını, asayişin sağlanmasını ve aile kurumunun kutsallığının, ahlakının korunmasını istiyorlardı. Onlar İsa efendimizin dininin bekçileri, egemenlik ilkesinin savunucularıydılar ve ülkenin özerk idari bölümlere ayrılmasına göz yummayacaklar, vatanın bütünlüğünü sağlayacaklardı. Aureliano insancıl duygularının etkisinde, evlilik dışı çocuklar konusundaki tutumları yüzünden Liberallere hak verdi. Ama elle tutulmayan şeyler üzerindeki tartışmaların nasıl olup da tarafları savaşın eşiğine getirebildiğine hiç aklı ermedi.





ACIKAN TAŞLAR
Tagore, The hungry stones 1916
Çevirisi 2009


Abid kadının memlekette iyi bir aileden geldiğini, anasının zengin ve kızı bakmaya hazır olduğunu öğrendim. Fakat kadın dilenciliği tercih etmişti. Ona nasıl geçindiğini sordum. Müritlerinin kendisine küçük bir toprak parçası verdiğini, kapı kapı dolaşarak ekmek dilendiğini anlattı. Bana "Dilenerek elde ettiğim yiyecek ilâhidir" dedi.

Sözlerini, kafamda bir daha düşünüp tarttıktan sonra, onun ne demek istediğini, lâkırdılarının ne mânâya geldiğini anladım. Yiyeceğimiz dilenerek sadaka şeklinde alırsak, "bahşedici Tanrı"yı hatırlarız. Fakat yemeğimizi kazanarak evde yiyecek olursak, buna bir hak gözüyle bakmak temayülüne kapılabiliriz.


KAYIP KEŞİFLER; Modern Bilimin Antik Kökenleri
(Lost Discoveries, Dick Teresi 2003)
Çevirisi 2005


...Varsayımın kısa biçimi şöyledir; Bilim MÖ 600 dolaylarında antik Yunanistan'da doğmuştur ve yaklaşık MÖ 146 yılına kadar birkaç yüzyıl boyunca yeşermiştir. Bu tarihten sonra Yunanlıların yerine Romalılar geçmiştir. Bu dönemde bilim bir ölü döneme girmiş ve 1500 dolaylarında Avrupa'da Rönesans ile birlikte yeniden dirilene kadar uykuda kalmıştır. Bu, "Yunan Mucizesi" olarak bilinen şeydir. Bu varsayım Hindistan, Mısır, Mezopotamya, alt-Sahra Afrikası, Çin, Amerika ve başka yerlerde MÖ 600 yılından önce hiçbir bilimsel uygulama olmadığı düşüncesini içermektedir. Onlar ateşi keşfetmişler ve daha sonra onu terk ederek Ege'de Thales, Pisagor, Demokritos ve Aristo'nun bilimi icat etmelerini beklemişlerdir.

Yunan mucizesinde göze çarpan bir düşünce Yunan döneminin sona ermesinden Kopernik dönemine kadar geçen onbeş yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca bilimsel alanda hiçbir gelişimin yaşanmamış olmasıdır. Arşimet, Öklid ve Apollinius'un çalışmalarının üzerine hiçbir bilimsel buluş koymadan yüzyıllar boyunca beklenmiştir.

Bu varsayıma göre bilim Yunan topraklarında yeşermiş ve daha sonra Rönesans'a kadar ortadan kaybolmuştur. Bu varsayımı kısaca bu şekilde özetlemek gülünç görünmektedir. Bu, ilk olarak 150 yıl önce Almanya'da kabul gören nispeten yeni bir teoridir. Avrupalı olmayan kültürler içinde kabul gören tek düşünce İslam'ın katkısı olmuştur. Öykü Arapların Yunan kültürünü özümsemesi şeklinde anlatılmaktadır. Buna göre Araplar Yunanlıların bilimini orta çağlar boyunca canlı tutmuşlardır. Bunlar, onların kendi bilimleri ile yarattıkları düşünceler değildir.


HEYBELİADA'YA BİR BİLET
Tunç Lokum, 2014

Çam Limanında, koyun sol tarafındaki tepenin üzerinde 1. Dünya Savaşı sıralarında Harbiye Mektebi Komutanı olan Vehip Bey tarafından Harp Okulu öğrencileri için nekahethane olarak yaptırılan bina, bir süre "Bahriye Müzika Mektebi" olarak kullanılmış, bir ara da esir alınan İngiliz Generali Townshend'in ikametine tahsis edilmişti.

Okulun yanında Sofyanos'un evi ve kendisi tarafından işletilen "Yeşil Burun Gazinosu" vardı. Görevinden istifa ettikten sonra Heybeliada'ya yerleşen Kudüs Patriği Nikodimos'un uzun yıllar yardımcılığını yapan Sofyanos'a bağışladığı arazide kurulan bu mütevazi kır lokantası, sonraları buzlu biraları, lezzetli şarapları ve panoramik manzarası nedeniyle çok tutuldu...

...1920'li yıllarda kişi ve yer isimlerinin değiştirilerek Türkçeleştirilmesi sürecinde, Sofyanos'un yerine "Şafak Gazinosu" ismi kullanılmak istense de halk buraya Sofyanos demeye devam etti. Sofyanos, gazinonun bulunduğu arazinin Kudüs patrikhanesi'ne ait olduğunu, kirasını da Kudüs'e yolladığını iddia etmesine karşın, bu iddiasını kanıtlayamadığı için bir süre sonra gazinosu kapatıldı. Kudüs Patrikhanesi'ne ait olup da istimlak olunan toprakların bir kısmı Deniz Kuvvetleri'ne, bir kısmı da Atatürk'ün emriyle Sağlık Bakanlığı'na, Sanatoryum arazisi olarak tahsis edildi.

KÜÇÜK PRENS, Çöle Düşen Yıldız
Mehmet Coral, 2014


Aile arasında ona kısaca Tonio derlerdi. Altın saçlarından dolayı ismine eklenen sıfat ise "Roi Soleil - Güneş Kral" olmuştu. Ancak artık durum farklıydı. Köktendinci Katolik eğitim koşullarında papazlarca göz açtırılmayan çocuklar, birbirlerine karşı da çok acımasız olabiliyorlardı.

Örneğin, daha ilk günlerde koskoca ayaklarından dolayı ona Tatane (Pabuç) demeye başladılar. Bununla da kalmadılar. Hafifçe kalkık burnu, ona daha da rahatsız edici olan Pique-la-lune adının takılmasına neden oldu. Güneş kral yerine, koca ayak ve kazma burun olmak... Bunlara dayanması zor oldu. Ama yapacak başka bir şeyi de yoktu. Kendisine takılan bu isimlere karşı isyanı da Küçük Prens'te şöyle bir anekdotla yer almıştı:
"Hem ben güneşle aynı anda doğdum"
Çocukluk krallığından hoyratça kovulduğunu hisseden Antoine, bu yeni otoriteye karşı artık pasif direnişe girmişti. Bunu da derslere olan kayıtsızlığıyla gösteriyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder