Kasım 2010
İşten atıldıktan sonra, fırsat bu fırsat deyip, devamlı yolculuk yapar oldum. Bir gece sayın hocam (!) rüyama girip;
- Kardeşim! dedi (sesinde ille de dinlenecek patron tonuyla),
- Biz çalıştık da ne oldu? Bak, hapislerde çürüyoruz. Bari sen kendini kurtar, gez, dolaş, parası neyse verelim!

Mısır'a gidiyorum.
Mısır'ı tanımaya önce halkından ve dolayısıyla isminden başlayalım. Eskiden, Nil boyunca yaşayan halklar İbraniler tarafından (Aramice) "Mizraim" diye anılırmış. Mişrayim diye okunuyor. Genesis'te Mizraim'in Nuh peygamberin soyundan geldiği yazılıymış. Bir rivayete göre de Mısr kelimesinin yazımında kullanılan 3 harf tarihi bir süreci anlatıyormuş. Buna göre mim (M) meşakkat, sad (S) sabır, üçüncü harf olan ra (R) ise refahı simgelemekteymiş. Özetle; Mısır halkı tarih boyunca gördüğü eziyetlere sabretmiş ve sonunda mükafatını görmüş! Mısır deyince böyle şifrelerin devreye girmesi son derece doğal geliyor gelmesine de, biz dil bilimcilere bakalım. Yukarıdakiler, halklar üzerinden yapılan isimlendirmeler. Bir de bölgenin coğrafyasından gelen isimlendirme hikayesi var. Mizraim kelimesi çoğulluk ifade eden dual bir anlam içeriyor ve "iki bölge" gibi yorumlanıyor. Vadi-delta, veya aşağı-yukarı gibi. Bu uyar. Hititler de tarihleri boyunca yakın ilişki içinde bulundukları bu halka “Mizri” demişler. Hitit ve Yahudi dillerindeki isimleri arapçada “Mısr/Masr” haline dönüşmüş. Sami dilinde Mizraim ile aynı kökten gelen Mısr, medeniyet veya büyük şehir anlamına geliyormuş. Biz de (Osmanlı veya Türk), bu ülkeyi Mısr olarak bellemişiz. Sonraları ses uyumu filan derken Mısır olmuş.
Buraya kadarı zamanla iyiden iyiye araplaşmış Mısır hikayesi! Biz madem ki bugünü değil, eskinin izlerini görmek istiyoruz, o zaman Kemet'ten bahsedeceğiz. Eski Mısır, kendi halkının dilinde Antik Kemet, aşağı Kemet, yukarı Kemet, dili de koptça! MÖ 6. ve daha yoğun olarak 4. yüzyılda yöreye gelmeye başlayan Grek tarihçiler bölgenin geçmişinin koptça'da yaşadığını farketmişler ve "Kopt/El-kopt" sözcüklerinden üreterek ülkeye “Egypt” adını vermişler. Bundan sonra batı dillerinde bu sözcüğün varyantları olan Agypten, Egipto kullanılmaya başlanmış. Bir yanda Mısr/Masr, diğer yanda qıpti/kıpti! Bu ayırım zamanla müslümanlar ve hristiyanlar arasındaki farka dönüşmüş. Halen Mısır'da yaşayan hristiyan azınlığa kıpti (qıpti) deniliyor.
Bir de yediğimiz mısırın hikayesi var. Onun da hatırı kalmasın. Mısır bitkisi orta Amerika ve Meksika'dan alınıp Avrupa'ya ilk getirilişinde, önceleri İspanya ve Portekiz'de yem niyetine hayvanlara yedirilmiş. Mısır-Suriye bölgesinde yetiştirilmeye başlanınca kıymete binmiş. İstanbul, şimdilerde kısaca mısır dediğimiz "mısr buğdayı" ile 1600 yıllarında tanışmış. Özellikle Nil vadisi Osmanlının tahıl ambarı olmuş. Diğer bir deyişle yediğimiz mısır, Mısır'dan geldiği için, adı mısır olmuş!
PS: Ansiklopedilere bakarken mısırın latincesinin "zea mays ..." diye başladığını gördüm. üç nokta yerine konan indurata, everta gibi ekler mısırın cinsini gösteriyor. Kenya, Tanzanya ve Zaire'de halkın en favori yemeği "mays" denen, mısırdan mamul, püre görünümünde bir bulamaçtı. Biraz lüks bir gezi yaptığımızdan olsa gerek, Mısır'da rastlamadım, ama büyük ihtimalle orada da vardır. Demek ki mays adı buradan geliyormuş. Artık mısırın "mays"ı nereden geliyor bilemem, ona da siz bakın..
Mısır hakkında okurken, bu dil konusu ilgimi çekti. Düşünün ki aynı topraklarda devamlı aynı rutini yaşayan bir halk, sırf iktidardaki hakim güç değiştiği için, gün geliyor kendi dilini unutuyor ve tarihini öğrenmek için yabancılara muhtaç kalıyor! Tabii ki durup dururken olmuyor bunlar. Tıpkı Roma İmparatorluğuna durduğu yerde "büyük" denmediği gibi. Romalılar firavunlar devrini sona erdirirken, Kemet halkına en büyük kötülüğü dillerini unutturarak yapmışlar. Yani büyük balık, küçük balığı hem yutmuş, hem de iyice sindirmiş! Antik Mısır dili, yazıtlarıyla birlikte, çöl kumlarının altında gözden ve akıllardan kaybolmuş.
Mısır’ın son helenistik kraliçesi yedinci Kleopatra'nın ölümü ile başlayıp ve Büyük Roma İmparatorluğu ile devam eden ve yaklaşık onaltı yüzyıl süren kayboluş, Nil deltasında bulunan simsiyah bir bazalt taş ile sona ermiş. O zamana kadar hiyerogrifle yazılı hiçbir yazıt, hiçbir papirus belge okunamıyormuş. MÖ 196'ya tarihlenen bu taşın (Rosetta taşı/Reşit taşı) üzerinde, aynı konunun birisi eski Yunanca olan üç farklı dilde yazıldığı farkediliyor. Hiçbir Mısırlı bu yazılardan birisinin atalarının yazısı, dilin kendi antik dili olduğunu anlamıyor. Taş üzerinde çalışanlardan bir Fransız, Champollion, 1822'de hiyeroglifin ilk cümlesini tercüme ediyor; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Bu taşı yerinde görmek isterseniz, boşuna rehberlere sormayın. Mısırlılara da. Taş şu anda Londra'da British Museum salonlarında...
Döndükten sonra uzun süre hiç bir şey yazamadım. Bir hayal ülkesinden dönmüş gibiydim. Şimdi, aradan neredeyse 6 ay geçtikten sonra bile, anılarımı yazarken aklım oradan oraya uçuşuyor. O nedenle gezimizi sadece bir kaç konu başlığı altında özetleyeceğim.
Antik Mısır deyince ilk aklıma gelen; Abu Simbel! 
Kahire’den kalkan uçağımız sabaha karşı 3 sıralarında Abu Simbel’e indi. Otobüslerimize binip 20 dakika kadar uzaktaki turistik tesislere geldiğimizde hava henüz aydınlanmamıştı. Mısır’a kurban bayramında gitmiş olmanın bir sıkıntısını da burada yaşadık. Yerel acentelerin elinde fazla otobüs kalmadığı için, bir otobüsü birden fazla kafile için kullanmak istiyorlardı. Burada da bizi indirip, başka bir kafileyi hava alanına bırakmak istediklerini söylediler. Bavullarımız, raflardaki eşyalarımız otobüste kalacak, diğer kafile bavullarıyla otobüse binip uçağa yetişecek, sonra otobüs bizim eşyalarla geri gelecekti. Artık ne kadarı geri gelirse? Diğer kafilenin neden araçsız kaldığı ve bizimkine neden muhtaç kaldıkları da ayrı soru! Herkesin siniri gerildi. Otobüsü terk etmemek için haklı bir direniş başladı. Görünüşe bakılırsa acente bizim tur şirketini aldatmıştı, bizden önce tur şirketinin buna itiraz etmesi gerekiyordu. Fakat onlar bu duruma itiraz edecekleri yerde, acentenin işini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Kimbilir belki iki taraf da bu şekilde anlaşmıştı ve nasıl olsa turistleri de kandırırız diye aralarında bir karar almışlardı! Bizim rehberin taraflı davranışından bu olasılık daha ön plana çıkıyordu. Neyse, sonuçta şoför ikna oldu ve otobüsümüzü yabancılara kaptırmadık. Kargaşanın çıktığı yerden kalkıp 250 metre kadar daha gittikten sonra durduk. Tapınağın otopark alanındaydık. Rehberimiz biraz daha kurnaz olsaydı, geldik deyip bizi burada indirir, otobüsü de diğer turistler için geri gönderebilirdi. Neyse ki o kadarını akıl edemeyip sabah sabah milletin asabını bozmakla kaldı. Otobüsten indiğimizde gecenin karanlığı azalmış, gün yeni yeni ışımaya başlamıştı. Abu Simbel'deydik. Burada da yerel rehberin lakayıt bir şekilde yaptığı kahvaltının bitmesini beklerken epeyce vakit kaybettik (yerel rehber yanınızda olmadan hiçbir tesise girilemiyor). Herkes sinirden gerilmiş, bağırıyordu: güneş doğacak, güneş doğacak!

Kahire’den kalkan uçağımız sabaha karşı 3 sıralarında Abu Simbel’e indi. Otobüslerimize binip 20 dakika kadar uzaktaki turistik tesislere geldiğimizde hava henüz aydınlanmamıştı. Mısır’a kurban bayramında gitmiş olmanın bir sıkıntısını da burada yaşadık. Yerel acentelerin elinde fazla otobüs kalmadığı için, bir otobüsü birden fazla kafile için kullanmak istiyorlardı. Burada da bizi indirip, başka bir kafileyi hava alanına bırakmak istediklerini söylediler. Bavullarımız, raflardaki eşyalarımız otobüste kalacak, diğer kafile bavullarıyla otobüse binip uçağa yetişecek, sonra otobüs bizim eşyalarla geri gelecekti. Artık ne kadarı geri gelirse? Diğer kafilenin neden araçsız kaldığı ve bizimkine neden muhtaç kaldıkları da ayrı soru! Herkesin siniri gerildi. Otobüsü terk etmemek için haklı bir direniş başladı. Görünüşe bakılırsa acente bizim tur şirketini aldatmıştı, bizden önce tur şirketinin buna itiraz etmesi gerekiyordu. Fakat onlar bu duruma itiraz edecekleri yerde, acentenin işini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Kimbilir belki iki taraf da bu şekilde anlaşmıştı ve nasıl olsa turistleri de kandırırız diye aralarında bir karar almışlardı! Bizim rehberin taraflı davranışından bu olasılık daha ön plana çıkıyordu. Neyse, sonuçta şoför ikna oldu ve otobüsümüzü yabancılara kaptırmadık. Kargaşanın çıktığı yerden kalkıp 250 metre kadar daha gittikten sonra durduk. Tapınağın otopark alanındaydık. Rehberimiz biraz daha kurnaz olsaydı, geldik deyip bizi burada indirir, otobüsü de diğer turistler için geri gönderebilirdi. Neyse ki o kadarını akıl edemeyip sabah sabah milletin asabını bozmakla kaldı. Otobüsten indiğimizde gecenin karanlığı azalmış, gün yeni yeni ışımaya başlamıştı. Abu Simbel'deydik. Burada da yerel rehberin lakayıt bir şekilde yaptığı kahvaltının bitmesini beklerken epeyce vakit kaybettik (yerel rehber yanınızda olmadan hiçbir tesise girilemiyor). Herkes sinirden gerilmiş, bağırıyordu: güneş doğacak, güneş doğacak!



Büyük tapınağın hemen yanında bulunan küçük tapınak ise, Kraliçe Nefertari ve Tanrıça Hathor'a adanmış (Hathor, Yunan mitolojisinde Afrodit'e denk düşüyor!). Ön cephedeki 6 heykel de yine doğuya bakıyorlar. Bunlardan 2 tanesi Nefertari’ye ait ve kocasınınkiler ile aynı boyda! Eşe verilen değerden mi, yoksa Nefertari’ye torpil mi bilemiyorum. Belki de Ramses, sevgililerinden birisini Nefertari suretinde yaptırmıştır (sadece ikisinin arasındaki sır! Malum, Ramses’in 105 ila 200 arasında çocuğu olduğu söyleniyor). Diğer dört heykel firavunun kendisine ait. Burada Ramses tekrar üstünlüğünü göstermiş (birisi kulağını çekmiş olmalı!) “İnek başlı” olarak temsil edilen Hathor’a adanan tapınakta, Ramses ile Nefertari’nin tanrılara adak sunduğu ve firavunun ilahlaşan karısına tapındığı odalar bulunuyor.


Yapımı 1964’te başlayıp, 1968’de biten Assuan barajı Nil’in sularını 140 metre yükselteceği için Birleşmiş milletlerin önayak olmasıyla (kalan sağlar bizimdir hesabı), Abu Simbel ile birlikte 14 Nubia tapınağının yerinden taşınmasına karar verilmiş. Böylece bu toplam 300000 ton ağırlıkta olduğu hesaplanan bu tapınak orijinal yerinden 400 m. uzağa ve 64 metre daha yükseğe taşınarak adeta yeniden yapılmış. Bütün taşıma işlemi 5 sene sürmüş ve 1968’de tamamlanmış. Burada bana enteresan gelen diğer bir şey de öndeki 4 heykelden birisiyle ilgili. Her biri Ramses’e benzeyen heykellerden ikincisinin başı, Napolyon’un askerleri tarafından açılan top ateşiyle yerinden kopmuş ve tapınağın önüne, yere düşmüş. David Roberts tarafından yapılan bütün eski çizimlerde de yerde gözüküyor. Tapınağın taşınmasından sonra da bu kopuk baş yine bulunduğu gibi, heykelin ayağının dibine konulmuş, esas yerine, omuzlarının üstüne konulmamış. Doğrusu hangisiydi, fırsat varken en orijinal haline mi getirmek, yoksa taşınmadan önceki halini mi korumak?
Kayaların kesilmesinin heykellerin görünüşlerine zarar vermemesi, yüzlerde iz kalmaması için estetik cerrahlarından destek alınmış. Yeni tapınak başka bir dağ oyularak yapılmamış. Her biri yaklaşık 30 tonluk parçalar halinde kesilen parçalar düz bir arazide eski konumlarında yeniden bir araya getirilmiş. Sonra tapınağın üstü ve arkası çelik konstrüksiyonla basınçtan korunarak, üstüne çimentodan orijinaline benzer şekilde yapay bir dağ inşa edilmiş. Muazzam bir çaba. Kutlamamak elde değil. Fakat benzer sorunlar bizim de başımıza geldiği için, bu konuyu eşelemeden geçemeyeceğim: Bu çabayı, bu denli büyük bir barajı yapmak için değil de yapmamak için harcasalardı daha iyi olmaz mıydı? Biliniyor ki tüm bu tip barajların ömürleri sınırlıdır. Farzedelim 100 yıl ömürlü bir şey yapıyoruz diye 4000-6000 yaşında bir tarih yok edilir mi? Nil’in hemen iki yakası ve ortasındaki adacıklar bu kadar önemli eserlerle doluysa, ve daha kimbilir kaç tanesi henüz yer altındaysa, buna değmez miydi? Ekonomik gelişme filan gibi bir sürü sebep ileri sürülebilir, fakat neden aynı seferberlik başka çareler üretmek için düşünülmez? Her biri daha küçük birden fazla baraj, kanallarla suyun yönünü değiştirmek falan filan gibi. Örneğin yenisinden biraz daha kuzeyde, İngilizler tarafından 20nci yüzyılın başında yapılan eski Assuan barajının bu tapınaklara bir zararı olmamış. Bu sorunu “okuduklarımdan alıntılar, felsefeci ne işe yarar?” kısmında da bir şekilde dile getirmiştim.
Tekrar tapınağa dönelim. Taşıdıktan sonra fark edilmiş ki gün ışığı artık eskisi gibi düşmüyor heykellerin üzerine. Taşıma sonrası tapınağın yüksekliği değiştiği için, hesaplar uymamış ve gün ışığı ancak 20 Haziran’da heykellere düşmeye başlamış (Lonely Planet’e göre yukardaki tarihlerden bir gün önceye geliyor). Artık nasıl, ne zaman, nereye düşüyorsa? Neyse, o kadar kusur kadı kızında da olur!
BİR İNSAN!
Bu da kim? Bir şöför…
Sakara bölgesine gittiğimiz gün, geri dönüş yolunda eski Kahire’ye, eski Roma eserleri ve kiliselerle dolu “coptic Cairo” denen yere uğradık. Vakit oldukça geç olmuştu. Onun için fazla bir şey göremedik. Bir kiliseye, biz Türk’üz filan deyip kapanma saatinde girdik, süratle dolanıp çıktık. Ortalık kararınca yapacak bir şey de kalmadı ve otele dönmeye karar verdik. Fakat nasıl? Geziyi yaptığımız güzelim minibüsü vakit geç oldu diye şoföre acıyıp göndermiştik (sabahtan beri dolaşıp toplam 200 mısır lirası ödedik, yani 50 TL). Şimdi bir taksi çevirmemiz gerekiyordu. Genelde tembih edilen, taksimetre açılmasını istememiz ve sadece beyaz taksilere binilmesiydi. Kalabalık olduğumuz için ikiye ayrıldık. Çocuklar bir tane taksi çevirip atladılar. Onları daha sonra yarı yolda, yolun kenarında gördük. Taksimetre açılmasını isteyince şoför bizimkileri kışkışlamış! Biz inatla beyaz taksi aradık, fakat bir türlü bulamadık. Bu arada yanımıza pejmürde kılıklı bir adam yaklaştı, taksi taksi diye. Arabası bizim eski Murat 124’lere benziyordu. At arabaları gibi, orasından burasından bir sürü “şey” sarkan 4 tekerlekli bir şey! Yanındaki adam da “iyi şoför, iyi şoför” diyordu! Önce binmemekte direndik. Parasına itiraz ettik. Fakat sonuçta çaresiz kalıp bindik. Araba şahlandı ve uçmaya başladı. Diğer arabaların arasından türlü cambazlıklarla sıyrılıyor, yolun ortasında sallapati avare avare gezen insanlara sürtünerek geçiyorduk. Bir şey olsa durup duramayacağı da belli değildi. Hepsinden kötüsü geveze mi geveze bir adamdı. Devamlı konuşuyor, araba giderken yandan geçen şoförlere laf atıyor, dönüp arkaya bakıyor, yarı beline kadar camdan sarkıyor, şarkı söylüyor, bağırıyor, araba durunca aşağı inip oynuyor, artık aklınıza ne gelirse! İlkönce biz de biraz suyuna gittik fakat baktık ki adam zıvanadan çıkmış! Birden elimi alıp sağ bacağını tutturdu. Elime gelen adeta bir tahtaydı, doğrusu femur kemiğinin ta kendisiydi! Hiç kası yoktu. Çocukken kalçadan iğne yapılınca bacağın tüm kasları erimiş! Bu arada sol ayağıyla gaza basıp sağ ayağını suratıma doğru tutuyordu! Haydaaa…
Bir on dakika sonra duruma el koydum. Neden on dakika? Baktım ki şöyle veya böyle yol alıyoruz. Ve kaç gündür şehirde bu manyak şoförlerin yaptığı tek kaza görmedik (bir at ölüsü hariç). Demek ki otelimize bir şekilde varacağız. Bir kelime daha söylerse, oturduğu yerde oynarsa ve direksiyonu iki eliyle tutup tüm dikkatini yola vermezse ona hiç para vermeyeceğimi söyledim, elimle de sıfır işareti yaptım. Allahtan problemi hemen anladı! Eliyle ağzına bir fermuar çekip sustu. Direksiyona sarılıp üstüne yattı. Dünya varmış.
BİR PİRAMİT
Mısır deyince Nil'den bahsetmemek olmaz!
BİR NEHİR
6650 km. uzunluğuyla dünyanın en uzun nehri. Güney Afrika'da, Burundi sınırlarında Kagera nehri olarak doğuyor. Viktoria gölüne katılıyor, buradan Victoria Nil'i olarak yeniden yola düşüyor. Albert Nil'i, Mavi Nil, beyaz Nil, Atbera Nehri derken, Nasır gölüne geliyor. Nasır gölü de, neredeyse 500 km uzunluğunda, devasa bir baraj gölü... Abu Simbel'den bakınca nehri algılamak hemen hemen olanaksızdı. Gerçek Nil ile ancak Aswan'da tanıştım. İlk görüşüm demiyorum. Zira Akdeniz'e döküldüğü deltasını uçaktan, kendisini de bizzat yanından, Kahire'de görmüştüm. Kahire'de kaldığımız otel Nil kenarında, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yadigar bir saray eskisiydi (Marriott Oteli). Fakat şehri ikiye bölen bu büyük nehir, zihnimin bir köşesinde yer etmiş "Nil" algısından çok farklıydı. Ben, Agatha Christie'nin "Death on the Nile" romanındaki Nil'i arıyordum. Peter Ustinov'u görmesem de olurdu.
Abu Simbel'deki keyif anlarından sonra tekrar otobüsümüze bindik. Aswan'a gidiyoruz. Teknemiz bizi Aswan'da bekliyor. Karayolu için fazla bir beklentim yok. Bildiğimiz çöl (!). Fakat bütün çöl yolculuklarının güzel bir vaha bulma umudu taşıdığını biliyorum...
İki baraj arasında, üzerinde antik kalıntılarıyla Philae adası var. Küçük barajdan itibaren de Nil!
Nil deyince, burayı sadece bir nehir olarak düşünmek yanlış olur. Nil tarih boyunca hem bir yaşam kaynağı olmuş, hem de astronomi, astroloji, matematik, felsefe gibi bilimlere yataklık yapmış. Antik dönemde bu yörede yaşayan insanlar doğal olayların döngüsünü farketmiş, yıldız hareketleriyle ilişkilendirmişler. Sirius'un heliak doğuşunu izleyip, Nil'in taşma zamanlarını, kurak ve bereketli geçecek mevsimleri belirlemişler. Sirius döngüsüne, aya ve Nil'deki değişimlere bakıp kendilerine bir takvim yapmışlar. Milattan dörtbin yıl kadar öncesine tarihlenen bu takvimin otuzar günlük oniki ay ve beş tamamlayıcı günden oluşan 365 günlük bir takvim olması ilginizi çekebilir. Konumuz bunlar olmadığı için daha yeni (!) bir örnekle konuyu tatlıya, pardon Assuan'a bağlamak istiyorum.
Antik devirde yengeç dönencesi (tropic of cancer, crab) tam olarak Assuan'dan geçiyormuş. Sonraları biraz daha güneye kaymış. Ne alaka, bize ne? diye soruyorsanız; bu paragrafı atlayabilirsiniz. Fakat paragrafın yarısına geldiğimize göre, bence okumaya devam edin, benim ilgimi çekti. Yaz gündönümü olan 21 Haziran'da güneş ışıkları yengeç dönencesine dik geliyor. Örneğin, bu dönence üzerinde bir kuyu olsa, öğle vakti güneş ışıkları kuyunun içini bütünüyle aydınlatır, kuyu içinde hiç gölge olmaz (mış). Grek filozof ve matematikçi Eratosthenes, Mısır'da yaşadığı sırada bu gözleme dayanarak dünyanın çevresini hemen hemen tam olarak hesaplamış.
Gözleme dayalı bilgi ilk defa bu nehrin kıyılarında güç ve iktidarın kaynağı haline gelmiş. Bilginin gücünü, görünmeyenin esrarıyla birleştirip yönetime taşıyanlar, gün gelmiş rahip ve firavun, veya ikisi birden olmuş. Bu her şeyi bilen adamların diğer bir uyanıklıkları da "baktım da bunu gördüm, düşündüm de bunu buldum" demek yerine, herşeyi bir ucundan tanrılara bağlamak olmuş. "İşler kötü giderse benden bilmesinler" gibi bir korunma içgüdüsü herhalde! Sonra da bakmışlar ki insanlar iyice cahil ve korkularla yaşıyorlar, bundan yararlanmayı öğrenmişler. Korkularla beslenen cehalet sıradan insanları gücün kölesi haline getirmiş. Kahire'de Ulusal Müze'yi gezerken tahtadan oyulmuş bir yılan görmüştük. 1 metre kadar yükseklikteki bir kutunun kapağı açılıyor ve bir mekanizmayla kapağın hareketine bağlı olan yılan öne doğru fırlıyordu. Sergideki haliyle kötü bir oyma yılan taklidi olan bu "şeyin" antik devirde insanlara, korku salmak için kullanıldığını öğrendik. Şöyle bir sahne hayal edin; bir dua törenindesiniz. Duvarlardan yankılanan seslerin ve müziğin esrarına kendinizi kaptırmışsınız. Dört yanda yanan tütsülerle kafanız uyuşmuş, her şeyi bir pus perdesinin ardında zorlukla seçerken, dumanlar arasından hızla çıkan bir yılan size doğru bir hamle yapıyor! Baş rahibin her dediğini yapmaz mısınız? Çarpılırsınız alimallah!!

Bilgelik tanrısı Hermes, öğrencisine sordu:
"Mısır'ın göklere benzer yaratıldığını bilmiyor musun, ey Asklepius?"
Bu topraklarda (veya kumlarda) yürürken gördüğünüz hiçbir piramit sadece bir piramit, hiç bir anıt, sadece bir anıt, çölü aydınlatan yıldızlar sadece yıldız değildi! Nil nehri de sıradan bir ırmak değildi. Nil nehri, “göksel ırmak” ile özdeşti. Göksel ırmak Eridanus'tu. Tanrılar o ırmakta doğar, ölünce yine o ırmağa dönerlerdi. Fiziksel dünya ile ruhsal dünya iç içe geçmişti. Hangisi nerede başlar, nerede biter, belli değildi.
Tanrıların evi Orion'da! (Bauval R, Gilbert A., Milliyet Yayınları 1998)
... Kral odasının güney şaftının, tanrı Osiris'le ilişkili olan Orion kuşağını işaret ettiğini, Kraliçe odasının aynı tarafındaki şaftın (yani kapıyla tıkanan şaftın) da Sirius'a (tanrıça İsis'in yıldızına) doğru işaret ettiğini söyledim. Bu yönlenmeler rastlantı değildi, piramitin amacıyla açıkça bağlantılıydı.
...Sorulacak soru bellidir: Gize nekropolü ve özellikle büyük piramitle şaftları, zamanın önemli bir işaretleyicisi olarak, Osiris dönemini ve özellikle onun ilk dönemini işaretleyen bir tür yıldız-saat olarak mı iş görmektedir?... Bu şaftı ve herhalde piramitin tümünü yapan mimar, neden bizim dikkatimizi MÖ 10450 tarihine çekmek istiyor?
Bu kitabı ilk okuyuşumda "Mısır'a gitmeliyim" diye düşünmüştüm. Evet, sonunda gittim. Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleri arasında dolaştım. Fotoğraflarını çektim. Fakat her turistik organizasyonda olduğu gibi, kitaptan aldığım tadı alamadım. Gene de piramitlerin arasında dolaşırken, piramitlerin yer seçimindeki özellikleri birilerine anlatmadan duramadım.
"İşte dedim; bunlar herkese göre yan yana duran 3 piramit. Birisi daha küçük ve diğer ikisiyle aynı doğrultuda değil. Tıpkı Avcının Kuşağı gibi. Aslında gördükleriniz Avcı'nın, yani Orion'un yeryüzündeki izdüşümünden başka bir şey değil! Şu üçünün dizilişine bakın, aynen avcının kuşağındaki üç yıldızın dizilişine benzemiyor mu?"
Anlatırken, aslında kitabı burada bir taşın üzerinde otururken okumanın daha iyi olacağını düşündüm. Artık bir daha ki sefere...
Tabii ki Gize piramitlerini gezerken bunların hiçbirisini algılamak mümkün değil. İlk şaşkınlık ve “geçiş anı”nın sersemliğini atlattıktan sonra etrafta aylak aylak dolaşmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz. Üstelik vaktiniz de dar. Rehberden bir saatlik izni ancak kapmışsınız! Vaktiniz olsa bile, teknik olarak piramitin içine girip şaftları filan görmeniz imkansız. Piramitlere girip de çıkanların yüzlerinden, koku, nem, pislik ve boğulma hissinden başka birşey okunmuyor. Dolayısıyla okuduklarınızın sihirli atmosferi bir süre sonra kayboluyor ve sıradan turistlere dönüyorsunuz. Ben (hayranlıktan doğan) ilk şaşkınlığımı atlattıktan sonra her zaman yaptığım gibi (!) kayboldum. Telefonumu kapadım ve gruptan ayrıldım. Keops ve Kefren'in arasındaki yoldan ilerleyip kendimi duygularıma bıraktım. İyice uzaklaşınca piramitler, çöl ve sadece ben kaldım. Bir de kum kokusu. Bu kum kokusu zaten Suriye'den beri beni izliyordu.
"İşte dedim; bunlar herkese göre yan yana duran 3 piramit. Birisi daha küçük ve diğer ikisiyle aynı doğrultuda değil. Tıpkı Avcının Kuşağı gibi. Aslında gördükleriniz Avcı'nın, yani Orion'un yeryüzündeki izdüşümünden başka bir şey değil! Şu üçünün dizilişine bakın, aynen avcının kuşağındaki üç yıldızın dizilişine benzemiyor mu?"
Anlatırken, aslında kitabı burada bir taşın üzerinde otururken okumanın daha iyi olacağını düşündüm. Artık bir daha ki sefere...
Tabii ki Gize piramitlerini gezerken bunların hiçbirisini algılamak mümkün değil. İlk şaşkınlık ve “geçiş anı”nın sersemliğini atlattıktan sonra etrafta aylak aylak dolaşmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz. Üstelik vaktiniz de dar. Rehberden bir saatlik izni ancak kapmışsınız! Vaktiniz olsa bile, teknik olarak piramitin içine girip şaftları filan görmeniz imkansız. Piramitlere girip de çıkanların yüzlerinden, koku, nem, pislik ve boğulma hissinden başka birşey okunmuyor. Dolayısıyla okuduklarınızın sihirli atmosferi bir süre sonra kayboluyor ve sıradan turistlere dönüyorsunuz. Ben (hayranlıktan doğan) ilk şaşkınlığımı atlattıktan sonra her zaman yaptığım gibi (!) kayboldum. Telefonumu kapadım ve gruptan ayrıldım. Keops ve Kefren'in arasındaki yoldan ilerleyip kendimi duygularıma bıraktım. İyice uzaklaşınca piramitler, çöl ve sadece ben kaldım. Bir de kum kokusu. Bu kum kokusu zaten Suriye'den beri beni izliyordu.
Yol güneye doğru hafif bir kavisle ilerledi. Giderek alçalıyordu. Havada asılı duran kumların etkisiyle herşey bir pus perdesinin arkasındaymış gibi gözüküyordu. Birden bire pus perdesi bir yerinden yırtıldı, bir deve, devede bir adam ve adamın arkasında hayal meyal bir silüet belirdi. Sfenks! Sfenks oradaydı. İlkönce arkadan gördüm, sonra yanına geçtim. Işık arkadan geliyordu. Sfenks üzerinde derin gölgeler vardı. Tam aydınlanmamıştı ve arkasındaki fon hayal meyal seçilebiliyordu. Işığın ve gölgelerin her anının tadını çıkarıp sfenksin yanıbaşına kadar yürüdüm. Muhteşemdi. Oturup seyrettim.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Silkinip kendime geldim. Gerçek dünyaya döndüm. Şimdi beni arıyorlardır diye düşündüm. Telefonumu açtım. Bütün azarları tolere etmeye hazırdım.
Bu turistik gezilerin kötü tarafı o muhteşem anıtların arasında, ya da sevdiğin hiç bir ortamda kafana göre takılamamak.
- Sopamı izleyin!
- Beş dakika serbestsiniz!
- Geç kalmayın!
Ama ben geç kalmak istiyorum. Otobüsü kaçırmak istiyorum. Kaybolmak istiyorum. Bazen fotoğraf çekmek bile olayı mekanikleştiriyor, ortamdan keyif almayı unutmanıza yol açıyor. Fotoğrafa konsantre olurken çevrede olup biteni kaçırıyor, kamerayı ayarlayacağım derken, bir ibis kuşunu izlemenin hazzını tadamıyorsunuz.
Nil nehrinde bir gemi yolculuğunun en güzel tarafı hiç bir yere yetişmek zorunda olmayışınız. Görülecek yerler, antik kalıntılar genellikle Nil'in hemen kıyısına sıralanmış. Edfu gibi biraz daha uzakta olanlara da faytonlarla gidiliyor. Rehberler sizi alışveriş için oradan oraya sürükleyemiyor. Terlemiyorsunuz. Güneşten bunalmıyorsunuz. Omuzunuzda veya boynunuzda kiloluk bir çanta taşımak zorunda değilsiniz. Kameranız bir masanın üzerinde sakin sakin oturup keyfinizi bekliyor. Genellikle güvertedesiniz, ayaklarınızı uzatmış, içkinizi yudumluyorsunuz. İbis kuşları, fellukalar, küçük nubia köyleri, balıkçılar, her şey sizin önünüzden geçiyor. Nil sakin sakin akıyor, duru bir sesle size kendi hikayesini anlatıyor. Akşamları grileşen suyu, eflatuna dönen göğüyle sizi hayal alemine götürüyor. Gece boyunca istediğiniz kadar yıldız sayabiliyorsunuz. Ya da içlerinden sadece birisine takılıp, dalıp gidiyorsunuz. Göksel ırmağın neden Nil'le özdeşleştiğini, tanrıların oturmak için neden Orion'u seçtiğini anlıyorsunuz.
Osiris ayağını uzatsa Nil'de yıkanabilirdi.
Osiris ayağını uzatsa Nil'de yıkanabilirdi.
BİR DİLEK; YENİ BİR ROTA
Eğer tekrar Mısır'a gidecek olursam önce Mısır'ın kuzey batısındaki Siwa çölüne giderim. Adrere Amellal otelinde kalırım. Büyük İskender'in firavunluğunu ilan ettiği Siwa kentinde ıssız Amon tapınağını gezerim. Şali tepesindeki, 1926'da üç gün süren yağmurla eriyen hayalet şehri, altın mumyalar vadisini, 2500 yıl önce bir kum fırtınasının yok ettiği, mumyalanmış Pers askerlerini görürüm. Bahariya vahası üzerinden Nil kıyılarına giderim. Yolda belki Küçük Prens'in küçük çöl tilkisi ile karşılaşırım. Assuan'da, Nil'e tepeden bakan "The Old Cataract" otelinde kalırım. Otelin kayalar üzerindeki rahat koltuklarında Agatha Christie'yle bir tek atar, nargile dumanları arasından gün batımını seyrederim. Sonra ufak bir fellukaya atlar, Luxor'a geçerim.
Neden "ufak" derseniz, Nil'e yakın olmak için derim. Neden "Luxor" derseniz, adını sevdiğim için derim.