Memleket hava durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Memleket hava durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Nisan 2020 Cumartesi

AKLIMA DÜŞENLER

Zor günler geçiriyoruz.

Hikayelerde ilk cümlenin vurucu (veya çarpıcı) olması gerekiyormuş. "Hayatım Roman" gibi bir cümle... Çarpsın ki gerisi de okunsun. Orijinal? Orijinal de olması lazım. Hem orijinal hem çarpıcı? İkisi birden daha da zor. Bu günler hakkında yazan herkes zaten "zor" veya aynı anlama gelen bir kelimeyle başlıyor anlatmaya. Çünkü zor günler geçiriyoruz. İnsanların işlerini ve gelirlerini kaybettiği, maske ve eldiven borsasının alabildiğine yükseldiği, kolonya kokusunun geri döndüğü...

Zencefil veya zerdeçaldan medet ummamak gerektiği, virüsün hapşırıkla daha çok yol aldığı, ilaç yoksa tonik içileceği, tuzlu suyla gargaranın pek de yararlı olmadığı, limonlu suyun daha iyi, bağışıklığın önemli olduğu herkesin dilinde. En önemlisinin de maske takmak, el yıkamak ve bir de "Sosyal mesafe" olduğu...

Temizlik denen olayın sadece el ıslatmaktan ibaret olmadığı, sabunla yıkamak olduğu, kişisel temizlik kadar çevre temizliğine de önem verilmesi gerektiği, sosyal mesafenin de (en doğru ifadeyle) fiziksel olarak diğer insanlarla araya mesafe koymak olduğu anlatılsaydı daha iyi olurdu ama buna da şükür deyip konuya dönelim...

Valiler bile ortalıkta dolaşıp resmi kurumların önlerinde toplaşmış insanlara "Sosyal Mesafe" diye bağırıyorlar, milletin hangi sıkıntılı bekleyişler için kendilerinden vazgeçtiklerini düşünmeden veya bu insanları orada toplayan sorunları çözmeyi düşünmeden... Arkalarında sosyal denen şeyle kafası karışmış insanlar bırakarak geçip gidiyorlar...

"Bilimsel Kurul" toplanıp dip dibe oturmuş, varsın otursunlar, kendileri bilir. Biz oturmayalım. Baştan beri ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Evim ve ailemin korunması için neler yapmak gerektiğini... Hekim arkadaşlara, hasta olursak hangi hastaneye gitmemizin daha iyi olacağını soruyorum. Şimdiden bir strateji oluşturmak lazım. Bu bir savaş çünkü! Savaşlar başka türlü kazanılmaz.

Öbür savaşlar uzun zamandır unutuldu. Keşke bittikleri için unutulmuş olsaydı! Her seferinde son olmasını gönülden dilediğim, lakin hiç bitmeyen savaşların sonuncusunda, bu yeni savaşın neferleri sağlıkçılar! Ayırt etmeden, birini diğerinin önüne koymadan, hekiminden hasta bakıcısına hastanelerde ölümüne (gerçekten ölümüne) çalışan tüm sağlık çalışanları...

Çanakkale Savaşının yıl dönümünde, televizyonlarda ve internette, bir marş eşliğinde sıklıkla tekrarlanan coşkulu sözleri anımsadım. Tek koluyla savaşan Mehmet Çavuş, erkek kılığına girerek savaşan Halime Çavuş, çoğu şehit olan 57. Alay ve unutulmaz Seyit Onbaşı...

Ne ilgisi var, bilmem; hastanelerde gece gündüz büyük bir özveriyle çalışan, halk sağlığına göğüslerini siper eden hekimler, hemşireler ve diğer sağlık emekçileri aklıma düştü.

Hastaneye yatmak zorunda kalırsam ilk selamı verecek güvenlikçiler, sedyemi itecek emekçiler, yatağımı yapacak hasta bakıcılar, ilaçlarımı hazırlayacak eczacılar, hiç kimsenin görmediği tıbbi teknisyenler, idrar, kan, gaita demeden hastalıkların gizlerine gömülmüş laborantlar, mikrobiyologlar, biyokimyacılar, ömürleri telaş içinde geçen ameliyathane personeli, bugünlerde ekstra işler başaran perfüzyonistler, her hastaya şefkatle,  gözleri gibi bakan hemşir ve hemşireler, hasta yakınlarını sabırla göğüsleyen danışmanlar, yerleri köşe bucak temizleyen Halime kadın, Çorumlu Mehmet veya Keşanlı Selim, bu lanet virüs ve sırasını bekleyen bir sürü lanet mikrobu ve belayı ilk göğüsleyen sağlık emekçileri ve yazmayı istemeyerek unuttuğum diğer hastane çalışanları...

Hepsi en az hekimler kadar alkışı hak eden, hastalansalar, hatta ölseler bile istatistik rakamlarına karışıp gidecek, hiçbir yere isimleri verilmeyecek, iş ve hayat arkadaşları dışında isimleri anılmayacak emekçiler...

Birden, öyle aniden aklıma düştüler...
Aklımın bir köşesinde onlar için bestelediğim bir marşla beraber....





20 Ekim 2018 Cumartesi

KINAMA


Dr. Edip Kürklü, anımsadığım ilk kurban! Uzmanlık eğitimimin ilk dönemini geçirdiğim İstanbul Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde, bu değerli kalp cerrahının sevgili eşi Dr. Sema Kürklü ile tanışma mutluluğuna erişmiştim. "Hunhar" diye bir tanım varsa o cinayetin adıdır.

Camia olarak bu üzüntüyü paylaşırken "Son olsun" demek aklımıza gelmemişti, çünkü daha önce değil öldürmek, doktorlara en ufak bir saygısızlık yapmak bile kimsenin aklından geçmezdi. 

Fakat son olmadı...

Hunhar cinayetler devam etti ve giderek sıklaştı. 
Dr. Göksel Kalaycı
Dr. Cengiz Çetin
Dr. Ali Menekşe
Dr. Tolga Erdem
Dr. Ersin Aslan
Dr. Mustafa Bilgiç
Dr. Kamil Furtun
Dr. Fikret Hacıosman aklıma gelen, veya aklımdan çıkmayan diğerleri... Kendilerini saygıyla anıyorum.
Öldürülenler dışında son 6 yılda kayıtlara geçmiş 68000 şiddet olgusu bildiriliyor. Kayıtlara geçmeyenler en az 3 mislidir, şiddetten sayılmayan taciz olayları hariç...  Yanlış asansöre bindikleri için kendilerini uyaran bir doktoru döverek bacağını kıran vahşilerin varlığını biliyorum.

Ve de intiharlar...

Dr. Melike Erdem 2012 yılında çalıştığı hastanenin çatısından atlayarak intihar etti. Son mesajı "dayanamıyorum..." olmuştu. Başhekimlikten gönderilen savunma istemini kasılmış parmakların arasından zor aldılar.  Aslında bu bir intihar değil cinayetti ve asıl suçluyu kör balıkçı bile görmüştü. 

SABİM terör hattı cinayetle ilgisini reddetti. Sağlık hizmetinin değerinin kağıt üzerindeki rakamlarla gösterilemeyeceğini kimse fark etmedi. Sağlıkçılar modern kölelerdi ve efendi ne derse o olacaktı. Son üç yılda hekim, hemşire ve diğer personel dahil 341 sağlık emekçisinin intihar etmiş olması kapitalist düzen içinde münferit olaylardı. 
Yazıklar olsun! 
Olayların bir de başka yüzü var. Başka diyorum, çünkü bir sıfatla pekiştirmek, bu insanlara karşı öfke yaratmak gibi bir niyetim yok. Bence asıl vahim olan, çevremizde bu şiddet olaylarını haklı bulan, doktorlara da ağızlarının payını vermek gerekliliği düşünen ve bunu açık açık ifade eden insanlar bulunması ve bu kişilerin pek de azımsanmayacak sayıda olması...
İnsanları bu kadar pervasız yapansa sosyal medyanın ta kendisi! 
Yüz yüze söylenemeyecek sözlere, edilmeyecek küfürlere aracı olan sosyal medya!
Ve bu sosyal medya ortamında; kendi sanal aleminde yaşayan, kim bilir hangi hayal kırıklığını veya kompleksini tatmin etmeye çalışan, sahte isim ve kimliklerden cesaret alarak içindeki kötülükleri kusan insanlar...
Çok uzun bir tahsil hayatından sonra mesleğe atılmış, mecburi hizmet vs derken (lafta değil gerçekte) gecesini gündüzüne katmış, halkına sağlık hizmeti vermeye çalışan, bir yandan da devamlı okumak ve kendini geliştirmek zorunda olan, bu uğurda gerektiği zaman ailesini ve çocuğunu bile ikinci planda bırakan hekimlere, kim bilir hangi dürtülerle saldırmaktan keyif alan zavallı insanlar...
Meslektaşımızın maruz kaldığı vahşet üzerine sosyal medyada yapılan şaşırtıcı yorumlar, sağlıkçılara uygulanan şiddeti destekleyen paylaşımlar içinde bulunduğumuz ortamın korkunçluğunu yansıtıyor. Sağlıkçılar; hekiminden hemşiresine, teknisyeninden hasta bakıcısına tehlike içindeler. Muhatap oldukları insanların hangisinin zihninden neler geçtiği belli değil. Fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Bu insanlara cahil diyemiyorum çünkü her eğitim (!) seviyesinden varlar. Ortak yanları ilkel dürtülerle hareket etmeleri ve şiddeti yaşam tarzı haline getirmeleri. Örnekleri hastane koridorlarında olduğu gibi trafikte, sokakta veya evlerde, aile içinde, her yerde kolaylıkla görülebilir. Konunun objesi insan veya hayvan olmuş, o da fark etmiyor. Ayrıca bu saygısız ve sevgisiz insanların sayısı giderek artıyor, şiddet günlük yaşamın bir parçası haline geliyor...

SON SÖZ
Bu kötü tablonun ressamı bizzat siyasi erktir. Bir yandan eğitimi çorbaya çevirerek toplumun kültürel damarlarını tıkayan, diğer yandan hekimleri aç gözlülükle itham ederek değersizleştiren, performans yalanıyla hekimliği mekanikleştiren ve hak aramanın sınırlarını aşan şikâyet imkânlarıyla sağlıkçıları halkın önüne atan, şiddeti önlemek için hiçbir şey yapmayan,  göstermelik kanunlar dışında işe yarar hiç bir eylemde bulunmayan siyasi iktidar unsurlarıdır. Bozdukları tabloyu düzeltmek de onların görevidir…

1 Eylül 2016 Perşembe

KOLAJ




Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.
İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
Yaşar Kemal (1923-2015)


Laiklik, temel özgürlükler, insan hakları ve ahlaktan bahsederken iki (üç, beş veya on beş) ateş arasında kaldık. Bir gecede paralel evrene kaydık. Bu evrende zaman zaman üstüne binip ortasından çat diye kırılıyor. Kavramlar birbirine çarpıp dağılıyor. Akıllara zarar işler oluyor. Örneğin darbe girişimi Allahın lütfu oluyor. Bilumum cemaat ve tarikat demokrasi nöbetine çıkıyor. Sabah erken kalkan devleti işgal ediyor. Milli uçak, milli ilaç, birlik beraberlik, milli mutabakatla taçlanıyor. Cüppeli Ahmet, Genel Kurmay Başkanının elini sıkıyor. Demokrasi toplantısında ilkeler değil korkular konuşuluyor. CHP şaşkınları oynuyor. MHP ellerini ovuşturuyor. AKP kıs kıs gülüyor. HDP oyuna alınmıyor.  Ağlayarak İmralı’ya dönüyor. Kandilde kargalar gülüyor


Demokrasi doruklarında Avrupa’nın en büyük adalet sarayı gazeteci ve yazarlarla doluyor. Okullar, Üniversiteler kapatılıyor. Düşünceler tutuklanıyor. Hak ve özgürlükler masal oluyor. At izi it izine karışıyor. Devlet tiyatroları, TDK, TÜBITAK, ne varsa satılıyor. Sermaye el değiştiriyor. “Düğün-Dernek” filmi izlenme rekorları kırıyor. Gaziantep’te bir düğünde  gelin arabası IŞID (İD veya ILİD veya DAİŞ veya DAEŞ) bayraklarıyla süsleniyor.  Başka bir düğünde 51 kişi ölüyor. Antep’te, Adıyaman’da bomba yelekleri dikiliyor. Birisi “Alnı secdeye varan Müslüman’dan zarar gelmez” diyor. Birileri ekiyor, diğeri biçiyor...


İstikrar adası meçhule gömülüyor. “Sıfır sorun” matematikçisini bekliyor. Dünya barış gününü kutluyor. Ortadoğunun ortasında kara bir delik büyüyor. Kara delik yaşamları yutuyor. Akdeniz yeni kurbanlar bekliyor. Sahile dalgalar ve ölü çocuklar çarpıyor. Üsküdar’a dev dönme dolap yapılıyor. Güneydoğu yerle bir ediliyor. Çocuklar (geri kalanlar) kinle büyüyor. Avrupa Asya’ya bir daha bağlanıyor. Diyanet kurban kanının alna sürülmesinin caiz olmadığını açıklıyor. Şuur bulanıklığı çeçe sineğine, geçmiş ve gelecek bütün şerler FETÖ’ye bağlanıyor. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. Buna bazıları inanıyor.


Hayvan Hakları Derneği kurban keserek açılıyor. Uyuşturucu ile mücadele derneği başkanı 7kg uyuşturucu ile yakalanıyor. Genel Kurmay Personel Daire Başkanı’nın zulasından 18 apartman çıkıyor. Kötü kokular yükseliyor. Birileri kilise yakıp İsrail’i protesto ediyor. Diğeri bir Budist kovalayıp Müslümanları Hıristiyan yaptırmayacağız diyor. Muhbir yurttaş komşusunu gammazlıyor. Ölmek yaşamaktan değerli oluyor. Birileri bizi kandırıyor. İnsanlar kim vurduya gidiyor. Yenikapı ruhu kapıya üç defa vuruyor. Rize’nin fethi kutlanıyor. Birisinin ağzına “Che” hiç yakışmıyor. Az gelişmişlik ve cahillik bölünmez bir bütün oluyor...


Vesaire vesaire...

Not: Bu kolajda geçen cümleler gazete ve dergilerden kopyalanmıştır. Kişisel katkım pek azdır ve cümleleri bağlamaktan ibarettir. Bu kadar çarpıklığın içinde Atatürk adının hiç geçmemesi, AKP binasına resmini asmaktan daha doğaldır. O umutsuzluktan umut üretendir

18 Temmuz 2016 Pazartesi

RAP RAP RAP



Gazete başlıklarına bakıyorum: Demokrasi Kazandı... Milli İrade Destanı... Demokrasinin Zaferi... 15 Temmuz Destanı... Demokrasi Destanı... Nasıl bir destanmış pek anlamadım. Cahillik işte. Yaşım icabı örfi idareden ihtilale, ihtilalden muhtıraya, sivilinden askerisine kadar her tür darbeye şahit olduğum halde ortalıkta bir zafer veya destan göremiyorum. Olsa olsa "facetime"ın "whatsapp" zaferi denebilir o kadar. Milli iradeyi de fotoğraflarda gördüm: Bir takım meczuplar zavallı bir eri derdest etmiş, kanlar içinde sürüklüyorlardı. Demokrasiyi savunuyorlarmış! Diyorlar ki demokrasiyi kurtaracak bir onlar kalmış...

"Türkiye Darbe Aldı" daha akıllıca bir başlık. Yüzde her ne kadarsak, hissettiğim bu oldu. Ne darbecileri ne de bizi kurtaranları kendimden saydım. Yüzde bilmem ne küsurumdan mutluyum. Demokrasi kurtuldu diyorlar. Demek ki benim gibi düşünen üç küsur insanın da hakkı korunacak, inanç ve düşüncelerine saygı duyulacak. Yaşam tarzım sorun edilmeyecek. Etnik farklılıklar kucaklanacak. Kadınlarımız özgür, üniversiteler özerk olacak. Polisi görünce kendimi güvende hissedecek, adalet önünde herkesle eşit olduğumu bileceğim. Ne mutlu bana!

Demokrasi kurtulmuş! Demokrasiyi televizyonda gördüğüm gözü dönmüş insanlar kurtarmışlar. Demek ki onlara emanetim. 

Gözlerimi her kapatışımda kabus görüyorum. Bir bomba sesiyle fırlıyorum. Gerçek mi hayal mi anlamıyorum. Bir uçak alçaktan uçuyor, tam evimin üstünde ses duvarını aşıyor. Sağda solda silahlar patlıyor. Haberler onlarca ölü sayıyor. Camiler demokrasiyi kurtarma günü diyor. Önümden tekbirlerle insanlar geçiyor. Ben artık onlara emanetim.

Rap rap rap
Demokrasiyi kurtaranlar geçiyor
Rap rap rap
kendine demokratlar
Rap rap rap
nur topu gibi faşistler
Rap rap rap
Bindirilmiş kıtalar
Rap rap rap...
Kahverengi gömlekliler
Rap rap rap...

9 Temmuz 2016 Cumartesi

EĞİTİM ve TÜBİTAK



Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein




Craig Vente “Sayısal evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.

Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük. Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef almıştık. Sonraki hedef “dininin ve kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal ifadesiydi.

2008 yılında Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı, bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak başlı başına bir sorundu.

Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler. Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi: Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı. Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan filan…

Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci, rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu. Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir yük kalktı, rahatladık.

Craig Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.

Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.

Şeker hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış:  ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler arasında yer almış.

Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!

TÜBİTAK’ı  Allaha havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins 1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler yaptığımızı hatırlıyorum.

Türkiye değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul haline getirildi. Duydum ki Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47. Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var? Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka kurulmuştur mutlaka. Bence de…

Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?

Görüldüğü gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında artışlar var.  2008 yılında 167 olan üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.

Benim asıl derdim eğitimin içeriği…

Hiçbir dağın yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65 ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.

Ülkemizin bazı güzide okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat içleri çürümüş...

Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda. Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar. Halbuki eğitim ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere, güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.

Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin  üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar. Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız... Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire… Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için kullanılan bir araçtır.

Üniversitelerde yapılan bilimsel çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu. İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor. Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor. Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.

2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor. Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı tasarımcılar ise burada çuvallıyor.

Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...

Ülkede bilim ve teknolojiyi teşvik etmek, yönlendirmek ve popülerleştirmek için kurulan TÜBİTAK’ın sergilediği işte budur: Kötü söze maruz kalan peynirin daha çabuk küfleneceğine inanan dindar gençlik… Desteklenen projeler asıl hedefi ilan ediyor; sakınmadan, açıkça ve belki de övünerek… 

6 Aralık 2015 Pazar

KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ



Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”


28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.

…Diye başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar. Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.


DİL MESELESİ

Fransızlar topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…

Bu meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz. Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz? Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!

Dilimizden hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri. Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını kendimize uydurmuşuz; Ey Türk, titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof. Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl 1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma. Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?

Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum nasıl?


İLİM – BİLİM DURUMLARI

Memlekette ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi, saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki deyişle tam bir Hezarfen! Adam dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.

Fakat bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş. Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil. Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş; Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!

Diğer bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre 4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bekaası caiz değildir"

Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur. İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim insanları!  Ortak kaderler paylaşılıyor. Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi. 

On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da uzun tuttum.  Gök bilimci ve filozof Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace” ödülü her yıl "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.

Yukarıdaki “son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular.  İkisinin bir arada yaşamasının veya yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!


DİN VE BİLİM

Bunlar münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar.  Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil, farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.

Sonuçta tanrı-krallar son dönemece girdi,  Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu; Sekülarizm.

Müslüman dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Battani, Farabi, Biruni,  İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi? Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü? Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”

İslamın içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma konusuna da itiraz edenler olabilir.  O da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim. Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar. Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.

Tek bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır. İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.

Peki tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle, dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…

O tek insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." 

Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!


DEMOKRASİNİN ZAYIF KARNI

Bundan sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit, ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele geçecek, sonra iktidar!

Umduklarından kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür, üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.


CEHALET VE KALABALIK

Eğitim istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım (tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı  35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış. Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o yazmışsa doğru yazmıştır.

Kütüphanelere geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku” diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi? Biat ve itaatin yolu sualsizdir.

Sadede gelelim.

Cehalet ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini  referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik) makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…


KADIN MESELESİ

Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı, cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun, trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı, İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

Kadın olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır. 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.


TÜNELİN SONU

Bir yerde okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...

Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir. 

Karanlıktan beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez. Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor. Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin.  Savaş çıkar (!)…

İnsanlara sadece vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu  kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.


28 Haziran 2015 Pazar

İNLEYEN NAĞMELER


Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler
Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler


Memlekette en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyen firmaların listesini ararken, Koryürek’in mısralarına rastladım. Tamamen tesadüf! Hem şaşırdım, hem zevklendim. Yapay bile olsa akıl aynı akıl! İstediği zaman kanatlanır, en bilinmeyeni keşfeder, istemeyince uçar, kendi istediği yere konar. Bu sefer de gitti, unutulmuş bir şiire kondu. "Ben de unutursam" diye korktum, bir kenara yazdım. 

Bu yaşta “akıl” dediğiniz böyle bir şey. Hafızayla zoru var. İkisini bir arada tutmaksa bir mucize! 

Yaş ilerledikçe mucizeler de değişiyor. Prostatla ilgili olanları kastetmiyorum. Bu mucizeler beyinle ilgili! Önceleri bir şiiri, sonra bir mısrayı, bir ismi veya simayı, sonra evin adresini ve sonra da kim olduğunuzu hatırlamak mucize sayılıyor.

Akılla hafızanın buluştukları ortak nokta ikisinin de zamanla "uçucu" olmaları! Akıl bir yana, tek başına hafıza kaybı bile olsa, yaşlılarda hastalık kabul edilen bu durum, politikada marifet sayılıyor. Öyle olmasaydı, vaktiyle “Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var” diye yakınan bir başbakan, hem de bir profesör başbakan, ülkede neden 193 Üniversite olduğunu veya bu üniversitelerde ne iş yapıldığını sorgulardı. Hafızayı geçelim, akıl olsaydı; Matematik, jeoloji ve bilgisayar bilimlerinde neden İran'ın bile arkasında kaldığımızı merak ederdi.

Stratejik Derinlik” sahibi birisi, hafıza kaybı olmasaydı, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayıp çuvallayan Osmanlının son demlerini de hatırlardı. Hatırlamış olsaydı “AB ülkeleri arasında en iyi durumda dördüncü ülkeyiz” diye övünmez, en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyenler arasında doğru dürüst bir teknoloji kuruluşu olmamasına veya “Sosyal Gelişmişlik” İndeksinde 64'üncü sıraya inmemize dertlenirdi. Hafızayı toparlayacak bir ilaç vardır herhalde. Yoksa da bir çalıya çaput bağlar, ya da iç çamaşırına muska takarız, geçer. Fakat hafıza yerinde de akıl yoksa, yani bu Osmanlılık hevesi kısır politik hesapların sonucuysa (bir ihtimal) onun çaresi yok!

Başbakan “2023 ve daha sonrasını planlıyoruz” diyor. Planlı bir tecavüz hazırlığı var. Osmanlı ağzıyla “taammüden” tecavüz! Aklım mı uçuşuyor, yoksa hafızam mı kaydı? Son planladıkları "Tam Demokrasi" ve bağımsız yargıydı. Bir de "İnsan Hakları" ve "sıfır sorun" meselesi vardı. Etraf kararıyor. Birisi içkime ilaç mı kattı? Nuri Alço? Bizi hangisi uyutuyor?  Mey İçki’yi hatırladım. Kurumlar vergisinde 31'inci sırada. İşte bu, keyif verici bir haber! Pikaba eski bir taş plak, bardağıma çizgiye kadar rakı koydum. Maksat Mey İçki kazansın!

Bakalım bu yaşadıklarımızdan hafızamda ne kalacak?


9 Mayıs 2015 Cumartesi

GENE NÜKLEER!




Bu nükleer konusunu yalnız bırakmaya gelmiyor. Balık hafızalı politikacılara ve bazı çok bilmişlere sık sık hatırlatmak gerekiyor. Fakat ne yazık ki onların bu tip yazıları okumaya vakitleri yok. Onlar hesap-kitap adamı! Düz yazı onları yorar...

Bu durumda oturup kendi kendime mırıldanmaktan başka yapabileceğim bir şey yok...
Nerede kalmıştım?

2013 Ekiminde nükleer santraller hakkında bir yazı yazıp, konuyu "Alo fetva" hattına havale etmiştim; 
"İlle de patlaması şart değil, varlığıyla bile çevre sorunlarına yol açacak santrallerden kötü kokular yükselmeye başladığında vebali kimin boynuna dolanacak? Kim cehennemlik olacak? İnatla bu santralleri yapma kararı verenlerden birisi mi? Yapanlardan birisi mi?"
Fetva hattı, siyaset ve İstanbul'un göbeğinde Kâbe inşa eden, kutlu doğum haftasını kutlu Kur'an pastası yiyerek kutlamaya kalkan akl-ı evveller ile uğraşırken benim yazımı görmemiş olmalı. Sonra malum, siyaset, seçimler filan... Ayar bekleyen bir sürü sorun; Kadın etine sos tarifleri, kızların evlenme yaşı, kadınların etek boyu, Alevilik inancını hakir görmenin 50 tonu, TEOG'da çocuklara sorulacak sınav soruları, Namaz eğitiminin örümcek adamla mı yoksa yarasa adamla mı yapılacağı vesaire vesaire...
Memlekette intihar etmesi gereken bir sürü insan varken, gitti gene bir Japon kendini öldürdü. Üçüncü Boğaz Köprüsü inşaatında çalışan sorumlu bir Japon mühendis intihar etti. Hangi saikle canına kıydı, tam olarak anlaşılmadı.

Artık "anlaşılmayan" şeyleri anlamaya çalışmıyorum. Onları kendi kaderlerine terk ettim.

Örneğin;
  • İhalenin neden Çernobil felaketinin sorumlusu şirkete verildiğini, tecrübelerinin neresinden faydalanılacağını pek anlamadım.
  • Rusların yapacağı işlerin kimin tarafından denetleneceğini anlamadım. Birisinin denetleyip denetleyemeyeceğini de anlamadım! "En güvenilir" olacak diyorlar. Fukuşima'yı ya da Çernobil'i yaparken "en güvenilmez" diye mi yaptılar? Anlamadım...
  • Aldığımız doğal gaz bizim değildi. Uranyum da değil! Sonuçta ülkenin tüm enerjisi Rusya'ya bağımlı olacak. Bu "yumurtaları aynı sepete koymak" olmuyor mu, anlamadım!
  • Rusların atıkları neden kendi ülkelerine almadığını anlıyorum. Fay hattını filan boş verelim, fakat atıkların neden Akkuyu'da saklanacağını anlamıyorum. 
  • Ruslar bu işten "yap, işlet, sahiplen" gibi örneği olmayan bir yöntemle "garanti" para kazanacaklarsa, kaza durumunda neden hasarın sadece binde birinden sorumlu oluyorlar? Hasar masraflarını neden Türkiye, yani ben ödüyorum?
  • Ülkede ikide bir elektrik kesiliyor. Kedilerden başka ciddi bir sebep bulunamıyor. Uranyumun soğutulmasını sağlayacak sistemde elektrik kesilirse hangi kedi hesap verecek? Tekir kediler mi? Sarman kediler mi?
  • Santralin hidrolik sistem ihalesini kazanan firmanın başkanı milletin ırzına geçeceğini açık açık söylemişti. Bu sapıklara muhtaç kalmamız bir kader mi? anlamıyorum.
  • 40 yıl sonra kapanma ve söküm süreci başlayacak. O zaman nükleer çöpler (kibarca) ne olacak? Bu işlerin bedelini kim ödeyecek? Radyoaktif atık içeren muzlarla büyümüş çocuklarımız mı?
  • Yoksa, Mersin'in Gülnar ilçesinde yapılan 23 Nisan törenlerinde "Enerjimiz de keyfimiz de yerinde" diye slogan attırılan çocuklarımız mı? 
  • Çocukları pis oyunlara alet etme fikri hangi tip, hangi tarz salakların aklına gelir? Hangi menfaatler insanları küçültür? Anlamıyorum...
  • Böyle parlak fikirlere kafa yoranlar, ellerine kalem kâğıt alıp ufak bir hesabı neden yapmazlar onu da anlamıyorum. 

Hesap-kitap adamı denen siyasi tiplerin elinde genellikle nalıncı keseri bulunur. Ortak vasıfları yeteneksiz muhteris olmalarıdır. Onun için biz oturup hesabı kendimiz yapalım; Veriler sade ve açık, hesap da o nispette kolay; Türkiye'nin elektrik kullanımında kayıp-kaçak oranı %15! Bu kayıp %3 azaltılsa Akkuyu'ya gerek kalmayacak!

Bu memlekette hesapları kim yapıyor? Onu da anlamadım!



2 Mayıs 2015 Cumartesi

KİM BİLİR?



Hacettepe Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar" gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı, güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla belirleniyor.  

Özet olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.

Benim yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli; "Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın yalancısıyım!

Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş.  Bir nevi “Emret Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan” joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım, Boşbakanım gibi…

Bu satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane edilerek kapatılırken,  bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor.  Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;

  • Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?

  • Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı? 


  • Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde "Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı? "Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan mı? 

  • Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor? 

  • Araba ön panosunun, koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin” demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız! Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana ulaşmaz mı?

  • Spor ve makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?

Belki (umut ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır. Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?