Zor günler geçiriyoruz.
Hikayelerde ilk cümlenin vurucu (veya çarpıcı) olması gerekiyormuş. "Hayatım Roman" gibi bir cümle... Çarpsın ki gerisi de okunsun. Orijinal? Orijinal de olması lazım. Hem orijinal hem çarpıcı? İkisi birden daha da zor. Bu günler hakkında yazan herkes zaten "zor" veya aynı anlama gelen bir kelimeyle başlıyor anlatmaya. Çünkü zor günler geçiriyoruz. İnsanların işlerini ve gelirlerini kaybettiği, maske ve eldiven borsasının alabildiğine yükseldiği, kolonya kokusunun geri döndüğü...
Zencefil veya zerdeçaldan medet ummamak gerektiği, virüsün hapşırıkla daha çok yol aldığı, ilaç yoksa tonik içileceği, tuzlu suyla gargaranın pek de yararlı olmadığı, limonlu suyun daha iyi, bağışıklığın önemli olduğu herkesin dilinde. En önemlisinin de maske takmak, el yıkamak ve bir de "Sosyal mesafe" olduğu...
Temizlik denen olayın sadece el ıslatmaktan ibaret olmadığı, sabunla yıkamak olduğu, kişisel temizlik kadar çevre temizliğine de önem verilmesi gerektiği, sosyal mesafenin de (en doğru ifadeyle) fiziksel olarak diğer insanlarla araya mesafe koymak olduğu anlatılsaydı daha iyi olurdu ama buna da şükür deyip konuya dönelim...
Valiler bile ortalıkta dolaşıp resmi kurumların önlerinde toplaşmış insanlara "Sosyal Mesafe" diye bağırıyorlar, milletin hangi sıkıntılı bekleyişler için kendilerinden vazgeçtiklerini düşünmeden veya bu insanları orada toplayan sorunları çözmeyi düşünmeden... Arkalarında sosyal denen şeyle kafası karışmış insanlar bırakarak geçip gidiyorlar...
"Bilimsel Kurul" toplanıp dip dibe oturmuş, varsın otursunlar, kendileri bilir. Biz oturmayalım. Baştan beri ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Evim ve ailemin korunması için neler yapmak gerektiğini... Hekim arkadaşlara, hasta olursak hangi hastaneye gitmemizin daha iyi olacağını soruyorum. Şimdiden bir strateji oluşturmak lazım. Bu bir savaş çünkü! Savaşlar başka türlü kazanılmaz.
Öbür savaşlar uzun zamandır unutuldu. Keşke bittikleri için unutulmuş olsaydı! Her seferinde son olmasını gönülden dilediğim, lakin hiç bitmeyen savaşların sonuncusunda, bu yeni savaşın neferleri sağlıkçılar! Ayırt etmeden, birini diğerinin önüne koymadan, hekiminden hasta bakıcısına hastanelerde ölümüne (gerçekten ölümüne) çalışan tüm sağlık çalışanları...
Çanakkale Savaşının yıl dönümünde, televizyonlarda ve internette, bir marş eşliğinde sıklıkla tekrarlanan coşkulu sözleri anımsadım. Tek koluyla savaşan Mehmet Çavuş, erkek kılığına girerek savaşan Halime Çavuş, çoğu şehit olan 57. Alay ve unutulmaz Seyit Onbaşı...
Ne ilgisi var, bilmem; hastanelerde gece gündüz büyük bir özveriyle çalışan, halk sağlığına göğüslerini siper eden hekimler, hemşireler ve diğer sağlık emekçileri aklıma düştü.
Hastaneye yatmak zorunda kalırsam ilk selamı verecek güvenlikçiler, sedyemi itecek emekçiler, yatağımı yapacak hasta bakıcılar, ilaçlarımı hazırlayacak eczacılar, hiç kimsenin görmediği tıbbi teknisyenler, idrar, kan, gaita demeden hastalıkların gizlerine gömülmüş laborantlar, mikrobiyologlar, biyokimyacılar, ömürleri telaş içinde geçen ameliyathane personeli, bugünlerde ekstra işler başaran perfüzyonistler, her hastaya şefkatle, gözleri gibi bakan hemşir ve hemşireler, hasta yakınlarını sabırla göğüsleyen danışmanlar, yerleri köşe bucak temizleyen Halime kadın, Çorumlu Mehmet veya Keşanlı Selim, bu lanet virüs ve sırasını bekleyen bir sürü lanet mikrobu ve belayı ilk göğüsleyen sağlık emekçileri ve yazmayı istemeyerek unuttuğum diğer hastane çalışanları...
Hepsi en az hekimler kadar alkışı hak eden, hastalansalar, hatta ölseler bile istatistik rakamlarına karışıp gidecek, hiçbir yere isimleri verilmeyecek, iş ve hayat arkadaşları dışında isimleri anılmayacak emekçiler...
Birden, öyle aniden aklıma düştüler...
Aklımın bir köşesinde onlar için bestelediğim bir marşla beraber....
Memleket hava durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Memleket hava durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Nisan 2020 Cumartesi
20 Ekim 2018 Cumartesi
KINAMA
Dr. Edip Kürklü, anımsadığım ilk kurban! Uzmanlık eğitimimin ilk dönemini geçirdiğim İstanbul Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde, bu değerli kalp cerrahının sevgili eşi Dr. Sema Kürklü ile tanışma mutluluğuna erişmiştim. "Hunhar" diye bir tanım varsa o cinayetin adıdır.
Camia olarak bu üzüntüyü paylaşırken "Son olsun" demek aklımıza gelmemişti, çünkü daha önce değil öldürmek, doktorlara en ufak bir saygısızlık yapmak bile kimsenin aklından geçmezdi.
Fakat son olmadı...
Hunhar cinayetler devam etti ve giderek sıklaştı.
Dr. Göksel Kalaycı
Dr. Cengiz Çetin
Dr. Ali Menekşe
Dr. Tolga Erdem
Dr. Ersin Aslan
Dr. Mustafa Bilgiç
Dr. Kamil Furtun
Dr. Fikret Hacıosman aklıma gelen, veya aklımdan çıkmayan diğerleri... Kendilerini saygıyla anıyorum.
Öldürülenler dışında son 6 yılda kayıtlara geçmiş 68000 şiddet olgusu bildiriliyor. Kayıtlara geçmeyenler en az 3 mislidir, şiddetten sayılmayan taciz olayları hariç... Yanlış asansöre bindikleri için kendilerini uyaran bir doktoru döverek bacağını kıran vahşilerin varlığını biliyorum.
Ve de intiharlar...
Dr. Melike Erdem 2012 yılında çalıştığı hastanenin çatısından atlayarak intihar etti. Son mesajı "dayanamıyorum..." olmuştu. Başhekimlikten gönderilen savunma istemini kasılmış parmakların arasından zor aldılar. Aslında bu bir intihar değil cinayetti ve asıl suçluyu kör balıkçı bile görmüştü.
SABİM terör hattı cinayetle ilgisini reddetti. Sağlık hizmetinin değerinin kağıt üzerindeki rakamlarla gösterilemeyeceğini kimse fark etmedi. Sağlıkçılar modern kölelerdi ve efendi ne derse o olacaktı. Son üç yılda hekim, hemşire ve diğer personel dahil 341 sağlık emekçisinin intihar etmiş olması kapitalist düzen içinde münferit olaylardı.
Ve de intiharlar...
Dr. Melike Erdem 2012 yılında çalıştığı hastanenin çatısından atlayarak intihar etti. Son mesajı "dayanamıyorum..." olmuştu. Başhekimlikten gönderilen savunma istemini kasılmış parmakların arasından zor aldılar. Aslında bu bir intihar değil cinayetti ve asıl suçluyu kör balıkçı bile görmüştü.
SABİM terör hattı cinayetle ilgisini reddetti. Sağlık hizmetinin değerinin kağıt üzerindeki rakamlarla gösterilemeyeceğini kimse fark etmedi. Sağlıkçılar modern kölelerdi ve efendi ne derse o olacaktı. Son üç yılda hekim, hemşire ve diğer personel dahil 341 sağlık emekçisinin intihar etmiş olması kapitalist düzen içinde münferit olaylardı.
Yazıklar olsun!
Olayların bir de başka yüzü var. Başka diyorum, çünkü bir sıfatla pekiştirmek, bu insanlara karşı öfke yaratmak gibi bir niyetim yok. Bence asıl vahim olan, çevremizde bu şiddet olaylarını haklı bulan, doktorlara da ağızlarının payını vermek gerekliliği düşünen ve bunu açık açık ifade eden insanlar bulunması ve bu kişilerin pek de azımsanmayacak sayıda olması...
İnsanları bu kadar pervasız yapansa sosyal medyanın ta kendisi!
Yüz yüze söylenemeyecek sözlere, edilmeyecek küfürlere aracı olan sosyal medya!
Ve bu sosyal medya ortamında; kendi sanal aleminde yaşayan, kim bilir hangi hayal kırıklığını veya kompleksini tatmin etmeye çalışan, sahte isim ve kimliklerden cesaret alarak içindeki kötülükleri kusan insanlar...
Çok uzun bir tahsil hayatından sonra mesleğe atılmış, mecburi hizmet vs derken (lafta değil gerçekte) gecesini gündüzüne katmış, halkına sağlık hizmeti vermeye çalışan, bir yandan da devamlı okumak ve kendini geliştirmek zorunda olan, bu uğurda gerektiği zaman ailesini ve çocuğunu bile ikinci planda bırakan hekimlere, kim bilir hangi dürtülerle saldırmaktan keyif alan zavallı insanlar...
Meslektaşımızın maruz kaldığı vahşet üzerine sosyal medyada yapılan şaşırtıcı yorumlar, sağlıkçılara uygulanan şiddeti destekleyen paylaşımlar içinde bulunduğumuz ortamın korkunçluğunu yansıtıyor. Sağlıkçılar; hekiminden hemşiresine, teknisyeninden hasta bakıcısına tehlike içindeler. Muhatap oldukları insanların hangisinin zihninden neler geçtiği belli değil. Fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Bu insanlara cahil diyemiyorum çünkü her eğitim (!) seviyesinden varlar. Ortak yanları ilkel dürtülerle hareket etmeleri ve şiddeti yaşam tarzı haline getirmeleri. Örnekleri hastane koridorlarında olduğu gibi trafikte, sokakta veya evlerde, aile içinde, her yerde kolaylıkla görülebilir. Konunun objesi insan veya hayvan olmuş, o da fark etmiyor. Ayrıca bu saygısız ve sevgisiz insanların sayısı giderek artıyor, şiddet günlük yaşamın bir parçası haline geliyor...
SON SÖZ
Bu kötü tablonun ressamı bizzat siyasi erktir. Bir yandan eğitimi çorbaya çevirerek toplumun kültürel damarlarını tıkayan, diğer yandan hekimleri aç gözlülükle itham ederek değersizleştiren, performans yalanıyla hekimliği mekanikleştiren ve hak aramanın sınırlarını aşan şikâyet imkânlarıyla sağlıkçıları halkın önüne atan, şiddeti önlemek için hiçbir şey yapmayan, göstermelik kanunlar dışında işe yarar hiç bir eylemde bulunmayan siyasi iktidar unsurlarıdır. Bozdukları tabloyu düzeltmek de onların görevidir…
Etiketler:
doktor cinayetleri,
hekimler,
insan,
Memleket hava durumu
1 Eylül 2016 Perşembe
KOLAJ
Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.
İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
Yaşar Kemal (1923-2015)
Laiklik, temel özgürlükler, insan hakları ve ahlaktan bahsederken iki (üç, beş veya on beş) ateş arasında kaldık. Bir gecede paralel evrene kaydık. Bu evrende zaman zaman üstüne binip ortasından çat diye kırılıyor. Kavramlar birbirine çarpıp dağılıyor. Akıllara zarar işler oluyor. Örneğin darbe girişimi Allahın lütfu oluyor. Bilumum cemaat ve tarikat demokrasi nöbetine çıkıyor. Sabah erken kalkan devleti işgal ediyor. Milli uçak, milli ilaç, birlik beraberlik, milli mutabakatla taçlanıyor. Cüppeli Ahmet, Genel Kurmay Başkanının elini sıkıyor. Demokrasi toplantısında ilkeler değil korkular konuşuluyor. CHP şaşkınları oynuyor. MHP ellerini ovuşturuyor. AKP kıs kıs gülüyor. HDP oyuna alınmıyor. Ağlayarak İmralı’ya dönüyor. Kandilde kargalar gülüyor
Demokrasi doruklarında Avrupa’nın en büyük adalet sarayı gazeteci ve yazarlarla doluyor. Okullar, Üniversiteler kapatılıyor. Düşünceler tutuklanıyor. Hak ve özgürlükler masal oluyor. At izi it izine karışıyor. Devlet tiyatroları, TDK, TÜBITAK, ne varsa satılıyor. Sermaye el değiştiriyor. “Düğün-Dernek” filmi izlenme rekorları kırıyor. Gaziantep’te bir düğünde gelin arabası IŞID (İD veya ILİD veya DAİŞ veya DAEŞ) bayraklarıyla süsleniyor. Başka bir düğünde 51 kişi ölüyor. Antep’te, Adıyaman’da bomba yelekleri dikiliyor. Birisi “Alnı secdeye varan Müslüman’dan zarar gelmez” diyor. Birileri ekiyor, diğeri biçiyor...
İstikrar adası meçhule gömülüyor. “Sıfır sorun” matematikçisini bekliyor. Dünya barış gününü kutluyor. Ortadoğunun ortasında kara bir delik büyüyor. Kara delik yaşamları yutuyor. Akdeniz yeni kurbanlar bekliyor. Sahile dalgalar ve ölü çocuklar çarpıyor. Üsküdar’a dev dönme dolap yapılıyor. Güneydoğu yerle bir ediliyor. Çocuklar (geri kalanlar) kinle büyüyor. Avrupa Asya’ya bir daha bağlanıyor. Diyanet kurban kanının alna sürülmesinin caiz olmadığını açıklıyor. Şuur bulanıklığı çeçe sineğine, geçmiş ve gelecek bütün şerler FETÖ’ye bağlanıyor. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. Buna bazıları inanıyor.
Hayvan Hakları Derneği kurban keserek açılıyor. Uyuşturucu ile mücadele derneği başkanı 7kg uyuşturucu ile yakalanıyor. Genel Kurmay Personel Daire Başkanı’nın zulasından 18 apartman çıkıyor. Kötü kokular yükseliyor. Birileri kilise yakıp İsrail’i protesto ediyor. Diğeri bir Budist kovalayıp Müslümanları Hıristiyan yaptırmayacağız diyor. Muhbir yurttaş komşusunu gammazlıyor. Ölmek yaşamaktan değerli oluyor. Birileri bizi kandırıyor. İnsanlar kim vurduya gidiyor. Yenikapı ruhu kapıya üç defa vuruyor. Rize’nin fethi kutlanıyor. Birisinin ağzına “Che” hiç yakışmıyor. Az gelişmişlik ve cahillik bölünmez bir bütün oluyor...
Vesaire vesaire...
Not: Bu kolajda geçen cümleler gazete ve dergilerden kopyalanmıştır. Kişisel katkım pek azdır ve cümleleri bağlamaktan ibarettir. Bu kadar çarpıklığın içinde Atatürk adının hiç geçmemesi, AKP binasına resmini asmaktan daha doğaldır. O umutsuzluktan umut üretendir…
18 Temmuz 2016 Pazartesi
RAP RAP RAP
Gazete başlıklarına bakıyorum: Demokrasi Kazandı... Milli İrade Destanı... Demokrasinin Zaferi... 15 Temmuz Destanı... Demokrasi Destanı... Nasıl bir destanmış pek anlamadım. Cahillik işte. Yaşım icabı örfi idareden ihtilale, ihtilalden muhtıraya, sivilinden askerisine kadar her tür darbeye şahit olduğum halde ortalıkta bir zafer veya destan göremiyorum. Olsa olsa "facetime"ın "whatsapp" zaferi denebilir o kadar. Milli iradeyi de fotoğraflarda gördüm: Bir takım meczuplar zavallı bir eri derdest etmiş, kanlar içinde sürüklüyorlardı. Demokrasiyi savunuyorlarmış! Diyorlar ki demokrasiyi kurtaracak bir onlar kalmış...
"Türkiye Darbe Aldı" daha akıllıca bir başlık. Yüzde her ne kadarsak, hissettiğim bu oldu. Ne darbecileri ne de bizi kurtaranları kendimden saydım. Yüzde bilmem ne küsurumdan mutluyum. Demokrasi kurtuldu diyorlar. Demek ki benim gibi düşünen üç küsur insanın da hakkı korunacak, inanç ve düşüncelerine saygı duyulacak. Yaşam tarzım sorun edilmeyecek. Etnik farklılıklar kucaklanacak. Kadınlarımız özgür, üniversiteler özerk olacak. Polisi görünce kendimi güvende hissedecek, adalet önünde herkesle eşit olduğumu bileceğim. Ne mutlu bana!
Demokrasi kurtulmuş! Demokrasiyi televizyonda gördüğüm gözü dönmüş insanlar kurtarmışlar. Demek ki onlara emanetim.
Gözlerimi her kapatışımda kabus görüyorum. Bir bomba sesiyle fırlıyorum. Gerçek mi hayal mi anlamıyorum. Bir uçak alçaktan uçuyor, tam evimin üstünde ses duvarını aşıyor. Sağda solda silahlar patlıyor. Haberler onlarca ölü sayıyor. Camiler demokrasiyi kurtarma günü diyor. Önümden tekbirlerle insanlar geçiyor. Ben artık onlara emanetim.
Rap rap rap
Demokrasiyi kurtaranlar geçiyor
Rap rap rap
kendine demokratlar
Rap rap rap
nur topu gibi faşistler
Rap rap rap
Bindirilmiş kıtalar
Rap rap rap...
Kahverengi gömlekliler
Rap rap rap...
9 Temmuz 2016 Cumartesi
EĞİTİM ve TÜBİTAK
Nedenler değişmeden sonuçların
değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein
Craig Vente “Sayısal evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.
Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki
çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz
başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük.
Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme
salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü
korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef
almıştık. Sonraki hedef “dininin ve
kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal
ifadesiydi.
2008 yılında
Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı,
bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin
aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler
taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır
vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe
ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak
başlı başına bir sorundu.
Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler.
Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi:
Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı
yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu
genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı.
Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan
filan…
Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir
de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz
her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci,
rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu.
Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar
anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir
yük kalktı, rahatladık.
Craig
Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam
Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında
kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve
çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama
önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene
DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin
hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu
gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur
duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet
akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama
Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın
önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp
konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa
eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri
döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.
Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız
olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle
değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında
düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında
birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri
teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve
karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha
hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.
Şeker
hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı
Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük
bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya
Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına
geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış: ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin
Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler
arasında yer almış.
Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın
TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden
kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu
etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka
taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo
evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG
önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin
lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada
anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu
özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!
TÜBİTAK’ı Allaha
havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için
gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar
yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm
noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins
1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili
Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı
kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen
lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa
bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden
oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını
planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize
girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül
yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler
yaptığımızı hatırlıyorum.
Türkiye
değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul
haline getirildi. Duydum ki “Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47.
Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek
bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus
Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması
amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var?
Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka
kurulmuştur mutlaka. Bence de…
Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve
teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü
aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?
Görüldüğü
gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki
eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat
kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama
gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir
sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında
artışlar var. 2008 yılında 167 olan
üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak
yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden
mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben
eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara
bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere
bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.
Benim
asıl derdim eğitimin içeriği…
Hiçbir dağın
yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç
yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle
yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok
önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir
proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma
becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65
ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık
ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve
altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı
oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı
grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.
Ülkemizin bazı güzide
okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş
veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını
düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte
geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle
matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar
şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat
içleri çürümüş...
Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda.
Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar.
Halbuki eğitim
ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere,
güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için
olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.
Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime
ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine
göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar.
Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız...
Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk
milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire…
Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En
çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek
en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için
kullanılan bir araçtır.
Üniversitelerde yapılan bilimsel
çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu.
İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat
çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı
yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir
alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki
yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama
atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer
bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam
bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale
sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor.
Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor.
Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki
içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.
2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu
öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan
fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda
İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal
Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine
yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika
Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha
önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor.
Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı
olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı
tasarımcılar ise burada çuvallıyor.
Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları
bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar
ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş
eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz
yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden
zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı
eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının
sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize
başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini
bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...
6 Aralık 2015 Pazar
KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ
“Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim
kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”
28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.
…Diye
başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş
yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere
umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı
günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce
yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un
tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının
krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar.
Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu
Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun
büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion
da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya
bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz
edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.
DİL
MESELESİ
Fransızlar
topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite
çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı
ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir
şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde
izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…
Bu
meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve
geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz.
Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz?
Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara
gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!
Dilimizden
hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı
Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine
çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri.
Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını
kendimize uydurmuşuz; Ey Türk,
titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan
taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye
başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof.
Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl
1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken
kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma.
Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?
Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava
atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum
nasıl?
İLİM
– BİLİM DURUMLARI
Memlekette
ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf
kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi,
saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki
deyişle tam bir Hezarfen! Adam
dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış
Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil
göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi
merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane
sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.
Fakat
bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş.
Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin
meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın
Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca
Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali
Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi
bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil.
Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş;
Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli
bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!
Diğer
bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla
Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre
4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e
sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek
havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir,
böyle kimselerin bekaası caiz değildir"
Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur.
İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı
fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar
savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim
insanları! Ortak kaderler paylaşılıyor.
Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes
tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi.
On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da
uzun tuttum. Gök bilimci ve filozof
Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra
dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş
olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda
hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve
dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace”
ödülü her yıl "kendilerini
yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.
Yukarıdaki
“son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü
zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini
yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular. İkisinin bir arada yaşamasının veya
yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki
kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!
DİN
VE BİLİM
Bunlar
münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki
veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek
bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir
yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir
güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için
kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar. Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha
güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir
çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil,
farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.
Sonuçta
tanrı-krallar son dönemece girdi, Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde
gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda
sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu;
Sekülarizm.

İslamın
içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına
girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma
konusuna da itiraz edenler olabilir. O
da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme
demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi
bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim.
Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz
tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç
felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar.
Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların
zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.
Tek
bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç
dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve
sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz
biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır.
İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu
için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve
her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne
kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.
Peki
tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu
aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset
tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da
değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların
ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle,
dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu
yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı
olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…
O tek
insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin
de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan
halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini
istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini
verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman
süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık
telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler
getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."
Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!
Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!
DEMOKRASİNİN
ZAYIF KARNI
Bundan
sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için
büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm
müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını
öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele
verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı
aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin
kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların
çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit,
ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele
geçecek, sonra iktidar!
Umduklarından
kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle
çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler
inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini
aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan
olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün
yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma
yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür,
üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün
icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.
CEHALET
VE KALABALIK
Eğitim
istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken
tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz
kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza
kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım
(tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı 35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek
değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını
söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha
az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış.
Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran
kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın
bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o
yazmışsa doğru yazmıştır.
Kütüphanelere
geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi
gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda
bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın
bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi
normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku”
diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl
anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken”
şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru,
Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu
doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi?
Biat ve itaatin
yolu sualsizdir.
Sadede gelelim.
Cehalet
ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran
döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik)
makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür
yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…
KADIN
MESELESİ
Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince
kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı,
cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı
küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun,
trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe
estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü
ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce
tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı,
İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve
dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve
asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. “Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.
TÜNELİN SONU
Bir yerde
okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden
anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir
şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için
koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız
nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...
Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir.
Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir.
Karanlıktan
beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için
yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine
izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş
geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast
etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını
yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi
bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha
duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar
hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez.
Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak
için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm
silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı
tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor.
Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin. Savaş çıkar (!)…
İnsanlara sadece
vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden
diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı
görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu
kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini
yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.
28 Haziran 2015 Pazar
İNLEYEN NAĞMELER
Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler
Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler
Bu yaşta “akıl” dediğiniz böyle bir şey. Hafızayla zoru var. İkisini bir arada tutmaksa bir mucize!
Yaş ilerledikçe mucizeler de değişiyor. Prostatla ilgili olanları kastetmiyorum. Bu mucizeler beyinle ilgili! Önceleri bir şiiri, sonra bir mısrayı, bir ismi veya simayı, sonra evin adresini ve sonra da kim olduğunuzu hatırlamak mucize sayılıyor.
Akılla hafızanın buluştukları ortak nokta ikisinin de zamanla "uçucu" olmaları! Akıl bir yana, tek başına hafıza kaybı bile olsa, yaşlılarda hastalık kabul edilen bu durum, politikada marifet sayılıyor. Öyle
olmasaydı, vaktiyle “Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan
profesör var” diye yakınan bir başbakan, hem de bir profesör başbakan, ülkede
neden 193 Üniversite olduğunu veya bu üniversitelerde ne iş yapıldığını
sorgulardı. Hafızayı geçelim, akıl olsaydı; Matematik, jeoloji ve bilgisayar
bilimlerinde neden İran'ın bile arkasında kaldığımızı merak ederdi.
“Stratejik Derinlik” sahibi birisi, hafıza kaybı olmasaydı, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayıp çuvallayan Osmanlının son demlerini de
hatırlardı. Hatırlamış olsaydı “AB ülkeleri arasında en iyi durumda dördüncü
ülkeyiz” diye övünmez, en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyenler arasında doğru
dürüst bir teknoloji kuruluşu olmamasına veya “Sosyal Gelişmişlik” İndeksinde 64'üncü
sıraya inmemize dertlenirdi. Hafızayı toparlayacak bir ilaç vardır herhalde.
Yoksa da bir çalıya çaput bağlar, ya da iç çamaşırına muska takarız, geçer. Fakat
hafıza yerinde de akıl yoksa, yani bu Osmanlılık hevesi kısır politik hesapların
sonucuysa (bir ihtimal) onun çaresi yok!
Başbakan “2023 ve daha sonrasını planlıyoruz” diyor. Planlı
bir tecavüz hazırlığı var. Osmanlı ağzıyla “taammüden” tecavüz! Aklım mı uçuşuyor, yoksa hafızam mı kaydı? Son planladıkları "Tam Demokrasi" ve bağımsız yargıydı. Bir de "İnsan Hakları" ve "sıfır sorun" meselesi vardı. Etraf
kararıyor. Birisi içkime ilaç mı kattı? Nuri Alço? Bizi hangisi uyutuyor? Mey İçki’yi hatırladım. Kurumlar vergisinde 31'inci
sırada. İşte bu, keyif verici bir haber! Pikaba eski bir taş plak, bardağıma
çizgiye kadar rakı koydum. Maksat Mey İçki kazansın!
Bakalım bu yaşadıklarımızdan hafızamda ne kalacak?
9 Mayıs 2015 Cumartesi
GENE NÜKLEER!
Bu nükleer konusunu yalnız bırakmaya gelmiyor. Balık hafızalı politikacılara ve bazı çok bilmişlere sık sık hatırlatmak gerekiyor. Fakat ne yazık ki onların bu tip yazıları okumaya vakitleri yok. Onlar hesap-kitap adamı! Düz yazı onları yorar...
Bu durumda oturup kendi kendime mırıldanmaktan başka yapabileceğim bir şey yok...
Nerede kalmıştım?
2013 Ekiminde nükleer santraller hakkında bir yazı yazıp, konuyu "Alo fetva" hattına havale etmiştim;
2013 Ekiminde nükleer santraller hakkında bir yazı yazıp, konuyu "Alo fetva" hattına havale etmiştim;
"İlle de patlaması şart değil, varlığıyla bile çevre sorunlarına yol açacak santrallerden kötü kokular yükselmeye başladığında vebali kimin boynuna dolanacak? Kim cehennemlik olacak? İnatla bu santralleri yapma kararı verenlerden birisi mi? Yapanlardan birisi mi?"
Fetva hattı, siyaset ve İstanbul'un göbeğinde Kâbe inşa eden, kutlu doğum haftasını kutlu Kur'an pastası yiyerek kutlamaya kalkan akl-ı evveller ile uğraşırken benim yazımı görmemiş olmalı. Sonra malum, siyaset, seçimler filan... Ayar bekleyen bir sürü sorun; Kadın etine sos tarifleri, kızların evlenme yaşı, kadınların etek boyu, Alevilik inancını hakir görmenin 50 tonu, TEOG'da çocuklara sorulacak sınav soruları, Namaz eğitiminin örümcek adamla mı yoksa yarasa adamla mı yapılacağı vesaire vesaire...
Memlekette intihar etmesi gereken bir sürü insan varken, gitti gene bir Japon kendini öldürdü. Üçüncü Boğaz Köprüsü inşaatında çalışan sorumlu bir Japon mühendis intihar etti. Hangi saikle canına kıydı, tam olarak anlaşılmadı.
Artık "anlaşılmayan" şeyleri anlamaya çalışmıyorum. Onları kendi kaderlerine terk ettim.
Örneğin;
Hesap-kitap adamı denen siyasi tiplerin elinde genellikle nalıncı keseri bulunur. Ortak vasıfları yeteneksiz muhteris olmalarıdır. Onun için biz oturup hesabı kendimiz yapalım; Veriler sade ve açık, hesap da o nispette kolay; Türkiye'nin elektrik kullanımında kayıp-kaçak oranı %15! Bu kayıp %3 azaltılsa Akkuyu'ya gerek kalmayacak!
Bu memlekette hesapları kim yapıyor? Onu da anlamadım!
Artık "anlaşılmayan" şeyleri anlamaya çalışmıyorum. Onları kendi kaderlerine terk ettim.
Örneğin;
- İhalenin neden Çernobil felaketinin sorumlusu şirkete verildiğini, tecrübelerinin neresinden faydalanılacağını pek anlamadım.
- Rusların yapacağı işlerin kimin tarafından denetleneceğini anlamadım. Birisinin denetleyip denetleyemeyeceğini de anlamadım! "En güvenilir" olacak diyorlar. Fukuşima'yı ya da Çernobil'i yaparken "en güvenilmez" diye mi yaptılar? Anlamadım...
- Aldığımız doğal gaz bizim değildi. Uranyum da değil! Sonuçta ülkenin tüm enerjisi Rusya'ya bağımlı olacak. Bu "yumurtaları aynı sepete koymak" olmuyor mu, anlamadım!
- Rusların atıkları neden kendi ülkelerine almadığını anlıyorum. Fay hattını filan boş verelim, fakat atıkların neden Akkuyu'da saklanacağını anlamıyorum.
- Ruslar bu işten "yap, işlet, sahiplen" gibi örneği olmayan bir yöntemle "garanti" para kazanacaklarsa, kaza durumunda neden hasarın sadece binde birinden sorumlu oluyorlar? Hasar masraflarını neden Türkiye, yani ben ödüyorum?
- Ülkede ikide bir elektrik kesiliyor. Kedilerden başka ciddi bir sebep bulunamıyor. Uranyumun soğutulmasını sağlayacak sistemde elektrik kesilirse hangi kedi hesap verecek? Tekir kediler mi? Sarman kediler mi?
- Santralin hidrolik sistem ihalesini kazanan firmanın başkanı milletin ırzına geçeceğini açık açık söylemişti. Bu sapıklara muhtaç kalmamız bir kader mi? anlamıyorum.
- 40 yıl sonra kapanma ve söküm süreci başlayacak. O zaman nükleer çöpler (kibarca) ne olacak? Bu işlerin bedelini kim ödeyecek? Radyoaktif atık içeren muzlarla büyümüş çocuklarımız mı?
- Yoksa, Mersin'in Gülnar ilçesinde yapılan 23 Nisan törenlerinde "Enerjimiz de keyfimiz de yerinde" diye slogan attırılan çocuklarımız mı?
- Çocukları pis oyunlara alet etme fikri hangi tip, hangi tarz salakların aklına gelir? Hangi menfaatler insanları küçültür? Anlamıyorum...
- Böyle parlak fikirlere kafa yoranlar, ellerine kalem kâğıt alıp ufak bir hesabı neden yapmazlar onu da anlamıyorum.
Hesap-kitap adamı denen siyasi tiplerin elinde genellikle nalıncı keseri bulunur. Ortak vasıfları yeteneksiz muhteris olmalarıdır. Onun için biz oturup hesabı kendimiz yapalım; Veriler sade ve açık, hesap da o nispette kolay; Türkiye'nin elektrik kullanımında kayıp-kaçak oranı %15! Bu kayıp %3 azaltılsa Akkuyu'ya gerek kalmayacak!
Bu memlekette hesapları kim yapıyor? Onu da anlamadım!
Etiketler:
enerji,
Memleket hava durumu,
Nükleer enerji,
silah
Yer:
Mersin, Türkiye
2 Mayıs 2015 Cumartesi
KİM BİLİR?
Hacettepe
Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent
ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu
olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar"
gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı,
güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz
yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç
daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün
buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye
kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla
belirleniyor.
Özet
olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme
olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin
geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu
biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların
yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın
farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.
Benim
yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan
eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli;
"Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası
dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri
yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben
anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan
birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli
söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın
yalancısıyım!
Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden
sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli
araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş. Bir nevi “Emret
Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan”
joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım,
Boşbakanım gibi…
Bu
satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim
de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat
bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları
frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim
bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane
edilerek kapatılırken, bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla
kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor. Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu
soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;
- Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?
- Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı?
- Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En
yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde
"Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne
demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı?
"Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan
mı?
- Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor?
- Araba ön panosunun,
koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen
ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir
kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul
seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine
göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe
Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin”
demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik
madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız!
Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana
ulaşmaz mı?
- Spor ve
makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi
tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli
görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın
yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?
Belki (umut
ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve
diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır.
Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim
insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?
Etiketler:
eğitim,
Hacettepe,
Memleket hava durumu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)