Kuzey Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuzey Amerika etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2015 Pazartesi

NEW YORK, FIRTINANIN GÖZÜ


Bu, iki yıl aradan sonra New York’a ikinci gidişimiz. Geçen sefer kiraz çiçeklerinin açtığı erken bahar aylarında gitmiştik ve şimdi kesinlikle anlıyorum ki daha iyi bir seçimdi. Daha iyi olması sadece kiraz ağaçlarının çarpıcı güzelliğinden değildi. En önemlisi diğer ağaçların henüz yeşillenmemiş olmasıydı. Çıplak veya yeni tomurcuklanmaya başlayan ağaçlar görkemli binaları, gökdelenleri örtmüyor, aksine sivri ve köşeli yapıları yumuşatıyordu. Bunu döndükten sonra baktığım fotoğraflarda daha iyi anladım. Bu sefer, henüz mayıs ayında olmamıza rağmen tüm ağaçlar yeşillenmiş ve binaların gövdeleri görünmez olmuştu. Betonla aramızda adeta yeşil bir kuşak vardı. Bu da bir bakıma iyi bir şey sayılabilir.

Yeni durumun, yani binalarla aramızdaki yeşil kuşağın diğer bir faydası da boynumuzun rahatlaması, gözlerimizin çatılardan uzaklaşıp, irtifa kaybederek aşağılara yönelmesi oldu. Örneğin metronun hemen caddenin altından seyrettiğini, çoğu durakta trene binmek için 15-16 basamak inmenin yettiğini, engelliler için engellerin burada da devam ettiğini yeni fark ettim. Bakış açımızın makulleşmesi şehirle daha “seviyeli” bir ilişki kurmamızı sağladı. 

Bunu hissettiğim ilk anda “Empire State” binasının tepesine çıkmaktan vazgeçtim. Varsın King Kong çıkmış olsun…

Şehre farklı açıdan bakmamızın diğer bir nedeni otelde değil, bir New Yorker gibi kendi evimizde kalmamızdı. Bir haftalık da olsa kendi evimiz sayılır. Ev sahibemizin yazdığı şekliyle “Bright and Cheery Chelsea Studio” bizi otel havasından uzaklaştırdı. Ev sahibemiz Jennifer evi hakkında bilgi verirken iki noktayı özellikle vurguladı; Chelsea “gay” vatandaşların oldukça yoğun yaşadığı bir bölge. Onun için olaysız, sakin ve “yumuşak” bir mahalle. Ayrıca hemen yanında polis karakolu var! 

Asansör olmaması problem olur mu? Tabii ki olmaz. Ne olacak, sadece 4 kat! Çiçeklerime bakar mısınız? Tabii bakarız… Artık bizim de çiçeklerimiz…

NEWYORK’ta ADA TURU

Ya da küçük tur 25, büyük tur 50…


Her NewYork’lu hayatında en az bir kere Ellis adasına veya Özgürlük Adasına geçmiş midir? Bilmiyorum. Bildiğim, halen Topkapı Sarayını gezmeyen veya Kız Kulesine gitmeyen İstanbulluların olduğu. Hatta henüz deniz görmemiş İstanbullular bile olabilir. Onlara ne derece “İstanbullu” denir onu da bilmiyorum. Bu turistik bir olgu ve bu yeni dünyada “Lonely Planet”in sözü geçiyor. LP “Must” demişse olay bitmiştir. Gidilecek ve görülecektir. Bizim için durum biraz farklı. Bizim 2013’ten kalma bir listeyi tamamlamamız lazım. O zaman Sandy Kasırgası yolumuza taş koymuş ve adalara gidememiştik. 
Aradan 2 yıl geçtikten sonra ikinci teşebbüsümüzde gene Battery Park’a geldik ve bu sefer bilet almayı başardık.

Sonuç; koca bir hayal kırıklığı… Gitmeseydik de olurmuş hissi…

Bir kere Özgürlük Heykelini yakından görmenin veya tepesine çıkıp etrafa bakmanın hiçbir özelliği yok. Tarihini bilmek için de oraya kadar gitmeye gerek yok. Heykelin önünde tuhaf şekillere bürünüp kendi fotoğraflarını çeken insanları seyretmek daha eğlenceli… Ayrıca heykeli Brooklyn köprüsünden geçerken seyretmek daha havalı…

Ellis adası 1892 ile 1954 yılları arasında, New York’a gelen göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet vermiş. Sonra müze haline getirilip ziyarete açılmış. Buraya kadar iyi, gerisi fiyasko! Battery Park’taki iskeleden feribota ulaşmak tam bir eziyet! Uzun kuyruklar, üst baş arama, çanta kontrolleri, manyetik kontrol… Sanki göçmeniz de Amerika’ya yeniden giriyoruz! Ancak feribotta sakinleştik.Göçmen müzesi” denen bomboş binayı şöyle bir dolaşıp döndük.Adeta müze denen bomboş binayı laf olsun diye şöyle bir dolaşıp döndük. Kasırgadan sonra bütün havalandırma ve nem ayarlama sistemleri bozulmuş ve hâlâ yapılamamış. Ortaya bir yardım sandığı koymuşlar, para biriktiriyorlar. Odaları ya boş, ya da sadece resimler var. Boş camekanların bir köşesinde “aslı buradaydı ama bozulmasın diye depoda duruyor” şeklinde yazılar var. İki yıldır değişen bir şey olmamış. Bu kadar zamanda bizim cami dernekleri camisini temeline kadar yıkar, yeniden yapardı!

Resimlerin birisinde yazılanlar ilgimi çekti. Adaya gelen göçmenler bir takım kontrollerden geçmeden kabul edilmiyormuş. Mental kontrol de buna dahil. Testler “yirmiden geriye doğru saymak” veya toplama çıkartma gibi bir takım basit aritmetik işlemlerini veya yapbozları içeriyormuş. 1917 yılında bu işlemlerden geçerek Amerika’ya girebilen Polonyalı bir kadınla 1985 yılında röportaj yapılmış. Kadın şöyle anlatmış; 

Bize sorular soruyorlardı. İkiyle birin toplamı kaç eder gibi… Fakat önümdeki genç kıza merdivenleri nasıl yıkadığını sordular. Aşağıdan yukarı doğru mu? Yoksa yukarıdan aşağı mı? Kız cevap verdi; Ben Amerika’ya merdivenleri yıkamak için gitmiyorum!”

NEWYORK’un ORTA YERİ ÇARŞI

Onlar geri dönmemek üzere Amerikanın kapısını zorluyorlardı. Fakat artık geri dönmek de bir seçenek. Bu yeni duruma turizm diyoruz. Git, gör ve dön! Anlatma kısmını da ekleyecek olursak bu da “blog” yazarlığı oluyor…

NewYork’a neden gittiniz diye soranlara “Türk Yürüyüşüne katılmak için” diye cevap veriyorum. Bu, muhtemelen NewYork’a hiç gitmemiş olanların sorusu. Cevabım onları şaşırtıyor. Ben de şaşırıyorum. Beşiktaş’ın “NYÇARŞI” kamyonunu görünce havaya girdik diyorum. Tek şartları birer forma giymemizdi. "Mangal Kebap" sponsorlu formalarımızı giyip birer bayrak kaptık ve tempoya uyduk; 


Pascal ile öğrendik biz tombala / Liverpool'un kalesini bombala, Demba Ba / Selam olsun buradan Pascal Nouma'ya / Demba Ba... Demba baa… Demba Baa…

NewYork’ta başka millet böyle sebepsiz ve amaçsız, sadece boy göstermek için yürüyor mu bilmiyorum. Örneğin Brezilya gibi Yunanlılar da yürüyorlar, ama bağımsızlık günlerini kutluyorlar. İrlandalılar da “St Patrick” gününde yürüyüş yapıyorlar. Neyse, belki de yapanlar vardır. Benim için iyi tarafı bizim milletin hiçbir yabancı ülkede kesinlikle asimile olamayacağını görmek oldu.

Yürüyüş Manhattan’ın doğu yakasında, 47nci sokağın sonundaki “Dag Hammarskjold” Meydanında bitti. Bir kısım vatandaş buradan Birleşmiş Milletler binasına doğru yöneldi. Benim niyetim yok. Değil miki Sadi’nin şiirini asıldığı yerden indirdiler, benim gözümde sıfırladılar. Zaten “endişe” duymaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Son olarak Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gıda yardımını da kestiler. Fonları yokmuş! Sadece endişeleri var! Palmira için endişe, Kobani için endişe, Libya için endişe, Kırım için endişe! Nereye kadar? 

"İnsanlar aynı ruhu ve özü taşıyan bütünün parçalarıdır. Bir yeriniz acırsa diğer organlarınız da etkilenir. Eğer biri diğerinin acısını paylaşmıyorsa ona insan denemez

Sadi-i Şirazi böyle yazmış!


NEWYORK’ta DESTURRR!

Yürüyüşe katılan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Türkleriyle Kırımlılar da gelince meydan ufak çapta bir Turan coşkusuna sahne oldu. Ziya Gökalp’in ruhu şad olsun. “Osmanlıyız, geliyoruz” nidaları hafifçe kimlik sorunu yarattıysa da Mehter başı okkalı bir “DESTURRRR!!!” çekerek milleti hizaya çekti. Bundan sonrası herkesin cep telefonlarında mevcut. Onun için teferruata girmeyeceğim. 

Benim dikkatimi çeken, yüzlerinde hiçbir ifade olmadan etrafı dolduran halkın arasında sadece bir kişinin coşkuyla müziğe katılması oldu. O da (afedersiniz) zenciydi! Bu siyah vatandaş tüm konser boyunca tempo tutup adeta müziği yaşadı. Hatta bir ara sözlerini bile söylediğini zannettim.

NEWYORK’ta SATRANÇ



High Line’da yürüdünüz mü?” Bu, daha önce NewYork’a gitmiş olanların soru şekli. Cevabı içinde; Onlar yürümüş. Evet, biz de yürüdük. Gerçek NewYork’lu olsak yürümezdik. Aklımıza bile gelmezdi.  Çocukken hocamız götürmüş olabilirdi…

Chelsea Market?” Hıı evet, eski bisküvit fabrikası...

Meatpacking? Gansevoort?” Ne? Nece? Nerede? “Highline’dan inince sağda?” Orijinal… “Sushi yeseydiniz!”… yemedik. Pizza yedik. “Sushi yeseydiniz!”…

Burada karşı soru hakkımı kullanabilirdim; “Amorino’da İtalyan dondurması yediniz mİ? Sekizinci cadde?” Kullanmadım.

“Caz? Hangi kulüpler?” Bu soru sona saklanıyor. Son darbe! İçinde gizli bir “benimki seninkini döver” havası var. Arkasından isimler gelecek, saksocu filan... Onlara “Washington Meydanı” diyorum. Bu bir şaşırtmaca. İçinde caz var ama kulüp yok. Maksat anlatıp da yaşadığımız güzel gecelerin ambiyansını kaçırmamak. 

Burası şehirdeki 1900 parktan sadece birisi ve benim en sevdiğim köşe. Parkta yok yok! Köpeklerin serbestçe oynayabilecekleri özel bir oyun sahası bile var. 

Birçok filmde de ana mekan olarak kullanılmış. “Searching for Bobby Fischer” ve “I Am Legend” gibi... Stanley Kubrick ise film çekmeye değil satranç oynamaya gelirmiş. Benim esas ilgimi çeken de bu kısmı. Sadece meydanda değil tüm çevrede satrançla ilgili bir şeyler var. O nedenle bölgeye “Chess District” deniyor. İşin bir de maddi tarafı var. Muhallebisine oynamıyorlar. Kaybeden ortaya bir yüzlük atıyor. Artık anlaşma neyse…



NEWYORK’ta JAZZ

Ya da Dianne Reeves’in söylediği gibi; CEZ CEZ CEZ! Feeling Jazz…

Geçtiğimiz sene vatandaş parasını nerelere harcamış diye yapılan bir araştırmada, kültür ve eğlence harcamalarının %8 azaldığı, buna karşılık sağlık harcamalarının %15 arttığı saptanmış. Buradan, depresyondaki halkımızın içine kapandıkça sağlığının bozulduğu gibi bir sonuca varabiliriz.  Ya da kültür ve eğlencenin halkımız için lüks olduğu, sağlığına para ayırabilmek için önce bunlardan feragat ettiği gibi bir yorum yapılabilir. Malum, istatistikler bu işe yarar. Oturur, lastik gibi istediğiniz yere çekersiniz. Atış serbest. Örneğin diğer bir maddede gıda, tütün ve içki masrafları nedense aynı grupta değerlendirilmiş. Bu gruptaki harcamalarda değişiklik olmamış. Şimdi bundan çıkan hangi sonuca bakıp memleketin durumunu anlayacağız?

Dünyada kültür ve eğlence masraflarının hiç azalmadığı bir şehirdeyseniz ne yaparsınız? Orası NewYork’sa işiniz kolay. Masrafa katkınız olsun isterseniz Broadway müzikallerine veya pahalı caz kulüplerine gidersiniz. Memleketin dövizi ziyan olmasın, dönüşte kendi fakirime, Suriyeli filan da artık bizim fakirimiz sayılır, onlara veririm diyorsanız, bir de fitre-zekat filan, parklara gider, açık havada çimlere uzanıp gözlerinizi kaparsınız. Bir süre sonra kulağınıza mutlaka güzel bir melodi çalınacaktır. İki adım ötenizde ya genç müzik öğrencileri, ya da ucuz kulüplerden emekli müzisyenler toplanmış, caz yapıyorlardır. 

Bu şehirde caz hiç susmaz. En ummadığınız yerde, tenha bir metro vagonunda karşınıza çıkar. Pejmurde kılıklarıyla bir köşede oturan üç ihtiyar aniden kalkar ve bildik bir caz parçasıyla gönlünüzü fetheder.

Burası NewYork! Bir rivayete göre hiç uyumayan şehir. Bu şehirde “happy hour” bir saatten çok daha uzun. Protesto yürüyüşlerinde bile caz var. Aids hastaları santral parkta bilmem kaçlık ritmle yürüyor. En şişman ve şekilsiz gördüğünüz kadın müzik başlayınca Rita Hayword’a benziyor. Village Vanguard’da henüz adı konulmamış bir jazz suit çalınıyor… Bir pastanenin sıcak ızgarasını ev bellemiş bir evsiz, kaldırıma dizdiği tenekelerle, Beşinci Caddede yürüyen kalabalığa ritm veriyor. İçine Buddy Rich kaçmış bir başkası Houston Sokağında çöp bidonunu dövüyor. Greenwich’te, Jean Baylor’ın yumuşak sesi “Blue Note”un soluk mavi bir ışığına karışıyor. Harlemin kıdemlisi Annette, Smoke Bar’da “Misty” söylüyor;

 “I’m too misty, and too much in love”…


Burası NewYork! Fırtınanın gözü!









12 Mayıs 2015 Salı

İlhan NewYork'tan bildiriyor!



15 Nisan 2015;
Kâr amacı gütmeyen araştırma ekibi “Disaster Accountability Project”, olası bir felakete karşı “Indian Point” Nükleer Enerji Santralinde acil durum planı oluşturulması gerektiği konusunda uyardı, stop…

9 Mayıs 2015;
New York’a 80 km uzaklıktaki “Indian Point"  Nükleer Santralinin üçüncü ünitesinde yangın çıktı stop...


Altı yıl önce aynı santral Federal denetçilerden üst üste beş kez en yüksek düzeyde güvenlik notu almış, stop…

10 Mayıs’ta yetkililer; … Üçüncü ünite güvenli bir şekilde kapatılmıştır stop, durum stabildir stop, halkı tehdit eden bir durum yoktur stop…

Diğer yetkililer stop; nükleer olmayan tarafta trafo arızası olmuş stop.

Yerel gazeteler haberi “tehlikesiz” olarak yorumladı, stop…

11 Mayıs’ta yetkililer; …"Hudson Nehri’nde yok denebilecek kadar az etkilenme gözlendi" stop…

Ne kadar yakıtın nehre sızmış olduğu söylenmiyor stop… Binlerce galon yağ sızıntısından bahsediliyor, stop...

Ana akım medyası haberi hala duymadı stop. Veya ulaşılamadı stop, ya da haber ana medyada görülmedi stop…

Robert Kennedy Jr: ‘Indian Point” hakkında ne kadar çok öğrenirseniz, kapatılması gerektiğini o kadar çok bilirsiniz’’ demiş, stop…

New York Valisi; “Şüphe yok ki yakıt Hudson Nehri’ne sızmıştır. Ne kadar bilmiyoruz” dedi stop. “Şanslıyız ki bu büyük bir vaka değil” stop. “Fakat acil durum protokolleri önemli” diye ekledi, stop…

Aynı Vali daha önce: "Indian Point vuku bulmayı bekleyen bir felakettir’’ demiş, stop…

Santrale 80 km uzakta 20 milyon insan yaşıyor stop…

Bir “Greenpeace” yetkilisi her on yılda, dünyada bir nükleer katastrofi yaşandığını belirtti, stop…

12 Mayıs 2015;
Uçağımız New York’a indi, stop… Pasaport polisi neden geldiğimizi sordu, stop…

Hudson nehrinde gezeceğiz stop… Ellis, Özgürlük Adası filan, stop… Geçen sefer Sandy Kasırgasına denk gelmiştik, stop… Bu sefer de nükleer santralin patlamasını bekledik, stop... Patlamadıysa da sızmasını stop...

Gözüne gözüne parlamadıkça, stop, insan neyle karşılaştığını anlamıyor Stop!…


30 Nisan 2013 Salı

NEW YORK NEW YORK

Berberimin adı Kathy'ydi. Bir yandan saçlarımı kesiyor, bir yandan konuşuyordu. Konuşuyordu, çünkü sonuçta bir berberdi ve konuşması gerekiyordu. Sorular kolaydı. cevapları da... Nerelisin? nerede çalışıyorsun? ne iş yapıyorsun? gibi. Bunlar Amerika'daki ilk günlerimde cevaplarını defalarca verdiğim rutin sorulardı. Berber sohbetlerinin normalleşmesi için iki üç kere daha traş olmam gerekti. Bereket versin saçlarım hızlı uzuyordu. Kathy de ancak ucundan alıp düzelttiği için 15 günde bir berbere gitmek zorunda kalıyordum. Sık sık traş olmamın bence kötü bir tarafı yoktu. Kadın erkek karışık oturuyor, kulaklar sağa ve sola misafir oluyordu. Benim için bedava dil kursu sayılırdı. Fakat orada tanıştığım Türk aileler için durum farklıydı. Örneğin Hüseyin sık sık berbere gitmeye başlayınca, karısı Ayşe bir makine almış ve kocasının saçlarını evde kesmeye başlamış.

Bir gün arkaya doğru yarı yatmış vaziyette saçlarımı yıkarken, Kathy sordu; New York'u görmek istemez misin? Hayır, dedim. Gökdelen filan, ilgimi çekmiyor. Hem, dedim (bu kelimeyi İngilizce nasıl söyledim? hatırlamıyorum), kendimi sanki orayı görmüş gibi hissediyorum. Gitsem, hiç yabancılık çekmem. Beşinci cadde, Central park, Broadway... Bildik yerler. Gitsem, insanları bile tanıyacağım sanki. Şaşırdı. Ben, dedim, gitsem, New Orleans, San Fransisco veya Grand Canyon'a giderim. Onları da bilmediğimden değil, gökdelenden başka şeyler olduğu için...

Doğru veya yanlış. O zaman, 1982'de Wisconsin Üniversite'sinde çalışırken öyle düşünüyordum. Sonuçta New Orleans'a gittim. Düşlerimden fazlasını buldum. San Fransisco'ya gidemedim, Grand Canyon'a da... Onun yerine batıda Newport, LA ve doğuda Chicago'yu gördüm. Onaltı yıl önce Hawai'ye gitmiştim, geçen yıl Alaska'ya gittim. Yaş ilerledikçe tercihlerimizin sırası da değişiyor. Şimdi San Fransisco'ya hiç heveslenmiyorum. "Grand Canyon" her zaman listemde. Fakat araya New York girdi. New York, Manhattan, gökdelen filan...

Müzik setime bir Sting CD'si koydum. Dersimi çalışmaya başladım:


MANHATTAN


New York'un orta yerine giden yolu küçücük Hollanda memleketinde oturmaktan daralan Hollandalı denizciler bulmuş.1609'da Hollandalılar adına ticaret yapan ingiliz Henry Hudson, "Yarım Ay" isimli teknesinin seyir defterine "Manna-hata" diye bir not düşmüş. Bu, Lenape dilinde "Bir sürü tepeli ada" demek. Lenape'ler bizim Çelik Bilek ve Kaptan Swing'ten bildiğimiz Delaware kızılderilileri oluyor.


Hollandalılar buralara yerleşen ilk Avrupalılar olmuş. Yıl 1624. Şehrin Hollandalı yöneticisi Peter Minuit, 24 mayıs 1626'da adanın tamamını yerlilerden 60 Gulden'e satın almış. 60 Gulden yaklaşık 24 USD, 2006 parasıyla 1000 USD ediyor. Aynı tarihte eski kıtada yeni çağ hüküm sürmekte. Utopia'nın yazılışı 100 yılı geçmiş, William Shakespeare çoktan doğmuş ve ölmüş... Pisa'lı Galile'nin başı engizisyonla, Osmanlı'nın başı Celali isyanlarıyla dertte...


Babası, yeni bebeğin adını kulağına fısıldamış; New Amsterdam! Bebek bir süre İngiliz ve Hollandalı babalar arasında gitmiş gelmiş ve sonunda İngiliz babasına kalmış. İngiliz baba, bir yerde vaftiz babası sayılır, bebeğin adını New York yapmış. Yıl 1664. Bu gel-gitler bebeğin psişik durumunu laçka etmiş. Rivayet o ki bebek o zamandan beri hiç uyumamış. Aslen kızılderili olan annesi de; artık senin adın "never sleeps" olsun demiş!

Çocuğun adını anladım da "bir sürü tepeli ada" neresi anlamadım. Manhattan'daki ilk sabahımızda nerede bu tepeler diye bakındım. "Central" Park ortalarında 10-15 metrelik bir kaç kayalık dışında bir yükseklik gözüme çarpmadı. Adanın güney ucunda 1811 yılında yapılan Clinton Kalesi de eskiden denizin ortasındaymış. Sonradan etrafı doldurulmuş. Yoksa bu Amerikalılar üşenmeyip tepeleri de traşladılar mı diye düşündüğüm gün yukarı Manhattan turuna çıktık. Harlem filan. Gördüm ki esas tepeler bu taraftaymış. Yerliler her zaman haklıdır. Ne gördülerse o!


NEW YORK


Bugün 8 Nisan 2013. Üç gün sonra, sabah 7:25'te yola çıkıyoruz. İnternet arama motorunda "New York" yazıyor. Gidenlerin hikayelerini okuyorum. Jale okur diye dosya hazırlıyorum. Patronu Onur Bey; üstü açık otobüslerle gezin, demiş. Şirketlerden birisinin adını sevdim; Hop on Hop off. Hop bindik-hop indik gibi bir şey. İstediğiniz yerde (hop) inip dolaştıktan sonra bir sonraki otobüse (hop) binebiliyorsunuz. 3 günlük kombineleri var. 39 dolara "downtown", aşağı Manhattan, yukarı Manhattan, Harlem, Brooklyn, gece turu, parkta bisiklet turu, hepsi dahil. Normalde bunların her biri 32 dolar... Bizim gibi kısa süre, 4-5 gün kalacaklar için gayet iyi. Beş gün New York'taki takvimsel kalış süremiz. İlk gün uyur-uyanık geçtiği için dört-beş diyorum...


Ambassador tiyatrosu ve MoMa için biletleri şimdiden aldım. Tiyatro'da Chicago müzikalini seyredeceğiz. Maksat kuyruklarda zaman kaybetmemek. Ellis Adası son kasırgada zarar gördüğü için kapalıymış. 4 temmuzda açılacak. Bunu pas geçiyorum. Özgürlük heykeline tırmanmak gibi bir hevesim de yok. Manhattan'da gezsek yeter. Bir de Brooklyn'e geçsek! Telefonumun haritasına gidilecek yerleri işaretliyorum. Brooklyn köprüsünden yürüyerek geçmek istiyorum. Köprüye nereden kolay çıkarım diye bakıyorum. Zeynep'e metro için hangi karttan alayım diye sordum. Bütün New York'u önüme döktü. 30 dolara 7 günlük kart almamızı önerdi. Nereden "cup cake" alacağız, nerede oturacağız, nerede yiyeceğiz, bütün adresleri yazdı. Le PainMagnolia... "Le pain" Fransızca ekmek demekmiş. Dosyama ekledim. Manolya kafede "Red velvet" yenecek yazdım. Bir yandan da bu satırları yazıyorum, dönüşte kolaylık olur diye...

Önceleri fazla uzatmak niyetinde değildim. Bir, bilemedim iki satırda bitiririm dedim:

New York'a gittik, Broadway'de "Chicago" müzikalini izledik, döndük...

Bu, New York anlatısının kısa versiyonu. Gayet havalı! Fazladan bir virgül bile yok. Okumak yerine, sayfaya şöyle bir göz atıp "New York'a da gitmişler" diyecekler için.

New York'a gittik, 77nci sokakta kaldık, Central Park'ta oturduk, Brooklyn köprüsü'nde yürüdük, Beşinci Cadde'den geçtik, Empire State'e çıktık, Broadway'de "Chicago" müzikalini izledik ve döndük...

Bu biraz daha detay isteyenler için. Nezaketen! Biraz daha anlat derken saatine bakanlar için.

Aslında buraya kadarını, tamamını olmasa bile çoğunu, gitmeden önce yazdım. Otursam, daha gitmeden önce bütün New York'u yazabilirim gibi geldi. "Central" Park'ta göl kenarında koşanları, Brooklyn'den bakınca gökdelenlerin göğü nasıl deldiğini, Manhattan'ın yeni totemleri Rockefeller, Empire State ve Chrysler binalarını, Beşinci Cadde sosyetesini ve "Time Square" curcunasını, ikiz kulelerin bıraktığı çukuru ve yeni yapılan "Dünya Ticaret Merkezi" binasının 1776 ayak yüksekliğinde olacağını yazabilirdim. Nerelerde siyahın, nerelerde sarının daha çok olduğunu, kızıl'a artık çok seyrek rastlandığını, ve hatta Metropolitan müzesindeki eserleri bile anlatabilirdim.

Ama anlatmadım.

Anlatabilirim gibi gelmesinin sebebi beynimin bir köşesine kurulmuş bir makine dairesi ve önündeki ufak pencereden aklıma düşen ışık huzmesiydi. Sinemalarda beyaz perdeye kadar uzanan bu huzmeyi ve kıpırtılarını çok severim. Bazen filmi bırakıp içinde her türlü tozun oynaştığı bu huzmeyi seyrederim. Yani seyrederdim. Eskiden makine dairesinden gelen tıkırtı sesini de severdim, ama artık kalmadı. Eski sinemaların zemininden yükselen mazot kokusunu, filmlerden 72 kısım tekmili birden olanları, arada parça olanları, frigo, gazoz seslerini de severdim. Onlar da kalmadı. Şimdi büyükçe televizyonlara benzeyen salonlar, mecburen takılan gözlükler ve yanınızdan uçar gibi geçen süper kahramanlar var.
O sihirli huzmenin içinde onlarca New York filminin gölgesi var. “Biutiful” filmindeki Javier Bardem İngilizcesiyle, okunduğu gibi yazarsak, onlarca Nüyork filmi... Bu filmlerin unutulmaz melodileri var. Ayrıca çok sevdiğim Nüyork cazı var. Onun için ne daha önce, ne de beş günlük Nüyork gezimizde kendimi bu filmlerden soyutlayabildim. Her ses sevdiğim bir caz parçasını hatırlattı, her köşe bir “deja vu” köşesi oldu. Adeta büyük bir film stüdyosunda gezer gibiydim.
Yazmaya çalışırken de hepsi birbirine karıştı. Anılar, sinema, müzik, caz, insanlar evler, caddeler ve onlarca gökdelen, onlarca film, hepsi birbiri içine girdi, ortaya karışık ve hiç beklemediğim bir yazı çıktı. Ne yapalım, bu sefer de böyle olsun. Burası New York! Nerede başlayıp nerede bittiği belli olamayan, sürprizlerle dolu bir şehir; New York veya Nüyork, okunduğu gibi...


KAMERA VE MOTOR!!!


New York benim için büyük bir film stüdyosuydu. New York veya Nüyork, okunduğu gibi...


Evet, Once upon a time in America, ana dilde alt yazıyla; bir zamanlar Amerika, Nüyork'taydık. Jale ve ben, birlikte Nüyork'un suyunu içtik. Bruklin köprüsünün altında oturduk, Menhatın'ı karşıdan gördük, ama Vudi Elın'ı görmedik (E sert okunacak. EA gibi!)... Köprüyü yürüyerek geçtik. Yanımızdan bisikletler geçiyordu. Koşanlar, bizim gibi yürüyenler, fotoğraf çekenler… Uzakta görünen üç uzun baca, Komplo Teorisi'ndeki bacalar olmalıydı. Batarya Parkı'na geldiğimizde Karalı Adamlar gitmişti. Ne Vil Smit vardı, ne de Tomi Lii Jons. Ellis adası kapalıymış. Özgürlük adası da... Adaları Kasap Bil ve İrlandalı Ölü Tavşanlar değil, Sendi kasırgası dağıtmış. Nüyork Çeteleri'nin dağıttığı Aşağı Menhatın'dı.


Adalar kapalıydı ama Sentrıl Park her zaman açıktı. Gitmeden olmazdı, gittik. Gölün buzları çoktan erimiş, Ali MacGraw bir aşk hikayesi yaşamış ve ölmüştü. Yeni baharın kokusu armut ağaçlarından sarkıyordu. Betesta çeşmesinin önü her zamanki gibi kalabalıktı. Sanki Julya Rabırts birazdan gelip çeşmeden su içecek! Bence gelmez. Gelse de şimdi gelmez. O mutlu sonların kadınıdır. Bence herkes gittikten sonra gelecek, kiraz çiçeklerinden gelin tacı giyecek...




O gün, bizim orada olduğumuz gün, tam da o saatte Çilek Tarlası'nda bir adam saksafon çalıyor; Imagine! Yere gri-beyaz motiflerle bezenmiş büyükçe bir daire çizilmiş. İnsanlar dairenin ortasına çiçekler bırakmış. Dairenin en ortasında "Imagine" yazıyor. Etraftaki bankların sırt tarafına küçük plaketler çakılı. Bunların bir kısmı doğum, bir kısmı ölümlerin anısı için... Dairenin merkezi ikisinin orta yerini, yaşamın merkezini işaret ediyor; Düşle! Doğanlar için; bütün insanların barış içinde yaşadığını... Ölenler için; yukarıda sadece gökyüzünün olduğunu... 

Karşıda, 72inci sokağın köşesinde, Dakota Apartmanı'nın en üst katında, bir şeyler uğruna ölümü yaşamış bir kadın; Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey olmayan bir dünyanın yasını tutuyor...


Zaman tünelinde gibiyiz. CSI yerdeki film kalıntılarını eşeliyor. Kameralar kafalarını uzatmış bizi izliyor. Gizli kamera filan değil, apaçık ortada... Her an birisi "motor" diye bağıracak gibi. Klaket klak diye kapanacak; klak... Motor! (orijinali; clack... motor!). İkinci sahne, üçüncü plan... Görüntü yönetmeni elli dokuzuncu sokakta parktan çıkacaksınız dedi. Kamera arkamızdan bakıyor. Yürüyerek yedinci caddeden aşağı, Sinatra Amca'nın deyişiyle "rayt truu dı veri hart of it" tam da onun göbeğine, Zaman Meydanı'na gidiyoruz... Zamane yerlileri "Taym Skuer" diyor. Eskiden yoktu. Zaman gene vardı, ama meydanı yoktu. Onun için "Lenape" yerlileri buna ne derdi bilmiyoruz. Yönetmen de bilmiyor...



Zaman meydanından 4 günde 4 kere geçtik. İlkinde hava yağmurluydu. İkincisinde normal halini gördük. Gök Vanilya, insanlar karınca gibiydi. Bir tek Tom Kruus yoktu. Üç saat sonra, müzikal çıkışı uğradığımızda Demir Adam kötü adamları fena pataklamış, meydanın  da içine etmiş gibiydi. Müsebbibi Amerikan İSKİ'siymiş. Dördüncü geçişimizde meydanın yarısı toparlanmış, diğer yarısı gene kapatılmıştı. Açık yarımında çoluk çocuk bir platforma çıkmış, karşıdaki dev ekranda suretlerini görmeye çalışıyorlardı. Suretleri bir yuvarlağa denk düşerse reklam yıldızı olacaklar! Kapalı yarıyı Britiş sinemacılar Martin Skorsis'ten ödünç almışlar. Nüyork Nüyork olmasa da Landın-Nüyork çekiyor olabilirler. Elinde kağıtlarla dolaşan bir görevliye filmin adını sorduk, bilemedi.


Elli birinci sokağın köşesindeki Iridyum Bar'da yemek yiyip caz dinledik. İridyum nadir bir element. İçerdeki müzik de... Çıkışta kafamız iyi. Nasıl olmasın? Bir gitar efsanesini dinlemişiz. Tanışmışız, omuz omuza aynı kareye sığmışız. Bitmemiş. Programda sadece Les Paul Trio ve Matt Murphy yazdığı halde, joe Louis Walker gelmiş, gitar çalmış... Keyfimiz yerinde, içimiz kabarmış, hala da inmemiş, Broadway'den yukarı çıkıyoruz. Ritmimiz blues ritmi... Yanımızdan parti limoları, parti basları geçiyor. İçerde insanlar kadehler ve eller havada dans ediyor. Bunları otobüslerin sol tarafındaki camlardan görüyoruz. Sağ taraftaki camlardan bir şey gözükmüyor. Yağmur çiseliyor. Altmış altıncı sokaktayız. Solda Linkıln Sentır var. Sağımızdan parti otobüsü geçiyor. Linkıln Sentır'dan danslarını bitiren beyaz kuğular çıkıyor. Siyah Kuğu çıkmıyor.

Batı Menhatın'dayız. Kahverengi taşlı, kahverengi tuğlalı evlerin önünden, çiçek açmış armut ağaçlarının altından yürüyerek otele dönüyoruz. Yarın, öbür gün, daha öbür gün ve öbür günden sonraki gün bu yoldan tekrar geçeceğiz. Sinemın reysin alıp kahvemize katık edeceğiz. Kahveler otelden. Cumartesi Grand Sentrıl Terminale, pazar günü grinflii markete gideriz. İlki büyük tren garı, ikincisi Kolumbus caddesindeki bit pazarı oluyor. Garın içindeki Oyster'de yemek yeriz. Pazartesi Hop on, Kanal Sokak'ta Hop off. Bir yanı Çin mahallesi. Aşağısı TriBeCa. Kanal sokağın aşağısındaki üçgen demek. Kısaltmışlar. Biz kuzeye gideceğiz. Houston sokağa kadar. Hustın'ın güneyi SOHO, kuzeyi NOHO demek. Ho, Houston'un Ho'su, yazıldığı gibi...

Bugün cumartesi. Büyük merkez garındayız. “Grand Central Terminal” veya “Grand Terminal” veya “GCT” her neyse, girer girmez karşımıza “100” rakamı çıktı. Bu yıl terminalin açılışının yüzüncü yıldönümü. Karşıda orta yerde, danışma kabinin üstünde, ben diyeyim on, siz diyin yirmi milyon dolar değer biçilen saat... Dört yüzlü, dördü de solid opal kaplı... İçinde 1913 yılından beri hala aynı İsviçre saati yaşıyor. Her şey bildiğim gibi, yerli yerinde. Son olarak Arthur filminin 2011 versiyonunda görmüştüm. Turist rehberi rolünde Naomi Quinn devasa orta holde yere yatmış, etrafında japon turistler, onlar da yatmış tavanı seyrediyorlar. Tavanda boydan boya 2500 yıldız, meşhur burçlar tablosu var. Naomi, Japonlara terminalin on gizeminden birisini açıklıyor.  

Burçlar tavana ekim ayının burçlar tablosuna göre resmedilmiş. Ressam işini bitirince bakmışlar ki yıldızların birbirine uzaklığı gökte gördüğümüz gibi değil ve daha önemlisi burçların sırası ters! Binanın sahibi Vanderbilt, bunu öğrenince allahın yukarıdan gördüğü gibi, deyip olayı kutsala bağlamış. Fakat ressamın hiç bir zaman böyle ulvi bir niyeti olmamış. Basit bir hata yapmış. Kendisine verilen resmi aşağıda tutmuş, bakmış ve kafasını kaldırıp tavana çizmiş. Sonuç, aslının ayna hayali olan bir resim olmuş... 
Naomi'nin yatarak yaptığı turistik seans polisin gelmesi, Nüyork sokaklarında kovalamaca ve izinsiz rehberlik yaptığı için tutuklanmasıyla son bulur...
On gizemin birisi bu. Artık gizem sayılmaz. Diğer gizemler için meraklısı açsın baksın. Biz yola devam ediyoruz. Sırada başka filmler beklemekte...


Pazartesi. Hop iniyoruz, hop biniyoruz, güneye doğru gidiyoruz. Flatiron binası aşağı Menhatın'da Brodvey, beşinci cadde ve yirmi ikinci sokağın yaptığı üçgende yükselen üçgen kesitli bir bina. 102 metre yüksekliğinde ve Nüyork'un sembollerinden birisi. Özelliği 1902 yılında çelik iskelet kullanılarak yapılan ilk bina olması. Daha güneyde Broome, Wooster, Mercer, Greene, Prince, bunlar da demir iskeletli binalarıyla ünlü sokaklar... Binaların ön yüzünde demir merdivenler var. Merdivenler aslında yangın gibi acil durumlar için yapıldıkları halde, genelde anahtar kullanmadan eve girmeye yararlar. Yangın merdivenleri filmlerdeki kaçmaca-kovalamaca sahneleri için de idealdir. Evlerin önündeki mazgallar evsizlerin, demir merdivenler ise örümceklerin yaşam alanıdır.

Bu merdivenlerden birisi Peter Parker baş aşağı dururken Körstın Danst'ın onu öptüğü yerdir... Yağmurlu bir hava, loş bir sokak... Körstın yenge maskeyi hafifçe aşağı çeker (aşağıda burun var) ve örümceği öper. Aslında kimi öptüğünü bilmez. Memleketteki düşünce özgürlüğüne dayanarak ifade etmek isterim ki; Bu sahne (bence) Bört Lenkestır'ın kumsalda Debora Ker'i öptüğü sahneden daha iyi bir öpüşme sahnesidir. Debora "kimse beni senin öptüğün gibi öpmedi" diye fısıldar... Pitır Parkır da aynı şeyi düşünür. Ama söylemez. Süper kahramanlar öyle şeyler söylemez ve kesinlikle seks yapmaz. Seksi şehirdekiler yapar. Bakınız: Seks ve şehir, doksan dördüncü bölüm... Serah Parkır'dan tekrar Pitır Parkır'a dönelim. Bizim Parkır'ın aklı havalarda! Bileğindeki delikten örümcek ağı fışkırtıp Griin Gablin'i yakalamaya gider. Griin Gablin'in meali "yeşil cin" oluyor. Biz de Prins'ten Brodvey'e dönüyoruz. Köşede Prada var. Merdivenine çıkıp içeri bakacağız; Şeytan çıplak mı? Prada mı giyiyor, ne giyiyor? Sonra tekrar Hop on, Rivırsayt'tan geriye kırkikinci sokak... Taym skuerde Hop off... 

Harlem dönüşü otobüsten parkın doğu tarafında, 65inci sokağın köşesinde indik. 65inci sokak haritada parkı doğudan batıya ortalayan bir yol gibi gözüküyor. Yanılmışız. Parkla hiçbir ilgisi olmayan transit araç yoluymuş. Bazı yerlerde parkın altından geçiyor. Çaresiz yürüdük. Bir yerde parka giriş bulabilir miyiz diye baka baka batı tarafına geçtik. Yani parka giremedik. Yolun sonunda, batı sentrıl park caddesinde, bir kilisenin önüne çıktık (kader ağlarını örüyor!). Haritada "Holy Trinity Lutheran Church" yazıyor. Gozer tapınağı da buralarda bir yerde olmalı. Muhtemelen kilisenin yanındaki bina. Numara 55, Batı Sentrıl Park. Dana'nın apartmanı. Kaderin ağları örümcek ağlarından daha yapışkanmış...

Dana yirmi ikinci katta oturuyor (Dana yazıldığı gibi okunacak). Hayalet Avcısı Dan Aykrod, Gozer'e sorar; Sen tanrı mısın? Binanın en üst katına baktım. Hiçbir proton aktivitesi gözükmüyor. Demek ki görev tamamlanmış. Etrafta tek bir hayalet yok! Hırsız, katil, soyguncu filan da gözükmüyor. Süper kahramanlar biz gelmeden önce ortalığı temizlemişler. Duvarlarda Örümcek Adam'ı, çatılarda Süper Adam'ı arayarak yetmiş yedinci sokağa yürüyoruz. Otelimiz orada... Ağrı kesici ilaçlar da...

 

PLOT SUMMARY - PLOT SAMIRİ - KISA ÖZET

Bu da yukarıdaki filmden bir şey anlamayanlar için kısa özet:



 Nüyork'a gittik, Çilek Tarlası'nı kutsadık. Sentrıl Park'ta sosis, Gar Lokantası'nda balık, Manolya'da kapta kek yedik, Ekmek'te çorba, her köşede bira, sabah-akşam kahve içtik... Üç gün üstü açık otobüsle gezdik. İndik, tekrar bindik, tekrar indik, tekrar bindik. Bruklinde indik, tekrar binmedik. Ignazios'ta pizza yedik. Bruklin köprüsünden Menhatın'a yürüdük... Müzelerden Moma'yı seçtik. Brodvey'de caz dinledik, Şikago'yu seyrettik, döndük. Empayr Steyt'e çıkmadık. King Kong bile dört kere çıktı, biz çıkmadık. We are not guilty... 



ALL THAT JAZZ!



Hikayenin bir de uzun versiyonu olacaktı. Uzun hikayeleri kendim için yazıyorum. Tekrar tekrar okuyup, tekrar tekrar yaşamak için. Caz-bar kısmını okurken, nasıl da çalmıştı? demek, adamın sahneye bile zor çıktığını, ama gitarını alınca nasıl canlandığını hatırlamak için. Kolay değil, Matt ve Joe, ikisinin yaşlarının toplamı 87+64=151 ediyor. Triodakileri de eklesek, ortalama 70 eder. Adam orijinal Blues Brothers gitaristi! Adam dediğime onlar "guitar" diyor. Gitar Mörfi! Üstelik bir de felç geçirmiş. Vay be, bir de felç ha? Gittik, döndük, aradan neredeyse bir ay geçti. Yazarken yaşar gibiyim. Co da müthişti ama! Adam damardan çalıyor...  Ben kalp cerrahıyım. İşim kalp ve damar! İşim New York'un kalbine giden damarları bulmak...

Nüyork'un damarlarında ne dolaşıyor derseniz, caz derim. All that jazz... Bunu söyleyen kişi bir Türk olunca tüm bu caz biraz rok-caz haline geliyor. Açıklamak gerekirse caz sevip Sting'den vazgeçememek derim. Eh, benimkisi doğuştan olmayan, sonradan kazanılmış, edinsel bir hastalık veya bağımlılık gibi bir şey... Kurtulmak istemediğim...

 
Nüyork'ta bir Türk
 kahve içmem, çay alayım güzelim
 tostum da sucuklu olsun isterim
 konuşunca anlayacaksın aksanımdan
 okuduğum gibi yazarım
 ben Nüyork'ta bir Türk'üm
 omuzumda kameramla yürüyüşümü izle
 beşinci caddeden
 yanımda taşırım onu her yere
 Nüyork'ta bir Türk'üm ben
 bir yabancıyım, meşru bir yabancı
 Nüyork'ta bir Türk'üm ben...

 
I'm a Turkishman in New York...


23 Mayıs 2012 Çarşamba

ALASKA

İyice alçalmış bir bulut, etrafa sıçratmaktan korkmadan, içindeki suyu denize boşaltıyor. Biz buna adada "yağmur" diyoruz. Fatih'te rahmet, Alibeyköy'de sel, İkitelli'de felaket diyorlar. Eyüp'te insanlar "hazırlıksız" yakalanıyor... Gök gürlüyor. Bulutların arasından, yanıp sönen bir fener ışığı gözüküyor. Fenerin arkasında İstanbul var, biliyorum. Fakat göremiyorum. Büyükada'da, denizin hemen bir karış ötesinden, balkona çıkmış, yağmuru seyrediyorum. Denizin bitip bulutun başladığı yeri arıyorum, göremiyorum. Belli ki ben de bulutun içindeyim. Yandaki çatıda büzülmüş oturan martılar da...

Gerilerden bir yerden bir martı çığlığı kopuyor. Üç beş deli martı yağmura aldırmadan buluta dalıyor. Biraz ilerimde, tam bulutun denize düştüğü yerde, tam da martıların uçtuğu yerde yunuslar görüyorum... Aynı yerde mi dalıp çıkıyorlar, aheste aheste yol mu alıyorlar, anlamaya çalışıyorum. Belli ki yunusların kahvaltı zamanı. Çayımı yudumluyorum. Martılar geri dönüyor. Bulutların arasından ilk vapur gözüküyor. Martılar sıcak simit kokusuna uçuyor...

Bir yunuslar heyecanlandırır beni, bir uçan balıklar, bir de balinalar (!)

Hoparlörden kaptanın sesi geliyor; büfemizde içecekler "free", elmalar adam başı bir tane, yiyecekler pakette, denize bir şey atmayın, durmamı isterseniz bağırın, sorunuz varsa sorun vesaire... Malum denizde "en yüksek rütbeli amir" kaptan oluyor, tartışmasız itaat zamanı! Kaptan devam ediyor; Balinalar için herkes dikkat kesilsin. Etrafta bir balina olduğunu anlamanın en kolay yolu ya havaya yükselen su huzmesini görmek, ya da bu sırada çıkan sesi duymak. Sırtını veya kuyruğunu da görebilirsiniz. şansınız varsa balina havaya fırlar, o zaman zaten görürsünüz.

Alaska yolculuğundan dönüşümüzün üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Büyükada'da yeni kiraladığımız, Jale'nin tanımıyla "gecekondu palas"ın geniş balkonuna açılan, dolayısıyla "leb-i derya" penceremin önünde Alaska'yı yazıyorum. Dışarıda yağmur yağıyor, karşıdan yunuslar geçiyor... Yer ve gök gri rengin serinliğinde... Başlamak için tam zamanı olduğunu hissediyorum. Yaşlandıkça insan önce en son öğrendiklerini unuturmuş (demans durumları). Onun için ben de anlatmaya en son günden başlıyorum. Ne olur ne olmaz, hikayenin tamamını bitirinceye kadar bu son günü unutabilirim. Örneğin Alaska'daki son günden sonraki 30 saatlik uçak yolculuğunu unuttum bile!

KENAI FİYORTLARI, "VAHŞİ YAŞAM TURU"

20 Nisan 2012. Alaska'dan ayrılmadan bir gün önce. Anchorage'tan saat sekizde ayrıldık. Minibüste 3 biz, 8 kişiyiz. Tekneye bineceğimiz yer güney kıyılarındaki Seward şehri. Yol gayet düzgün ve 160 km. kadar. Saat onikide "vahşi yaşam turu" başlayacak. Şöförümüz aynı zamanda rehberimiz, 70 yaşlarında ve hiçbir şey için acelesi yok. Dağ keçisi görüyor duruyor, güzel manzara diyor duruyor, "moose" var diyor, duruyor. Bu sonuncu geyik de boynuzsuz cinsinden. Rehberin dediği doğruysa bunların boynuzları her sene çiftleşme döneminden sonra dökülüp, baharda yeniden çıkıyormuş. Demek ki boynuzlu bir geyik göremeden döneceğiz.

Tam zamanında Seward'dayız.

Seward Kenai yarımadasının fyortlarından birisinin kuytusunda kurulmuş küçük ve güzel bir sahil kenti. Adını Alaska'yı 1867 yılnda Ruslardan satın alan politikacıdan almış. Tüm nüfusu bizimle birlikte 3020 kişi. Yaklaşık Heybeliada kadar! Kent merkezi yat limanıyla iç içe. Limana bağlı yat sayısı burada yaşayan aile sayısından fazla gibi! Kentin geri kalanı kıyı boyunca yayılıyor. Kutu kutu tahta evler, deniz üzerinde kalın kalaslar üzerindeki iş yerleri, kafeler oldukça şirin gözüküyor, fakat hepsi bu kadar. Gayet dar bir kıyı şeridinin hemen arkasında dağlar yükseliyor. Bu dağlarda 1908'den beri her yıl, 4 temmuz günü geleneksel "Dağ maratonu" yarışları yapılıyormuş. Gelenek dediğim, iki sarhoşun arasındaki "koşarsın-koşamazsın" iddiası! Bunlar diyelim ki sarhoştular, bir delilik yaptılar, iyi, güzel de, sonrakileri kim gaza getirmiş, belli değil. Koşu mesafesi 5 km ve büyük ödül sadece kan, ter ve çamur!!!

Dağların sedir, karaçam, ladin ve kayın ağaçları ve de kar ve buzullarla kaplı olduğunu ve de ne kadar muhteşem gözüktüklerini söylemeye gerek yok sanırım. Yazının tamamında dağ adı geçtikçe cümlenin gerisini bu şekilde tamamlayın lütfen. ben bir ara, tek düze ağaç ve karlı yamaç görmekten sıkılır gibi oldum (kibarca!). Siz de okumaktan sıkılabilirsiniz.

Limandan ayrılışımızdan 5-10 dakika sonra vahşi yaşamın tam ortasına düştük. Kıyılar sertleşti, Yamaçlar dikleşti. Doğanın coşkusuna kapılmış, olmadık yerlerden yükselen ağaçlara bakarken kaptanın sesini duyduk; bazen ayılar bu yamaçlardan aşağıya inerler! Vay ayılar vay! Burada ne işleri var? Biz ayı değil ama bu yamaçlara en yakışanı gördük; kel kartal! Sonra hava birden serinledi, yani daha serinledi. Eteğine Alaska markası işlenmiş bir soğuk hava dalgası kalın montlarımızın düğme iliklerinden içeri sızdı. Bu da bir buzul hizasından geçtiğimizin belirtisiymiş. Bizimkinin adı; Ayı buzulu... Erimeden gördüğümüz iyi oldu.

Alaska körfezinde dört saat kadar dolaştık. Kah hızlandık kah yavaşladık, durduk. Gözümüzü kırpmadan balina aradık. Sırtıydı, üfürüğüydü, kuyruğuydu diye çığlıklar attık. Önce bir tane gördük diye sevinirken, üç beş yedi oldu. Şansımıza nisan ayından mayıs ortalarına kadar balina sürüleri Meksika tarafından gelip kuzeye, daha soğuk denizlere göç ediyormuş. Grisi, kamburu derken epeyce balina kovaladık. Kayaların üzerinde tembel tembel yatan onlarca ayıbalığı, deniz aslanı ve en ulaşılmaz kuytularda binlerce deniz kuşu gördük. Fakat hepsi bir yana, "Sea Otter" denen hayvan bir yana! Sözlükte karşılığı "deniz samuru" olan bu yaratığın komiklikte karşılığı yok. Bir ara etrafını otlakçı deniz kuşlarının sardığı bir "otter" gördük. Görür görmez de kaybettik. Hayvan denize daldı, epeyce kaldı, bir süre sonra yüzeye çıktı. Sırtüstü yattı. Karnında beyaz bir şey vardı. Kaptan; sünger çıkartmış, dedi. Genellikle ahtapot yermiş. Karnına koyduğu nesneyi, taze bir ekmek gibi lokma lokma yedi. Bazen de istiridye filan çıkarır, diğer elindeki taşla vura vura açar, sonra yermiş! Dedim ya, manyak bir hayvan! 

Gezinin sonunda iskeleye bir kaç yüz metre kala, yanımızdan bir "liman foku" geçip bize el salladı. Demek ki onlar da bizden hoşnut kalmış!

ANCHORAGE

Anchorage Alaska'daki ilk göz ağrımız. Kenai dönüşü son akşamımızı, "Cook Inlet" ve tüm limanı gören "Snow Goose" nam kafede geçirdik. Ben bardağımdaki buzları ışıtan (fakat ısıtamayan) Alaska güneşini yakalamaya çalışırken, Zeynep "Alaskan Barley" şarabını deniyordu. Sonunda "acı bişi" olduğuna karar verdi. Güneş oldukça alçalmış, gölgeler uzamıştı. Buralarda bir parmak eşittir onbeş dakika olmadığına göre, gün batımının keyfini saatlerce sürdürebilirdik!

Anchorage 300 küsur bin nüfusuyla Alaska'nın en büyük kenti. Zaten doğru dürüst 3 kenti var. En yolsuz başkent Juneau, en kuzey kent Fairbanks ve en "Amerikan" Anchorage! "Yolsuz" dediğim, bizim alıştığımız anlamıyla yolsuzluk değil, kara yoluyla ulaşılamayan, "en amerikan" dediğim de çinlinin japonun ve de meksikalının (henüz) ulaşamadığı demek. Üstelik Anchorage bu ödülü üst üste beş sefer kazanmış. Hava durumlarına bakılırsa daha uzun süre rakipsiz kalacaklar demektir.

Şehir merkezi birbirini kesen beş-altı caddeden ibaret. Yürüyerek bir kaç saatte dolaşmak mümkün. Acıktığınızda yol üstü sosis tezgahları yardımınıza yetişiyor. Hoşumuza gitme ihtimali olan yerlerden "Bear Square" kapalıydı. Mevsimi değilmiş. "Ship Creek" üzerindeki tarihi (!) "Bridge" restoran da kapalıydı. Alaska'nın turizm mevsimi 15 Haziran'da başlıyormuş. Bu, planlı bir gezi yapabileceğiniz ve her yere girip çıkabileceğiniz dönem anlamına geliyor. Diğer bütün zamanlarda "hava muhalefeti dolayısıyla iptal edilebilir" uyarısı ile karşılaşılıyor.

Yukarıdaki "tarihi" ünlemini açıklamam gerekiyor. Şehrin resmi tarihi kaptan Cook'un denize saldığı çıpaya (anchor) kadar uzansa da, yüz yıl öncesine kadar buralarda en ufak bir yerleşim dahi yokmuş. Kuzeyde büyük maden yataklarının keşfi üzerine döşenmeye başlanan Alaska Demiryolu 1923'te "Ship Creek" mevkiinde sonlamış. İşcilerin, garın hemen dibinde kurdukları "çadır kent" kentleşmenin başlangıcı olmuş. Burası bizim kaldığımız otel çevresine denk düşüyor. Yukarıda resmi olan tahta köprü o zamanlardan kalma. Üzerine sonradan bir bar ve başka yer yokmuş gibi, neredeyse sırtına da yeni bir köprü kondurmuşlar. Bizim kaldığımız otelin arkasından geçen yaya-bisiklet yolu, bu köprüden başlayıp nehir yatağı boyunca kilometrelerce uzanıyor. Bu yol bizim için akşam yürüyüşlerimizin güzergahı oldu. Bizden az önce yoldan geçmiş geyik pislikleri arasından geçerek akçakavak ve kayın ağaçları arasında saatlerce yürüdük. Kah durup kunduzları izledik, kah buzların eriyişini, kah somonların geçişini bekleyen martıları. Klasik "gölge" dansımızı buzlara resmettik. Doğayla başbaşa denen şeyi yaşadık. Zaten Alaska dediğiniz başka ne ki? Alaska'daysanız doğa ile başbaşasınız demek. Peki, eski kent nerede? Söyleyeyim; suya düştü. Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Müzeye kaçtı. Müze nerede? Buralarda eski kentin izlerini aramak yerine, yapılacak en doğru şey, kent müzesine gitmekti. Biz de öyle yaptık. İyi de yaptık.

Anchorage müzesi şehrin orta yerinde, tamamı aynalı camla kaplı, geniş bir alanı kaplayan iki katlı bir bina. Burası orijinal halleriyle eskimoları gördüğümüz tek yer oldu. Tabii "doldurulmuş" halleriyle! Her zaman olduğu gibi işin "show" kısmı iyi planlanmış. Biz ekip olarak en fazla zamanı teknoloji kısmında geçirdik. Bu teknoloji kısmı özellikle bahsetmeye değer. Biz gittiğimizde içeride onlarca çocuk vardı. Hocaları sadece bir gözlemci olarak kenarda duruyor, hiç bir şeye karışmıyorlardı. Birbirine akıllıca geçişlerle bağlı olan odalarda deprem, volkan simülatörlerinden, mekanik kuvvetlerin iletimi, enerji ve elektrik elde edilişi, türbin örnekleri ve bunun gibi bir sürü model vardı. Çocuklar gelişigüzel dağılmış, modellerle kıyasıya oynuyor, kimse de kırılacak, bozulacak filan diye karışmıyordu. Bazıları da duvara dayadıkları defterlerine birşeyler yazıp duruyordu. Belli ki, ertesi gün okulda bu konuları tartışacaklar. Darısı bizim çocukların başına...
Here we go Aces, here we go!!!
Şehirden fanatik "Aces" taraftarları olarak ayrıldık. Rumrunners bar bizim favori mekanımızdı. Gözümüzü orada açtık, ilk biramızı orada içtik ve son gecemizde gene oradaydık. Burayı seçmemizin sebebi kesinlikle şortlu ve mini etekli garson kızlar değildi. Tamamen tesadüf! Bar, şehrin hokey takımı "Aces" taraftarlarının şamata yeriymiş. Önceki yıl Amerikan liginde şampiyon olmuşlar. Sonra da Amerika = Dünya hesabıyla kendilerini dünya şampiyonu  ilan etmişler. Son gecemizde bir "hokey" maçına denk düştük. Maç televizyondan naklen veriliyordu. Tüm kafe-bar, çoluk-çocuk mavi beyaz renklere bürünmüş, her sayıyı büyük çıngıraklar ve daha da büyük çığlıklarla kutluyorlardı. Sayı dışında televizyona bakan da pek yoktu. Arka planda da Bingo çekilişi sürüyordu. Kim maç için gelmiş, hangisi bingo için pek anlamadım. Pek de önemli değildi. Biz de bira bardaklarını kaldırıp yumruk sallayarak onlara eşlik ettik. Hurrah!
Bu insanlarla hemen kaynaşmak mümkün. Sadece "Ace" taraftarı olarak değil. Çoğu bir şekilde Türkiye'den ve de özellikle Adana, daha doğrusu İncirlik'ten geçmiş. Sadece turistik değil, uzun  süre kalan çok insanla karşılaştık. Bir de burada çalışan Türkler var.
Anchorage hava meydanında otele gitmek üzere kiraladığımız taksinin sahibi de bir Türkmüş. Dakika bir, gol bir! Taksiye bindik, aramızda Türkçe konuşurken şoför kızdan bir tepki; saçma! Evet, aynen Türkçe olarak, saçma! sonra diğer bildiği kelimeler sökün etti; iğrenç, pislik vs... Anladık ki bu taksinin sahibi bir Türk ve Türkçe eğitiminde gayet başarılı! Kasetteki MFÖ parçalarını ve nakaratlara eşlik eden şoförümüzü dinleyerek otelimize geldik. Bu samimiyet bize 3 dolarlık bir iskonto sağladı. Aynı akşam Rumrunners barda yemek yiyip bira içerken, yanımızdaki masada tek başına oturan bir kadın, giderayak selam verdi ve "İnşallah, you like Alaska" dedi!!! Bitmedi. Başka bir gün, başka bir taksiyle otele dönüyoruz, şoför lafa karışıp sordu: "Anne nerede?" O da arnavutmuş. Çanakkale'de akrabaları varmış. Tavsiyem Alaska'ya yolunuz düşerse aranızda alçak sesle konuşun, şoförlere ve yan masadakilere söylenmeyin!
ALASKA RAILROAD (ARR) WINTER VACATIONS - AURORA PACKAGE
Three night arctic circle adventure 885 USD
Bizim "Alaska" gezisinin temelini bu tur paketi oluşturuyor. Telefon ve e-posta maceralarını "Alaska'ya doğru" kısmında kısaca yazmıştım. Kısaca! Belirsizlikler Alaska'da da devam etti. Bu kadar kısa ve başı sonu belli bir gezi programının her safhasını "şimdi bizi karşılayacaklar mı? uçağı nasıl bulacağız? bizi alacaklar mı? Chena'ya nasıl gideceğiz?" endişeleriyle yaşadık. En azından ben yaşadım. Sonunda atalarımın tavsiyesine uyup, "olacağına varır" dedim ve her şeyi kendi akışına bıraktım. Baktım ki o kadar da endişelenecek bir şey yokmuş, su çatlağını buluyormuş!
Yolculuk Anchorage'dan başlıyor. Cumartesi sabahı trene biniliyor (Çünkü Fairbanks treni sadece haftada bir gün var, cumartesi gidiyor, pazar günü dönüyor). Akşam üstü Fairbanks, otele gidiş, ertesi sabah "arctic circle" ve "Brooks Mt" uçuşu, öğleden sonra Fairbanks turu, pazartesi uçakla Anchorage'a dönüş... Buna opsiyonel olarak "Chena" kaplıcasında ekstra bir gün eklenebiliyor. Ben ne olur ne olmaz, hava durumundan uçuş ertelenebilir, aurora denk gelmeyebilir filan diye kaplıca olayını 3 güne çıkarttım. Hiçbir şey yapamasak, en azından Alaska'da kaplıca keyfi yaptık, döndük derim, dedim. Bu yedekli planlama tüm sürprizlere hazır olmamızı sağladı. Zaten sürprizler de sırada bekliyormuş.

Otelden çıkıp kısa bir süre yürüdükten sonra gara geldik. Tren sekiz otuzda hareket etti. Trenin tamamı 2 lokomotif, 3 vagon, bunlardan birisi yemek vagonu, diğeri yük vagonu. Trende bizden başka bir grup turizm öğrencisi ve 9-10 tane yolcu vardı. Hepimiz o tek vagonu bile dolduramadık. Pencere kenarlarını kapıp kameraları hazırladık. Şehirden ayrılır ayrılmaz yolculuğun nasıl geçeceği belli oldu. Tren garı zaten şehrin kenarında olduğu için "şehirden çıkmak veya ayrılmak" gibi bir şey olmadı. Direkt araziye çıktık. İlk solukta "kurt - tilki -kurt - hayır tilki" teranesiyle camlara yüklendik. Tren hemen yavaşladı. Kabarık kuyruklu bir köpekgil şehir fonunun önünde yürüyüşe çıkmış! Ne gördüğümüzü bilemedik...

Hoparlörden makinistin sesi geldi; etrafta ilginizi çeken bir şey görürseniz bağırın, ben dururum!Durdu da! geyik dedik durdu, nehir dedik durdu, köprü dedik durdu... En önde kendisi bir şey görürse bizi uyardı; sağda ağacın üstünde bir kartal yuvası, solda uçan bir kel kartal, sağda ileride koşan geyik, duran geyik filan... Her seferinde yavaşladı, fotoğraf çektik, hızlandı. Yolda durağımsı yerlerden bir kaç insan daha bindi. Sonra solumuzda muhteşem McKinley Dağı gözüktü. Kuzeyin en yükseği (6196 m), hem en yükseği, hem en uzunu. Bu kavramları daha önce Jale'yle bir yerlerde okuyup bir yaşımıza daha girmiştik. İlgilenen bir bilene sorabilir. Dağ bu kadar haşmetli olunca, Alaska'nın yeni işgalcileri dağa hangi haşmetli başkanın adını verelim diye düşünüp taşınmış ve muhtemelen, zamane başkanının adını koyarlarsa kendilerine de bir faidesi olur diye gayet akıllıca bir karar vermişler. Athabascan yerlileri ise bu işe akıl erdiremeyip "Denali" demeye devam etmişler. Bir şey yüksek bi şeyse, ona "yüksek bi şey" denir, başka isme ne gerek var deyip burun kıvırmışlar. Bu yerlilere bayılıyorum. isim bulmakta hiç zorluk çekmiyorlar. Anchorage müzesini gezerken bir köşede, bir oylama  kutusu görmüştük. Dağa Denali mi diyelim, yoksa McKinley mi diyelim diye anket yapıyorlarmış. Bizim ekipten 3 Denali oyu çıktı.

Dağın eteklerinde harika bir göl var. Madem ki harika, adına "harika, Wonder Lake" diyelim. Gördüğünüz gibi gayet kolay!

Yolun ilk 4-5 saatlik kısmında epeyce oyalanacak şey vardı. Arada acemi turizm stajyerlerinin açıklamalarını dinlemek bile hoş geliyordu. Buzları yeni yeni çözülen nehirler, sarp yamaçlar, yarı donmuş göletler, kar, buz, kayın ağaçları, huş ağaçları, sedir, ladin, karaçam filan derken, olay giderek monotonlaştı. Hani güzelliğin de bir sınırı var yani. Gözüm kara toprak, çıplak tepe arar oldu. Biraz da insan ya-rab! Yandaki resim genel  durumumuzu gösteriyor...

Restoranda bira faslı, yemek, öne yürü, arkaya yürü, vakit geçmez oldu. Yarı yolda stajyerler de inince vagon Japonlarla bize kaldık. Arka vagona geçip, yük vagonunun açık kapısından fotoğraf çekerek biraz daha oyalandım. Trenin her sağa yatışında açık kapılardan kameralar uzanıyor, her kes aynı fotoğrafı çekiyordu. lokomotif de hiç bıkmadan aynı pozu veriyor, şu ağaçla da çekin, şu köprü de iyi, şu tepe de güzel çıkar, der gibi bize bakıyordu. Bir ara kamerayı kontrol ettiğimde, bu daha iyi diyerek çektiğim onlarca pozun birbirine ne kadar benzediğini gördüm. Yolu yarıladığımızı söyleyen kondöktör, benim o sıralarda bardağın sadece boş tarafını gördüğümün farkında değildi. Ne, sadece yarısı mı geçti?

Son saatler ileride yapmam muhtemel olan Sibirya treni gezisini yeniden düşünmeme sebep oldu. Sibirya'daki tren yolculuğu da aşağı yukarı buna benzeyecekti. Bunun en azından 5-6 saat sonra biteceği insanı ferahlatıyor. Sibirya treni ise 15 günlük bir gezi! 6-7 şehir ve aralarda Sibirya ormanları, tundralar, kayın ağaçları, ladinler, çamlar, kar, buz, karlı tepeler, donmuş göller, Sibirya mı Alaska mı? derken aynı şeylerin 15 gün boyunca penceremin önünden geçtiğini düşledim. Yarı uyku, yarı uyanıklık arasında Sibirya'ya gittim, geldim, ve gitmemeye karar verdim. Bunun 15 gün sürenine kesin katlanamam. Ancak kısa bir versiyonunu bulursam veya ayarlarsam belki!

Son dört saat de bir şekilde geçti ve Fairbanks'e geldik. Ha bir de yanardağ eskisi gördük...

FAIRBANKS ve KUTUP DAİRESİ UÇUŞU

Otelin servis aracına bindik ve "Pike's Waterfront Lodge" nam otelimize geldik. Resepsiyonda bizi bekleyen bir not vardı. Tren şirketini aramamız isteniyormuş. Aradık. Kutup dairesi uçuşumuz iptal edilmiş. Parası geri ödenecekmiş. Sebep? Bizden başka yolcu yokmuş. Üç kişi için uçak kalkmazmış. Olur mu? Olurmuş. Yani olmazmış... Bu trencilerle daha önce hiç bir sorunu çözememiştik. Bunu da çözmemiz mümkün değildi. Okey, tamam, sağol filan deyip telefonu kapadık. Bu, vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyordu. B planını devreye soktuk. Uçak şirketini arayıp sorduk;
- En az kaç kişi lazım? Cevap; dört.
- Tamamdır, dördünün parasını veriyoruz ve yarın sabah uçuyoruz.

Daha önce bir kere "yat" kapatmıştım ama, "uçak kapatma"nın zevki başkaymış!

Hava meydanı otele 10 dakika mesafedeydi. Sabah erkenden yola çıkıp, benim uçağa gittik.

Arctic Air ofisinde Amerikanın en tatlı kadını bizi bekliyordu, Katty. Müthişti. Bizden dördüncü yolcu parasını almadığı için yağ çekmiyorum. Gerçekten sevdik. Parayı almayınca tabii ki daha çok sevdik, ama belli etmedik. Önce bize "izin verirseniz uçakta bir yolcu daha olacak" dedi (biz uçağı kapattık ya, izin alıyor!!!). Parmağıyla son derece güzel bir beyaz köpek gösterdi. Yaralanmış, bakıma gelmiş, bakıcısıyla geri dönmesi gerekiyormuş. Bir anda, gözlerimizin önünden bizi ısıran tüm köpekler geçti. Hık mık ettik ama, köpek öyle güzel bakıyordu ki, bir de o ısırsın bari dedik, izin verdik. Ondan sonra Katty dördüncü yolcu parasını almayacaklarını açıkladı. Isırsın valla!!

Katty uçuş detaylarını, neler yapacağımızı, ne göreceğimizi anlattı. O kadar hoş anlatmasa uçuştan vazgeçebilirdik. Kollarını iki yana açarak böyle uçacaksınız, pilot birşey görürse böyle yan yatacaksınız diye gülerek, şen şakrak anlattı, anlattı. Korkmayın yan yatsa da aşağı düşmezsiniz, kemerleriniz bağlı olacak diye de bizi rahatlattı! Ne göreceğimizi "ağaç ağaç ağaç dağ bayır kar buz" şeklinde özetledi. Anladık ki göreceğimiz şey trende gördüklerimizden pek farklı olmayacaktı. Alaska tundralarını yandan görmüştük, bir de üstten görecektik. İlaveten; Birkaç gariban rezervasyon alanı, meşşşhur Dalton anayolunu, meşşşşhur Yukon nehrini ve birinci - ikinci - üçüncü - dördüncü - beşinci - altıncı ve de yedinci petrol boru istasyonlarını gördük. Aradaki çizgiler boru hattına karşılık gelmekte!

Uçak küçük olduğundan yanımıza fazla şey almamamızı söylemişlerdi. Çantalar tartıldı, kayıtlar yapıldı, fazla çişler boşaltıldı ve uçağa binildi. Katty kulağımıza şirketin en büyük sırrını fısıldadı; şu rehber kılıklı adam şirketin sahibi olur, ama kimsenin bilmesini istemez!

Pilot (Simon) pencereden içeri girdi. Kulaklıklarımızı taktık. Pervaneler dönmeye başladı. Bu arada hiç kimse can yeleklerini nasıl üfleyeceğimizi, düşersek başımızı nereye sokacağımızı filan anlatmadı (dönüşte bunu şikayet etmeyi düşünüyorum). Uçak suyun üstünde hız kazanmaya çalışan bir Alaska kazı gibi koşmaya başladı. Kanatlarımızdaki su zerreleri havaya karıştı ve yavaş yavaş yükseldik. Çok değil, nehirde yüzen buzları görecek kadar alçak, bulutlara değmeyecek kadar yüksek! Anladım ki böyle küçük bir uçakla uçmak başka bir zevkmiş. Ne gördüğün, nerede uçtuğun hiç önemli değil. Güzel olan uçmanın kendisiymiş. Bizim köpek de aynı şekilde düşünüyor olsa ki, tüm yol boyunca gıkı çıkmadan etrafı seyretti. Üstelik pervanelerin olduğu gibi içeri sızan gürültüsüne rağmen!

Birbuçuk saat kadar sonra Brooks Dağlarına geldik. Yüksek tepelerin arasında nereye ineceğiz diye bakınırken, baktık ki bizim pilot Simon da bizim gibi bakıyor. Ortalıkta piste benzer hiç bir şey yoktu. Fakat koçum Simon gözüne bir yer kestirdi ve bizim kuş buza yumuşak iniş yaptı. Yanda iniş anını görüyorsunuz. Neyse uzatmayalım, uçaktan indik. Buzdan ibaret bir alanın ortasında sağa sola şaşkın şaşkın bakan tipler olarak kalakaldık. Etrafta ne güvenlik, ne kontrol kulesi, ne de bir bina vardı. Hepsi arazi olmuş! 67° 15' 5" kuzey, Coldfoot namıyla maruf mahaldeyiz. Bu rakamların anlamı şu; 66° 33' 44" kuzey enlemi demek "kutup dairesi" demek! 67° küsur kuzey demek, kutup dairesini geçmişiz demek. Ne zaman geçtik, nasıl geçtik, anlamadık. Aşağılarda ne enine, ne boyuna hiç çizgi, daire filan da görmedik :)) Simon geçtik diyorsa, geçmişizdir...

Coldfoot, 1900'lü yıllarda madencilerin ve altın arayıcılarının en kuzeydeki adresiymiş. Başlangıçta adı başka bir şeymiş (Slate Creek). Adamlar zengin olma şehvetiyle, sabahın köründe Koyukuk nehrini elekten geçirmeye gider, akşamları ayaklarını sürüyerek geri dönerlermiş. Sonunda donuk ayaklarına bakıp, buranın adı olsa olsa "donuk ayak" olur demişler. Şimdi yeniden canlanıyor diyorlar! Prudhoe körfezine gidip dönen tırların tek durak yeri olması burayı canlandırmış! Canlılıktan kasıtları, biz İstanbul'lular için pek anlaşılır gibi değil. 2010 sayımında nüfusu 10 kişiymiş. Bizim Coldfoot'lu rehber şimdi 8 erkek, 6 kadın, 14 kişi olduğunu söyledi. Doğruymuş, kabaca %40 artış var! Darryl uçakta getirdiğimiz bira şişelerini taşırken 10 senedir burada olduğunu, artık geri döneceğini söyledi. Geç bile kalmış...

Petrol boru hattını tavaf edip, kızak köpeklerini acıyan gözlerle seyrettikten sonra, pencerelerinde dantelli perdeler olan bir kafeye girdik. Kafenin bir köşesi kamyon şoförlerine ayrılmıştı. Diğer kısmında Coldfoot nüfusunun neredeyse yarısı (!) ayaküstü çene çalıyordu. Pencereden bir takım barakalar görünüyordu. Bunlar bir takım turların aurora, kızak ve "wilderness" deneyimi için insanları getirdikleri eski madenci evleriymiş. İnternette yorumları okuyunca burada kalmaktan vazgeçmiştim. İyi yapmışım.

Dönüşte Katty bizi aynı keyifle karşılayıp otelimize bıraktı. Fairbanks'i ona sorduk. Gereksiz der gibi bir edayla "gidin, gidin" dedi, "iki bina, bir de park var". Mesajı aldık, fakat taa nerelerden gelmişiz, buraya kadar gelip görmeden dönersek ayıp olur dedik. Hani bir soran olursa!

FAIRBANKS ve CHENA

Alaskalılar kendilerini tanımlarken, daha doğrusu Amerikadan bahsederken "aşağı 49" diyorlar. Alaska da yukarıdaki oluyor (ellinci eyalet). Eyalet bayrağında büyük ayı takım yıldızı ve cezvenin üstünde kutup yıldızı var. Diğer bir deyişle; Alaska'nın büyük boz ayısı ve kuzeyin yıldızı! Bu bayrağı ilk defa Fairbanks'teki arabaların plakalarında farkettim. Fairbanks Alaska'nın ortalarında, 32000 civarında nüfusu olan küçük bir şehir. Burası da diğer her yer gibi, 1900'lü yılların başında kurulmuş. O zaman da küçük olduğu için ancak bir başkan yardımcısının adını alabilmiş :)) Pek fazla bir özelliği yok. Üniversitesi ve özellikle jeofizik enstitüsü kendisinden ünlü. Benim de Fairbanks ile ilk tanışmam bu enstitünün doğa olayları ile ilgili sayfaları dolayısıyla oldu. Şehir o kadar sessiz ve hareketsiz ki buzların çözülmesi bile işe yaramayacak gibi. Chena nehri kıyısındaki Griffin park, kenarındaki bir-iki kafe-bar şehrin biraz daha hareketli yerleri. Bir de şehrin bir köşesinde, merkeze 4-5 km mesafede "Pioneer Park" var. Fakat nisan ayında orası da kapalıymış. Servis arabasının şöförü açık bir kapı bulup içeriye girmese görmeden dönecektik. Kuruluş dönemindeki ilk evleri, barları, hatta ilk genelevlerini orijinal halleriyle buraya taşıyıp sergilemişler. Bizim şoför bu parktaki eski kilisede evlenmiş. Çarklı bir gemi de (paddle wheel steamer) bir köşede buzların çözülmesini bekliyor. Gemi, buzlar eridiğinde nehirde çalışmaya devam ediyormuş. Tabii ki sadece turistik.

Griffin parkının girişinde, ücretsiz girilen halk evi gibi bir yer vardı (Morris Thompson Cultural & Visitors Center). Alt kattaki salonlarında içi doldurulmuş yöre canlıları, yerli halkın yaşam şartları, kulübeleri sergileniyor, kulübelerin birisinin karanlık camından bakınca dışarıda aurora animasyonu izleniyordu. Biz de girip dolaştık. Bir köşede çocuklar ve yerde bir sürü ıvır zıvır gördük. Bu çocuklar kamp çantası nasıl hazırlanır, nasıl taşınır, bunu öğreniyorlardı. Bu kadar kuzeyde ve doğayla iç içe bir yerde çocukların eğitiminin de ona göre olması son derece normal. Ağır çantaları sırtlarken hiç bir öğretmen karışmıyor, çocuklar birbirlerine yardımcı oluyordu. Çocuğun teki ben bunu kaldıramam dedi. Öğretmen oralı olmadı. Kimse de evladımın beli ağrır demedi. Kızın teki geldi, oğlan aniden he-man kesildi. Demek ki onların yöntemi de buymuş!

CHENA HOT SPRINGS RESORT

Geziyi planlarken en fazla zamanı buraya ayırmıştım. Uçak uçmasa da, aurora görmesek de kaplıca keyfime kimse engel olamaz diye düşünüyordum. Sonuçta yüz yıllık bir kaplıca ve hiç kapanmamış. Iska geçme ihtimali yok.

Chena otelinin servisi ile  yola çıkıp Fairbanks'ten ayrıldık. Gideceğimiz yer 96 km kuzeydoğuda, yolun sonunda. Evet, ana yol gidiyor gidiyor ve kaplıcanın önünde bitiyor. Ondan sonrası Kaplıca alanı ve el değmemiş doğa... 

Buraya sadece kaplıca veya resort demek olayı fazlaca küçümsemek olur. Alaska'nın ilk jeotermal güç santrali burada kurulmuş. Üniversite ile ortak, alternatif enerji çalışmaları yapıyorlar. Tesiste çalışan tüm motorlu araçlarda, çöp ve sebze atıklarından elde edilen yakıt kullanılıyor. Seralarında ekolojik sebze üretimi yapılıyor. Hem kendileri tüketiyor, hem de başka yerlere satıyor veya dağıtıyorlar. Kısaca "kendi yağıyla kavrulmak" denen şey neyse, o; Chena oluyor. Bu konuda eğitim de veriliyor.

Tesisteki diğer bir atraksiyon "buz müzesi". İçeride zırhlı şövalyeler düello yapıyor, bir samuray nöbet tutuyor, köşede çıplak bir kadın duruyor, leoparın teki ortalıkta geziyor, ayılar kola içiyor. Ayının eline kolayı, çocukların ilgisini çeksin diye vermişler. Bu da bahanesi! Sanki burada çocukların ilgisini çekecek bir şey yok? Devam edelim; Işıklar her an renk değiştiriyor. Burayı büyük bir buzdolabı gibi düşünmek lazım. İçerisi her daim 4-6 °C. Ödüllü bir heykeltraş müze içindeki iki odada meraklılarına buzdan heykel dersi veriyor. Müze iyice dolu olduğundan şimdilerde sadece bardak yapmak için uğruyormuş. Bu bardaklarla ziyaretçilere "appletini" servisi yapılıyor. Yumuşaklığı (!) bazı dedikodulara yol açsa da son derece güzel bir içki. Meraklısı için tarifini de buldum; 1 1/2 oz. Smirnoff yeşil elma votkası ve 1 oz DeKuyper ekşi elma şnapsı karıştırılarak yapılıyor. Alaska'da bir kaç sefer içmeme rağmen buzdan yapılmış bardakta içmenin keyfi başkaydı. Müze ilk açıldığında otel gibi kullanılmış. Özellikle şapelinde nikah kıydırıp, ilk geceyi buzdan yatağı eriterek geçirmek çok revaçtaymış. Buzun üstüne serilen geyik postlarına rağmen yatağı her sabah yeniden yapmak gerekiyormuş. "Biz de her sabah yatak yapıyoruz, bunda ne var?" diye düşünebilirsiniz, ama yatağın bazasını her sabah yapmadığınıza eminim. Heykeltraş pes deyince bu uygulamadan vazgeçilmiş. Şu anda görevlilerin en büyük derdi, odaların tekindeki tuvaleti kullananlar (kibarca!).

KAPLICA

İşte benim favori kaplıcam! Dışarıda hava 12 derece. Geceleri sıfırın altına iniyor.  Fakat o her zaman 65 derece! Suyunun bileşimi dünyada sadece Karlsbad'dakine benziyormuş. İçeriğine girmeyip, içine gireceğim. Yeni demli bir çay gibi dumanı tüten havuz beni bekliyor. Suyun üstünde hafif bir kükürt kokusu ve neredeyse iki metre buhar bulutu var. Dalıyorum çıkıyorum. Zevkten ölüyorum derken, bir baktım sıcaktan ölüyorum. Kendimi hemen dışarı attım. Vücudum kıpkırmızı, adeta sıcaktan haşlanmışım. Başım dönüyor, gözüm kararıyor... Kendimi kenardaki bir şezlonga zor attım. Trendelenburg filan, iyi geldi. Karlı tepelerin soluğu çığ gibi üzerime çöktü, damarlarımı sıkıştırdı. Kan yeniden beynime, gözlerime yürüdü, kendime geldim. Kalkıp kana kana su içtim. Musluğun yanında bir yazı; ...Suda 10 dakikadan fazla kalmayın. Bol su için. Girmeden önce okusaymışım iyiymiş. Havuzun kenarında, açık havada mayoyla yatıyorum. Zeynep dışarıda, kaz tüyü gocukla geziyor. Toparlandım, havuza giriyorum, on dakika sonra su içmeye çıkarım, bu sefer dalma-çıkma yok, daha tedbirli ve terbiyeliyim. Gece yarısı tekrar gelir, gene girerim...


AURORA

Eveeet, sırada esas çocuk var.

Chena dağın başında bir yer olduğu için geceleri ortalık kapkaranlık oluyor. Gökyüzünü 180 derece gözlemek mümkün. Zaten gözlem için burayı seçmemizin sebebi bu. Ayrıca bir alarm düzeni kurmuşlar. Aurora başlayınca hemen uyarı geliyor. İlk gecemizde sistemin doğru çalıştığını anladık. Gece yarısına doğru telefonlar çaldı, hepimiz dışarı, karanlığa doğru fırladık. Gözlerimizi gökyüzüne diktik, saatlerce bakındık durduk. Buydu, oydu derken, vakit geçti. Hiç bir şey anlamadık. Önce Japonlar terketti. Onlar gittiyse bir bildikleri vardır dedik, biz de odalarımıza döndük. Biraz hayal kırıklığı oldu. Demek ki "low" dedikleri bu kadarmış dedik. Ertesi gün barda otururken bir defter bulduk. Bara içki için değil, Wii konsolunda tenis oynamaya gitmiştik. Defterde karşılıklı iki sayfa dikkatimizi çekti.  İlk sayfada el yazısıyla büyük bir hayal kırıklığı vardı. "Beni zaten zorla getirdiler, bull shit.." filan... karşısındaki sayfa ise buna nispet yapar gibiydi. Tek kelimeyle "gorgeous!!!" Bizim iki günümüz, yani iki şansımız daha var. Fakat enstitünün aurora tahminleri pek hoş değil. Aktiviteyi beş gün "low" olarak göstermiş!

İkinci gün buz müzesini birlikte gezdiğimiz rehber abla bizimle çok ilgilendi. Türkiye'den gelmiş olmamız bile başlı başına bir ilgi konusu oldu. Zaten bunu tüm Alaska gezimizde yaşadık. Bu abla bizi gezdirdikten sonra üşenmemiş, aurora tahminlerine yeniden bakmış. Akşam saat 10 gibi heyecanla bizi buldu ve müjdeyi verdi; bu gece "moderate" bekleniyor! Enstitü beş-on dakika önce tahminleri revize etmiş...

Geceyi zor ettik. Alarmı bile beklemedik. Araziye çıktık ve gözlerimizi gökyüzüne diktik...

O gece hayatımızın en güzel deneyimlerinden birini yaşadık. Sizlere partiküllerden, plasmadan filan bahsedecek değilim. Gördüğümüz şeyi en güzel tanımlayan, bir yerli kadının söylediği şu sözlerdi;

"Sizin  Aurora dediğiniz şey, bizim ölmüş atalarımızın gökyüzünde danseden ruhlarıdır. Eğer görecek olursanız, siz de onlar için dua edin".  Dua ettik.

Ben başlangıçta fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Bu da uzun hikaye. Sonra bıraktım. Çünkü olay sadece bir tarafta değil, bütün gökyüzünde meydana geliyor. Neredeyse iki saat kadar sürüyor. Bu iki saatin bir saniyesini bile kaçırmak istemezsiniz. Işıklar bir an doğu ufkunda dans ederken, aynı anda batıda birşeyler oluyor, ortadan başka bir ışık huzmesi yükseliyor. Hangi tarafa bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Tam 180 derecelik bir sahnede müthiş etkileyici bir renk ve ışık şöleni varken, fotoğrafla uğraşmak olayın ruhunu kaçırmaya yol açıyor. Uzun süre kalacak olsam ve bu şöleni izlemek için birden fazla şansım olsa o zaman başka. Şimdi iyi bir fotoğraf için ne yapmam gerektiğini biliyorum. Ama bir defa daha bu fırsatı yakalarsam fotoğrafla uğraşmam. Yere yatar, gözlerimi bir saniye bile ayırmadan gökyüzüne bakarım.

İstanbul'a döndükten sonra internetteki video görüntülerine tekrar baktım. Bizim gördüğümüze en yakın aurora videosunu aşağıdaki bağlantıda buldum. Bu ve yanındaki çok değişik videoları hala büyük bir zevkle seyrediyor, o anı yeniden yaşıyorum. Kendimi yere uzanmış, gecenin karanlığında yıldızları seyrederken düşlüyorum. Büyük ayıyı, küçük ayıyı, kutup yıldızını ve binlercesini... Ufak yudumlarla "appletini" içiyor, dudaklarımda buzdan bir kadehin soğuk temasını hissediyorum. Karanlıkların içinden yıldızlar kayıp geçiyor. Atalarımın ruhlarını bekliyorum. Gelecekler ve dans edecekler....

http://www.youtube.com/watch?v=ItaO7gnTOvY&feature=watch-vrec



NELER ÖĞRENDİK?

Bir daha "United" havayollarına binilmeyeceğini
Alaska'nın o kadar da soğuk olmadığını
Geceleri "hiç üşümüyorum" derken yavaş yavaş donulduğunu...
Yüksek şeylere, yüksek şey demenin daha doğru olduğunu
Alaska'da Amber birası içildiğini
Amerikada Çinlilerin girmediği bir yer olduğunu...
Tek düze güzelliğin dayanılmaz olduğunu...
Buz müzesinden hatıra olarak bir şey araklanamayacağını..
Altmışbeş derecelik suda, sualtında yüzülmeyeceğini...
Moose hayvanı hakkındaki gerçekleri...
Her köşeye yığılmış boynuzların, geyik katliamı anlamına gelmediğini...
Kuzey Amerika geyiklerine "Moose", erkeğine "boğa", dişisine "inek" dendiğini...
İnekten "dönme" olanlarda boynuz çıktığını...
Boynuzların sadece boynuz olmadığını...
Boynuzların (antler);
  • Seks hayatıyla ilgisini...
  • Kışın dökülse de, her bahar yeniden çıktığını...
  • en hızlı büyüyen organlardan birisi (!) olduğunu...
  • Kastre edilen hayvanlarda döküldüğünü, yeniden çıksalar da son derece şekilsiz olacaklarını ve İnuitlerin şeytan boynuzu dedikleri bu tuhaf boynuzları, bir damga gibi, ömür boyu taşıdıklarını...