Hacettepe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hacettepe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2016 Cumartesi

EĞİTİM ve TÜBİTAK



Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein




Craig Vente “Sayısal evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.

Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük. Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef almıştık. Sonraki hedef “dininin ve kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal ifadesiydi.

2008 yılında Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı, bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak başlı başına bir sorundu.

Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler. Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi: Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı. Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan filan…

Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci, rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu. Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir yük kalktı, rahatladık.

Craig Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.

Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.

Şeker hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış:  ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler arasında yer almış.

Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!

TÜBİTAK’ı  Allaha havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins 1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler yaptığımızı hatırlıyorum.

Türkiye değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul haline getirildi. Duydum ki Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47. Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var? Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka kurulmuştur mutlaka. Bence de…

Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?

Görüldüğü gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında artışlar var.  2008 yılında 167 olan üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.

Benim asıl derdim eğitimin içeriği…

Hiçbir dağın yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65 ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.

Ülkemizin bazı güzide okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat içleri çürümüş...

Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda. Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar. Halbuki eğitim ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere, güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.

Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin  üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar. Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız... Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire… Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için kullanılan bir araçtır.

Üniversitelerde yapılan bilimsel çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu. İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor. Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor. Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.

2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor. Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı tasarımcılar ise burada çuvallıyor.

Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...

Ülkede bilim ve teknolojiyi teşvik etmek, yönlendirmek ve popülerleştirmek için kurulan TÜBİTAK’ın sergilediği işte budur: Kötü söze maruz kalan peynirin daha çabuk küfleneceğine inanan dindar gençlik… Desteklenen projeler asıl hedefi ilan ediyor; sakınmadan, açıkça ve belki de övünerek… 

2 Mayıs 2015 Cumartesi

KİM BİLİR?



Hacettepe Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar" gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı, güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla belirleniyor.  

Özet olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.

Benim yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli; "Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın yalancısıyım!

Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş.  Bir nevi “Emret Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan” joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım, Boşbakanım gibi…

Bu satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane edilerek kapatılırken,  bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor.  Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;

  • Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?

  • Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı? 


  • Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde "Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı? "Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan mı? 

  • Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor? 

  • Araba ön panosunun, koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin” demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız! Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana ulaşmaz mı?

  • Spor ve makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?

Belki (umut ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır. Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?