hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2021 Cuma

BİR ÖDÜLÜN ARDINDAN

 Evet, önce Hayriyaanım gitti. Neyse ki onun yerine bir şeyler koyabildik. Yıllar geçtikte kayıplar arttı. Güzelim boğaz vapurlarının yerini motordan bozma tuhaf tekneler aldı. Cumhuriyetin simge isimleri Sümer Hanım ve Refik Saydam Beyler de gittiler. İnsan kayıplarının değerini çok sonraları anlayabiliyor. Geliştiğimizi zannederken hayatımızdan sessiz sedasız eksilen şeyler bir gün iç çektiren özlemler haline geliyor. Örneğin sokak oyunları! Sokak oyunları yok olurken çocuklarımızı güvenli alana çektiğimizi düşünerek kendimizi avutuyoruz.

Sosyologlar ne der bilmiyorum ama, önce sokaklar, sonra yavaş yavaş memleket değişti. Hastalar müşterilere, hekimler şiddet hedefine, cehalet meziyete dönüştü. Değişimden en çok da kadınlar nasibini aldı. Erkekler toplanıp adına "kadın sorunu" dediler. Aslında kadın değil, erkek sorunu olan soruna çareler arıyorlar. Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Her bir kadının sessiz çığlığında ana tanrıçanın kemikleri sızlıyor.

Bir teselli, bir çıkış, derdimize bir çare bulmakta zorlanıyoruz. Neyse ki sanat ve edebiyat var! Notalar ve renkler, sözcüklerle sözleşmiş, ruhumuzu iyileştiriyor, karanlıkları aydınlatarak dayanma gücü veriyor...

12 Eylül 2013 Perşembe

İNSANCA ŞEYLER

(Bodrum, Ağustos 2013)

Her şeyi bilen mavi balık tembel tembel gerindi. Bir yıl daha yaşlanmıştı. Gözleri yeşil balığı aradı. Göremedi. Biraz yüzüp adanın ardına bakmaya niyetlendi, vazgeçti. Sırtının orta yerindeki ağrı keyfini kaçırdı. Eti mi, yoksa kemiği mi ağrıyor, anlamadı. “Kılçık erimesi” dedi. Soğukta kılçıkları sızlıyordu. “Güneye inmek lâzım…”
Son bir defa sahile kulak verdi… İnatla çocuklarını sudan çıkarmaya çalışan babalar ve inatla denizden çıkmayan çocuklardan başka kimse kalmamıştı. İskelede oturan yaşlı bir kadınla, fırfır mayolu, pembe gözlüklü bir kız dikkatini çekti. Kadın gazetesini bırakıp gözlüklerini çıkardı.
Pembe gözlüklü kız, yakın gözlüklerini silen kadına sordu:
Aneaane, aneaane; babam annemi mi dövsün, beni mi dövsün?”
Mavi balık kulaklarına inanamadı. Birine söylesem uyduruyorsun der dedi, sinirle gerindi. Sırtı kuyruğuna kadar pul pul oldu. İnsanlar anlaşılmaz yaratıklardı. Bu nasıl bir soruydu? “İnsanlık hali” dedi. İnsan olmadığına sevindi.

Demek ki dedi, baba anneyi dövüyor. Baba kızını da dövüyor. Ya da baba anneyi dövüyor. Kızını seviyor. Kız anneyi seviyor. Babayı da seviyor veya sevmiyor. Kız babaya beni döv diyor. Babam beni dövmez diyor. Baba geliyor, ikisini de dövüyor. Bu artık normal bir şey olmuş. Yemek gibi, içmek gibi… Kız anneanneyi merak ediyor. Niyeti anneannenin kimi daha çok sevdiğini öğrenmek! Kızını mı, yoksa torununu mu? Anneni dövsün derse, onu sevdiğini anlayacak! Seni dövsün derse, annesini kıskanacak!


Dayak, dövmek, vurmak bilmediği şeylerdi. Bir de zorbalık, zulüm, cefa, eza, çile, işkence gibi şeyler vardı. Aklı karıştı. Tekrar çocuğa bakıp aklını ve konuyu toparladı. "Sadece çocuk" dedi. Ana, baba ve çocuk! Demek ki bazen birisinin diğerini dövmesi gerekiyor. Bildiği başka durumlar da vardı. Kadın ve erkek, kız ve oğlan ve diğer oğlan… “Erkektir, döver” demişti bir gün bir kadın, bir başka kadına… Buna “Deneyim” deniyordu ve deneyim, balıklar için de önemliydi.

Deniz kıyısı insanların birbirine verdiği sözlerle doluydu. “Sensiz yaşayamam” diye yemin etmişti bir gün bir oğlan, bir kıza… Yaşadığını balık gözleriyle bile görmüştü mavi balık. Başka bir gün, başka bir oğlan, başka bir kızı çok seven ve de sevmekten dövesi gelen oğlan; “seni yâr etmem başkasına” demişti. Falezlerin dibine düşen kız, o kızdı. Sonra dalgaların kayalara çarptığı bir başkasını anımsadı... İtilen veya itilmiş, kalpleri kayalara çarpmadan çok önce kırılmış kızlar… Çok sevmişlerdi ve çok ölmek istemişlerdi.

İnsanca şeyler!” dedi, rahatladı. Bunlar balık âleminde rastlanmayan şeylerdi.

Denizlerin bütün sırlarını ve diğer her şeyi bilen mavi balık, yavaş yavaş yüzerek güneye döndü. "Bodrum'un denizi böyledir" diye mırıldandı. "Dalga dalgadır. Bir soğuk, bir ılık, ama hiçbir yeri sıcak değildir". Kara Adayı geçti, meteor çukuruna uzaktan baktı. "Tepeme biri düşebilir" dedi. 
Bir bilenin dediği gibi: Balıklar düşünmez. Onlar her şeyi bilir!

Ertesi gün denize inen yolda, kara gözlü baba, pembe gözlüklü kızına sordu:

"Benimle olduğuna mutlu musun yavrum?"

Mavi balık bu soruyu saçma buldu. "İnsanlar..." dedi, "saçma sorularda üstlerine yoktur..." Kafasını iki yana sallayıp geldiği yere, Gökova'ya yöneldi. Pembe gözlüklü kızın cevabını merak etmedi...




Ps. Mavi balığın sadece yarısı, yani balık kısmı gerçektir. Mavi balığın hikayesindeki pembe gözlüklü kız, babası ve söyledikleri ise tamamen gerçektir. Bir çocuğun böyle bir soru sorabileceğine hala inanamadığım için okurlara da gerçek dışı geleceğini düşündüm. Açıklamamın sebebi ve hal-i pür melalimiz budur.

1 Eylül 2011 Perşembe

ARDIMDAKİ KARA BULUT

Ardımdan gelen kara bir bulut mu var ne?

1973 haziran'ında Fakülteyi bitirdim. "New York, Syracuse" Üniversitesinden kabul yazım vardı. Askerliğimi yapar, Amerika'ya gider, bir daha dönmem dedim. Arkadaşlarım tatile, ben askere gittim. Benden sonraki devre pek ballıydı, dört ay askerlik yaptı. Bu dört ay da izinden sayıldı. Eve döndüğümde ondokuz ay geçmişti...

Kur'ada Siirt'i çektim, komando oldum. Hem taburun, hem alayın komutanıyla takıştım. Adım "komünist" doktora çıktı. 3 kere disiplin soruşturması geçirdim.  Dördüncüsünde komutan beni direkt Diyarbakır askeri mahkemesine verdi. Bu sırada, her zaman olduğu gibi, askerlik bize de kısalacak dedikodusu çıktı. Erat mezuraları fırlatıp attı. Terhise gün sayarken savaş çıktı. Vasiyet yazıp rütbeleri söktük, Kıbrıs'a uçtuk. Hiç olmazsa mahkemelerden kurtuldum derken, Fazıl Paşa'ya silahsız yakalandım. Ben doktorum, silah kullanmam dedim, 3 gün hapis cezası aldım. Bu cezayla gurur duydum. 

Savaş şeklen bitmişti. Kıbrıs'a yeni erler geldi. Hiçbirinin kan grubu belli değildi. Ayrıca elimde doğru dürüst ilaç, sargı bezi, pansuman malzemesi filan kalmamıştı. Lefkoşe'ye gidip, genel hastaneden malzeme aldım. Tabii ki yazdığım kadar kolay olmadı bu. Lefkoşe'nin çevresindeki surlarda giriş kapıları BM askerlerinin kontrolündeydi. Sadece tek kapı mücahitlerin elindeydi. Bir gece yarısı elime bir harita alıp, ambulansı araziye sürdüm. Ay ışığında seyrederek "hissi kablel vuku" ile bu kapıyı buldum. Sonrası kolay oldu. İki-üç günde bir gizli yollardan Lefkoşe'ye girip çıktım. Hemşirelerle pastane sefası yaptım. Dedikodu çabuk yayıldı. Komutan kıskandı. Ben de giderim dedi. Yol karışık, gitmeyin dedim. Komando ya, gitti, kapıyı şaşırdı, Rumlara esir düştü. Ben gazi oldum, o niyazi. Yerine geçen komutan ismimi madalya listesine koydu. Fazıl paşa "doktora madalya mı olur?" dedi.

1981'de Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi uzmanı oldum. 1985'te bu uzmanlık dalı tarihe karıştı.

1982'de Amerika'ya gittim. Bir yıl Wisconsin Üniversitesi'nin araştırma laboratuvarında çalıştım, Türkiye'ye döndüm. Yanına gittiğim hoca benden sonra üniversiteden ayrıldı. Laboratuvarın mali fonları kesildi. Ücretli çalışan son "fellow" ben oldum. Meydan beleşçi Çinlilere kaldı. 
1987'de Londra'ya gittim. Brompton hastanesinde tanınmış kalp cerrahlarından Prof. Lincoln ile çalıştım. Benim hoca, iki ay sonra prestijini ve hastaneyi Magdi Yacoub'a kaptırdı. Guardian'a haber sızdırıp "ameliyatlarımı engelliyor" dedi. Teselliyi Tayvanlı bir kızda buldu.

1992'de Bayındır tıp merkezine geçtim. 1994'te diğer patronların yanında 8-9 doktor, Bayındır Bankasına kurucu üye yazıldık. Başlangıçta, hastanede her şey güllük gülistanlıktı. Sonra genel müdürle aramızdaki gerilim yavaş yavaş arttı, kıvılcımlar çıkmaya başladı. Holding ortağı genel müdür holdingle bozuştu, ayrıldı gitti! 1997 sonunda, maaş diye verdikleri parayı, yanında bir  "arif olan anlar" mektubuyla iade edip (!) ayrıldım. Hastane yönetimi İş Bankasına geçti. Bayındır'ın patronu Çörtük'ün mallarına el kondu. İflas etti mi bilmiyorum ama bir daha iflah olmadı. Banka deseniz ekonomik krize takıldı. 2001'de BDDK tarafından fona devredildi.

2002 sonbaharında İstanbul Üniversitesi'ndeydim. Bir yıl sonra Rektör Alemdaroğlu beni enstitü müdürü yaptı. Kardiyoloji Enstitüsü kapandı-kapanacak derken tam toparlanıyorduk ki Cumhurbaşkanı rektörü görevden aldı. Arkasından ergenekon olayı çıktı. Tutuklandı, serbest kaldı. Şimdi, haftada bir karakola gidip "buradayım" diye imza veriyor. Kemal beyin aleyhinde davalar açan profesör, o gittikten sonra benimle ve Kaya'yla uğraştı. Kaya, enstitüye birlikte girdiğim arkadaşım olur. Biz emekli olduk, ayrıldık. O Silivri'de tutuklu, yatıyor. Yanlış bir karar, ama pek üzüldüm diyemem.

Arkadaşım Hatipoğlu, bu safahattan yakinen haberdar olduğundan, elimden sadece Sivas rektörünün kurtulduğuna dair bir kelam etti. Tabii ki sonrasını bilemezdi.

2007'de Başkent Üniversitesi'ne geçtim. Prof. Haberal beni İstanbul hastanesinin başına müdür yaptı. Bir de başhekim filan. Doğal olarak olaylar ve hastaneyi ele geçireceğime dair söylentiler çıktı. Amcası, oğlu, kankası derken uğraşmaktan bıkıp müdürlükten ayrıldım. Böylece Hastane benden kurtuldu. Fakat Haberal kaderden kurtulamadı. 2009'da ergenekon kapsamında tutuklandı. Emniyet müdürlüğünün önüne gidip "olaya" karşı gösteri yaptık. Milletin önüne düşüp televizyonculara "olayın" yanlışlığını anlattım. Anjiyo olurken de başındaydım. Yoğun bakımda yatarken bir oda yanında hemşirelere telkinde bulunuyordum. Sonra kendi kendini pasivize etti, kendi derdine düştü. Derken bir gün aklına "İlhan" düştü. Kovun keratayı dedi. O sabah elime bir sözleşme vermişlerdi. İmzaladım. Anlamı; bir yıl daha işim vardı. Öğle oldu, bir kağıt daha geldi. Anlamı; işim yoktu. Eve gidebilirdim. Gittim. Ben eve giderken o yeşil bir "tevkif" arabasının arkasında Silivri'ye gidiyordu.

Bitmedi. 

Önüme bir dünya haritası koydum. Gezecektim.

İlk olarak Kenya'ya gittik. Arkasından bir kere daha. Sonra (karışık olabilir), Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır'ı gezdik. 2008'de Tunus'u görmüş, çok güzel bir vapur yolculuğu yapmıştık. 2010 sonunda Fas'a gittik. Yılın ilk günü Türkiye'ye döndük. Libya'dan haber geldi. Bir arkadaşım yıllardır oradaydı. Ayrılacağım, artık bu baharda mutlaka gelin dedi. Yemen düşünüyorum dedim. Israr etti. Nerede kalırız derken dananın kuyruğu koptu. Haberler yağmur gibi yağmaya başladı. Önce Tunus karıştı. Yasemin Devrimi filan derken, ekranlar Tahrir meydanı haberleriyle doldu. Yemen'de isyan çıktı. Fas'ta kıpırtılar oldu. Suriye'nin ateşi yükseldi. Kenya'ya bir şey olsaydı üzülürdüm. Olmayacağını garanti edemiyorum ya neyse. Arkadaşım Libya'dan zor kaçtı. Norveç fiyortlarına gidecektik, günlerce fiyort inceledik, adamın biri çıktı, bombalar patlattı, milleti kurşuna dizdi. Kayınbirader Volga'da vapur sefası yapalım diyordu, iki hafta sonra bir gemi battı, bilmem kaç kişi boğuldu, öldü gitti. Bari Yunan adalarını gezelim dedik, Yunanistan battı. Tarihinin en büyük ekonomik krizine girdi.

Zanzibar'ı yazmamıştım. İlkbaharda oradaydım. Burada kötü ne olabilir diyordum. Sonbaharda bir haber; Dar es-Salaam'dan kalkan bir feribot Zanzibar açıklarında battı. İkiyüz küsur ölü...

Evimizde oturup hiçbir yere gitmesek, bu da çözüm değil. Bu sefer memleket karışıyor. 
Durup durup tam bu sene (fenerbahçeliyiz ya) bir taraftar kartı çıkarttım. Hayatımda ilk defa kombine bilet aldım. Jale'yi, olmazsa kızları götürürüm diye, bastım parayı bir kombine daha aldım. Stada gider bağırır çağırırız dedim. Şampiyon olacağız umuduyla biraz da hisse senedi koydum kenara. Aradan bir ay geçti geçmedi hisseler battı. Başkan tutuklandı. Fener şampiyonlar liginden dışlandı. Birinci ligde kalacağı bile şüpheli. Uçurumun kenarında, ha düştü ha düşecek. Ben şimdi ne yapayım? Nerelere gideyim? En iyisi gidip bir tane de Galatasaray kartı çıkartayım. Bir de ucuzundan kombine aldım mı tamam. Galatasaray da iflah olmaz artık! Ya da tekrar Kıbrıs'a gideyim. Ama bu sefer direkt olarak rum tarafına...