Nedenler değişmeden sonuçların
değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein
Craig Vente “Sayısal
evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.
Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki
çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz
başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük.
Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme
salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü
korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef
almıştık. Sonraki hedef “dininin ve
kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal
ifadesiydi.
2008 yılında
Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı,
bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin
aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler
taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır
vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe
ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak
başlı başına bir sorundu.
Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler.
Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi:
Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı
yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu
genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı.
Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan
filan…
Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir
de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz
her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci,
rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu.
Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar
anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir
yük kalktı, rahatladık.
Craig
Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam
Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında
kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve
çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama
önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene
DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin
hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu
gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur
duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet
akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama
Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın
önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp
konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa
eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri
döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.
Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız
olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle
değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında
düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında
birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri
teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve
karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha
hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.
Şeker
hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı
Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük
bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya
Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına
geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış: ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin
Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler
arasında yer almış.
Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın
TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden
kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu
etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka
taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo
evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG
önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin
lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada
anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu
özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!
TÜBİTAK’ı Allaha
havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için
gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar
yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm
noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins
1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili
Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı
kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen
lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa
bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden
oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını
planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize
girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül
yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler
yaptığımızı hatırlıyorum.
Türkiye
değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul
haline getirildi. Duydum ki “Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47.
Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek
bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus
Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması
amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var?
Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka
kurulmuştur mutlaka. Bence de…
Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve
teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü
aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?
Görüldüğü
gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki
eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat
kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama
gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir
sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında
artışlar var. 2008 yılında 167 olan
üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak
yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden
mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben
eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara
bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere
bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.
Benim
asıl derdim eğitimin içeriği…
Hiçbir dağın
yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç
yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle
yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok
önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik
İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir
proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma
becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65
ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık
ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve
altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı
oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı
grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.
Ülkemizin bazı güzide
okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş
veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını
düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte
geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle
matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar
şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat
içleri çürümüş...
Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda.
Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar.
Halbuki eğitim
ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere,
güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için
olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.
Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime
ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine
göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar.
Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız...
Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk
milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire…
Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En
çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek
en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için
kullanılan bir araçtır.
Üniversitelerde yapılan bilimsel
çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu.
İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat
çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı
yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir
alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki
yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama
atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer
bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam
bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale
sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor.
Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor.
Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki
içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.
2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu
öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan
fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda
İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal
Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine
yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika
Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha
önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor.
Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı
olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı
tasarımcılar ise burada çuvallıyor.
Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları
bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar
ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş
eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz
yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden
zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı
eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının
sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize
başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini
bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...
Ülkede bilim ve teknolojiyi teşvik etmek, yönlendirmek
ve popülerleştirmek için kurulan TÜBİTAK’ın sergilediği işte budur: Kötü söze
maruz kalan peynirin daha çabuk küfleneceğine inanan dindar gençlik… Desteklenen
projeler asıl hedefi ilan ediyor; sakınmadan, açıkça ve belki de övünerek…