demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
demokrasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Eylül 2016 Perşembe

KOLAJ




Yaşam umutsuzluktan umut üretmektir.
İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.
Yaşar Kemal (1923-2015)


Laiklik, temel özgürlükler, insan hakları ve ahlaktan bahsederken iki (üç, beş veya on beş) ateş arasında kaldık. Bir gecede paralel evrene kaydık. Bu evrende zaman zaman üstüne binip ortasından çat diye kırılıyor. Kavramlar birbirine çarpıp dağılıyor. Akıllara zarar işler oluyor. Örneğin darbe girişimi Allahın lütfu oluyor. Bilumum cemaat ve tarikat demokrasi nöbetine çıkıyor. Sabah erken kalkan devleti işgal ediyor. Milli uçak, milli ilaç, birlik beraberlik, milli mutabakatla taçlanıyor. Cüppeli Ahmet, Genel Kurmay Başkanının elini sıkıyor. Demokrasi toplantısında ilkeler değil korkular konuşuluyor. CHP şaşkınları oynuyor. MHP ellerini ovuşturuyor. AKP kıs kıs gülüyor. HDP oyuna alınmıyor.  Ağlayarak İmralı’ya dönüyor. Kandilde kargalar gülüyor


Demokrasi doruklarında Avrupa’nın en büyük adalet sarayı gazeteci ve yazarlarla doluyor. Okullar, Üniversiteler kapatılıyor. Düşünceler tutuklanıyor. Hak ve özgürlükler masal oluyor. At izi it izine karışıyor. Devlet tiyatroları, TDK, TÜBITAK, ne varsa satılıyor. Sermaye el değiştiriyor. “Düğün-Dernek” filmi izlenme rekorları kırıyor. Gaziantep’te bir düğünde  gelin arabası IŞID (İD veya ILİD veya DAİŞ veya DAEŞ) bayraklarıyla süsleniyor.  Başka bir düğünde 51 kişi ölüyor. Antep’te, Adıyaman’da bomba yelekleri dikiliyor. Birisi “Alnı secdeye varan Müslüman’dan zarar gelmez” diyor. Birileri ekiyor, diğeri biçiyor...


İstikrar adası meçhule gömülüyor. “Sıfır sorun” matematikçisini bekliyor. Dünya barış gününü kutluyor. Ortadoğunun ortasında kara bir delik büyüyor. Kara delik yaşamları yutuyor. Akdeniz yeni kurbanlar bekliyor. Sahile dalgalar ve ölü çocuklar çarpıyor. Üsküdar’a dev dönme dolap yapılıyor. Güneydoğu yerle bir ediliyor. Çocuklar (geri kalanlar) kinle büyüyor. Avrupa Asya’ya bir daha bağlanıyor. Diyanet kurban kanının alna sürülmesinin caiz olmadığını açıklıyor. Şuur bulanıklığı çeçe sineğine, geçmiş ve gelecek bütün şerler FETÖ’ye bağlanıyor. Türkiye bağırsaklarını temizliyor. Buna bazıları inanıyor.


Hayvan Hakları Derneği kurban keserek açılıyor. Uyuşturucu ile mücadele derneği başkanı 7kg uyuşturucu ile yakalanıyor. Genel Kurmay Personel Daire Başkanı’nın zulasından 18 apartman çıkıyor. Kötü kokular yükseliyor. Birileri kilise yakıp İsrail’i protesto ediyor. Diğeri bir Budist kovalayıp Müslümanları Hıristiyan yaptırmayacağız diyor. Muhbir yurttaş komşusunu gammazlıyor. Ölmek yaşamaktan değerli oluyor. Birileri bizi kandırıyor. İnsanlar kim vurduya gidiyor. Yenikapı ruhu kapıya üç defa vuruyor. Rize’nin fethi kutlanıyor. Birisinin ağzına “Che” hiç yakışmıyor. Az gelişmişlik ve cahillik bölünmez bir bütün oluyor...


Vesaire vesaire...

Not: Bu kolajda geçen cümleler gazete ve dergilerden kopyalanmıştır. Kişisel katkım pek azdır ve cümleleri bağlamaktan ibarettir. Bu kadar çarpıklığın içinde Atatürk adının hiç geçmemesi, AKP binasına resmini asmaktan daha doğaldır. O umutsuzluktan umut üretendir

18 Temmuz 2016 Pazartesi

RAP RAP RAP



Gazete başlıklarına bakıyorum: Demokrasi Kazandı... Milli İrade Destanı... Demokrasinin Zaferi... 15 Temmuz Destanı... Demokrasi Destanı... Nasıl bir destanmış pek anlamadım. Cahillik işte. Yaşım icabı örfi idareden ihtilale, ihtilalden muhtıraya, sivilinden askerisine kadar her tür darbeye şahit olduğum halde ortalıkta bir zafer veya destan göremiyorum. Olsa olsa "facetime"ın "whatsapp" zaferi denebilir o kadar. Milli iradeyi de fotoğraflarda gördüm: Bir takım meczuplar zavallı bir eri derdest etmiş, kanlar içinde sürüklüyorlardı. Demokrasiyi savunuyorlarmış! Diyorlar ki demokrasiyi kurtaracak bir onlar kalmış...

"Türkiye Darbe Aldı" daha akıllıca bir başlık. Yüzde her ne kadarsak, hissettiğim bu oldu. Ne darbecileri ne de bizi kurtaranları kendimden saydım. Yüzde bilmem ne küsurumdan mutluyum. Demokrasi kurtuldu diyorlar. Demek ki benim gibi düşünen üç küsur insanın da hakkı korunacak, inanç ve düşüncelerine saygı duyulacak. Yaşam tarzım sorun edilmeyecek. Etnik farklılıklar kucaklanacak. Kadınlarımız özgür, üniversiteler özerk olacak. Polisi görünce kendimi güvende hissedecek, adalet önünde herkesle eşit olduğumu bileceğim. Ne mutlu bana!

Demokrasi kurtulmuş! Demokrasiyi televizyonda gördüğüm gözü dönmüş insanlar kurtarmışlar. Demek ki onlara emanetim. 

Gözlerimi her kapatışımda kabus görüyorum. Bir bomba sesiyle fırlıyorum. Gerçek mi hayal mi anlamıyorum. Bir uçak alçaktan uçuyor, tam evimin üstünde ses duvarını aşıyor. Sağda solda silahlar patlıyor. Haberler onlarca ölü sayıyor. Camiler demokrasiyi kurtarma günü diyor. Önümden tekbirlerle insanlar geçiyor. Ben artık onlara emanetim.

Rap rap rap
Demokrasiyi kurtaranlar geçiyor
Rap rap rap
kendine demokratlar
Rap rap rap
nur topu gibi faşistler
Rap rap rap
Bindirilmiş kıtalar
Rap rap rap...
Kahverengi gömlekliler
Rap rap rap...

6 Aralık 2015 Pazar

KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ



Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”


28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.

…Diye başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar. Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.


DİL MESELESİ

Fransızlar topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…

Bu meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz. Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz? Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!

Dilimizden hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri. Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını kendimize uydurmuşuz; Ey Türk, titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof. Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl 1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma. Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?

Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum nasıl?


İLİM – BİLİM DURUMLARI

Memlekette ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi, saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki deyişle tam bir Hezarfen! Adam dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.

Fakat bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş. Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil. Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş; Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!

Diğer bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre 4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bekaası caiz değildir"

Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur. İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim insanları!  Ortak kaderler paylaşılıyor. Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi. 

On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da uzun tuttum.  Gök bilimci ve filozof Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace” ödülü her yıl "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.

Yukarıdaki “son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular.  İkisinin bir arada yaşamasının veya yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!


DİN VE BİLİM

Bunlar münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar.  Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil, farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.

Sonuçta tanrı-krallar son dönemece girdi,  Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu; Sekülarizm.

Müslüman dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Battani, Farabi, Biruni,  İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi? Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü? Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”

İslamın içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma konusuna da itiraz edenler olabilir.  O da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim. Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar. Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.

Tek bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır. İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.

Peki tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle, dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…

O tek insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." 

Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!


DEMOKRASİNİN ZAYIF KARNI

Bundan sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit, ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele geçecek, sonra iktidar!

Umduklarından kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür, üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.


CEHALET VE KALABALIK

Eğitim istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım (tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı  35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış. Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o yazmışsa doğru yazmıştır.

Kütüphanelere geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku” diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi? Biat ve itaatin yolu sualsizdir.

Sadede gelelim.

Cehalet ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini  referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik) makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…


KADIN MESELESİ

Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı, cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun, trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı, İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

Kadın olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır. 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.


TÜNELİN SONU

Bir yerde okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...

Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir. 

Karanlıktan beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez. Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor. Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin.  Savaş çıkar (!)…

İnsanlara sadece vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu  kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.


23 Şubat 2014 Pazar

TENEKE ARABA

Bilen bilir. Bilmek için hem altmış yaşın üzerinde olmak, hem de çocukluğunda teneke arabalarla haşır neşir olmak gerekir. Oyuncak arabaları kast ediyorum. Bu arabaların yan tarafında bir delik, içinde de yaylı ve çarklı bir düzenek olurdu. Tekerlerin hareketi için çarkların dönmesi, çarkların dönmesi için de zembereğin kurulması gerekir. Bunun için delikten iki kulaklı bir anahtar sokulur, saat kurar gibi çevrilir. Eski çalar saatleri bilen bunu da bilir. Anahtar bırakılınca zemberek aniden boşalır, araba ok gibi fırlar. Kontrolü mümkün değildir. Ön tekerlek nereye giderse araba da onu izler. Duvara toslasa bile vazgeçmez, eğilip bükülse de fark etmez. Her türlü travmaya dayanıklıdır. Tamiri kolaydır. Tekrar kurarsın, tekrar çalışır, hiç bir şey olmamış gibi yürür gider. Gider de nereye gider, kimse bilmez!

Çocukluğumuzun teneke arabaları ortadan yok oldu.

Bizim kerameti kendinden menkul demokrasimiz de bu teneke arabalara benziyor. Ön tekerlek hedefe kitlenmiş, kör topal, kıra döke gidiyor. Hedef bizim hedefimiz değil. Biz düz yola bırakıyoruz, o bildiği yere gidiyor. O bildiği yer, yürüyen ve yürütenin gittiği yer. Yürütme dedim de aklıma geldi, hani demokrasilerde olan şey, ilkeler, kuvvetlerin ayrılığı filan... Bizim ismiyle mücessem yürütme yürütücüleri, çoluk çocuk, tüm ahlâk ve adalet duygularını yürüttü gitti. Hak ve hukuk kaşar kumarbaz edasıyla pas geçildi. Partilerine iman gücüyle bağlı holiganları arka bagaja dolduran iktidar, her türlü yolsuzluğu siyasi tercihlerle aynı torbaya koydu, adaleti sandığa havale etti. Rivayet o ki, hedefimiz "tam demokrasi"... Cemaat oy verecek, her türlü yolsuzluk, yalan dolan aklanacak, tam demokrasimiz elhamdülillah kanıtlanacak! Demokrasimiz teneke arabaya dönmüş, kafasını gözünü yararken, kendine verdiği zararın farkında bile değil...

Vaktiyle demokrasinin amaç değil, araç olduğunun (şeffaf bir şekilde) söylenmesi tesadüf değilmiş. Bunu söyleyen kişinin tercihi tramvay oldu. Keşke naif bir teneke araba olsaydı. Ama olmadı. Tramvay da durduğu yerde durmadı. Zamanla bir  ihtiras tramvayına dönüştü...

İçinden tramvay geçen hayatımız kâbusa döndü. "Hayatımız" derken kullandığım üçüncü çoğul şahıs kipi maalesef halkın tamamını kapsamıyor. Biraz fazla geniş oldu. Gerçekçi olmak gerekirse; kapsama alanı dışında kalan halk için bu durum gayet doğaldır. Sonuçta bal tutan parmağını yalıyordur. Milletin sorunu tramvayın nereye gittiği değil, kendisinin neden binemediğidir. Binemez, çünkü bu hatta "akbil" geçmez!

Bu tramvayda "akbil" değil, "ak-kredi" kartları geçmektedir. Az bilinen bir gerçek de "akredite" kelimesinin "ak-kredi" kökünden türediğidir. Akredite medya ve iş bitirici iş adamları tramvayın olmazsa olmaz yolcularıdır. Çünkü ülkede fırsat eşitliği vardır ve fırsatlardan faydalanma sırası onlardadır. Bu zatlara gaipten bir ses "banka al, AVM yap, medyaya gir" demiştir. Rabbim herkesin gönlüne göre vermekte, kimine "Cleveland", kimine ikbal yolu göstermektedir ki, ikbal yolu Bab-ı Ali'den geçmektedir. Mesaj alınır, Bab-ı Ali'ye raylar döşenir. Nezaketen, rabbimin bütün vasıflarını üzerinde toplamış uzun kişiye sorulur; "Genel Yayın yönetmeni olarak kimi tavsiye edersiniz?" Durum gayet demokratiktir. Patron "mutlu son" istemekte, en baş patron da yolunu göstermektedir. Demokrasimiz teneke, çare Emenike'dir. Gerisi laf-ı güzaftır.

Tramvaydı, tenekeydi derken ruhum karardı. Bu kâbusu sona erdirecek bir hayale, ruhumun morluklarına iyi gelecek bir merheme ihtiyacım var. Bütün haksızlıkları, duyarsızlıkları unutturacak, ahlâk ve adalet var dedirtecek bir şeye...  Küçük bir mutluluk, safça bir umut! Renan Bilek'in de söylediği gibi; travmalar arası küçük mutluluklardır bu topraklarda yaşam.



17 Aralık 2010 Cuma

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ (II)

(2. kısım)



YÜKSEK ÖĞRETİM KURUMLARI ve YÖK


Son günlerde artan talebe olayları ve protestolar dolayısıyla Yüksek Öğretim Kurumları ile ilgili görüşlerimi öncelikle yazmaya karar verdim. Başlangıçta niyetim önce aile içi demokrasiden, ilköğretimden, çocuklarımızın demokrasi kültürünü üniversite döneminden önce kazanması gerektiğinden bahsetmekti. Üniversitede demokrasiyi ilk baştan başlayarak öğretmek biraz geç kalmış bir çaba olur. Üniversiteler demokrasinin yaşandığı yerler olmalıdır, gençler için de daha önce alfabesini öğrendikleri, fakat belki de ANLAMINI tam kavrayamadıkları demokrasi ilkelerinin uygulama alanı…

Anayasamızın 130. maddesine göre üniversitelerimiz, bilimsel özerkliğe sahip kamu kuruluşlarıdır… Anayasada sözü geçen özerklik, LIMA sözleşmesinde (aşağıda tekrar bahsedeceğim) kabul edilen tanımıyla; yüksek öğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelmektedir. Bizim demokratik anayasamızda idari ve mali özerklik yoktur. Burada idari ve mali unsurlarıyla tam bir özerklik, yani otonominin, doğru bir yöntem olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim. Niyetim üniversitenin genel sorunlarına değinip, konuyu öğrencilere getirmek…

Devlet üniversiteleri idari ve mali açıdan özerk değildir. Anayasamızda, siyasi baskıyı üniversiteden uzak tutarak kendi kendini idare etmesi gibi bir tanım da yoktur. Bu nedenle bağımsızlıktan bahsedilemez. Çünkü önemli maddi kaynağı devlettir. Kaynaklarını kendi varlıklarından alan vakıf üniversiteleri biraz daha özerk sayılır. Bununla beraber, tüm üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, devletin gözetimi ve denetimi altındadır… Tekrar idari kısma dönelim: 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu göre öğretim üyelerinin seçtikleri rektör tarafından yönetilir ve denetlenir. Seçim sonucuyla genellikle ilgisi olmayan bir rektör tarafından... Önce, siyasilerin seçtiği cumhurbaşkanının atadığı YÖK başkanı seçim sonuçlarını şöyle bir tartar, “kerameti kendinden menkul” bir sıralama yaparak gene siyasiler tarafından seçilmiş cumhurbaşkanına sunar. O da başka bir “keramet” ile seçime girenlerden bir adayı rektör olarak atar. Sonuçta Rektörü öğretim üyeleri seçmiş gibi yapılır. Rektör de üniversiteyi özerkmiş gibi yönetir! Seçim yaptık ve rektörümüzü seçtik. Son derece demokratik oldu değil mi?


Görüldüğü gibi daha işin başında, işin başını seçerken bile deve mi kuş mu, belli olmayan bir yöntem uygulanıyor. Seçilen kişi,üniversitenin birimleri ve her düzeydeki personel üzerinde genel gözetim ve denetim görevini yapmak” gibi son derece geniş yetkilerle donatılıyor. Gerisi doğal olarak hikaye… Bu zeminde özerklik son derece sakıncalı bir anlam kazanıyor, tuzak haline geliyor.  Rektör taraf tutmuş, adamını sokmuş, bilmem kimin profesörlüğünü hasıraltı etmiş, hasıraltından boş kadrolar yaratmış, akademisyenler baskı altındaymış, kişiliksizleştiriliyormuş, iş güvenceleri yokmuş… O bir “He-man!” kim tutar onu?


Üniversitelerin özerklik talebi yanında, diğer önemli bir husus da öğretim elemanlarının yönetim ile ilişkilerinin ne kadar özerk olduğudur. Bugün uygulanan sistemin sıkıntılarından bir kısmı da burada yatmaktadır. Tek yetkili rektörlük düzeni yanında, bilimsel özerkliği sınırlayan diğer bir sorun da, doçent ve profesörlerin iş güvencelerinin olmasına karşın (bazı vakıf üniversitelerinde bu bile yoktur), kariyerlerinin ilk basamaklarında olan öğretim elemanlarının bu güvenceden tamamen yoksun olmalarıdır. Akademik işlerin hamallığını yapan bu grup, işlerinin sürekliliği için üstleri ile iyi anlaşmak zorundadır. Virgül, nokta veya …mıştır, …caktır eleştirileriyle defalarca yeniden yazılan tez çalışmaları vardır. Çoğu fakültede ders yükünün aşırılığından araştırma yapmaya vakit yoktur. Neyse ki her hangi bir araştırma ortamı da yoktur. Ayrıca araştırma fonlarından katkı almak deveye hendek atlatmaktan zordur, ama bilimsel özerklik vardır! Hocaların yüzlerce yayınının olmasının nedeni genellikle hiç haberleri bile olmayan makalelere adlarının “mecburen” yazılmasıdır. Kongre katılımları ise ayrı bir maceradır. “Kadrolu kongreciler” yanında uluslararası bir kongreye katılmak deveye hendek atlatmaktan zordur. Üniversite yönetimlerinin başlangıçta titizlikle hazırladığı “bilimsel kriterler” genellikle kongreye katılma taleplerini reddetmek için kullanılır. Kafa karıştırıcı, ama devam edelim; Tek yetkilinin rektör olması dolayısıyla da “doğal” olarak süre uzatmaları da “iyi çocuk” kriterlerine bağlanmıştır. Jürilerin dosya inceleme süreci, ricacı telefon diplomasisinin tavana vuruğu süreçlerdir. Akademik yaşantısının daha başlangıcında bu travmaları yaşayan bir genç bilim insanı, bir şekilde yükseldiği takdirde düşündüğünü ifade etmekten çekinen, edilgen, sorumluluktan kaçan, bir türlü katılımcı olamayan, aslında inanmadığı düşüncelere destek veren, başkalarının sorunlarına duyarsız bir “çağdaş” bilim insanı olur. Bu yeni bilim insanı karakteri geometrik hızla çoğalır ve tüm akademik yaşamın dominant tipi haline gelir. Bakınız; üniversiteler…


Şimdi de yüksek öğretim kurumlarının özerkliği ve akademik özgürlük üzerine LİMA BİLDİRGESİ’ne bir bakalım ve bu bildirgeden üniversitelerdeki demokratik ortama dair çıkarımlar yaparak öğrencilerin sorunlarına biraz daha yaklaşmaya çalışalım.


LIMA Bildirgesi, 6-10 Eylül 1988 tarihleri arasında Lima'da toplanan Dünya Üniversiteler Servisi (WUS) Altmış sekizinci Genel Kurulu tarafından uluslararası standartları gözeterek hazırlanmıştır.

Bu bildirge, eğitim haklarından yalnızca, akademik özgürlüğün var olduğu ve yüksek öğretim kurumlarının özerk oldukları bir ortamda tam anlamıyla yararlanılabileceğini vurgular ve eğitime ilişkin şu ilkeleri kabul eder:
…Her devlet, her tür ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka görüş, milliyet veya toplumsal köken, ekonomik durum ya da başka bir statüye ilişkin olarak herhangi bir ayrımcılık yapmadan eğitim hakkını güvence altına almalıdır. Her devlet, ulusal gelirinin uygun bir miktarını eğitim hakkından tam anlamıyla yararlanılabilmesini sağlamak amacıyla ayırmalıdır.
Eğitim olumlu bir toplumsal değişimin aracıdır. Dolayısıyla, eğitim her ülkenin toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel durumundan kopuk olmamalı, bütün hak ve özgürlüklerin tam olarak edinilmesine yönelik bir biçimde statükonun değiştirilmesine katkıda bulunmalı ve daimi biçimde değerlendirilmeye açık tutulmalıdır.
...Tüm devletler ve yüksek öğrenim kurumları öğretim üyeleri ve araştırmacılar için istikrarlı ve güvenceli bir istihdam sistemini temin ederler. Akademik çevrenin hiç bir üyesi, akademik çevrenin demokratik yollarla seçilmiş bir organı önünde adil bir savunma yapılmadan görevinden alınamaz.
...Tüm yüksek öğretim kurumları öğrencilerin, kurumun idari organlarında yer almalarını temin ederler. Tüm devletler ve yüksek öğretim kurumları öğrencilerin herhangi bir ulusal ya da uluslararası sorunla ilgili görüşlerini tek tek ya da toplu halde ifade etmek haklarına saygı gösterirler.
…Devletler, tüm orta öğretim mezunları veya yüksek öğretim düzeyinde öğrenimlerini sürdürebileceklerini ispat edebilecek diğer kişiler için ücretsiz bir yüksek öğretim sistemi tasarlamak, düzenlemek ve yaşama geçirmek için tüm gerekli önlemleri almalıdırlar.
…Akademik çevrenin tüm üyeleri, çıkarlarını korumak amacıyla sendikalar kurma ya da sendikalara katılma hakkı da dahil olmak üzere başkalarıyla birlikte örgütlenme özgürlüğü hakkına sahiptir.
…Yukarıda sıralanan hakların kullanılması bazı özel görev ve sorumlulukları da birlikte getirir ve başkalarının haklarının korunması için gerekli olan bazı kısıtlamalara tabi tutulabilir. Öğretim ve araştırmalar mesleki standartlara tümüyle uyularak sürdürülmeli ve toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yanıt verir nitelikte olmalıdır.
Tüm yüksek öğretim kurumları ilgilerini toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yöneltirler. Bu amaçla, bu kurumların müfredatları ve faaliyetleri bir bütün olarak toplumun ihtiyaçlarına yanıt verir. Yüksek öğretim kurumları, kendi toplumlarında politik baskıları ve insan hakları ihlallerini kınamalıdırlar.
…Tüm yüksek öğretim kurumları diğer benzeri kurumlar ve kendi akademik çevreleri içindeki bireylerle, baskıya maruz kaldıkları zaman dayanışma içinde olmalıdırlar. Bu dayanışma maddi ya da manevi olabilir ve baskı kurbanlarına sığınma, iş ya da eğitim olanakları sağlamayı içermelidir.
…Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yüksek öğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Devletler, yüksek öğretim kurumlarının özerkliğine müdahale etmemekle ve toplumdaki diğer güçlerin müdahalelerini de önlemekle yükümlüdürler.

Eğitim hakkını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden sonra tekrar ele alan, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklarla İlgili Uluslararası Sözleşme, (BM, 16 Aralık 1966) eğitim hakkını da yeniden (13. Madde) vurgulamıştır. 1976’da yürürlüğe giren sözleşme Türkiye tarafından 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamış, fakat birçok diğer anlaşma gibi bu da lafta kalmıştır. Enteresan olan bu alanda tek ülke olmamamızdır. Bilindiği gibi Fransa ve İngiltere de öğrenci harçlarını kaldırmak şöyle dursun, devamlı artırmaktan sabıkalıdır. Bu sözleşmeye imza atan ülkeler;
…Yüksek öğrenimin, her uygun yolla ve özellikle ücretsiz eğitimin giderek yaygınlaştırılmasıyla herkese, becerisine göre eşit olarak açılmasını;
…Her düzeyde bir okul sisteminin geliştirilmesini, yeterli bir burs sisteminin kurulmasını ve eğitim personelinin maddi koşullarının giderek iyileştirilmesini kabul etmişlerdir.
Görülüyor ki anayasamızda sözü edilen “akademik özerklik” sınırları içinde öğrencilere de tanınmış haklar var. Öğrencilerin bunları yönetimden talep etmeleri demokratik haklarıdır. Cevapsız kalan soruların ve sorunların bir gün patlayarak kendini göstermesi kaçınılmazdır. Hangimiz yüksek öğretimde her şeyin dört dörtlük olduğunu söyleyebilir? Bazılarının “şiddet” olarak nitelendirdiği protesto şekli daha yaratıcı olabilirdi. Fakat unutulmamalıdır ki bu olaylardan önce hiçbir medya organı, üniversite yönetimi veya YÖK bu taleplerle ilgilenmemiştir. Bu sayede birkaç kişi de olsa, öğrenciler ekranlarda ve gazetelerde dertlerini anlatma fırsatı bulmuştur. Onları dinlemek veya isteklerini dile getirecek ortamı sağlamak yöneticilerin görevidir. Neyin yapılıp neyin yapılamayacağını anlatmak da… Bunun adı diyalogdur! Siyasi iktidarlara düşen görev ise imza attıkları uluslararası sözleşmeleri ciddiye almak, bunlarla ilgili hedeflerini açıkça ortaya koymaktır.. Diğer taraftan, emniyet kuvvetleri de aynı yaratıcılığı göstermeli, uyguladıkları aşırı şiddetin olayları tırmandırmaktan başka bir işe yaramadığını anlamalıdır. Bunca sene sonra, toplumsal olaylarda dünyanın en deneyimli polisleri olmaları gerekirken, coplama ve biber gazı dışında bir planı olmayan emniyet yönetimine hayret ediyorum.

Şimdi de kah tekel işçilerinin direnişine destek verirken, kah üniversitelerdeki anti-demokratik uygulamaları ve baskıları, paralı eğitimi protesto ederken gördüğümüz gençlerle ilgili olarak gazetelerimizde yer alan bazı haberlerden “kıssadan hisse” özetleri:

  • …YÖK Başkanı Ankara Üniversitesine bir yazı göndererek öğrenciler hakkında çok geniş çaplı bir soruşturma başlatılmasını talep etti. 
  • ….Devlet bakanına yumurta atan öğrenci için 2 yıl hapis istemiyle dava açıldı. 
  • …Başbakan: bu tür olaylar devam ettikçe polis tavrını koyacaktır 
  • …AKP Anayasa komisyonu başkanı: “bu üniversitenin rektörü, dekanı, bölüm başkanı istifa etmelidir. …senin yaptığın dekanlığı babam da yapar” 
  • Ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. C. Göle’nin, AKP Anayasa Komisyonu Başkanı’na son derece seviyeli (ve özlediğimiz) cevabı: siz gerçekten sivil misiniz?



Türkiye'den demokrasi haberleri devam ediyor:

17 Aralık 2010: The Economist dergisinin yaptığı "Ülkelerin 2010 yılı demokrasi endeksi" araştırması yayınlandı. Kriterler; seçim sistemi, çoğulculuk, hükümet fonksiyonları (etkinlik, şeffaflık), siyasi katılım (oy verme, parti üyeliği), siyasal kültür, temel hak ve özgürlükler. Bu kriterlere göre yapılan sıralama; Tam demokrasi, kusurlu demokrasi, melez demokrasi ve otoriter rejimler şeklinde. Türkiye, incelenen 167 devlet arasında "melez rejim" kategorisine giriyor. 5,73 puanla 89uncu sırada...

            Bunun anlamı şu: Türkiye'deki seçimler özgür ve adil değil, muhalefet partileri üzerinde iktidar baskısı var, siyasal kültürümüz henüz oluşmamış, sivil toplum ve katılımcılık eksik, hukuk devleti olduğu şüpheli, media baskısı var... Bu rejime "demokrasi" demekte zorlandıkları için "melez" demekle yetinmişler. Kaç puan daha alırsak "kusurlu" kategorisine yükseleceğimizi (!) ise bilmiyorum!!!!!!!!!!

            2008 yılında 87nci sırada olan Türkiye, ileri demokrasiye geçtiği (...ni zannettiği) 2010 yılında 89uncu sıraya gerilemiş! Bakın şu gavurların yediği naneye!

17 Aralık 2010: TBMM'nde hazırlanan yeni bir "hep bana hep bana" kanun tasarısı: başbakan, bakanlar, bürokratlar, ve belediye başkanları görevi kötüye kullanma suçu işledikleri takdirde alacakları ceza azaltılıyor...

23 şubat 2011: Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, YÖK verilerine dayanarak, 2007-2010 seneleri arasında 131452 öğrencinin üniversitelerden ilişkilerinin kesildiğini söyledi. Nedenleri; afiş asmak, bildiri dağıtmak, üniversite yönetimini protesto etmek, devamsızlık, örgüt adına propaganda yapmak…


PARTİ İÇİ DEMOKRASİ

Bazı karikatürler fazla söze gerek bırakmıyor...


Parti içinde başlayan bu sorun, iktidar fırsatı bulunca devlet yönetiminde de devam ediyor. Ayrıntıya girmeyeceğim, daha önce yazdığım gibi politikacı değilim, köşe yazarı da değilim, "bir bilen" hiç değilim, sadece doktorum. Çözüm? Psikolojik bir sorunsa "her şeyi ben bilirim" olgusu, "çocukluğuna inmek" yarar sağlar mı?  İşte doktorca bir çözüm önerisi! Liderleri bu yaşta eğip bükemeyeceğimize göre, demokrasinin temellerini aile içinde atmak, bunu eğitimle pekiştirmek daha köklü bir çözüm olmaz mı? 

Bu uzun ve zahmetli "kim öle, kim kala" yolu, hem seçmenler için, hem de gelecekteki yöneticiler için, demokrasinin özümsenebileceği tek yol. Bu "olmayan ülkeyi" ben görür müyüm, bilemem. Ama çocuklarımızın göreceğini umut edebilirim!


ASKERİN YERİ

Asker hakkında çok fazla bir şey yazmak istemediğimi fark ettim. Tabu olduğundan değil. Demokrasilerde askerden bu kadar çok bahsetmemek gerektiğinden. Onun için kısa yazacağım, sadece kendimi açıklayacak kadar...


Askeri gerektiğinden fazla öne çıkaran ülkelere bakalım; Pakistan, Yunanistan, Mısır, Türkiye... Bu ülkelerin askeri bütçeleri ne kadardır? Kime karşı silahlanırlar? Hele Yunanistan! Hayali bir Türkiye tehdidiyle yıllardır halkının refahına el koymuyor mu? Pakistan ordusuna bu kadar para ayrılmasaydı, halkı daha farklı bir yerde olmaz mıydı? Mısır'da 30 yıldır aynı insanın hüküm sürmesi demokrasiye bağlanabilir mi? 952 Mısır devrimi yeni bir firavunlar yaratmak için mi yapıldı? Türkiye? Atatürk bu ülkeyi gençliğe emanet etmedi mi? Genç derken kastettiği, yaşı 25'ten küçük (!) olanlar mıydı? Ben mi yanlış anladım! Yoksa bu genç, Türkiye'yi emanet ettiği genç demokrasimiz değil miydi? 


Ayrıca, sonuçları halkı ilgilendiren her hangi bir konuda, "asker ne düşünür" demenin, "ulemaya soralım" demekten ne farkı var? Devamlı "kurtarıcı" arayıp askere bakmak, "allah korusun" deyip, patlak lastikle yola çıkmak gibi bir şey değil mi? Askerler neden hayatımızın bu kadar içinde? Örneğin, anayasa değişeceği zaman neden askerlere sorulur da doktorlara sorulmaz?  İnsanlar milli eğitim bakanının adını bilmezler, ama genel kurmayı, kuvvet komutanlarını ezbere sayarlar. İşte ben, insanlarım için demokrasi isterken, bunu istemiyorum. Ben, artık genel kurmay başkanının adını bilmek istemiyorum. Kuvvet komutanlarını da...




Diğer konu başlıkları:
TOPLUMDA KADININ YERİ

DEVAM EDECEK...


4 Kasım 2010 Perşembe

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ


Bugün Türkiye’de demokrasi hakkında tartışmalar yapılıyor. Herkes “tam demokrasi” talebinde. Bu ifadenin tek açıklaması, demokrasi uygulamamızda eksiklerin, tutarsızlıkların bulunması.  Herkesi olmasa bile çoğunluğu tatmin edecek demokratik bir yönetim arayışı var. Peki bunun gerçekleşmesine neler engel oluyor? İdeal bir demokrasinin önündeki engeller nelerdir?
Demokrasi yolunda aşılması gereken engeller konusunda bir sürü şey sayılabilir. Sayılıyor da! Burada ben de aynı kolaycılığa saparak bir sürü maddeyi altalta sıralayacak değilim. Benim tercihim sadece tanı koymak değil, tedavisini de yazmak olacak. Sadece yazmak. Çünkü ben bir doktorum, yapmak işi ise siyasetçilere ait…

EĞİTİM SİSTEMİ

Düşünbilim veya felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlarla ilgili yapılan çalışmalardır. Temelinde bir düşünce bilimidir. Anlamının içinde hikmet arayışı da vardır. Fakat bu hiçbir zaman bilginin önüne geçmez.
Orta öğretim için yenilenen eğitim programının ilk ünitesinde, girişteki felsefeyle tanışma kısmını, hikmet kavramı ve felsefe ile hikmet arasında bağ kurma konuları izlemektedir. Hikmet, genel anlamıyla vahiy yoluyla edinilen bilgidir ve böyle bir bilgi sadece kabullenilir, üzerine düşünülmez ve sorgulanmaz. Bu da felsefenin ruhuna ve düşünce sistematiğine aykırıdır. Diğer yandan program içeriğinde din felsefesi, açık bir şekilde bilim felsefesinin önünde gelmektedir. Bu bakış açısıyla yeni yetişen, bilgiye aç, her türlü dış etkiye açık genç beyinlerin özgür düşünme ve sorgulama yeteneklerini kazanması olası değildir. Yapılması gereken; öğrencilere düşünmesini, araştırmasını, soru sormasını öğretmek, bilim felsefesini öne koyarak, inanç dünyasının esaslarını göstermektir. Bu sağlam zemin üzerine siyaset, inanç ve din felsefeleri kolaylıkla inşa edilebilir.
Pedagojide çocuğun yaşına göre verilecek eğitimin şeklinin önemli olduğu vurgulanmaktadır. 12 yaşından küçük çocuklar için soyut kavramların bir anlamı yoktur. Dünya somut gerçeklerden ibarettir. Bir şeyin var olması onu görmesi veya tatmasıyla olasıdır. Kasım ayındaki 18inci milli eğitim şurasında alınan kararlarda ise eğitimcilerimizin bu gerçeği (bilerek) göz ardı ettiklerini görüyorum. 8 yıllık eğitimin imam hatip ortaokullarını ortadan kaldırmasını hazmedemeyenler, 1+4+4+4 gibi tuhaf bir öneriyle din eğitimini küçük yaşlara çekmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Kuran kursları (yatılı-yatısız), tarikat okulları, okul olmadıkları halde, yine tarikat destekli özel yurtlar gençlerimizin geleceğini çeşitli inanç gruplarına bağlamaktadır. İktidardakilerin işine geldiği için sürüp giden bu eğilim son bulmalıdır. Devletin tarikatlara bırakılan bu alanı denetlemekten (veya denetler gibi yapmaktan) öte, inanç odaklı kurumların elinden mutlaka kurtarması gerekmektedir. Din dersleri seçmeli olmalı, belli bir mezhebin öğretisi olmaktan çıkmalıdır. Derslerde ibadet uygulamaları değil din felsefesi konu edilmelidir. 

Gençlerimiz önce öğrenmeli, belli bir düşünsel gelişmeye ulaştıktan sonra, kendi seçimleriyle inanmalıdır. İnanç, bilinçli olarak seçilen bir yol olmalıdır.
Bu öneriler sırasında eğitimi ilk sıraya koymamın sebebi, demokrasinin olmazsa olmazının “laiklik” ve önündeki en önemli engelin insanların kafalarının içinde olduğunu düşünmemdir. Demokrasinin özünde denetleme ve sorgulama vardır. Başkalarının hakları vardır. Çoğunluk hegemonyası yoktur. İtaatkar ve dogmatik eğitim, hikmeti bilimin önüne koyan öğretim laik demokrasinin sadece bugünü değil, yarını için de tehlikedir.
Eğitimin güncel durumu ile ilgili bazı rakamlar, notlar:
  • 1,78 milyon üniversite öğrencisinden sadece 217 bini devlet yurtlarında kalıyor.
  • 150000 öğretmen açığı var. 400000 öğretmen atama bekliyor
  • 150000 sözleşmeli öğretmen düşük ücretlerle çalışarak kadro bekliyor.
  • din kültürü öğretmenlerinin sayısı fen ve sosyal bilim öğretmenlerinin sayısından fazla
  • imam hatip lisesi öğrencileri sayısı 198bine çıktı.
  • kaçak kuran kursu açanlara hapis cezası kalktı. kaçak kursların kapatılması hükmü de kalktı
  • Ders kitapları bedava dağıtılırken, içerikleri manuple edildi. 
  • 100 temel eserin tercümelerinde dini ifadelere ağırlık verildi.
Ve diğer rakamlar...
Bu rakamlar şu anda değişmiş olabilir. Fakat oranların değiştiğini veya uzun süre değişeceğini zannetmiyorum.  İstediğiniz kombinasyonu, ikili eşleştirmeyi yapabilirsiniz. Yorumunu size bırakıyorum.
Türkiye'de 67. 000 okul, 1220 hastane,  6300 sağlık ocağı,  85000 cami , 270 kilise, 100 cemevi, 77000 doktor, 90000 din görevlisi, 1435 kütüphane, 13 kentte devlet tiyatrosu, 81 kentte 3852 kuran kursu var.

Her 60 bin kişiye 1 hastane, 350 kişiye 1 cami, her 900 kişiye bir doktor, 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor. Diyanet İşleri Başkanlığının 2009 bütçesi 22 üniversitenin toplam bütçesi kadar...


LAİKLİK ANLAYIŞI

Dünyada dini otoritenin siyasal ağırlığının azalması ve parlamentoların monarşik iktidarlara karşı durması birbirine paralel bir seyir göstermiştir. On altıncı yüzyılda ilk emarelerini görmeye başladığımız bu eğilimin meyvelerini vermesi yüzyıllar sürmüştür. Din olması gereken sınırlara çekilirken, eşitlik ilkesine dayanan “halk egemenliği” kavramı aynı zamanda laikliğin ve demokrasinin de başlangıcı olacaktır.
Ülkemizde de hilafetten laikliğe, monarşiden demokrasiye geçiş kolay olmamıştır. Daha 1919 yılında, Mustafa Kemal'in notlarında, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devletin yönetim şeklini “cumhuriyet” olarak tanımladığı halde, 1924 anayasasının 2. maddesine “devletin dini islamdır” yazılmıştır. Hilafet 1926 yılında kaldırılmış, son halife yurdu terk etmiş, fakat laiklik anayasaya ancak 5 Şubat 1937’de girebilmiştir. Her şeyi ince ince planlayan Mustafa Kemal demokrasinin laiklikle ilişkisini bilmiyor muydu? Tabii ki biliyordu. Fakat cumhuriyetin kuruluş sıkıntılarını da biliyordu. Şeriat özlemiyle yanan, ilk fırsatta halifeliği tekrar canlandırmak isteyen, halkın din duygularını istismar etmeye hazır onlarca milletvekili vardı. Çok partili demokrasiye geçiş için her teşebbüs genç Cumhuriyet’in temellerini sallıyordu. Bence CHP’nin 6 okunun içinde özel bir yeri olan laikliğin ilk defa 1927 yılında parti programına girmesine rağmen, anayasaya girmesi için 10 yıl daha geçmesinin sebebi de budur. Öncelikle din ve inançların güvence altına olduğu gösterilmeliydi. Bunu daha başlangıçta sağlayan da cumhuriyetçilik ve içeriğindeki demokrasi ilkesi olmuştur.
Laiklik demokrasinin kilit taşıdır. Demokrasiye şekil veren, onu ayakta tutan en önemli unsurdur. Bununla beraber, laikliğin demokrasinin ön koşulu olarak görülmesi bazen yanlış yorumlara yol açmakta ve demokrasimizin olgunlaşmasını önlemektedir. Bunu askeri darbeler sırasında hep beraber yaşadık. Laiklik elden gidiyor bahanesiyle demokrasinin canına okundu. Demokrasi sekteye uğradıkça, sorunlar kendi iç dinamikleri içinde çözülmedikçe, hep baştan başlamak zorunda kaldık. “millet isterse hilafeti bile geri getirir” mantığı ile devleti yönetenler iktidarlarını sürdürebilmek için din tacirliğine soyunup laikliği din düşmanlığı ile bir tuttular. İnanç ve din hegemonyasına giden yolun önü açıldı. Kasıtlı olarak laiklik din ile karşı karşıya getirildi. Demokrasiyi kurtarmak adına dışarıdan yapılan girişimlerden en büyük zararı yine demokrasi ve laiklik gördü.

Laik devlet, yönetme yetkisini halktan alır. Yetki kaynağına yönelik tehdit potansiyeli taşıyan her şeyi kontrol etmek zorundadır. Bu nedenle halkın bireysel din ve vicdan özgürlüğünü de güvence altına almalıdır. Devlet bunu kanunlarla yapar. Dinsel yapılanma ve örgütlenme din temelli cemaatlere bırakılırsa bireysel vicdan özgürlüğü tehlikeye girer. Devleti yönetenler, kamu hukukuyla çözülecek bir konuda diyanetten görüş istemez. Devletin kurumları bir mezhebin sözcülüğünü yapmaz. Dini liderlerden fetva beklemez. Sosyal ve kültürel politikaları laiklik çerçevesinde düzenler. Belli bir mezhebi değil, tüm inançları, sadece oy verenlerin değil, tüm yurttaşların haklarını hesaba katar. Çünkü esas olan insan hakları ve özgürlüklerdir. 

SEÇİM SİSTEMİ

Eski Yunancada "Demos" Halk, "kratia" iktidar anlamına gelir. O devirde demos halkın tümünü değil belli bir sınıfı ifade ediyordu. Bugün ise demokrasi tüm halkı ilgilendirir. İktidarını seçtiği "vekiller"ine belli bir süre için verir. Peki halk iradesi seçimlere tam ve doğru olarak yansıyor mu? Yansıması için ne nasıl bir seçim sisteminin nasıl olması daha iyi olur?

Seçim sistemimizin en anti-demokratik yanı %10'luk baraj oranıdır. 1980 darbesinden sonra siyasi istikrarı sağlamak için askeri yönetimin aklına gelen çözüm meclise az sayıda partinin girmesi, tercihan bu iki partinin de merkeze yakın olmasıydı. O nedenle seçime girebilecek partilerin sayısı bile sınırlanmıştı. Ülke barajına ek olarak seçim çevresi barajı da vardı ve bazı bölgelerde barajın daha da yükselmesine yol açıyordu. Bundan sonra yapılan her seçimde seçim sisteminde değişiklikler yapıldı. İktidara ortak olan her parti kendine avantaj sağlayacak şekilde seçim sistemiyle oynadı. Bu durumda barajı aşamayacağı kesin olan partiler değişik yollara başvurdular. Önce bağımsız olarak aday olup, seçildikten sonra mecliste grup oluşturmak gibi.

2002 yılında meclise girebilen iki parti seçmenlerin ancak %53,5'unun oyunu almıştı. Bu seçimde halkın yarıya yakını mecliste temsil edilememişti. 2007 seçimlerinde ise temsil oranı %81,4'e çıkmakla beraber, oyların dağılımı gene anormal bir sonuç verdi. Çünkü
sistem daha çok oy alan partiyi ayrıca kollamaktadır. Bu tuhaf düzen sayesinde %46,5 oy alan birinci parti mecliste %62'lik bir çoğunluk elde etti (341 vekil). Birinci partinin yarısına yakın oy kazanan ikinci partinin mecliste temsil oranı yaklaşık %20 oldu (112 vekil). Darbe anayasası işe yaramış, güya istikrar sağlanmıştı.

Diğer sorun da bölgesel haksızlıklardır. Giresun’dan milletvekili seçilmek için ortalama 48,000 oy almak yeterlidir. İstanbul 2. Bölgede ise seçilmek için gereken oy sayısı yaklaşık 79,000’e yükselmektedir. Türkiye’de kırsal ve kentsel alandaki seçmenlerin temsil olanakları arasında uçurum vardır. Yüksek tarım destek fiyatları vererek seçim kazanmak isteyen “köylü (veya ağa) tabanlı” partilere ek avantaj sağlanmaktadır. Teoride çağdaşlaşma, sanayileşme ve kentleşmeden bahsederken seçim sisteminin kentlerin aleyhine işlemesi, kentlerin temsil oranını düşürmesi demokrasimizin asıl defektidir ve öncelikli olarak düzeltilmelidir. Eşitlikten, halkların eşitliğinden, eşit temsilden bahsediyorsak, basit bir matematik hesabı doğru yapılmalı, 48000=79000 gibi bir yanlışlığa son verilmelidir. Bu oranın bozukluğu bazı bölgelerde daha da çarpıcıdır.

Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu'nun 11 Mart 2010 tarihindeki toplantısında Avrupa'da seçim barajının yüzde 3-5 arasındaki bir orana düşürülmesi resmen kabul edilmiştir. Ülkemizde bu baraj bence en fazla %3 olmalıdır. Böylece meclise girmek için aranan yapay çözümler son bulur. Kürt sorunu için bir yandan "siyasi çözüm" den bahsedilirken, mecliste temsillerinin engellenmesi gibi bir paradoks da ortadan kalkar. (X) partisine verilen oy, onu hiç hak etmeyen (Y) partisine kaydırılmazsa, halkın gerçek iradesinin meclise yansıması sağlanır, meclis gerçekten "Türkiye Büyük Millet Meclisi" olur.


Bir söz: Demokrasilerde, halkı kendini yönettiğine inandırmak sanatına politika denir (Louis Latzarus)



DOKUNULMAZLIK


Demokrasimize zarar veren uygulamalardan birisi de "dokunulmazlık" kuralının gayet geniş kapsamıdır. Bence dokunulmazlık, olması gerekenden çok daha geniş bir çerçevede uygulanmaktadır. Evet, suçu kesinleşmemiş olan bir kimse, soruşturma ve davasının devam ettiği süreçte suçlu sayılamaz. Fakat adi suçlardan şüphe altında olan bir insanın sizi mecliste temsil etmesini ister misiniz? Gerçekten suçsuz olması da bir şey farkettirmez. Milletvekilliği süresince bu "şüphe" her zaman onu izleyecektir. Umurunda olup olmaması onun kişilik sorunudur. Her yeni seçim ülke için yeni bir umut, ileriye doğru atılmış bir adımdır. Meclisin güvenirliği ve şeffaflığı herşeyden daha önemlidir. Çağdaş, demokrat ve refah içinde bir Türkiye için meclise yürüyen vekillerimiz omuzlarındaki bu şüphe yükünü neden meclise taşıyorlar?

Son bilgilere göre; seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanuna muhalefet, Dernekler Kanununa muhalefet, Basın yoluyla halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek açıkça tahrik etmek, toplantı ve gösteri kanunlarına muhalefet, suçu ve suçluyu övmek, terör örgütü hakkında propaganda ve diğer suçlar ile birlikte mecliste işlem gören veya görecek dokunulmazlıkla ilgili dosya sayısı 634! Beni bu "diğer suçlar" kısmı daha çok ilgilendiriyor. Bu dosyalarda yer alan suçlar şu şekilde:
  • Siyasi Partiler Kanununa muhalefet`
  • Devlet İhale Kanununa muhalefet
  • Vergi Usul Kanununa muhalefet
  • Kooperatifler Kanununa muhalefet
  • Hakaret, görevli memura hakaret ve tehdit, kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret, basın yoluyla hakaret, avukata hakaret, telefonla tehdit
  • Görevi kötüye kullanmak
  • Avukatlık görevini kötüye kullanmak
  • Gerçeğe aykırı mal beyanında bulunmak
  • ihaleye fesat karıştırmak
  • zimmet,
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • Bir kısım kooperatiflere usulsüz arsa tahsis etmek
  • Özel evrakta sahtecilik,
  • evrakta sahtekarlık ve kamu kurumunu dolandırmak,
  • resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • dolandırıcılık,
  • cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak
  • Havaya silahla ateş etmek
  • Taksirle ölüme sebebiyet vermek
  • Taksirle yaralama
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet vermek
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek
Bu suçları işledikleri şüphesi olan bazı milletvekillerimiz şu anda yasama görevlerini sürdürüyorlar. Üstelik çoğunluğu iktidar partisinin üyesi! Bu listenin anlamı şu: kanunları bir yerde hiçe sayan, görevlerini kötüye kullanan, hakaret ve tehditi alışkanlık edinen, doğru dürüst ihale yapamayan, sahtecilik, dolandırıcılık, zimmet, kalpazanlık, çeşitli usulsüzlükler, adam yaralama, öldürme gibi suçlardan henüz aklanmamış vekillerimiz demokrasimizi temsil ediyor ve bizim yaşamımızı düzene sokacak, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek kanunların yapımında rol oynuyorlar! (Bu suçların nitelikleri ve çoğunluk gibi nicelik ifadeleri meclis kayıtlarından kopyalanmıştır!!!)

Dokunulmazlık, sadece meclis çatısı altında ifade özgürlüğü sağlayan bir kural olmalıdır. Bunun dışındaki suçların soruşturma ve davaları vekillik süresince ertelenerek zaman aşımına bırakılmamalıdır. Bu hem davacıların mağduriyetini artırır, hem de davalının sırtında bir kambura yol açar. Seçime giren adayların mahkemeleri sonuç alınıncaya kadar kesintisiz devam etmelidir. Aday bu süreç içinde milletvekili seçilirse, vekilliği askıya alınmalı, ancak aklandıktan sonra meclise girebilmelidir. Dava belli bir sürenin üzerine uzadığı takdirde, aynı partiden bir sonraki sırada bulunan aday onun yerine geçebilir. Böylece dürüstlük ve kanunlara saygı ödüllendirilmiş olur. 



YASAMA, YÜRÜTME, YARGI

Devlet yönetiminde genel bir kural olarak Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinden oluşan üçlü kuvvet ayrılığı ilkesi temel alınmıştır. Yasama organı TBMM'dir. Yürütme organı cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur. Yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümet icraatlerini gerçekleştir. Yargı ise yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Bu üç unsur birbirini devamlı olarak denetler. Birbirinin sahasına girmez. Amaç demokrasidir. Halkın huzuru, güvenliği ve refahıdır. Teorik olarak herkesin kolaylıkla sayabileceği bu özellikler kağıt üzerinde gayet iyi durmakla beraber, pratikte işler nasıl yürüyor, ona bakalım. Bu konunun en yoğun şekilde gündemimize oturması ve tartışılması "anayasa" referandumu sırasında gerçekleşti. "Demokrasi" için bir takım değişiklikler yapılacaktı ve bunların bir kaç tanesi de yasama, yürütme ve yargı erklerini ilgilendiriyordu. Sorun yoktu. Demokrasi gelecekse eğer, boynumuz kıldan inceydi...

Fakat gerçekler neydi? Gerçekten sorun yok muydu? Ya da bir takım sorunlar mı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Evet referandum yapıldı, değişiklikler gerçekleşti ve hemen ilk bir iki ay içinde esas değişikliklerin, iktidar için (muhtemel) sorunların ortadan kaldırılması amacını taşıdığı anlaşıldı.
 
Şimdi, lafı uzatmadan, yeni anayasa taslağı oylanmadan önce yazdığım (başlıklar; anayasa referandumu ve referandum sonrası ) notlardan alıntılar yaparak başlayacağım:
  • Madde 159... Bu maddedeki tuzak bence bakan ve adalet müsteşarının yetki sınırları. HSYK'nın adalet bakanının istemediği bir kararı alabilmesi mümkün olacak mı? Bence olmayacak. Adalet bakanı ve müsteşarı istedikleri savcı hakkında soruşturma açtırabilecekler. Tamamen siyasallaşmaya yatkın bir kadrolaşma! Ayrıca "erklerin ayrılığı" prensibiyle de çelişiyor.  Diğer taraftan, cumhurbaşkanı tarafından atanan ilk 4 üyenin ne kadar gerekli.olduğunu da anlamadım. Bu kurulda bir iktisatcı veya yöneticinin ne işi olabilir? Zaten siyasi ağırlığı temsil eden adalet bakanı ve müsteşarı var. Neden cumhurbaşkanı her kuruma karışmak zorunda? Başkanlık sistemine hazırlık mı? 
  • ...12 Eylül anayasası temel olarak, rejimi korumak bahanesiyle, yasaklarla dolu, devlet otoritesini ve bürokrasiyi bireysel özgürlüklere hakim kılan bir anayasadır. İnsan değil, devlet odaklıdır. Siyasi partiler üzerindeki baskılar, seçim sistemi, barajlar, YÖK, dokunulmazlıklar, işci ve emekçi haklarındaki sınırlamalar hep bu anayasanın sonuçlarıdır. 
  • ...Dolayısıyla anayasanın temel karakteri, hangi parti olursa olsun, istikrar (bu da diğer bir aldatmaca) adı altında, tek parti otokrasisine yol açacak, halen içinde yaşadığımız bu durumun sakıncaları giderek derinleşecek, içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. 
  • Yeni taslak, çoğunluğu elinde tutan partiye (bu parti şimdi AKP'dir, uygulanan baraj sistemi, seçim sistemi  devam ettiği sürece yarın bir başka parti olacaktır) büyük olanaklar sağlamakta, yargı denetimi zayıflamakta, bir anlamda bürokratik egemenliğini pekiştirmektedir. Azınlık, çoğunluğa karşı korumasız kalmakta, hukuk siyasetin etki alanına girmektedir.
Yazımın en başında çözüm önerilerimi yazacağımı söylemiştim. Çözüm; yeni bir anayasa! 
Yeni bir anayasa yazmak, eskisine yamalar eklemekten daha kolay olacaktır...


Şimdi de son 15 gün içinde yayınlanan bazı gazete haberlerinden alıntılar yaparak referandum sonuçlarının günlük hayatımıza yansımalarını görelim:
  • Bir devlet bakanı ve Ergenekon; …bunların hiç eylemi yok, bunlar oturup konuştular demek olmaz. Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı…Yorum (İG); İşsiz ve yoksul insanların suç işleme olasılığı yüksek olduğuna göre onları da toplayıp sağ ellerini şimdiden keselim (mi?) 
  • Bir diğer devlet bakanından TV dizileri üzerine; …cezayi müeyyidelerle, yeni cezalarla bu işi önleyemezsiniz… ; içinde sivil toplum kuruluşları, dernekler, kanaat önderleriyle şikayet sahibi vatandaşların da görev alacağı sivil inisiyatif, bu konuda ilerleme sağlayabilir. Kamuoyunun hassasiyetlerini baskı unsuru olarak yayıncıların üzerinde hissettirecek bir inisiyatif de başarılı olur… Biz bakanlık olarak sekreterya görevi yapacağız…Yorum (İG); sivil inisiyatif, STK vs diyerek toplumcu havası verilen mekanizmanın aslında hükümet kontrolünde bir linç aracı olacağı çok açık. Kanaat önderi de mahallemizin imamı filan olsa gerek!!! 
  • Bir başbakan; "başörtüsünü ulemaya sormak lazım!" Yorum (ulemadan birisi, bir din adamı); "ben bu tür konuların diyanetten görüş sorularak çözüme kavuşturulması değil, özgürlükler paketi olarak çözülmesi gerektiğini söyledim. Dini bir konuda yasal düzenleme yapılırken, diyanetin görüşünün sorulması laiklik ilkesine aykırıdır. Örneğin alkol kullanmak günahtır. Ama içkinin hangi durumlarda suç olacağı siyasetin işidir."
  • Ve yorumu kendi içinde olan haberler:
    • Bir savcı; …istihbarat amacıyla yapılan telefon dinlemeleri mahkemelerde delil olarak kabul edilmeli… 
    • Bir mahkeme; 18 üniversite öğrencisi bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldılar. Suçları; okullarında (İTÜ) basın açıklaması yaparak başbakanı protesto etmek!…
    • bir rapor: TMMOB Şehir plancıları odası İstanbul Şubesinin hazırladığı 3. köprü projesi değerlendirme raporu. Bu raporda projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları var. Fakat yapacak fazla bir şey yok. Anayasadaki değişiklikler Danıştay faktörünü de ortadan kaldırmış durumda.
    • Bir siyasi parti; Bir dizi yolsuzlukla ilgili "deniz feneri" davasında kuryelikle suçlanan RTÜK başkanının yargı karşısında hesap vermesini engellemek için yasa teklifi hazırlayan iktidar partisi, Hrant Dink cinayetinde MİT görevlilerinin ihmali ya da sorumluluğu olup olmadığının araştırılması istemine onay vermedi.
Türkiye'de demokrasi anlayışı, uygulamaları ve yasalar ile ilgili diğer (tuhaf) haberleri, öğrendikçe bu yazının (demokrasinin engelleri) sonuna ekleyeceğim. İleride yazacak haber bulamamak dileğiyle...

Haberlere devam:
  • Hükümet tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma yasası ile yapamadığını, yenilenebilir enerji kaynakları yasasını değiştirerek gerçekleştirdi. Yasa ile milli parklar, doğayı koruma alanları, özel çevre bölgeleri ve su koruma alanları, hidroelektrik santralleri gibi enerji yatırımına açıldı (7 ocak 2011)
  • İslamcı çevrelerde sözü dinlenir bir ilahiyat profesörü (HK); Demokrasi ve islam arasında uyuşma ve uzlaşma olamaz... bunlardan biri varsa diğeri en azından tam uygulama bakımından yoktur... bu sebeple eğer böyle bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa müminler, inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar... (Yeni Şafak, 9 Ocak 2011)
  • Başbakan, Kars'ta yapılmakta olan "insanlık anıtı" için ucube dedi, ve kaldırılmasını istedi... görüşülmekte olan RTÜK yasası kesinleşirse istediği TV programını da yasaklatabilecek...
  • Mersin Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Meslek Lisesi'nde kız-erkek öğrencilerin 45 santimden fazla yakınlaşmaları yasaklandı (2010-2011 eğitim yılı başı), yemekhaneler ayrıldı. Not: Mersin doğumlu Nüvit Kodallı opera ve bale müziği bestecisidir
  • Elazığ belediyesindeki yolsuzluk iddialarına içişleri bakanı "yok"diyor, soruşturmaya da gerek olmadığını söylüyor (2010 sonu). Bir savcı "var" diyor, danıştaya başvuruyor. Sonuç: meğerse varmış!!