Yol durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yol durumu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Haziran 2015 Pazartesi

NEW YORK, FIRTINANIN GÖZÜ


Bu, iki yıl aradan sonra New York’a ikinci gidişimiz. Geçen sefer kiraz çiçeklerinin açtığı erken bahar aylarında gitmiştik ve şimdi kesinlikle anlıyorum ki daha iyi bir seçimdi. Daha iyi olması sadece kiraz ağaçlarının çarpıcı güzelliğinden değildi. En önemlisi diğer ağaçların henüz yeşillenmemiş olmasıydı. Çıplak veya yeni tomurcuklanmaya başlayan ağaçlar görkemli binaları, gökdelenleri örtmüyor, aksine sivri ve köşeli yapıları yumuşatıyordu. Bunu döndükten sonra baktığım fotoğraflarda daha iyi anladım. Bu sefer, henüz mayıs ayında olmamıza rağmen tüm ağaçlar yeşillenmiş ve binaların gövdeleri görünmez olmuştu. Betonla aramızda adeta yeşil bir kuşak vardı. Bu da bir bakıma iyi bir şey sayılabilir.

Yeni durumun, yani binalarla aramızdaki yeşil kuşağın diğer bir faydası da boynumuzun rahatlaması, gözlerimizin çatılardan uzaklaşıp, irtifa kaybederek aşağılara yönelmesi oldu. Örneğin metronun hemen caddenin altından seyrettiğini, çoğu durakta trene binmek için 15-16 basamak inmenin yettiğini, engelliler için engellerin burada da devam ettiğini yeni fark ettim. Bakış açımızın makulleşmesi şehirle daha “seviyeli” bir ilişki kurmamızı sağladı. 

Bunu hissettiğim ilk anda “Empire State” binasının tepesine çıkmaktan vazgeçtim. Varsın King Kong çıkmış olsun…

Şehre farklı açıdan bakmamızın diğer bir nedeni otelde değil, bir New Yorker gibi kendi evimizde kalmamızdı. Bir haftalık da olsa kendi evimiz sayılır. Ev sahibemizin yazdığı şekliyle “Bright and Cheery Chelsea Studio” bizi otel havasından uzaklaştırdı. Ev sahibemiz Jennifer evi hakkında bilgi verirken iki noktayı özellikle vurguladı; Chelsea “gay” vatandaşların oldukça yoğun yaşadığı bir bölge. Onun için olaysız, sakin ve “yumuşak” bir mahalle. Ayrıca hemen yanında polis karakolu var! 

Asansör olmaması problem olur mu? Tabii ki olmaz. Ne olacak, sadece 4 kat! Çiçeklerime bakar mısınız? Tabii bakarız… Artık bizim de çiçeklerimiz…

NEWYORK’ta ADA TURU

Ya da küçük tur 25, büyük tur 50…


Her NewYork’lu hayatında en az bir kere Ellis adasına veya Özgürlük Adasına geçmiş midir? Bilmiyorum. Bildiğim, halen Topkapı Sarayını gezmeyen veya Kız Kulesine gitmeyen İstanbulluların olduğu. Hatta henüz deniz görmemiş İstanbullular bile olabilir. Onlara ne derece “İstanbullu” denir onu da bilmiyorum. Bu turistik bir olgu ve bu yeni dünyada “Lonely Planet”in sözü geçiyor. LP “Must” demişse olay bitmiştir. Gidilecek ve görülecektir. Bizim için durum biraz farklı. Bizim 2013’ten kalma bir listeyi tamamlamamız lazım. O zaman Sandy Kasırgası yolumuza taş koymuş ve adalara gidememiştik. 
Aradan 2 yıl geçtikten sonra ikinci teşebbüsümüzde gene Battery Park’a geldik ve bu sefer bilet almayı başardık.

Sonuç; koca bir hayal kırıklığı… Gitmeseydik de olurmuş hissi…

Bir kere Özgürlük Heykelini yakından görmenin veya tepesine çıkıp etrafa bakmanın hiçbir özelliği yok. Tarihini bilmek için de oraya kadar gitmeye gerek yok. Heykelin önünde tuhaf şekillere bürünüp kendi fotoğraflarını çeken insanları seyretmek daha eğlenceli… Ayrıca heykeli Brooklyn köprüsünden geçerken seyretmek daha havalı…

Ellis adası 1892 ile 1954 yılları arasında, New York’a gelen göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet vermiş. Sonra müze haline getirilip ziyarete açılmış. Buraya kadar iyi, gerisi fiyasko! Battery Park’taki iskeleden feribota ulaşmak tam bir eziyet! Uzun kuyruklar, üst baş arama, çanta kontrolleri, manyetik kontrol… Sanki göçmeniz de Amerika’ya yeniden giriyoruz! Ancak feribotta sakinleştik.Göçmen müzesi” denen bomboş binayı şöyle bir dolaşıp döndük.Adeta müze denen bomboş binayı laf olsun diye şöyle bir dolaşıp döndük. Kasırgadan sonra bütün havalandırma ve nem ayarlama sistemleri bozulmuş ve hâlâ yapılamamış. Ortaya bir yardım sandığı koymuşlar, para biriktiriyorlar. Odaları ya boş, ya da sadece resimler var. Boş camekanların bir köşesinde “aslı buradaydı ama bozulmasın diye depoda duruyor” şeklinde yazılar var. İki yıldır değişen bir şey olmamış. Bu kadar zamanda bizim cami dernekleri camisini temeline kadar yıkar, yeniden yapardı!

Resimlerin birisinde yazılanlar ilgimi çekti. Adaya gelen göçmenler bir takım kontrollerden geçmeden kabul edilmiyormuş. Mental kontrol de buna dahil. Testler “yirmiden geriye doğru saymak” veya toplama çıkartma gibi bir takım basit aritmetik işlemlerini veya yapbozları içeriyormuş. 1917 yılında bu işlemlerden geçerek Amerika’ya girebilen Polonyalı bir kadınla 1985 yılında röportaj yapılmış. Kadın şöyle anlatmış; 

Bize sorular soruyorlardı. İkiyle birin toplamı kaç eder gibi… Fakat önümdeki genç kıza merdivenleri nasıl yıkadığını sordular. Aşağıdan yukarı doğru mu? Yoksa yukarıdan aşağı mı? Kız cevap verdi; Ben Amerika’ya merdivenleri yıkamak için gitmiyorum!”

NEWYORK’un ORTA YERİ ÇARŞI

Onlar geri dönmemek üzere Amerikanın kapısını zorluyorlardı. Fakat artık geri dönmek de bir seçenek. Bu yeni duruma turizm diyoruz. Git, gör ve dön! Anlatma kısmını da ekleyecek olursak bu da “blog” yazarlığı oluyor…

NewYork’a neden gittiniz diye soranlara “Türk Yürüyüşüne katılmak için” diye cevap veriyorum. Bu, muhtemelen NewYork’a hiç gitmemiş olanların sorusu. Cevabım onları şaşırtıyor. Ben de şaşırıyorum. Beşiktaş’ın “NYÇARŞI” kamyonunu görünce havaya girdik diyorum. Tek şartları birer forma giymemizdi. "Mangal Kebap" sponsorlu formalarımızı giyip birer bayrak kaptık ve tempoya uyduk; 


Pascal ile öğrendik biz tombala / Liverpool'un kalesini bombala, Demba Ba / Selam olsun buradan Pascal Nouma'ya / Demba Ba... Demba baa… Demba Baa…

NewYork’ta başka millet böyle sebepsiz ve amaçsız, sadece boy göstermek için yürüyor mu bilmiyorum. Örneğin Brezilya gibi Yunanlılar da yürüyorlar, ama bağımsızlık günlerini kutluyorlar. İrlandalılar da “St Patrick” gününde yürüyüş yapıyorlar. Neyse, belki de yapanlar vardır. Benim için iyi tarafı bizim milletin hiçbir yabancı ülkede kesinlikle asimile olamayacağını görmek oldu.

Yürüyüş Manhattan’ın doğu yakasında, 47nci sokağın sonundaki “Dag Hammarskjold” Meydanında bitti. Bir kısım vatandaş buradan Birleşmiş Milletler binasına doğru yöneldi. Benim niyetim yok. Değil miki Sadi’nin şiirini asıldığı yerden indirdiler, benim gözümde sıfırladılar. Zaten “endişe” duymaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Son olarak Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gıda yardımını da kestiler. Fonları yokmuş! Sadece endişeleri var! Palmira için endişe, Kobani için endişe, Libya için endişe, Kırım için endişe! Nereye kadar? 

"İnsanlar aynı ruhu ve özü taşıyan bütünün parçalarıdır. Bir yeriniz acırsa diğer organlarınız da etkilenir. Eğer biri diğerinin acısını paylaşmıyorsa ona insan denemez

Sadi-i Şirazi böyle yazmış!


NEWYORK’ta DESTURRR!

Yürüyüşe katılan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Türkleriyle Kırımlılar da gelince meydan ufak çapta bir Turan coşkusuna sahne oldu. Ziya Gökalp’in ruhu şad olsun. “Osmanlıyız, geliyoruz” nidaları hafifçe kimlik sorunu yarattıysa da Mehter başı okkalı bir “DESTURRRR!!!” çekerek milleti hizaya çekti. Bundan sonrası herkesin cep telefonlarında mevcut. Onun için teferruata girmeyeceğim. 

Benim dikkatimi çeken, yüzlerinde hiçbir ifade olmadan etrafı dolduran halkın arasında sadece bir kişinin coşkuyla müziğe katılması oldu. O da (afedersiniz) zenciydi! Bu siyah vatandaş tüm konser boyunca tempo tutup adeta müziği yaşadı. Hatta bir ara sözlerini bile söylediğini zannettim.

NEWYORK’ta SATRANÇ



High Line’da yürüdünüz mü?” Bu, daha önce NewYork’a gitmiş olanların soru şekli. Cevabı içinde; Onlar yürümüş. Evet, biz de yürüdük. Gerçek NewYork’lu olsak yürümezdik. Aklımıza bile gelmezdi.  Çocukken hocamız götürmüş olabilirdi…

Chelsea Market?” Hıı evet, eski bisküvit fabrikası...

Meatpacking? Gansevoort?” Ne? Nece? Nerede? “Highline’dan inince sağda?” Orijinal… “Sushi yeseydiniz!”… yemedik. Pizza yedik. “Sushi yeseydiniz!”…

Burada karşı soru hakkımı kullanabilirdim; “Amorino’da İtalyan dondurması yediniz mİ? Sekizinci cadde?” Kullanmadım.

“Caz? Hangi kulüpler?” Bu soru sona saklanıyor. Son darbe! İçinde gizli bir “benimki seninkini döver” havası var. Arkasından isimler gelecek, saksocu filan... Onlara “Washington Meydanı” diyorum. Bu bir şaşırtmaca. İçinde caz var ama kulüp yok. Maksat anlatıp da yaşadığımız güzel gecelerin ambiyansını kaçırmamak. 

Burası şehirdeki 1900 parktan sadece birisi ve benim en sevdiğim köşe. Parkta yok yok! Köpeklerin serbestçe oynayabilecekleri özel bir oyun sahası bile var. 

Birçok filmde de ana mekan olarak kullanılmış. “Searching for Bobby Fischer” ve “I Am Legend” gibi... Stanley Kubrick ise film çekmeye değil satranç oynamaya gelirmiş. Benim esas ilgimi çeken de bu kısmı. Sadece meydanda değil tüm çevrede satrançla ilgili bir şeyler var. O nedenle bölgeye “Chess District” deniyor. İşin bir de maddi tarafı var. Muhallebisine oynamıyorlar. Kaybeden ortaya bir yüzlük atıyor. Artık anlaşma neyse…



NEWYORK’ta JAZZ

Ya da Dianne Reeves’in söylediği gibi; CEZ CEZ CEZ! Feeling Jazz…

Geçtiğimiz sene vatandaş parasını nerelere harcamış diye yapılan bir araştırmada, kültür ve eğlence harcamalarının %8 azaldığı, buna karşılık sağlık harcamalarının %15 arttığı saptanmış. Buradan, depresyondaki halkımızın içine kapandıkça sağlığının bozulduğu gibi bir sonuca varabiliriz.  Ya da kültür ve eğlencenin halkımız için lüks olduğu, sağlığına para ayırabilmek için önce bunlardan feragat ettiği gibi bir yorum yapılabilir. Malum, istatistikler bu işe yarar. Oturur, lastik gibi istediğiniz yere çekersiniz. Atış serbest. Örneğin diğer bir maddede gıda, tütün ve içki masrafları nedense aynı grupta değerlendirilmiş. Bu gruptaki harcamalarda değişiklik olmamış. Şimdi bundan çıkan hangi sonuca bakıp memleketin durumunu anlayacağız?

Dünyada kültür ve eğlence masraflarının hiç azalmadığı bir şehirdeyseniz ne yaparsınız? Orası NewYork’sa işiniz kolay. Masrafa katkınız olsun isterseniz Broadway müzikallerine veya pahalı caz kulüplerine gidersiniz. Memleketin dövizi ziyan olmasın, dönüşte kendi fakirime, Suriyeli filan da artık bizim fakirimiz sayılır, onlara veririm diyorsanız, bir de fitre-zekat filan, parklara gider, açık havada çimlere uzanıp gözlerinizi kaparsınız. Bir süre sonra kulağınıza mutlaka güzel bir melodi çalınacaktır. İki adım ötenizde ya genç müzik öğrencileri, ya da ucuz kulüplerden emekli müzisyenler toplanmış, caz yapıyorlardır. 

Bu şehirde caz hiç susmaz. En ummadığınız yerde, tenha bir metro vagonunda karşınıza çıkar. Pejmurde kılıklarıyla bir köşede oturan üç ihtiyar aniden kalkar ve bildik bir caz parçasıyla gönlünüzü fetheder.

Burası NewYork! Bir rivayete göre hiç uyumayan şehir. Bu şehirde “happy hour” bir saatten çok daha uzun. Protesto yürüyüşlerinde bile caz var. Aids hastaları santral parkta bilmem kaçlık ritmle yürüyor. En şişman ve şekilsiz gördüğünüz kadın müzik başlayınca Rita Hayword’a benziyor. Village Vanguard’da henüz adı konulmamış bir jazz suit çalınıyor… Bir pastanenin sıcak ızgarasını ev bellemiş bir evsiz, kaldırıma dizdiği tenekelerle, Beşinci Caddede yürüyen kalabalığa ritm veriyor. İçine Buddy Rich kaçmış bir başkası Houston Sokağında çöp bidonunu dövüyor. Greenwich’te, Jean Baylor’ın yumuşak sesi “Blue Note”un soluk mavi bir ışığına karışıyor. Harlemin kıdemlisi Annette, Smoke Bar’da “Misty” söylüyor;

 “I’m too misty, and too much in love”…


Burası NewYork! Fırtınanın gözü!









12 Mayıs 2015 Salı

İlhan NewYork'tan bildiriyor!



15 Nisan 2015;
Kâr amacı gütmeyen araştırma ekibi “Disaster Accountability Project”, olası bir felakete karşı “Indian Point” Nükleer Enerji Santralinde acil durum planı oluşturulması gerektiği konusunda uyardı, stop…

9 Mayıs 2015;
New York’a 80 km uzaklıktaki “Indian Point"  Nükleer Santralinin üçüncü ünitesinde yangın çıktı stop...


Altı yıl önce aynı santral Federal denetçilerden üst üste beş kez en yüksek düzeyde güvenlik notu almış, stop…

10 Mayıs’ta yetkililer; … Üçüncü ünite güvenli bir şekilde kapatılmıştır stop, durum stabildir stop, halkı tehdit eden bir durum yoktur stop…

Diğer yetkililer stop; nükleer olmayan tarafta trafo arızası olmuş stop.

Yerel gazeteler haberi “tehlikesiz” olarak yorumladı, stop…

11 Mayıs’ta yetkililer; …"Hudson Nehri’nde yok denebilecek kadar az etkilenme gözlendi" stop…

Ne kadar yakıtın nehre sızmış olduğu söylenmiyor stop… Binlerce galon yağ sızıntısından bahsediliyor, stop...

Ana akım medyası haberi hala duymadı stop. Veya ulaşılamadı stop, ya da haber ana medyada görülmedi stop…

Robert Kennedy Jr: ‘Indian Point” hakkında ne kadar çok öğrenirseniz, kapatılması gerektiğini o kadar çok bilirsiniz’’ demiş, stop…

New York Valisi; “Şüphe yok ki yakıt Hudson Nehri’ne sızmıştır. Ne kadar bilmiyoruz” dedi stop. “Şanslıyız ki bu büyük bir vaka değil” stop. “Fakat acil durum protokolleri önemli” diye ekledi, stop…

Aynı Vali daha önce: "Indian Point vuku bulmayı bekleyen bir felakettir’’ demiş, stop…

Santrale 80 km uzakta 20 milyon insan yaşıyor stop…

Bir “Greenpeace” yetkilisi her on yılda, dünyada bir nükleer katastrofi yaşandığını belirtti, stop…

12 Mayıs 2015;
Uçağımız New York’a indi, stop… Pasaport polisi neden geldiğimizi sordu, stop…

Hudson nehrinde gezeceğiz stop… Ellis, Özgürlük Adası filan, stop… Geçen sefer Sandy Kasırgasına denk gelmiştik, stop… Bu sefer de nükleer santralin patlamasını bekledik, stop... Patlamadıysa da sızmasını stop...

Gözüne gözüne parlamadıkça, stop, insan neyle karşılaştığını anlamıyor Stop!…


1 Mayıs 2015 Cuma

STRATEJİK BİR YOLCULUK



Stratejik bir coğrafyada yaşamak iyi bir şey midir, anlayamadım. Hele bizim ülkemiz gibi bir yerde olursa! Komşularımıza bakınca ne kastettiğim kolayca anlaşılır. Arada bir sınır, gümrük veya pasaport kontrolü olmasa bile, farklı bir yere geldiğinizi hemen anlarsınız. Örneğin, burnunuza kan kokusu geliyorsa orası güneydoğu sınırımızdır.

Diğer sınırlardan gelen kokular, güneydoğu kadar keskin değil, daha politiktir. Ziyadesiyle yapaydır, yani aslı değil aromasıdır. Dolayısıyla sağlığa zararlıdır. İnsanlar arasında bir “kardeşlik” söylemi vardır, fakat bir kıvılcım çaksa Habil’in kaderi değişmeyecektir.

STRATEJİK BİR SEÇİM

Bizim memleketin "stratejik" havasından uzaklaşmanın bir yolu her türlü medya organını hayatınızdan çıkarmaksa, diğer bir yolu da seyahate çıkmaktır. Fakat gidilecek ülkeyi doğru seçmek lazım. Yemen, Nijerya hiç düşünmeyin. Mısır, Tunus şansa kalmış! İzlanda'da, Endonezya'da kül bulutları filan... Bunlar önceden tahmin edilebilenler. Bir de 25 Nisan'da Nepal'de  olduğunuzu düşünün. İstanbul depremi, Kuzey Anadolu fay hattı, Marmara fayı, oldu olacak derken uçağa biniyorsunuz ve depremin kucağına düşüyorsunuz. Bu da bir ihtimal...


Biz yakınlara bakalım. Yol aktarmasız ve kısa olsun. 3-5 günlük tatil yolda geçmesin. Dertsiz, tasasız bir yer olsun. Derdi varsa da bize bulaşmasın. Örneğin Yunanistan? Çipras'a bir katkımız olur. Biz daha iyiyiz diye moral yaparız. 
İtalya? O da olur. Kuzey-güney? Kuzey! Kuzey iyidir. Deniz kenarı? Hayır göl! İsviçre'ye de geçeriz. Bir kaç göl, biraz da nehir. Susuz olmaz! Rakı mı bu? Hayır, Grappa...



STRATEJİK BİR AÇIKLAMA

İtalya güzel bir ülke. Uzun gezilerin arasında kısa molalar için ideal. Bir kere hiçbir şehrin girişinde "Yeşil bilmem ne" yazmıyor, ama her yer yemyeşil. Taklarda "Bir Avrupa şehri" yazmıyor, ama yazmasına da gerek olmuyor. Böyle tuhaf buluşlar bize özgü şeyler. Bir çeşit kompleks! İnsanlar arasındaki farkın şifresi de estetik anlayışlarında ve yaya geçitlerinde gizli. Estetiği pas geçelim, Onun şifresini kırmak çok zor. Yaya geçiti metaforu ise saygıyla ilgili. Bizde hiçbir emniyet telkin etmeyen çizgiler, onlarda bayağı işe yarıyor. Bu bile bir ayrıcalık! 


Şifre söz konusu olunca Leonardo'yu tek geçerim. Ortaokulda kurduğumuz mütevazi çetenin kriptolarında Leonardo'nun ayna tekniğini kullanırdık. "Maç Yedikule'de". "Top nerede?" filan gibi. Alan Turing hayatını kaybetmiş, fakat henüz hayatımıza girmemişti. Hayat radyo ve gazetelerden ibaretti. Kimsenin görmediğini gören "Sherlock" favori dedektifim, "Görünmez Adam" en sevdiğim çizgi kahramandı. Sonra biraz daha büyüdük. Gizlerin zirve yaptığı dönemde hayatımıza "limon suyu" girdi. Saçlarımıza limon suyuyla şekil vermeye, en mahrem mektupları limon suyuyla yazmaya başladık... 


Çocukluğun masumiyeti çabuk bitiyor. Şifrelerin askerlere ve aşıklara mahsus olmadığını öğrenmek fazla zaman almadı. Toplum değişiyordu. Orta yaşlarımızda politikanın da şifreleri olduğunu öğrendik. Ekonominin bir el çabukluğu sanatı, demokrasinin sadece illüzyon olduğunu keşfettik. Milletçe "Bu memleket adam olmaz abi" tavına geldik. Tam bu sırada profesyonel şifre çözücüler türedi. Bunlar önce kutsal kitaplara el attılar. Sekizler, dokuzlar, ondokuzlar deyip, "Bu da var, yazıyor zati" bilimselliğinde  aklımızı allak bullak ettiler.

Derken batı illerinden "Dan Brown" nam şahsiyet çıktı, kutsallığın batı yakasını kurcalamaya başladı. Bu noktada ister istemez yolu bizim (benim) Leonardo ile kesişti. Leonardo DaVinci, kader işte..

STRATEJİK BİR İNAT


Vaktiyle rahmetli Altundal "Hangi İsa" yaa, yok öyle bir şey" diyerek Hz. İsa'nın geçmişini epeyce kurcalamış, fakat iddiaları Vatikan'dan öteye geçememişti. Kitapları ve fikirleri de "meraklı" kitlesiyle sınırlı kaldı. "Çok satar" olmanın şifreleriyse farklıydı ve Dan Brown anahtar kelimeyi bulmuştu. DaVinci Şifresi'nde konuya tam bu noktadan, damardan girdi. Kitapta din ve tarikat, cinayet, ölüm, esrarengiz simgeler, kadim şifreler ve ayrıca "ölümsüz" aşk vardı. Daha ne olsun? Üstelik bu "tanrısal" bir aşktı, ortada bir çocuk vardı ve bu sefer annesi bakire değildi! Normal diyebilirsiniz. fakat bu, o ailede ilk defa oluyordu!

Dan Brown, bilerek veya bilmeyerek diğer bir sektörü daha canlandırdı; Özel turlar!!  Bilseydi telif hakkı isterdi. Kitapta adı geçen mekânlarda Robert Langdon'un izini süren özel turcular türedi. Milano'da "Son Akşam Yemeği" biletleri karaborsaya düştü. Floransa'da "Inferno" turu kapalı gişe oldu. Boboli'nin cücesi turistlerin gözdesi, Dante'nin karanlık evi cazibe merkezi, kırmızı pelerini moda ikonu oldu. Maskesinin önü bilmiş bilmiş sırıtan turistlerle doldu. "Vecchio" köprüsünün üst katındaki "Vasari Koridoru" bile ancak "Inferno" turunu satın alanlara açıldı. Dante Kilisesindeki bir lahit, Floransa'nın en çok ziyaret edilen edilen mezarı oldu. Bu mezar Dante'nin ilahi sevgilisi Beatrice'e aitti ve hemen yanı başındaki sepet, Inferno fanatiği turistlerin bıraktığı aşk mektuplarıyla doluydu.

Nereden mi biliyorum? Çünkü oradaydım. "Inferno" kalıbına girmemekte inat ettiğim için Vasari koridorunu (içeriden) göremeden Floransa'dan ayrıldım.

İnatlaştığım diğer bir konu "Son Akşam Yemeği" tablosu ile ilgili oldu.


STRATEJİK BİR YEMEK

İsa'nın 12 havarisiyle yediği son akşam yemeği sıradan bir yemek değil, hristiyanlık tarihinin en stratejik yemeğiydi.

Daha önce son akşam yemeğini resmeden bir sürü ressam olduğu halde, Leonardo'nun farkı, yemeğe değil, "ihanete" odaklanmış olmasıydı. İsa, az önce içlerinden birisinin ona ihanet edeceğini söylemişti. Tablo adeta bir fotoğraf karesidir ve  havariler işte tam bu şaşkınlık anında yakalanmışlardır. Malum kişi ise sol yanındaki üçlü grup arasında oturan Judas yani Yehuda'dır (Judas Iscariot). Yehuda'nın iyi mi yoksa kötü mü yaptığı stratejik açıdan tartışıladursun, bir rivayete göre ihbar etmesini Yehuda'dan bizzat İsa istemiştir. Başka türlü nasıl peygamber olunur ki?


Altın oran, perspektif, ters ışık, kuru veya zamklı boya her neyse, tekniği bir yana, tablonun gizemi bakınca görülenlerden değil, görülmeyenlerden oluşuyor. Örneğin menüde şarap ve ekmek var, fakat masada "kutsal kâse" yok. Mekân arkada üç penceresi olan geniş bir oda, fakat son akşam yemeğinin yendiği bir odayı kimse görmemiş. Sağda, Yehuda'nın arkasında bıçak tutan bir el var, kimin eli belli değil. 12 havarisiyle yemek yediği söyleniyor, fakat tabloda 11 havari var! Bu fitne kutsalların şifrecisi Dan Brown'dan çıkmıştır. Yazara göre İsa'nın yanındaki zat bir havari değil, "Mecdelli Meryem"dir. İddia masada "rest" etkisi yaratır. Bazıları çıkıp "Yahu, Aziz John da zaten efemine bir tipti!" der, Komplo teorisyenleri olayı Leonardo'nun "gayrimeşru bir çocuk" olduğuna bağlar. Hayal gücü sınır tanımamaktadır...

Dan Brown biraz sıkışsa da vaz geçmez; "kendisi olmayabilir, ama rahmi orada" der, İsa'nın sağındaki üçgeni işaret eder. Millet bu boşluğa bakıp kâseyi (veya rahmi veya vajinayı) hayal etmeye çalışırken, Dan Brown köşeyi döner, uzaklaşır. Kısacası sonuç değişmez "DaVinci Şifresi" yeni bir "çok satar" olarak raflardaki yerini alır.



STRATEJİK BİR HESAP




İsa'nın 12 havarisiyle yediği son akşam yemeği "Santa Maria delle Grazie" Kilisesinde, yemekhanenin kuzey duvarına resmedilmiş. Freskin tamamlanması 3 sene kadar sürmüş ve 1498'de bitmiş. Daha 20 yıl geçmeden resmin bozulmakta olduğunu bildiren kayıtlar var. 1566'da meşhur Vasari; orijinal Leonardo'dan sadece göz kamaştırıcı bir leke kaldığını söylemiş. Bunları Müzenin girişine astıkları tarihçeden naklediyorum. Yukarıdaki resim de son restorasyonların birisinden önceki halini gösteriyor.


1652'de duvarın ortasındaki kapı genişletilmiş ve dolayısıyla İsa'nın ayaklarının bulunduğu kısım uçmuş, gitmiş... Sonrası bir felaketler zinciri. Resmin bir kısmı kendiliğinden dökülmüş. Kilise dönem dönem Napolyon'un askerlerine, sonra itfaiyecilere, sonra da bilmem hangi askerlere barınak olmuş. Bu sırada freskin başına neler gelmiş olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Fakat en büyük hasarı 1943 yılında görmüş. İngiliz ve Amerikan uçakları şehri bombalarken kiliseyi de harabeye çevirmişler.Yemekhanenin tavanı ve doğu duvarı tamamen çökmüş. Fresk, (güya) önüne konan kum torbaları sayesinde yok olmaktan kurtulmuş!


Ben bu durumdan epeyce kuşkulandım. Eski yıkıntı fotoğraflarında resmin bulunduğu kuzey duvarı hiç gösterilmiyordu. Örneğin aynı yemekhanenin güney duvarında gariban bir şekilde duran "The Crucifixion" freskinin bombalama sonrası fotoğraflarını görmüştüm. Sol kenarı haraplanmıştı. Böyle önemli bir kilise yıkılıyor, durum tespiti için fotoğraflar çekiliyor, fakat kuzey duvarına dair tek bir görüntü bile bulunmuyor. Buna pek anlam veremedim. Bir şeyleri sakladıklarını düşündüm. İçeriye kasa dairesine girer gibi, üst üste kontrollerden geçerek giriliyor, her seferinde 25'ten fazla insan içeri alınmıyor, ancak 15 dakika durmanıza izin veriliyor, fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, fakat gördüğünüz şeyin ne kadar orijinal olduğu şüpheli!

Durumu NewYork'taki "Columbia" Üniversitesinden bir sanat tarihi profesörü özetlemiş: 

"Eserin sadece %18-20'si Leonardo!"


STRATEJİK BİR PLAN 


Üç yıl önce Kudüs'teki "Zion" Dağına, yemeğin yendiği (rivayet olunan) yere gitmiştim. Rehber ve kilise görevlisi büyük bir huşu içinde odayı dolaştırıp "İşte o yer" demişlerdi. Yalanmış! Bina 12inci yüzyılda yapılmış. Tabanındaki en eski taşlar bile ancak 130 yılına tarihlenebiliyormuş. Önemli değil. Bu yemeği resmeden tüm ressamlar da farklı odalar tasarlamışlar zaten. 

Burada Leonardo'nun farkı ortaya çıkıyor. Mekânı araç olarak kullanmış, ihaneti şifreleyip duvara yapıştırmış... 

Neyse, hangi İsa'ymış, nerede yemiş, ne yemiş, kimlerle yemiş, onların sorunu, benim değil. Beni ilgilendiren kısmı hikayeleri... Onları okumayı da seviyorum, anlatmayı da... Adile Naşit'in anlattığı masallar gibi, tam "uykudan önce" tadında...

O nedenle, Zion dağında başladığım hikayeyi (yolculuğu), "Santa Maria delle Grazie" Manastırında tamamlamak istedim. Planım, Milano'da ne kadar kalırsam kalayım, Leonardo'nun "Son Akşam Yemeği" tablosunu görmeden dönmemekti. Başka hiçbir yer için rezervasyon yaptırmadım.

İnternete girip müzeye giriş bileti almak istediğimde duvara tosladım. 2016 Ocak ayına kadar tüm girişler rezerve edilmişti. İnanamadım! Gidişimize 4 ay vardı ve bilet bulamıyordum. Bir yanlışlık olduğunu düşünerek müze müdürlüğüne sordum; "Bir yanlışlık mı var?"

Yokmuş. Gerçekten doluymuş. Özel turları önerdiler. Tezgah olduğundan şüphelendim, fakat çaresiz araştırdım. Onlar da doluydu! Uzun lafın kısası bir ay kadar sonra bir yer açıldı ve kaydım yapıldı. Firmadan ayrıca sıkı bir ültimatom geldi; tam 15 dakika önce kapıda olun, yaksa biletiniz yanar! Tövbe, estağfurullah... Garanti olsun diye Milano'ya uçacağımız günün ertesine, geç bir saate yer ayırttım. 15:30...

              
STRATEJİK BİR KARAR 

Benim stratejik planlarımın Türk Hava Yollarının stratejisiyle çakışacağı hiç aklıma gelmezdi, ama oldu. Muhtemelen benim müze bileti almak için uğraştığım sıralarda, Hava Yolları Genel Müdürü oturduğu yerde parmak hesabı yaptı ve stratejik bir karar verdi: "Yes, we can!!!" Daha çok uçak, daha çok iniş, daha çok kalkış. Başkanı dünya lideri olan ülkenin uçağı da dünya lideri olmalıydı... Milli uçağımız henüz yoksa da, iman dolu göğsümüz ve yüzde bilmem kaç oyumuz vardı....


Fakat bilim ve teknolojide işler iman gücüyle yürümüyor. Seyahate çıkacağımız gün keyifle hava limanına gittik. Pullarımızı aldık. Güvenlik kontrolü, üst baş arama, pasaport kontrolü derken içeri girdik. Uçuş saatini beklerken, telefonuma bir mesaj geldi: "Uçuşunuz iptal oldu, şu numarayı arayın... Bir sonraki güne bilet alın...

Milano'dan gelen, muhtemelen bizi de alıp Milano'ya geri dönecek uçak, piste inerken motoru yanmış, pistler kapatılmıştı. Fon müziği olsaydı çalan "Kader Senfonisi" olurdu!

Çakılmaktan kıl payı kurtulan uçakta neler oldu, inerken koltukları dik duruma getirdiler mi, "window blinds" ne alemdeydi, yolcular öne eğilip başlarını nereye soktular, oksijen maskeleri açıldı mı, çocuklu kadınlar maskeleri önce kendi burunlarına mı tuttular, yani hosteslerin sabırla anlattıkları şeyler işe yaradı mı bilmiyorum. Büyük bir korku ve heyecan yaşandığı kesin. Sonuçta kapılar açılmış, yolcular uçaktan kıçüstü kayarak inmişler ve muhtemelen (vecd ile) toprağı öpmüşler. Buraya kadar iyi. Kötü olan, müzeye vaktinde yetişemeyecek olmam!...

O günkü çoğu uçuş, bizimki dahil, iptal edildi. Biletlerimizi bir gün sonraki uçuşla değiştirdik. Eve döndükten sonra kazanın nasıl meydana geldiğini araştırdım. Yazılanlara göre; uçak önce önündeki uçağın vorteksine giriyor, inişe geçtiğinde dengesi bozuluyor, kuyruk ve sağ motorunu piste çarpıyor. Kuyruk ve motordan kıvılcımlar çıkarken inişten vazgeçip tekrar havalanıyor. Anlaşılan pilot uçağın duramayacağını düşünmüş ve gayet stratejik bir karar vermişti. Sonrası gerilim filmi gibi:

Motordaki sorunu çıplak gözle gören kontrol kulesi iniş emniyetini artırmak istiyor. Sağ motoru yanmakta olan uçağın pilotu ikinci kere “Stratejik” bir karar veriyor ve köpük istemiyor. Maksat, masraf olmasın. Şans eseri, bu sınavda yanlışlar doğruyu götürmüyor… Uçak tek motoru alev alev yanarken pistte bir süre daha sürüklenip güç bela duruyor. Biraz kül, biraz duman, yolcular burunları bile kanamadan kurtuluyorlar. Mutlu son diye buna derim.

Sonuçta uçağın pilotu acilen kahraman ilan edildi. Alkışlar, takdirler, arkadan ödül filan da gelebilir, olay unutuldu gitti. Kimse neden vortekse girdiğini, neden olası yangına karşı tedbir istemediğini sorgulamadı. Vorteks dediğim, uçaklar birbiri ardına uçarken yakınlaşırlarsa çıkan bir sorun. Tüm ülkelerce güvenli kabul edilen mesafe 8 mil (miş). Sonradan anlaşıldı ki, vaktiyle sayın Kotil gelmiş, kendisi Genel Müdür olur, gözlerini kısarak ufka doğru bakmış ve “8 mil çok uzun yaa, 5 mil olsun” demiş. Bu da bir diğer “Stratejik” karar! 


STRATEJİK BİR FOTOĞRAF



Özet olarak, Milano'da geçireceğimiz süre yarım güne indi. Müzeye giriş saatimiz geldiğinde hava limanından yeni ayrılmıştık. Yanımdaki herkes geç kaldığımızı, direkt otele gitmemizi söylüyordu. Orada stratejik bir karar daha verdim. Hayır, müzeye gideceğim ve ne yapıp edip, içeri gireceğim. 

Müzeye ulaştığımızda bizim özel turcuların bulunması gereken yerde yeller esiyordu. Gişeye yöneldim. Görevli kadın biletimize bakıp imkansız olduğunu söyledi. Bir süre çaresiz kalakaldım. Fakat tam o anda bir mucize oldu ve kadın halime acıdı. İçimden "faşist bilmem ne" diye söylenirken, hemen "reset" ettim, "sen bir meleksin" dedim. Dışarıda cebinde biletlerle dolaşan bir kadını gösterdi. Hayatımda ilk defa karaborsa bilet alıp müzeye girdim!


Yüksek güvenlik nasıl sağlanır? Sırf bunu görmek için bile bu müzeye gitmeli. Önce bir koridorda oturup, biletimizde yazan dakikayı bekledik. Zaman dolunca birisi uyardı. Elindeki alete biletin barkodunu okutup "tamam" dedi, "artık girebilirsiniz". Üç kapıdan geçtik. Her kapı önünde bir kamera bizi tek tek, tepeden tırnağa inceledi. Elimizdeki bileti kameraya tuttuk, kapı otomatik olarak açıldı. Sonra bir kapı daha, bir kapı daha... Bir kişinin geçişi tamamlanmadan diğeri kapıdan giremiyordu. Bu uygulamanın bir etkisi de daha salona geçmeden, göreceğimiz şeyin havasına girmek oldu.

Resmin bulunduğu kısım upuzun, boş bir salondu. Artık çatal kaşık seslerinin duyulmadığı, masasız bir yemekhane! Bir duvarında kimsenin yüzüne bakmadığı "The crucification" freski, tam karşısında önünde insanların küme oluşturduğu "Son akşam yemeği" tablosu... Ortalıkta sivil polis havasında görevliler milleti süzüyor, bir kamera görsek de üstlerine atlasak diye aportta bekliyorlardı. Doğal olarak gayet tahrik oldum ve Montorfano'nun freskine bakar gibi yaparken diğer duvarın fotoğrafını çektim. Yakalasalar, sanki hapse atacaklar!



STRATEJİK BİR YORUM



Müze çıkışında kendimi çok hafiflemiş hissettim. tam bir "Mission completed" hissi. İngilizce söyleyince daha havalı oluyor. Bundan sonrası önemli değildi. Akşam Brera'da bir kafede "happy hour" keyfi yaşarken böyle düşünüyor, duvarın dibine dizilmiş ressam ve karikatüristleri seyrediyordum. Önümden bastonuna yaslanarak güçlükle yürüyen şişman bir kadın geçti. Gözlerim kırmızı payetli uzun elbisesine takılıp ardınca gitti. Tarot falı bakıyormuş... Benim baktırmama gerek yok, falım önceden fallanmış! Önümde üç yol gözüküyor. 

Yolların ikisi sulu bir yerlere çıkıyor. Söylemiştim, benim falım susuz olmaz. Birisine Como diyelim. İkinci yol biraz daha uzun. O da Lugano olsun.... Dostumuz Saimir sağolsun. Bizi götürür. Birer şemsiye alır, göl kenarında yürürüz. Üçüncü yol daha uzun. Yol uzun ama süre kısa. Bu da hızlı trenle Floransa demek... Orada kalbin kabaracak. Olabilir. karımla gidiyorum. Hayır öyle değil. Vecchio, Duomo, Uffizi filan. Arno Nehri kenarında yürüyeceksin. Hadi, o da mı gözüküyor? Başka? Davud'un pipisi?


İtalya'yı seviyorum. Bana huzur veriyor. Falımda ne zaman İtalya çıksa giderim. Kendimi orada rahat hissediyorum. Böyle hissetmemin bence en önemli sebebi, İtalya'ya şimdiye kadar hiç turlarla gitmemiş olmam. Dolayısıyla (yukarıdaki müze hikayesi hariç) bir koşuşturmaca içinde olmuyorum. Tarihi merkeze yakın yerlerde konaklıyorum. Otel veya hostel, tarihi binalar arasından seçiyorum. Her yeri göreceğim, bütün müzeleri gezeceğim diye bir derdim de yok. Bir kafede oturup etrafımda koşuşan insanları, uzun çubuklu selficileri, gördükleri her heykeli elleyen kızları, sırf "Lonely Planet" yazdı diye uzayıp giden sandviç kuyruklarını, yerdeki boğa resminin kıçındaki oyuğa topuğunu sokup, tek ayağı üstünde dönmeye çalışanları seyretmeyi seviyorum. Bu Milano'da oluyor.

Şehrin sokaklarında gelişigüzel dolaşmayı seviyorum. Milano veya Floransa fark etmez. Pek kimsenin geçmediği bir sokakta bir duvar resmi veya kabartma görünce mutlu oluyorum. Üstü badanayla sıvanmış grafitiler görünce değil.

Kastettiğim şey burada yaşamak değil. Bir yerde yaşamanın şifreleri daha farklı. Adamların komşularına bakıyorum; Fransa, İsviçre filan. En kötü sınırları Akdeniz! Oradan gelecek sorunları da deniz (denizin gücü veya deniz güçleri?) hallediyor. Varsın, coğrafyası stratejik olmayıversin. Acaba onlar da bu sakin coğrafyadan usanıp, bizimki gibi "stratejik" yerler mi arıyorlardır? Biz hayatın ve politikanın şifreleri altında boğulurken, daha bizi yönetenlerin amaçlarının ne olduğunu çözememişken, onlar şifreleri sadece romanlarda mı yaşıyordur? Bilmiyorum. Bu bir gezi hikayesi, politik yazı değil. Memleketten biraz uzaklaşıp kafamı dinleyeyim diyorsan turist gibi düşüneceksin. En kolayı bu. Tekrar kaldığım yere dönüyorum:
                   
"Adamlar tarihlerini korumuş abi!"





KAYNAKLAR:
http://www.sacred-destinations.com/israel/jerusalem-last-supper-room
http://www.ayorum.com/haber_oku.asp?haber=2771
http://www.bibliotecapleyades.net/davi/project/history.htm
http://www.aymavisi.org/felsefe/Hangi%20Isa%20-%20Aytunc%20Altindal.html#sthash.JXc0cYIx.TiebjTyt.dpbs

26 Kasım 2014 Çarşamba

İRAN NOTLARI



İran'a gitmek İstanbul'da Fatih'e gitmek gibi bir şey. Benzetmek gibi olmasın (derler ya!); Önce Eminönü'ne gidiyorsunuz. Burası Tebriz oluyor. Kandovan'ı saymıyorum. Orası olsa olsa Kapadokya olur. Tekrar Tebriz'e dönelim. Eminönü'den yukarı çıkıp, Süleymaniye üzerinden Molla Hüsrev, Şehzadebaşı filan, hadi Atatürk Bulvarını da katalım (Atatürk hariç) bu kısım Tahran oluyor. Düz ayak batıya (coğrafi olarak) gidince Fatih'tesiniz. Yolun düz ayak kısmı çöle tekabül ediyor. Fatih ve Karagümrük de Kaşhan ve Yezd'e... Şiraz için önünüzde aşmanız gereken bir çöl daha var. Boğazın girişi diyelim. Kadıköy de Şiraz'a denk geliyor...

Daha büyük ölçüde benzetme yapanlar da var. Genelde Tebriz Erzurum'a benzetiliyor. Ben de bir ekleme yapıp Şiraz'ı İzmir'e benzettim. Deniz hariç. Malum, İzmir'in kızları güzel olur (derler). Şiraz'ınkiler de öyle...



İnsan trafiğine bakınca benzerlikler daha iyi gözüküyor. Tebriz Doğu Azerbaycan eyaletinin başşehri. Dolayısıyla Azeri nüfus hakim. Hemen herkes Türkçe konuşuyor. Kelimelerin şifresini kapınca çoğu şeyi anlamak da kolaylaşıyor. Örneğin Tebriz'deki otelimiz El-Gholi bölgesindeydi. "El", Orhun Yazıtlarında "İl" karşıtı olarak kullanılmış. Gholi de göl demek. Sonuçta El-Gholi'nin ne olduğu, pek de tercümeye gerek kalmadan anlaşılabiliyor. Güneye indikçe Türkçe konuşanların sayısı azalsa da hiç bir yerde lisan sorunu olmuyor. Hafta sonlarında Tebrizlilerin kaçamak hedefi Türkiye'ymiş! Karşıt trafik de az değil. Sonuçta İran kapı komşusu sayılır. Yol kısa, vize yok, gümrük rahat, daha ne olsun? Yazılı olmayan bir gümrük birliği var gibi. Bu açıdan bakarsanız gerçek sıfır sorun bu sınırda! Kimse biz yaptık diye övünmesin. Dördüncü Murat yapmış, Günlerden 17 Mayıs, yıl 1639...

Tebriz'den Van ve Doğu Beyazıt aynı mesafede, 320 km. Karayolu ile 5 saat sürüyor.  Şiraz'lılar daha havalı. Onların tercihi uçakla Dubai! Bir saatte başka bir gezegene geçiyorlar..


İLK İZLENİMLER



Tebriz'deyim. Pasaport polisinin samimi "hoşbula" dileğini "hoşkala" ile karşılayarak ilk ve son kontrolü geçtim. Çok kolay oldu. Diğer ortadoğu ülkelerindeki bıktırıcı sorular, şüpheli bakışlar, her köşede pasaporta bakmak isteyen görevliler burada yoktu. Saatimi birbuçuk saat ileri aldım. Neden buçuklu, yanlış bir şey mi yapıyorum diye internetten kontrol ettim. Doğruymuş. Hindistan gibi daha bir çok ülkede de buçuklu saat dilimleri varmış. Bugün cumartesi. İran'da haftanın birinci çalışma günü. Hava sakin ve sert. Eski Ankara'nın kuru soğuk havasına benziyor. Bir hafta önce kar yağmış. Kıyıda köşede kar öbekleri var. Otelimiz havalimanına yakın, Tebriz'i boydan boya gören bir tepe üstünde. Otele girişten itibaren çok sıcak karşılandık. Sıcaklığın sadece personelden gelmediğini daha sonra anladık. Yakıt ucuz ya, kaloriferler avaz avaz yanıyor. 


Odalarda bir yolcu için gerekli her şey var. Banyo ve oda için ayrı terlikler, bornoz, diş fırçası, macun, sabun, bone, gayet kaliteli şampuan ve duş jeli... Mini barda su ve gazlı içecekler, bir kaç çikolata, masanın üstünde ücretsiz bir şişe su, kahve ve çay makinesi... Bir çalışma masası, bedava wifi, aynanın yan tarafında  seccade ve Kuran, seccadenin yanında, sonradan adının "mohr" olduğunu öğrendiğim, üzeri Farsça yazılı, sertleşmiş bir toprak parçası... Bunu Suriye'de de görmüştüm. Namaz kılarken secdeye vardıklarında, alınlarını toprak niyetine bu taşa koyuyorlar. Tavanda bir okla kıble işaretlenmiş. Televizyonda uydu yayını var. İran kanalları yanında BBC, RTL, CNN, Fashion TV, bir de Rusça kanal... Bizden sadece Samanyolu TV. Tebriz'den sonraki duraklarımızda Samanyolu ve Fashion TV kayıplara karıştı...

Gittiğim hiç bir ülkede dikkat etmediğim ve notlarımda yazmadığım bu ayrıntıları neden yazıyorum bilmiyorum. Behnam'ın dediği gibi buraya ön yargılı geldiğimden herhalde. Behnam bizim rehber oluyor. Daha yolun başında şu soruyu sordu: "İran'a gideceğinizi söylediğiniz arkadaşlarınızın tepkisi ne oldu?" Yolcular hemen hemen aynı cevapları verdiler. Behnam ekledi: "Son gün ön yargılardan arınacağınızı umarım!"... Öyle olup olmadığını anlatmak ayrı bir yazı konusu olabilir. Ben kaldığım yere, yol hikayesine dönüyorum.


Rehberimiz Azeri asıllı bir genç. Akıcı bir Türkçesi var. Devrim çocuğu sayılır. Buna rağmen islam devriminden hoşnut olup olmadıklarını soran turistler var. Ne desin? Yasakları soruyorlar. Facebook? Twitter? Milletin derdi bu! "Sınırlı, ama biz kullanıyoruz" diyor. Politik bir cevap. Ben otellerde defalarca denedim, giremedim. İnternette "Skype" üzerinden konuşulabiliyor, fakat sosyal sayfalar açılmıyor. Ya da ben beceremedim. Memleket gazeteleri de sıkıntılı. İlk sayfaları okunabiliyor, Hıncal Uluç yorumları dahil, spor haberleri de tamam.  Fakat diğer magazin veya haber içeriklerine ulaşmak imkansız. Karşınıza hemen bir sansür sayfası çıkıyor. Anlayacağınız bir hafta magazinden uzak kaldım!!


Seyahate çıkmadan önce okuduğum bir haberde İran'lı 3 genç kızın dramından bahsediliyordu. Kızlardan ikisi 9 ve 13 yaşlarında babalarının zoruyla akrabalarıyla evlendirilmişler. Öğretmen olan anneleri buna tepki gösterip kızlarını almış, başka bir yere taşınmış. Kocası da 3 kere "boş ol" deyip kadını boşamış. Bu girizgah kızların karakterini anlamak açısından önemli. Annelerine çekmişler zahir! Sonrasında kızların yaşamı başka bir mecraya akmış. Onbeş yıl kadar özgürce yaşamışlar. Müzik eğitimi almış ve bununla yetinmeyip bir de müzik grubu kurmuşlar. Bu arada üçüncü kız kardeş de büyüyüp onlara katılmış. Özel etkinliklerde konserler veriyorlarmış. Buraya kadar herşey iyi. Kızlar yirmili yaşların coşkusuyla bir de klip çekip sosyal medyada paylaşmışlar. İşte dananın kuyruğu (ikinci kez) burada kopmuş!


Uzun lafın kısası, bu son aşama İran'da hala suç sayılıyor. Kızlara 74 kırbaç ve 1 yıl hapis cezası veriliyor. Fakat kızlar boyun eğmiyor. Bir konser daha veriyorlar. Konseri polis basınca da apar topar Türkiye'ye kaçıyorlar. Buraya kaçmalarının tek bir nedeni var; Türkiye'nin (henüz) İran olmamış olması! En azından kırbaç cezası yok...


Rehberimiz bunları duymadığını söylüyor. Farklı bir cevap beklemiyordum. Benim bu hikayeyi uzun uzun yazmamın sebebi başka. Amacım bu satırlarda anneyi takdir etmek, babayı veya kocayı kınamak, İran'da sürüp giden rejimi kötülemek değil. Perde arkasında daha önemli başka bir şey daha var; Kızlar Birleşmiş Milletlere (BM) başvurup, mülteci sayılmak istiyorlar. BM bu isteği reddediyor! Gerekçe:



"...aldığınız ceza Mülteci Hukuku’na girmiyor. Siz zulümden, işkenceden, orantısız bir cezadan kaçmıyorsunuz. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde belirlenen dini, siyasi ve ideolojik, özel sosyal bir gruba bağlı olma, milli ve ırki nedenlerden bir zulüm de söz konusu değil. Siz zulümden değil kanundan kaçıyorsunuz, alacağınız ceza kanuni bir cezadır...” 

Birisinin çıkıp adalet ile kanunlar arasındaki farkı anımsamasını dilerdim. Demek ki önce kanunları ahval ve şeraite göre ayarlamak gerekiyor. Themis'in gözlerini örtmeye gerek yok! Her şey gayet açık ve gayet kanuni. Kanunlar ne kadar adilse, yıl sonlarında "şu kadar kanun çıkardık" diye yapılan bakkal hesapları da o kadar anlamlı! Kanun kaçağı İran'lı kızları kutluyorum, zulme karşı tef çaldıkları için...


Yasa yerine kanun kelimesini kullanmam, yukarıdaki gerekçede öyle yazmasından. Yoksa yasa kelimesini daha çok severim. Daha Türkçe olduğundan değil, kulağıma daha hoş geldiği için. Örneğin Türkçe kökenli olmadığı halde "kent" kelimesini de severim. Kent, kadim Arian dili olan "Sogd" kökenli bir kelime. Bizim rehberin sevdiğim bir yanı da "Yanlış biliyorsunuz" diyerek, Türkçeye Farsçadan veya Arapçadan geçen bir dolu kelimenin bizdeki farklı kullanımlarını açıklaması oldu. Yeri geldikçe aklımda kalanları aktaracağım.



OTELLER, YEME İÇME DURUMLARI



İran'da yabancı otel zinciri yok. Kendi zincirlerini yaratma çabası var. Gezi boyunca hep 5 yıldızlı otellerde kaldık. Yemekleri otellerin açık büfesinde, lüks lokantalarda veya yollardaki kervansaraylarda yedik. O nedenle halk ne yer, ne içer bilmiyorum. Çarşılarda, seyyar arabaların bir kenarında kaynayan semaverler en çok çay içildiğine dair bir delil sayılabilir. Çayları genellikle bizim su bardaklarına benzeyen ufak, düz bardaklarda, çok açık ve demsiz içiyorlar. Az demli diyelim. İsfahan ve Şiraz'da sabaha kadar açık çayhaneler var. Tahran'ı bilmiyorum. Bu çayhanelerde uzun masalar etrafında oturarak veya daha makbulü, tahtlarda bağdaş kurarak çay keyfi yapılıyor. Uzanıp kısa bir şekerleme yapmak da mümkün. Ayakkabı çıkartmak serbest. Günün yorgunluğunu atmak için birebir...

Çayın yanında verdikleri şekerler enteresan. Bazı yerlerde lira büyüklüğünde ve kalınlığında, neredeyse şeffaf, "pulaki" denen bir tatlandırıcı geliyor. Aslı karamel şekeri. Dilinizin üstüne koyup çayınızı yudumluyorsunuz. Beceremezseniz kıtır kıtır yiyorsunuz. Üzerinde kabartma şeklinde bir şeyler, muhtemelen markası filan yazıyor. Fakat bizim millet Arap harflerini görünce bunlara vaftiz şekeri muamelesi yapıyor...


Kaba kristalli şekerler diğer bir seçenek. Bunlara "nabat" deniyor. Sarımsı renkli bu şeker, çoğu yerde ortasından çubuk geçen bir lolipop şeklinde veriliyor. Sapından tutup çaya daldırıyor ve istediğiniz tada gelinceye kadar karıştırıyorsunuz. Sonra çıkartıp kenara koyuyorsunuz. Muhtemelen her yeni serviste aynı şeker gidip geliyor. Sarı rengi ondan olabilir diye aklımdan geçmişti, ama değilmiş. Bu yazımı okuyan bir arkadaş kibarca uyarmış; o renk içindeki safrandan diye!  

Kahvaltıda bal, yemeklerde çorba standart. Ballarının haklı bir ünü var. Meraklısına Kandovan'dan almalarını öneririm. Hem İran'ın çok ilgi çekici bir köşesini görmüş olurlar, hem de yiyebilecekleri en kaliteli balı alırlar. 
KandovanTebriz'in 60 km kadar güney batısında, üç-dörtbin metrelik yüksek dağlar arasına sıkışmış, güneşin erken battığı bir kasaba...


Kandovan ismi kazılmış anlamına geliyor. Bir isim, bir mekanı ancak bu kadar iyi anlatabilir. Yüzyıllar süren erozyon, volkanik arazide bizim Kapadokya benzeri bir doğa harikası yaratmış. İnsanlar dik yamaçlardaki kayalara ve bacalara kendileri ve hayvanları için barınaklar oymuş, birlikte yaşıyorlar.  Kasabanın tek caddesi üzerindeki tek çayhanede hem çayınızı içer, hem de gayet uygun fiyata bal satın alabilirsiniz. Burada, zor şartlar altında yaşamını sürdüren 168 aile varmış. Bize zor gelen şey, belki de onlara doğal geliyordur...

Yukarıda çorbanın yemeklerde standart olduğunu yazmıştım. Mercimek veya çoğunlukla arpa çorbası. Özellikle arpa çorbasını önceleri yadırgasam da kısa zamanda alıştım. Safranlı pilav ise her sofranın demirbaşı. Çeşni için üzerine ufak ufak kıyılmış yaban mersini de serpiyorlar. Pilav başlangıçta oldukça "kuru" oluyor. "Sek" de denebilir. Tarif için başka kelime bulamadım. Yanında mutlaka tereyağ ile servis ediliyor. Yemeğe başlamadan önce tereyağını alıp istediğiniz kadarını pilava karıştırıyorsunuz. İranlılar evlerinde oldukça fazla miktarda pirinç tüketiyorlarmış. Dediklerine göre pirinci 100-150 kg alır, çuvallar 30 kg altına inince telâşlanırlarmış.




Abgusht, fesencan, keşkebademcan, sabzıgormehi İran sofrasının ünlü yemekleri. Bildiğimden değil, rehber kitaplardan okuduğumu yazıyorum. Abgusht muhtemelen Tebriz çarşısında seyyar arabaların etrafına toplanmış halkın iştahla kaşıkladığı etli nohutlu yemekti. Şöyle bir bakıp geçtim. Otellerdeki açık büfelerde seçim yapmak daha kolay. Uzun sofralara dizilmiş çeşitlerden, pilav başta olmak üzere, sadece aşina olduklarımı seçtim. Pilav dışında, her öğünde safranlı tavuk, balık ve Urfa kebap standart. Urfa kebap, aynen "Urfa" adıyla servis ediliyor. Kitaplara göre kendileri "Çelo kebap" diyormuş, ama hiç duymadım. .

Sofrada turşu eksik olmuyor. Özellikle soğan ve sarımsak turşusu standart. Ben en çok sarımsak turşusunu sevdim. Bizim rehber birçok şeyi olduğu gibi bunu da düzeltti. "Biz ona turşu demeyiz" dedi. Ama ne dediklerini anlamadım. Sarımsak veya soğan nane ve sirke içinde bir yıl dinlendiriliyormuş. Sonuç gayet iyi. En azından koku yapmıyor. Ya da bana öyle geldi. Yoğurtlarına diyecek bir şey yok. "Dokh" dedikleri ayranı da sevdim. Dokh (doogh) naneli veya reyhanlı olabiliyor. Ayran dışında en popüler içecekler "Zam Zam" kola ve taze sıkılmış nar suyu... İsteyene alkolsüz bira da var...


Yemek sonu tatlı yeme alışkanlığı pek yok. Hurma, karpuz ve kavun gibi meyveler tercih ediliyor. Otel girişlerinde ve halıcılardaki ana ikram ise "Gas" adı verilen bir tatlı. Bizim koz helvaya benziyor. Onun bademli veya şam fıstıklı olanı. Yedikten sonra damakta kalan gül suyu aromasını bayağı sevdim. Tek şartım en az %22 fıstıklı olması. hele %28 fıstıklı olsa tadından yenmez!



Yeme içme faslını kapatırken puanları vereyim. En güzel çayı İsfahan'da, aslı 300 yıllık bir kervansaray olan "Shah Abbas" otelinde içtim. Otelin dekorasyonu ve avlusu muhteşemdi. Çayı odun ateşinde yapıyoruz dediler. Odun ateşinin çaya ne kattığını anlamadım, ama gerçekten lezzetliydi. Güzel bir atmosferde, kor haline gelmiş odunlardan salona yayılan büyülü kokuyu teneffüs ederek çayımızı yudumladık. Avludaki havuzun yanında, bir portakal veya ayva ağacı altında çay içmek de keyifli olabilirdi. Fakat güneş çoktan batmış, hava iyice serinlemişti. Yolculukta hasta olmanın alemi yoktu.



En orijinal çaycı ödülünü ise gene İsfahan'daki Nakş-ı Cihan Meydanının arkasındaki, herkesçe tanınan çaycıya veriyorum. Adresi bu; herkesin bildiği çaycı! Yolunu sorduğumuz adam önümüze düşüp götürmese yerini zor bulurduk. ama aradığımıza değdi. Adam ısrarla kadınları arkadaki, başka bir kapıdan sokmak istedi. Sonra gördüm ki ön kapı erkeklerin nargile içtiği kısma açılıyor. Kadınları mı yoksa erkekleri mi korumak istediğini anlamadım. Çayhane kısmında kadın erkek birlikte oturduğuna göre ikinci şık doğru olmalı. Sahibi kimse, yıllarca çaya dair elinden geçen her şeyi saklayıp duvarlara asmış. Duvarlar bitince tavanı doldurmuş. Ödülü sadece mekan için veriyorum. Çayı berbattı.


Urfa kebap ve safranlı tavuk her yerde aynıydı. Balığı hiç denemedim.Yediğim en leziz pilavı gene İsfahan'da yedim. Lokantanın yerini biliyorum, ama adını bilmiyorum. Kaydetmemişim. Girişi, Nakş-ı Cihan Meydanı'nda, Cuma Mescidi'nin meydana bakan kapısının hemen sol tarafında... Kemerler altında biraz yürüyünce kolayca bulunuyor. Pilav her zamanki gibi safranlıydı, fakat diğer yerlerde yediklerimden çok farklıydı. Bir kere tereyağı ile muamele etmeye gerek kalmayacak kadar hazırdı. Pilavı fırında makarna gibi küp şeklinde kesip, yanında gene safranlı bir karnıbahar parçası ve maydanoz ile servis ediyorlar. Biraz daha açıklamam gerekirse, önünüze üst üste üç tabakadan oluşan bir yemek geliyor. Alt ve üstte safranlı pilav, ortada tavuklu, baharatlı, kuş üzümlü bir harç oluyor. Üst tabakadaki kızarıklık bir süre fırınlandığına işaret ediyor. Aşağı yukarı böyle bir şey. Ee, benim anlatacağım yemek tarifi bu kadar olur!



ÇOK GEZEN Mİ BİLİR?


Bu gezide İran ve ülkemiz arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları gözlemek imkanım oldu. İnsan ve kültür kaynaklarımızın, hatta kullandığımız kelimelerin bile ne kadar iç içe, ne kadar ortak olduğunu gördüm. Savaşların ve siyasetin çizdiği sınırlara ve güncel inanç dünyasına hiç girmeden, sadece gördüklerimi yazacağım. Belki biraz Zerdüşt'e değinirim. Çünkü onu anlamadan İran'ı anlamak mümkün değil.


İster şii, ister sünni olsun, çoğunluğu müslüman olan bir ülkede cami ve minarelerden bahsetmeden olmaz. Çünkü nerede olursa olsun, insan eliyle ortaya çıkan görselliğin en önemli parçası ibadet yerleri oluyor. İran'da i
lk öğrendiğim şeylerden birisi her camide cuma namazı kılınmadığı oldu. Hatta bazı camilerin cami bile olmadığı. Tabii bizim bildiğimiz anlamda...


Cuma namazı kılınanlar, daha büyük ve görkemli olan merkez camileri... Bunlar aynı zamanda birer haberleşme merkezi. Ayrıca yanlarında genellikle bir de kapalı çarşı bulunuyor. Örneğin İsfahan'da cuma namazı kılınan cami, Nakş-e Cihan meydanındaki Cuma Camii. Bu caminin bir kaç ismi daha var. "Ulu cami, Cami Mescidi, İmam Humeyni Camii" gibi. Yazd şehrinde de cuma kılınan caminin adı aynı; Cuma Camii veya Cami Mescidi. Cuma namazı kılmak isteyen turistlerin önce bunu sorması gerekiyor. Namaz saati geçince bu camilerdeki halılar toplanıp, sonraki namaza kadar kaldırılıyor. Böylece ayakkabı çıkartmadan camileri gezmek mümkün olabiliyor. İçeride fotoğraf çekmek serbest. Bizdekilerden farklı bir yanı da namazı kıldıran din adamının durduğu yerin çukur olması. Bu çukur 1,5 metreye yakın olabiliyor. Bu uygulama, Hz. Ali'nin mescitte ibadet ederken şehit edilmesiyle ilgili. Sonraki imamları, dini liderleri böylece emniyete almışlar.

Türbelerdeki minareler ezan okumak için değil. Uzaktan farkedilsin diye yüksek yapılan, geceleri ışık yakılan kuleler. Kelimenin  orta yerindeki "nar" kısmı, arapçada fener, ışık kulesi anlamına geliyor. Farklılık minareyle sınırlı değil. Cami konusunda da farklı bir uygulamayı da Yezd'de gördüm.



Emir Çakmak Kompleksi 14'üncü yüzyıldan kalma ve Yazd şehrinin sembol yapısı... Biz uzaktan minareleri görünce, her zamanki refleksimizle "cami" dedik, ama rehber gördüğümüz görkemli yapının cami olmadığını söyledi. Gayet yüksek minareler kent merkezini işaret ediyormuş. Kompleksin, ortadaki üç katlı eyvan ve iki yanındaki kemerler ile İran'daki en büyük yapı olduğu söyleniyor. Kemerler her iki yanda birer kat eksilerek sağ ve sola doğru iki katlı olarak uzanıyor. Kemerli nişler insanların (veya ileri gelenlerin) meydanda yapılan "taziye" törenlerini seyretmesi için yapılmış. Kompleks içinde bir kervansaray, bir soğuk su kuyusu, hamam ve bir de tekke (Takyeh) bulunduğu söyleniyor. Ben görmedim. Sonradan meydanın her iki yanına, sağlı sollu, trafiği engellemek için, asıl binayla uyumlu tek katlı kemerler eklenmiş. Kompleks gece ışıklandırılınca çok daha etkileyici bir görünüme bürünüyor.


Yazd, "Çöl Gelini" sıfatının müthiş yakıştığı, etkileyici bir kent.  İran'lı bir yazar "Yazd, İran'ın yas araçları müzesidir" demiş. 10 gün kadar önce gelseymişik Kerbela gösterilerine şahit olacakmışız. Kaçırmışız. Gezerken şehrin çeşitli yerlerinde 8-9 metre yüksekliğinde, tahtadan yapılmış devasa "şeyler" görmüştük. Bunlara nahıl deniyormuş. Orijinali "Nakhl", Farsçada "hurma ağacı" demek, Bununla beraber İran'ın ulusal ağacı servi ağacına daha çok benziyor. İran'daki en eski nahıl, Emir Çakmak Kompleksinin önündeki meydanda duruyor. Yaklaşık 400-450 yaşında!


Bir kaç ton ağırlığındaki bu nesneler aşure günü, yani Muharrem ayının onuncu günü, üzeri dualar ve resimlerle bezenmiş siyah bir örtüyle kaplanıp, hançer, kılıç ve aynalarla ve gelin telleriyle, renkli ipek peçetelerle donatılıyor. Nahıl, bu haliyle Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in tabutunu simgeliyor ve geleneksel yas tutma törenleri onun etrafında gerçekleştiriliyor. Ağıtlar yakan, acı çeken ve ağlayan binlerce insanın omuzlarında meydanı üç kez dolandıktan sonra, bir sonraki törene kadar bekleyeceği köşesine dönüyor. Ashura, yani aşure, Farsçada "onuncu" demek. Bizdeki aşure tatlısıyla bir ilgisi yok. Zaten böyle bir tatlı adetleri de yok. Muharrem ayındaki oruçtan sonra büyük kazanlarda yemek yapıp dağıtıyorlar. Bu, aşureye yüklenen anlamların Şii versiyonu. Özetle, yasın ardından gelen sevinç yemeği oluyor. Çünkü 4. imam Zeynel Abidin kurtulmuştur!


Nahıl konusuna son günlerde okuduğum bir kitapta da rastladım. Kitabın adı "Gündelik Hayatımızın Tarihi". Rivayet o ki; Nahıl, Muhteşem Süleyman'gillerden İbrahim Paşa'nın düğününde de kullanılmış. Filmdeki değil, gerçek düğününde! Hatta Dördüncü Murat zamanında İstanbul'da 4 adet nahılcı varmış. Kudret Emiroğlu'nun yalancısıyım. Burada kısa bir mola verip, buraya kadar hiç değinmediğim "Çok gezen mi bilir?" sorusuna dönmek istiyorum. Amacım münazaraların bu klasik sorusunun cevabını tartışmak değil. İsteyen istediği yorumu yapmakta serbesttir. Ben soruyu tepetaklak edip, doğruluğundan kesinlikle emin olduğum cevabı vereyim; Okumadan gezen, ya da gezip de okumayan bir şey bilmez!



DIŞ GÜZELLİK DE LAZIM!


Tarihi eserlerin sevilip sevilmemesinde mimarileri kadar süslemeleri de rol oynuyor. Bazılarının makyajı hak etmediği kadar ilgi uyandırırken, bazılarının duru güzelliği dikkatten kaçıyor. Bazıları da, aşağıda bahsedeceğim Gök Mescid gibi en yalın, en yıpranmış halleriyle bile gönlümüzü çeliyorlar. Her şeye rağmen ayakta olduklarına, yaşadıklarına seviniyorum.



Pırıl pırıl çinilerle kaplı kubbe ve minareleri bu kadar göz alıcı kılan, bulundukları ortamla olan çelişkileriydi herhalde. Kara çarşaflı kadınlar, kara kafalı (içlerini kast ediyorum) erkekler bir yanda. kirli sarı, boz renkli topraklar bir yanda, boyasız tuğla evler, kerpiç duvarlar bir yanda... Başka türlü bir yokluğun orta yerinde cennet bahçeleri ve gerçekten rengahenk süslemeler... Beni esas etkileyen ise mimarinin ortama uyumu, tüm bu sarımık karanlığın ortasında o renkleri ve desenleri yaratan insanların varlığı, sanatın sağaltıcı gücü, renklerin taşıdığı umut ve vaat ettiği güzellikler oldu...


Ortadoğuda mimari, işlevsellik ve estetiği bir araya getiren yerler kapalı çarşılar oluyor. Tebriz çarşısı bunun güzel bir örneği. Tebriz, başkent olduğu Safeviler devrinde, (16'ıncı yüzyıl) ipek yolu üstünde, gayet hareketli bir ticaret merkeziymiş. Kentin bu özelliği, çarşısının gelişmesini sağlayan itici faktör olmuş. Çarşıda aynı işi yapan esnaf, aynı kısımlarda toplanmış. Altın ve mücevhercilerin bulunduğu kısma "Amir Çarşısı", Halıcıların çarşısına "Muzafferiye" deniyor. Ortadoğu ve dünyanın en büyük kapalı çarşılarından birisi... 2010 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınmış.

Tahran Kapalıçarşısı ise daha yeni, 18'inci yüzyılda, Qajar devrinde yapılmış. Pazar yerlerinde, etrafında dükkanlar ve odacıklar olan avlulara "Timche" diyorlar. Çarşının tamamı "timche"lerden oluşuyor. Ben çarşının "Timcheh-e- Hajeb-od-Dowleh" denilen kısmını çok sevdim. Görmeye değer, ince işleri ve kubbesi var. Çarşının diğer kısımlarında vakit harcamaya değmez (bence). Orada vakit harcamak yerine hemen arkasındaki Gülistan (Golestan) Sarayı'na ayrılan süreyi uzatmak daha doğru. Burası, Tahran'da doğan güneşin ilk aydınlattığı yer olan Güneş Binası'nın "Shams-ol-Emareh" bulunduğu saray. Pazar günleri kapalı olduğunu hatırlatmak isterim. 

Kubbe ve çarşılardan, her biri nadide bir mücevher gibi süslenmiş saraylara geçelim. 


Golestan Sarayı onyedinci yüzyılda yapılmış. Taç giyme törenleri ve çeşitli seremoniler için kullanılan, on yedi ayrı binadan oluşan bir kompleks. Binaların cepheleri muhteşem çinilerle kaplı. En göz alıcı noktası "Talar-e Salam" adı verilen, şatafatlı avizeler, oymalı sütunlar, binlerce parça cam ve ayna ile süslü, gayet geniş resepsiyon salonlarının bulunduğu kısım. Bir odasında Şahın ünlü "Tavus Tahtı" ve tacının replikası sergileniyor. Asılları merkez bankasında. Maalesef bu odalarda fotoğraf çekmek yasaktı. Mermer tahtın bulunduğu eyvan ve "Karim Khani Nook", her birisi görsel ziyafet sunan mekanlar. Bu tahtta ve sarayların sütunlarında kullanılan mermer Yazd'da çıkıyormuş. Alabaster Mermeri deniyor. Özelliği 7 santime kadar ışığı geçirebilmesi...



Gördüğümüz diğer saraylardan tek tek bahsedecek değilim. İnternette hepsi defalarca anlatılmış. Camiler de öyle. İran camilerinin bizimkilerden farklı olduğu daha dışarıdan, kubbelerinden anlaşılıyor. Öncelikle, türbelerde de, camilerde de hiç kurşun plaka kullanılmamış.. Kubbeler ya kerpiçle sıvanmış ve gayet sadeler, ya da çinilerle bezenmişler. Kubbelerin tepede sivrilerek biten zarif şekillerini çok sevdim. Bu kubbeler hem güzel, hem de gayet fonksiyonel... Kubbelerin mimarisi ve biçimi, hava deveranını sağlayan bad-girlerle birleşince içeride klima etkisi yaratıyor. Hava çok sıcak olduğunda, zeminin altındaki daha serin kısımlarda namaz kılınıyor. 


Bina gövdelerindeki kum rengiyle, kubbelerdeki yeşil-mavi çinilerin uyumu müthiş bir görsellik sunuyor. Hayran olmamak elde değil. Minareler arasında favorim Yezd'deki Cuma Mescidinin minaresi oldu. Bu seçimi yaparken eyvanın güzelliğinin tesiri altında mı kaldım bilemiyorum. Kubbelere gelince; İsfahan'daki Şeyh Lütfullah Camii'nin kubbesini tek geçerim. Cami ve türbelerin oymalı ve kat kat eyvan kubbeleri genelde güzeldi. Birbirinden ayırt etmek çok zor. Renk ve farklılık söz konusu olduğunda Şiraz'daki Vekil Camiinin mozaikleri öne çıkıyordu. İç mekanlardaki çinilerin zenginliğini ve yansımalardaki güzellikleri anlatmak ise mümkün değil. Ya İsfahan'daki Büyük Cami? Hepsine benden 10 numara!



Çinilerin göze hoş gelişleri dışında, ancak ayrıntıya girince anlaşılan mesajları var. Bahsetmek istediğim mesaj, Yezd'in Cuma Mescidinde gördüğüm "Svastika" simgesinden geliyor. Mescid 1364 yılında eski bir Zerdüşt tapınağının üstüne yapılmış. İç süslemeleri yaparken bir çok yere küfi yazıyla Allah, Muhammed ve Ali isimlerini yazarken, kubbe kenarındaki motiflere, 4 kozmik gücü simgeleyen Svastika'yı da zarif bir şekilde eklemişler. İndus medeniyeti, Ariler veya Ön-Türkler, her nereden geliyorsa, antik dünyanın Svastikada simgeleşen 4 kozmik gücü, Zerdüştlerin 4 temel elementine tekabül etmekte. Ortada 3 kere tekrarlayan Ali ismi ve iki yanında, farklı yönlere bakan uçlarıyla Zerdüştlüğün karşıtlıklar prensipini anımsatan iki Svastika! Müslüman olduk ama aslımızı unutmadık mesajı... Bu da bir iç güzellik sayılır.

Bazı zengin tüccarların evleri de saraylarla yarışacak güzellikte yapılmış. Kashan'da ve Şiraz'da böyle iki ev gezdik.


Kashan'daki "Borujerdi" evini yaptıran, kentin varlıklı ailelerinden Hacı Mehdi Borujerdi'nin oğlu. Evin hikayesi iki zengin ailenin çocuklarının evlenmesiyle ilgili. Gelin hanımın geldiği ev vaktiyle aynı kentin en güzel eviymiş. Borujerdi'nin oğlu, kayınpederinin evini yapan mimarı bulup, o evden daha güzelini yapmasını istemiş. Muhtemelen kız kendini yoksun hissetmesin diye! Kıskançlık nedeniyle veya gösteriş için de olabilir. Her neyse, ev demek biraz ayıp kaçsa da, ortaya bu ev çıkmış, Khaneh-ye Borujerdiha!. Süslemeleri 150 sanatçı tarafından 18 yılda tamamlanmış, yıl 1857. Muhteşem bir ev. Geleneksel Pers mimarisine örnek olarak gezdiriliyor.

Bahsedeceğim ikinci ev Şiraz'daki "Qavam" evi. Amerikalı arkeolog Arthur Upham Pope, Pers sanatı üzerine çalışırken zamanın İran hükümeti bu evi ona tahsis etmiş. Zamanın devrim öncesi olduğunu anlamak zor değil sanırım.

Ev, geniş bir narenciye bahçesi ortasında, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Sahibi Şirazlı zengin bir tüccar aile. Bahçesiyle evin toplam alanı 3500 metre kare. Evin erkeklere ait olan kısmına "Biruni", kadınlar kısmına "Andarun" deniyor. İki kısım bir tünelle bağlanıyor. Eskiden İranlı tüccarlar "Home office" çalışırlarmış. Biruni kısmı buna gayet uygun.Ayrıca, aile içi özel seremoniler ve kutlamalar, gelen misafirlerin ağırlanması gene bu bölümde yapılıyormuş. Bu saray yavrusu 1966'da Şiraz Üniversitesine bağlı Asya Enstitüsü'ne bağışlanmış. Şimdiki adı: "Naranjestan" Müzesi...


Çiniler ve alabaster mermeri yanında, süslemelerde İran'a özel diyebileceğim bir şey daha var ki estetik ve gösteriş açısından son derece çarpıcı ve şaşırtıcı! Bu nesne ne altın varak, ne gümüş, ne de değerli taşlar... Sadece cam ve aynalar... Saraylar ve camiler, bazılarının tüm iç duvarları, yerden tavana ayna parçalarıyla donatılmış. ufak, ufak, kırılmış da atmaya kıyamamışlar dedirten yüzbinlerce cam parçası. Mozaik gibi santim santim işlenmiş, duvar ve kubbelere tek tek sabitlenmiş ayna parçaları... Bu ayna ve çini olayını biraz daha açmam gerekiyor.





ÇİNİLER ve AYNALAR

İran gezimize Tebiz'den başlamıştık. karışık anlatmama rağmen, mutlaka anlaşılmıştır. Tebriz'deki Şah-ı Cehan Camii "İslam Firuzesi" diye anılıyor. Diğer lâkapları Gök Mescid, veya Mavi Cami. Bu adı camide bolca kullanılan turkuaz renkli çinilerden almış. İnce tuğla işçiliği, kubbede tonozların dizilişi de önemli özellikleri imiş! Tuğlayı anladım, ama diğerlerini okuduklarımdan yazıyorum. Çinileri de...



Çünkü mescid dışarıdan bakınca sadece tuğladan ibaret gibi gözüküyor. İçi de öyle. Üst üste gelen depremler tüm çinileri yerle bir etmiş. Lafın gelişi değil. tamamen yerle bir. Hemen hemen bütün çiniler dökülmüş. Mescidin dış duvarında sadece ufak bir kısım yerinde kalmış. Ön giriş kapısı yamalı bohça gibi. İçerisi biraz daha iyi, ama son derece üzücü. Yazık olmuş! Elde fotoğraf filan da olmadığından dökülen çini parçalarını tekrar bir araya getirememişler. Diğer bir zorluk, o zamanlar (1465 yılı) kullanılan teknikle ilgili. Önceleri çiniler, şimdiki gibi kare plaklar şeklinde değilmiş, Desendeki her bir motif ayrı ayrı şekillendirilip boyanıyor ve pişiriliyormuş. Örneğin, bir çiçek deseninde dal ve yapraklar, çiçeğin farklı renkteki her parçası ayrı ayrı hazırlanıp fırına veriliyormuş. Son derece zahmetli bir iş. Geriye kalan çinilere bakınca restorasyonun zorluğu kolayca anlaşılıyor.


Bu teknik el oyaladığı için, binalar büyüdükçe çini bezemelerin tamamlanması şahların, zenginlerin ömründen uzun sürmeye başlamış. Çinicileri bu eziyetten ve muhtemel iflastan kurtaran Kaşan'lı ustalar olmuş. "Kashi" denen karo seramik tekniği böyle bir ihtiyaçtan ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmış. Kashan, seramik ve çinileriyle ünlü. Onyedinci yüzyıldan beri ürünlerini ihraç eden bir seramik ve sırlı çini merkezi. Çömlek tekeri de ilk önce Kaşan'lı ustalar tarafından bulunmuş. Uzun ibrik ağızlı vazolar ve seramik saklama kapları burada keşfedilmiş. Demek ki müslümanların da bulduğu birşeyler varmış!


Aynalar ayrı hikaye. "Avusturya'dan gelen aynalar yolda kırılmış, ziyan olmasınlar.." diye devam eden söylentiyi pek inandırıcı bulmadım. Fakat önce kim akıl ettiyse bravo! Bu süslemenin en güzel kullanıldığı cami ve saraylarda maalesef fotoğraf çekemedim. Çünkü yasak! Güvenlik memurları adım adım izliyorlar. Sadece Tahran'da kısa bir an fırsat bulabildim. Şiraz'daki "Şah-ı Çerağ Türbesi" ise beni en fazla tahrik eden yer oldu. Eli sopalı bir görevli de bunu farketmiş olmalı ki kol mesafesinde ardımda dolaştı. Halbuki girişteki üst aramayı çok kolay atlatmıştım! Neyse, üzülecek bir şey değil. Ben de adamı unutmaya çalışıp camiyi huşu içinde dolaştım. Ortam o kadar büyüleyiciydi ki unuttum da...


YAŞAMA DAİR NOTLAR, MUHTELİF HABERLER


Antalyada Milli Eğitim Müdürü "kız öğrenciler servislerin ön koltuğunda değil arka koltuğunda oturacak. ön koltuğa oturanlar mutlaka erkek öğrenciler olacak" demiş! Sağolsun müdürümüz güvenlik amaçlı olacağını ifade ettiği bu düzenlemeyle (güya) kızları korumaya almış. Fakat kızları kurtarırken erkekleri harcamış.


Biz gene konumuza dönüp, İran mı oluyoruz, ona bakalım; İran'da, daha doğrusu bizim geçtiğimiz yerlerde, toplu taşıma araçlarındaki durum biraz daha karışık. Otobüs ve minibüslerin arka koltuklarında sadece kadınlar oturuyor. Ön taraflarda ise kadın erkek birlikte seyahat ediyorlar. Yan yana oturmuyorlar, ama gerektiğinde ayakta bitişik nizam duruyorlar. Yalnızca erkeklerin bulunduğu bir vagon yok. Metroda'da benzer bir uygulama var. Metro dediğim sadece Tahran'da olduğuna göre Başkent'e bakacağız; Tahran'da 5 metro hattı var ve 24 saat çalışmakta. Hat sayısı 12'ye çıkacakmış. Metro vagonlarından en öndeki ve arkadaki kadınlara mahsus. Bunların bir ön ve arkasındakilerde kontenjan fifti fifti. Diğer vagonlarda ise ayırım yok. İsteyen kadın onlara da binebiliyor.

Geçenlerde bir genç kadının metroda çekilmiş videosu yayınlandı. Sayfanın adı "Benim kaçamak özgürlüğüm"... Genç bir kız, kadınlara uygulanan kıyafet kurallarını protesto etmek için metroda çılgınca dans edip, videoya kaydetmiş. Seyrettim, gerçekten çılgınca!! Yolcu kadınlardan birisi "Şimdi moda bu.." diye söylenmiş. Fakat internetteki yorumlar protestoyu destekleyen nitelikte. Bizim Türkçe sayfalarda da veciz bir yorum var: "Azmış AG Karı"...


Ne olacağını göreceğiz. Mayıs ayında kadınlı erkekli bir grup Pharrell Willliams'ın hayat dolu "Happy" şarkısıyla dans klibi çektikleri için bir yıl hapis ve 91 kırbaç cezası almışlar, sonra ceza 3 yıl ertelenmişti. Vagonda sadece kadınların bulunması azmış karının şansı olabilir.


Tahran metropolitan nüfusu 14 milyondan fazla. Merkez nüfus 8 milyon küsur. Tahran'ın çevresinde nehir, göl, deniz yok ve kişi başına düşen yeşil alan 2 metre kare. İstanbul'da 1,65 m2, Bu sayıya muhtemelen refüjler ve geçit duvarlarındaki garip yeşillikler de dahil! Yollardaki otomobil sayısı ise 3 milyon! Yolların taşıyabileceği otomobil kapasitesi 700bin. Matematiğe bayılıyorum. Sonuç: Trafik kilit! O bakımdan İstanbul'u aratmıyor. Yağmurlu havada E5'te gider, yani gidemez gibiyiz...



Kimse metroya veya toplu taşıma araçlarını kullanmıyor. Her evde birden fazla araba var. Bunun bir kaç sebebi var. Bir kere benzin fiyatları çok ucuz. Bizim otobüs yolun başında tam 375 litre mazot aldı. Ödediği para 30 dolar! Doğal gaz da çok ucuz. Kışın ayda 7-8 dolar kadar ödüyorlarmış. Hatta ödemeyip bir kaç ay biriktiriyorlar, sonra toptan veriyorlarmış. Rehberin yalancısıyım. Üstelik son senelerde petrol ürünlerinin fiyatları epeyce artmış. Örneğin 2011'de benzinin litresi 1000 Riyal'den 7000'e çıkmış. 7000 dedikleri 50 kuruş kadar bir şey. Ayrıca otomobil fiyatları çok düşük. İran'da otomotiv, petrol ve doğal gaz'dan sonra ikinci büyük endüstri oluyor. 2009 yılı rakamlarına göre büyüklükte dünyada 18inci sıradalar. Yabancı lisanslı 13 marka dışında, Saipa, Khodro, Samand gibi kendi markaları var. Ambargoya rağmen iyi yerdeler. Uçak da yapıyorlar. Ben Türkiye'yi merak edip baktım; Otomotivde 15inci sıradayız... Marka olayını da RTE çözecek, sağ olsun...


Trafiğin hemen hemen hiç akmadığı Tahran dahil, Şiraz gibi büyük kentlerde halkın ve özellikle kadınların otomobil merakı bence paradan çok özgürlükler ile ilgili. Özellikle Şiraz'da bir çok kadının otomobilleri içinde serbestçe hareket ettiklerini gördüm. Sigara içiyorlar, bangır bangır müzik çalıyorlar ve kıpır kıpırlar. Saçlar yarı açık, yarı kapalı. Örtüler başın etrafına rahatça atılmış. Gene bence, İran'a özgürlük kadınlarla gelecek! İşaretini üniversitelerde gördüm. Kız öğrenci oranını merak edip baktım; %65. Hızlı olmayabilir, ama bu genç kadınların önünde kim durabilir? Şiraz başka denebilir. Gerçekten de Şiraz bizim İzmir havasında bir yer. Politik açıdan tabii ki!


Bir cuma günü (cumaları tam gün tatil) Şiraz'da otelin yakınındaki parkta yürüyüş yapma imkanı buldum. Parkta kızlı erkekli voleybol oynayanlar, ağaçların altında çekirdek çıtlayıp "kalyan" içenler vardı. Kalyan, nargile oluyor. Yanımdan bisikletli bir kız geçti. Çok şaşırdım. O şaşkınlıkla ardından uzun süre bakakaldım. Biraz ileride erkek arkadaşıyla buluştu. Erkek yayaydı. Kız bisikleti yürüme hızında sürerken sohbet ede ede uzaklaştılar. Anlaşılan o ki erkekler medreselerde kafa bulurken, kadınlar bir gün, onları sollayıp geçecekler...

Ayrıntı gibi duran bir şey daha var ki ilgimi çekti; Yeni evlenen kadın eşinin soyadını almak zorunda değilmiş





CENNETİN ÇOCUKLARI


 "...Kız kardeşi Zehra'nın ayakkabılarını tamirciden getirirken kaybeden Ali, kendi ayakkabısını onunla ortak kullanmak zorundadır. Durumu babalarına anlatamazlar, Çünkü babaları yeni bir çift ayakkabı alamayacak kadar yoksuldur. Okula giden iki kardeş ayakkabılarını değişerek giymek zorunda kalırlar, biri sabah, diğeri öğleden sonra...
Filmin adı "Cennetin Çocukları"... 1997'de Oscar ödülünü Benigni'nin "Hayat Güzeldir" filmine kaptırmıştı. Filmde kız kardeşinin ayakkabısı yolun kenarındaki kanala düşüyor, Ali ne kadar çabalasa da onu bir türlü  yakalayamıyordu. Ayakkabı suya kapılıp bata çıka kaybolup gidiyordu. 

Tahran'da mola verdiğimiz bir yerde otobüsten inerken, şoföre biraz söylenmiştim, niye orada durdu diye. Zira tam kapının dibinde, yol kenarında içinden su akan derin bir kanal vardı. Dikkatlice yürüyüp, biraz ileride kanalın üzerine konmuş demir ızgaranın üzerinden geçmek zorunda kalmıştık. Sonra anladım ki şoförün başka çaresi yokmuş. Bu kanallar kentin her tarafındalar. Bir iki yerde yer altına giriyorlar, fakat genellikle açıktan akıyorlar. İnsanlar da alışmış, ya üstlerinden atlıyorlar, ya da yayalar için konmuş ızgaralara kadar yürüyorlar. Seyrederken çok etkilendiğim o filmi anımsadım. Ayakkabılar işte böyle bir kanalda kaybolmuştu... Filmden bahsetmişken sonunu da anlatayım;

"...Bir gün bir yarış ilanı görür. Yarışın üçüncülük ödülü bir çift ayakkabıdır. Çok sevinir. Amacı üçüncü olup kazanacağı ödülü Zehra'ya vermektir. Fakat aksilik bu ya, ne kadar ayarlamaya çalışsa da birinci olur. Ödülü anlamsız bir kupadır. Üçüncü olup ayakkabıları kazanan çocuğun ardından kahrolarak bakar..."

DAĞ, ÇÖL ve SU 

İran'ın bir yanı dağsa, diğer yanı çöl. Büyük kentler bu nedenle dağlara yakın kurulmuş. Su, dağlardan yerleşim yerlerine kanallarla taşınıyor. Bizim kanal dediğimize onlar Qanat” diyor. Kanat bir nevi yeraltı sulama sistemi ve Yezd'lilerin buluşu. Kanatlar kah yol kenarlarından, kah yer altından evlere ve bahçelere su taşıyor. Suyla gelen bereket, nem ve serinlik, kuru ve sıcak çöl ikliminin üstesinden gelmelerini sağlıyor 


Çöl daha Tahran çıkışında başlıyor. Suriye'de gördüğümüz gibi kumlu değil, boz renkli, taşlık bir çöl. Çalı çırpıdan başka bir şey gözükmüyor. Geniş iki yönlü asfalt bir yolda gidiyoruz. 250 km sonra Kashan. Kaşan'dan sonra İsfahan. İki gece konaklama... Sonra tekrar çöl... 150 km sonra çöl kumu renginde Maybod, bir saat sonra Yezd! O da aynı renk... Çölde yaşam şartları zor ve ana ihtiyaç su! Yezd şehrine su 45 km ötedeki Şir Kuh Dağı'ndan (4075 metre) kanat sistemiyle geliyor. Bu, basit bir kanal açma olayı değil. Kanalın eğimi çok önemli. Bir derece eğim olsa su durgunlaşıyor, akmıyor, 3 derece olsa fazla hızlı akıyor ve erozyona yol açıyor. Kanatların eğimi bu nedenle iki derecede tutuluyor. Yezdliler kanat imalatı, su getirme ve yer altı sulama sistemleri konularındaki uzmanlıklarıyla tanınıyorlar...


Gördüğüm her şey insanların çevrelerine uyum sağlamak konusundaki yeteneklerini sergilemekte. Yörede sıkça kullanılan rüzgar kuleleri bunun örneklerinden bir diğeri. İsimlendirme şekli de hoşuma gitti. Gayet mantıki; "Bad" malum, rüzgar demek. Gir de gir! Sonuç "Bad-gir". Bunlar çöl rüzgarlarını belli açıyla içeri alıp evin yaşam alanlarına yönlendiriyor. Hafif bir esinti bile yeterli. Hava cereyanı odalara ininceye kadar ısısını kaybediyor ve soğuyor. Bir nevi antik "air-conditioning" denebilir. Su sarnıçları da çok yüksek değil, fakat içerideki su deposu yerin on metre kadar altına iniyor.

Maybod'da enteresan bir yapı gördük. Buna "Buz evi, Yakhchal" demişler. Yakh, farsça'da buz demek. Chal ise çukur, oyuk anlamına geliyor. Duvarları kum, yumurta akı, kireç, keçi kılı ve kül karışımından hazırlanan bir harçla yapılmış. Amaç ısı yalıtımı sağlamak. Duvarının kalınlığı alt kısımlarda 2 metreyi buluyor. Duvar yukarı doğru incelip ufak bir havalandırma deliğiyle sonlanıyor. Kapalı olduğu için içine giremedik. Bu antik buz dolaplarının mezopotamyada milattan 18 yüzyıl öncesine kadar giden örnekleri var. Bizim gördüğümüz Safavilerden kalmış.Yaklaşık 15 metre yüksekliğinde bir kümbet. Kışın dağlardan getirilen kar ve buz burada depolanıyor ve uzun süre erimeden kalıyor. Yapının alt kısmında eriyen suyun aktığı bir kanat bağlantısı var. Buz dolapları bugün hangi amaçla kullanılıyorsa, bunlar da aynı amaçla kullanıyorlarmış; Soğutma ve koruma. Farkı ortak kullanıma açık olması ve elektrik harcamaması (!).  

BAĞ - BAHÇE ve HAMAM


Persler çölü kötülüklerin kaynağı olarak görür ve yaşadıkları yerde çölün izlerini yok etmek için çaba harcarlarmış. Konak ve sarayların çevresine çok büyük alanları kaplayan bağ ve bahçeler yapılmasının, bunun için dağlardan binbir meşakkatle su taşınmasının asıl nedeni bu. Doğal olarak o zamanlar bahçeler halka açık değil, etrafları mutlaka duvarlarla çevrili ve sadece sahipleri tarafından kullanılıyor. 

Pers bahçeleri tasarım olarak dünyadaki başlıca bahçe konseptlerinden biri sayılıyor. Bunların en iyi örneklerinden birisini Kashan'da gördüm. 



Kaşan, Safevi kralların dinlenme yeri. Kentin bir yanı çöl, fakat ortasında bir vaha yaratılmış. Burası İran'ın hala yaşayan en eski bahçesi; Bagh-e Fin! Fin kelimesinin anlamını merak ettim. Rehbere göre bahçenin ismi, bu yörede yaşamış kadim "Pin" kavminden geliyormuş. Arapçada P olmadığı için kelime sonradan "Fin"e dönüşmüş."Caspian" denizinin adındaki "pian" eki de aynı kökten geliyormuş. Çok şükür, o "F"ye dönüşmemiş. 

Bahçenin tarihi 7000 yıl öncesine kadar gidiyor. Bir rivayet, "Chesshmeh-ye- Soleiman" boyunca kurulduğunu söylüyor. Kesin olan, Şah Birinci Abbas'ın (1571-1629) bahçeyi Perslerin cennet anlayışına göre yeniden şekillendirdiği. İran'da İsfahan ve Kashan çevresinde sanat ve güzellikle ilgili ne varsa altından Şah Abbas çıkıyor. 

Hamamlar Pers bahçelerinin vazgeçilmez bir parçası. Eskiden sadece temizlik için değil, bazı sosyal ve tıbbi amaçlar için de kullanılıyorlarmış. Kına yakma (Hana-bandan) törenleri, flebotomi (toplardamarı keserek kan akıtma), kemik kırık-çıkık tamirleri buralarda yapılıyormuş. Ayrıca rekreasyonel fonksiyonları da varmış, ama hamamın girişinde yazılı bu ifadeden ne kastedildiğini anlamadım. 


Şah Abbas'tan sonra bu adetler kalkmış ve hamamlar asli görevlerine dönmüşler. Fin Bahçesindeki hamam "Royal" hamam olarak biliniyor. Sonradan, Qajar döneminde, yanına bahçede çalışanlar için de bir ilave yapılıp ikisi birleştirilmiş. Hamamın "Royal" kısmının ünü sadece daha eski oluşundan gelmiyor. Kaçar Sultanı Nasreddin Şah, annesinin tezgahladığı bir komployla, Vezir Mirza Tekihan'ı (Amir Kabir) burada öldürtmüş. Hamamın odalarında olayı görsel olarak anlatan mumya heykeller var. Vezir son deminde "Bu cellat beni öldüreceğine, en iyi dostum canıma kıysın" demiş, bileğini dostuna uzatmış...


İsfahan'daki Nakş-ı Cihan (Nagch-e Djahan, Naqsh-e Jahan) meydanı da Şah Abbas'ın eseri. Dünyanın Nakışı demek. İsfahan, Esfahan, nefse cihan "Dünyanın yarısı" olunca bahçesi de nakışı oluyor! Bahçe dediğime bakmayın, boyu 510 metrelik bir alan. Eni neredeyse bizim Gezi Parkının boyu kadar. Kenarlarında süsleme harikaları, muhteşem kubbeleriyle Lütfullah camii ve İmam Camii, büyük bir kapalıçarşı, bir uzun kenarında da 6 katlı "Ali Qapou Sarayı" var. Burası şah Abbas'ın yaşadığı Saray. Büyük Kapı demek. Bab-ı Ali gibi. Önünde nakış gibi işlenmiş bir bahçe, havuzlar, balıklar... Keyfe bakın! Bir İran Şiiri "Ben gittim, İsfahan'da yüz dünya gördüm" diyor.

Bizim gruptan bir vatandaş yanındakini esir almış, ahkam kesiyor; "Ağaçlar etrafı görmeyi engelliyor" Adam Türkiye'den gelmiş, bir dünya mirasında kıyım planlıyor. Burası bir meydan! Ağaçların kesinlikle bir şeyi engellediği yok. Özellikle kısa boylu ağaçlar seçilmiş ve özenle budanmışlar. Ama bizimki kafayı ağaçlara takmış bir kere. İngilizce konuşsa bile Türk olduğu kesin. Tam belediye reisi olacak adam!



Farsçada bahçeye "Pardis", Şiraz'daki bahçeye "İrem (Eram) bağı" denmesi sebepsiz değil. Batı dillerindeki "Paradise" ve benzerleri, Farsçadaki bahçe kelimesinden türemiş. Persler, inançlarındaki (veya düşlerindeki) cennet konseptini bahçelerde canlandırıyorlar. Kanatlarla gelen su önce büyük havuzlarda toplanıyor. Cennette içinden su, şarap, süt ve bal akan dört nehir olduğuna inanıldığı için, havuzdaki su kanallarla dörde bölünüyor. Kanalların tabanına farklı yönlerde döşenmiş taşlar bir piyanonun klavyesi gibi farklı sesler çıkartıyor. Su sonatının coşkusu, fazla yüksek olmayan fıskiyelerin katılımıyla şahikasına ulaşıyor. Ağaçlar öyle bir düzenle dikilmiş ki bağın gözle görülmeyen sonu yarattığı sonsuzluk hissiyle çevrenizi sarıyor. Dört köşedeki gülleri, orkide ve begonvilleri saymıyorum bile...

Tahran'daki Park-e Mellat, Su ve Ateş Parkı (Bustan Ab va Atash) ve benzeri, daha işlevsel ve eğlence amaçlı yenilerden bahsetmeyeceğim. Sinir bozucu şeyler! Cennet bahçelerine kıyasla değil, benim memleketimin güdük parklarını hatırlayınca... Parklardaki insanlara bakıp (kendi hesabıma), "Emekliler için ideal" diye, kendi emekliliğimi düşlerken rehberin sesiyle silkindim: "Biz AVM için ağaç kesmeyiz" dedi... Durup dururken söylenmeyeceğine göre, gruptan birisi parkta AVM düşlemiş olabilir. Yukarıda anlattığım film hikayesi ne kadar gerçekse bu da gerçek. Adamlara rezil olmuşuz! 


Buraya kadar bad-gir deyip havadan, kanat deyip sudan ve çöl deyip topraktan bahsettik. Dört elementin üçü tamam. Sıra ateşe geldi. Zerdüşt dünyanın dört temel elementten oluştuğunu belirtir. Hava, su, toprak ve ateş. Bu dört element özenle korunmalı ve kirletilmemelidır. Bu nedenle Yezd'e gelip ateşten bahsetmemek olmaz. "Ahura Mazda" deyip ateşten bahsedeceğim.


ATEŞ ve ATEŞGEDE


Yezd'e giderken yol boyu Zerdüştlüğün özelliklerini ve ateşle ilgisini dinledik. Yezd'e gelince de ilk ziyaret ettiğimiz yer "Ateş Tapınağı" oldu. Ateşgah, ateşkadeh, hepsi aynı yeri tanımlıyor. Burada ziyaret kelimesini kasten seçtim. Anlaşılacağı gibi bunu da yeni öğrendim. İranlılar ziyaret kelimesini sadece mezar ve türbe için kullanıyorlarmış, yoksa ev ziyareti için değil. 

Tapınak binası son derece sade. Oldukça da yeni, 64 yıllık bir bina. Geniş bir salondan ve rahiplerinin kaldığı kısımdan ibaret. Hiç bir süsleme vs yok. Tek süsü ahşapla çerçevelenmiş kırmızımsı bir camın arkasında, büyükçe bir kadehin içinde sakin sakin yanan ateş. Bu "sönmeyen ateş" MS 470 yılından beri hiç söndürülmemiş, dolaşa dolaşa sonunda buraya gelmiş. Şimdi badem ve kayısı ağaçlarının odunlarında yanmaya devam ediyor. 

Ateşe taptıkları söylentisi onları da rahatsız etmiş olmalı ki tapınağın bir duvarında durumu açıklamışlar; "Zerdüştler (Zoroastrians)  önce de şimdi de "theist" olup, ateşe tapmazlar. Ateşi saflığın bir sembolü sayarak saygı duyarlar. Tapılmayı sadece, tek tanrı olan "Ahura mazda" hak eder.Bu tanımda "Ahura" allah, "Mazda" büyük anlamına geliyor. Ateşi kıble kabul etme, önünde dua etme olayı da biraz farklı. Zerdüştler dualarını ışığa dönerek yapıyorlar. Bu herhangi bir ışık kaynağı olabilir; Mum, lamba ışığı, güneş veya ateş... Asıl kıble ise güneşin kendisi oluyor. Dini törenlere ve ayinlere pek önem vermiyorlar, Hac zamanı gibi özel durumlarda törenlerin ateş önünde yapılması, ateşin karanlığı önlemesinden. İnançlarına göre karanlık kötülüklerin kaynağıdır.

Yazı ateşin yolculuğunu anlatarak devam ediyor ve şöyle bitiyor; "Yanan odunların külleri kullanılmıyor ve uygun zamanlarda atılıyor". Birileri (bizim Türklerden olabilir), küllerin efsunlu veya şifalı olup olmadığını sormuş olmalı.


FRAVAHAR (Ferohar) Sembolü

Tapınağın giriş kapısının üstünde kanatlı bir yaşlı adam resmi var. Mısırlı İsis'i veya Mezopotamyalı Ishtar'ı andırıyor. Şahname'de islam öncesi Zoroastrian zamanlarından epik hikayeler anlatan şair Firdowsi'nin mezarında da Fravahar ikonu mevcut. Aynı resmin kabartmasını Persepolis sütunlarından birisinde de görmüştük. Fravaşi isimli koruyucu meleği temsil eden Fravahar Sembolü Zerdüştlüğün ahlaki prensiplerini ifade ediyor; "Hata, hakahata ve hvarştaİyi düşünün, iyi söyleyin ve iyi yapın". Bunların karşıtları da var. Çünkü inancın temelinde dualizm söz konusu; İyi-kötü, aydınlık-karanlık, Çinlilerdeki Ying-yang gibi...  

Yaşlı adamın sağ eli ileriyi, doğru yolu gösteriyor. Bu aynı zamanda Ahura Mazda'nın yolu oluyor. Elindeki halkanın, belindeki kordonun, kanat ve kuyruğundaki tüy sıralarının ayrı ayrı anlamı var. Bu sembolik teferruat internette vardır, meraklısı açar, bakar. İpucu olarak sadece kanatlardaki üç sıra tüyün üç iyilikle, kuyruk aşağı doğru durduğu için üzerindeki üç sıra tüyün kötülüklerle ilgili olduğunu söyleyebilirim. Şimdi yukarıda kaynak gösterdiğim Şahname'den ve İran'ın "milli" şairi Firdevsi'den biraz bahsedeyim. 

FİRDOWSİ ve ŞAHNAME



Şahname tarih öncesi zamanlardan başlayıp, Sasani İmparatorluğu'nun sonuna kadar İran tarihini anlatır. Firdevsi 56000 beyitlik (bazı yerlerde 60000 olarak geçiyor) bu uzun metni 10'uncu yüzyılda yazmış. Avesta, Tevrat ve Kuran'dan yararlanarak evrenin yaratılışı, ay, güneş, gezegenler, yerküre ve diğer canlıların var edilişi, insanın yaratılışı ve dünyaya gönderilişi gibi olaylarla başlayıp İran tarihi ve efsaneleri ile devam etmiş. İçinde Cemşid, Keykubat ve Keykavus, Darius ve Büyük İskender olduğu gibi, Turani krallardan, İran'ın baş düşmanı  Efrasiyab (Alper Tunga) ile İranlı kahraman Rüstem'in epik mücadelesi de vardır. Persepolis, İran dilinde Şahname'deki başka bir mitolojik kahraman Jamshid'in ismini taşır, Takht-ı Jamshid.

İran'ın bir çok köşesinde yapılan törenlerde Kuran yerine Şahname okunmaktaymış. Bir şair "Şâhnâme hiç abartısız Kurân’ıdır Acem’in" derken sadece gerçeği dile getirmiş... 


Laf lafı açıyor. İran'da Kuran söz konusu olduğunda laf dönüp dolaşıp Hafız'a geliyor. Hele Şiraz'daysanız...



HAFIZ ve HAFIZ'IN KABRİ

"Gerçekte serin serviler altındaki mezarda, her seher vakti ne bir gül açar ne de her gece bir bülbül öter... Ama Hafız, iş te bu bilinmeyeni düşletir bize, gidilmeyen ama bir gün mutlaka gidilecek olan yolu aydınlatır"  
Münevver Oğan "Hafız" hakkındaki araştırmasında böyle diyor. Yahya Kemal'in o şiirini bilmeyen yoktur tahmin ediyorum. En azından bizim gibi antik-antika öğrencilerin hafızasının bir kenarına mutlaka kazınmıştır. İran'a gitmek söz konusu olduğunda ilk aklıma gelen de "Rindler" oldu. Endülüs konusunu çalışırken Yahya Kemal'in yaşamını okumuş, İran'a gittiğine dair bir bilgiye rastlamamıştım. Gitmemişse, yapmam gereken bir görev vardı. Daha önce başkasının yapıp yapmadığını düşünerek riske sokamazdım. Bunu mutlaka yapacak ve Şiraz'a gidip mezarının başında oturacak, Hafız için yazılmış bu şiiri ona okuyacaktım. Ayrıca Hafız'ın şiirlerinden de bir iki tane yanıma aldım ve bir gece vakti, ortalık iyice karardıktan sonra Hafız'ın kabri olan o yere gittim.


Anıt mezarı görünce çok şaşırdım. Panayır yeri gibiydi. Bayram değil, seyran değil, insanlar, turist filan değil, kendi insanları gelmiş, kabri ziyaret ediyorlardı. Ellerinde şiir kitabı olanlar vardı. Kıyı köşe oturmuşlar, şiir okuyorlardı. Buraya gelmeden önce Sa'adi'nin kabrine uğramıştık. Orası da aynen böyleydi. Sanki adamlar yeni ölmüşler, millet kırkına gelmiş! Dostlarım, Hafız 1390'da, Sa'adi yüz yıl daha önce 1292'de ölmüş. Neredeyim ben? Başka bir gezegende miyim? Türkiye'de olmadığım kesindi. Biz daha iki şairimize sahip çıkamamıştık. Ne Can Yücel'in mezarını koruyabilmiştik, ne de Nazım'ınki getirilse nasıl  sahip çıkacağımızı biliyorduk. Yahya Kemal'in şiirlerini bir yana itmiş, iyi mi, kötü mü olduğuna ulusça karar verememiştik. Aşiyan'ın manzarası olmasa kimse mezarına gitmezdi...


Hafız'ın kabri, kararınca ışıklandırılmış sade bir mezardı. Tıpkı Saadi'ninki gibi. Kabrin etrafı devamlı dolu oluyordu. Bir köşede, Hafız'ınkini uzaktan gören bir yerde adını bilmediğim başka bir kabir buldum. Onun başına oturup, cebimden şiirleri çıkardım. Çoktandır böyle güzel bir akşam yaşamamıştım. Sonra kalkıp etrafı dolaştım. Kırmızı bir gül arıyordum. Fakat her taraf begonvil doluydu. İki tur attım, tek bir güle bile rastlamadım. Olmadığına karar verip, hayal kırıklığı ile dışarı çıkarken, kapının on metre berisinde bodur bir gül ağacı gördüm. Tek bir gül ağacı. Sonunda bulmuştum. Sarı-pembe taç yaprakları uçlarına doğru kızarıyordu...

"Bir gün döner hüzünler kulübesi gül bahçesine; Üzülme.
Ey gamlı gönül;
İyileşirsin nasıl olsa.
Getirme aklına kötü şeyler.
Bu perişan başın da gelir hale yola,
Üzülme.
Ey güzel sesli bülbül;
devam edersen çimen tahtında kalmaya,

yine başına çiçekten güneşlik takarsın;
Üzülme.
Şu kısa ömrümüzde felek
dönmezse bir iki gün muradımızca,
gerçekleşmezse arzularımız,
devam etmez ya bu hep böyle;
üzülme.
Umutsuzluğa kapılırım deme!
Gayb âleminin sırlarını bilmiyorsun çünkü.
Perde arkasında,
nice gizli oyunlar var.
Üzülme.
Hey gönül;
söküp götürse de yokluk seli varlığımızı,
Üzülme.
Nuh gibi kaptanın var;
Üzülme...
..."


SA'ADİ ve BİRLEŞMİŞ MİLLETLER 

Sa'adi Hafız'dan farklı. Farkı bir yüzyıl daha önce yaşamasında değil. Rehbere Halk hangisini daha çok seviyor diye sordum. Hafız dedi. Hafız'ın hafızlığını, Kuran'ı ne kadar iyi bildiğini anlattı. Kuran'ı tersten bile okuyabilecek kadar hatmetmiş. Asıl ismi yerine kendisine "Hafez-e Shirazi" denmesi de bundanmış. Ayrıca, hep yerel kalmış. Şiraz dışına hiç çıkmamış. "İran'daki her evde Kuran yanında bir de Hafız'ın şiir kitabı bulunur" dedi. Şâhnâme’nin de başucu kitaplarından olduğunu ekledi.



Sa'adi ise devamlı gezmiş. Bağdat'ta medrese tahsili gördükten sonra 30 yıl boyunca dolaşmış. Hindistan ve Kuzey Afrika'da yaşamış, sonra Şiraz'a dönmüş. Moğol ve haçlılara karşı savaşmış. Hatta bir ara haçlılara esir düşmüş. Sonra Şiraz'a dönmüş. Yazdığı şiirlerde islamdaki bilgelik düşüncesini konu edinmiş. Şimdi her 21 Nisan günü Sa'adi günü olarak kutlanıyormuş. Rehber cebinden 100bin Riyallik bir banknot çıkartıp arkasını çevirdi. Sadi Türbesinin resmi  yanında İngilizce yazılmış bir cümle vardı:
"Human beings are members of a whole,In creation of one essence and soul."
1258 tarihli "Gülistan" adlı eserinden alınan bu mısralar ve devamı New York'taki Birleşmiş Milletler binasında, "Hall of Nations" girişinde yazıyormuş. Devamı şöyle:
"If one member is afflicted with pain, Other members uneasy will remain. If you have no sympathy for human pain, The name of human you cannot retain."
Şiir çok etkileyici. Sekiz yüz yıldır anlamını koruyan müthiş bir deyiş. Paranın arkasına yazılması bence iyi olmuş. Parayla ilgili olduğu için değil, daha çok insana ulaştığı için böyle söylüyorum. Bu evrensel mesajla Sa'adi, Hafız'dan bir adım öne geçiyor. Fakat nedense içime bir şüphe düştü. Şüphelendiğim İran değil, Birleşmiş Milletler! Siyaset dediğimiz şey malum, her zaman olması gerektiği gibi olmuyor. Dengeler filan...

İran dönüşünde internette bir tarama yaptım. Önce şiirin bir Şiraz halısı üzerine işlendiğini öğrendim. İran Hükümeti vaktiyle Birleşmiş Milletlere hediye etmiş. Sonra bir nedenle asıldığı yerden kaldırılmış (!). Bu hikayeyi bilmese de, yazının  akibetini benim gibi merak eden birisinin daha olduğunu gördüm; İranlı bir genç. Ayrıca bu genç adam üşenmemiş, New York'a gitmiş. Birleşmiş Milletler binalarının hiç bir yerinde bu yazıyı görememiş. Sonra yetkililere sormuş, bu yazı nerede diye... Cevabı da buldum. Kibar bir girişten sonra "Yenilenme çalışmaları nedeniyle halı geçici bir binaya taşınmıştır..." demiş, sonra da halının resmine götürecek bir bağlantı vermişler... İşte politik cevap diye buna derim. 

Yukarıda Hafız mı, Sa'adi mi diye sormuştum ya, bence Sa'adi daha büyük!


ŞEHRİYAR (Shahriar) ve ŞAİRLER MEZARLIĞI (Magbara-ol-Shoara)

Şiir geleneğinin bu kadar yaygın olmasında kadim Zerdüşt inancının etkisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü Avesta'da şarkı ve şiirlere çok önem verildiğini okudum. Ayrıca Zerdüşt cenneti şiirli, şarkılı bir yer olarak anlatıyor. Şarapsa ruh gözünün açılması amacıyla içilmekte. Ömer Hayyam'ın ruh gözünü açtığı gibi;
...
Tanrı bizi çamurdan yarattığında
Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir
O halde cehennemde beni niçin yakacak?

İsyan edip karşında duracağım, neredesin?
Karanlığı, ışığa yoracağım, neredesin?
İbadete karşılık cenneti alacaksam
'Bağış mı ticaret mi' diye soracağım, neredesin?
 

Bu kadar şairden ve şiirden bahsetmek bir yandan da asabımı bozuyor. Fakat İran'ı onlardan bahsetmeden anlatmam imkansız. Onlar ki vaktiyle Goethe'den Jean Paul Sartre'a kadar bir çok Avrupalı yazarı etkilemişler. Beni haydi haydi etkilerler! Bizim de şairlerimiz var demek içimi rahatlatmıyor. Zerdüşt deyince 3500 yıl öncesinden, Hayyam dediğimde onbirinci yüzyıldan, bir gelenekten ve köklü bir kültürden bahsediyorum. Şimdi bunlarla dertlenmeye biraz ara verip, tekrar ilk güne, Tebriz'e dönelim. Gök Mescidi tavaf ettikten sonra "Şairler Mezarlığı"na geçiyoruz.

Çiçeklerle çevrelenmiş bir alanın ortasında düz beyaz, sade bir anıtsal yapı var. Dışındaki panolarda bazı şairlerin resimleri sıralanmış. Azerbaycan Müzesiyle bu anıtın arasındaki bahçede başka bir 12nci yüzyıl şairi Khagani Shervai'nin heykeli duruyor. Bu alanda eskiden sadece şairlerin gömüldüğü bir mezarlık varmış. Yıllardır meydana gelen her büyük depremden sonra bu mezarlık alt üst olmuş. Tam 410 mezarın hangisi kimin ayırt edilememiş. Sonuçta hepsini bir araya toplayıp, üstlerine bu anıt mezarı inşa etmişler. 1988'de Şehriyar ölünce onu da bu anıtın içine defnetmişler. Ölüm günü olan 18 Eylül İran'da her yıl "Milli Şiir Günü" olarak kutlanıyor.

Burası şairler için yapılmış, dünyadaki tek anıt mezar! Anıtın iç duvarlarında çeşitli şairlerin simalarını ve eserlerinin özelliklerini anlatan rölyefler var. Önlerindeki camekanların içinde kitapları sergileniyor. Anıtta yeri belli olan tek şair Şehriyar. Mezarı, üzerinde Farsça yazılar bulunan sade bir mermer kapaktan ibaret. Hemen arkasındaki çini panoda portresi görülüyor. Tepedeki ufak pencereden süzülen ışık salonu hafifçe aydınlatıyor. Nereden geldiği belli olmayan derin ve davudi bir sesin okuduğu mısralar salonu şöyle bir dolaşıp, kapıdan dışarı doğru taşıyor...


...
Heyder Baba, merd oğullar doğginan,
Nâmerdlerin burunların oğginan,
Gediklerde kurdları dut boğginan,
Koy kuzular ayın şayın otlasın,
koyunların kuyrukların katlasın.
Heyder Baba, senin könlün şad olsun, 
Dünya varken ağzın dolu dad olsun, 
Senden keçen yakın olsun, yad olsun, 
Deyne menim şâir oğlum Şehriyâr, 
Bir ömürdür gam üstüne gam çalar.

Shahriar'ın asıl adı Muhammed Hüseyin. En tanınmış şiiri olan "Heyder baba'ya Selam" Azeri Türkçesiyle yazılmış uzun bir şiir. Buraya sadece son kısmını yazdım. Heyder baba ise her hangi biri değil. Şehriyar'ın köyünün bulunduğu dağın adı... Şehriyar, yaşadığı devirde İran dışındaki gelişmelerle de yakından ilgilenmiş. Einstein'a yazdığı mektup o bakımdan önemli. Mektupta Einstein'ın bazı çalışmalarını eleştirmiş ve nükleer silahların yapılmasına yol açacak şekilde istismar edilebileceğini belirtmiş! Hala yaşıyor olsaydı, Cumhurbaşkanı Ruhani'ye nasıl bir mektup yazardı acaba?

FARSÇA MI PARSÇA MI?

Şehriyar mahlasının şehir ve yar ile ilgisi yok. Aslı büyüklük ifade eden bir tamlama. Şiirlerini Azerice veya Parsça yazmış. Farsça mı, Parsça mı olayı da ayrı bir sorun. Yukarıda, bağ-bahçe konusunda da değinmiştim. Bu farklılık Arap alfabesinde g, h, p ve j harflerinin bulunmamasından ileri geliyor. Dilimiz Farsçanın bir sürü kelimesini ithal ederken ve ayrıca bu dört harfi de tepe saça kullanırken, sıra Pers ya da Pars kelimesine gelince Arapçasını tercih edip "Fars" demişiz. Bir anlamda araplar gibi düşünmeye başlamışız. Örneğin bizde yaygın olarak kullanılan diğer bir kelime de "Acem". İranlıları "Acem" olarak tanımlamayı pek severiz.. Halbuki Acem, Arapların kendileri dışındakiler için kullandıkları bir kelime. Dil bilmeyen anlamına da geldiği için bir çeşit aşağılama da sayılabilir. Eski Yunanlıların, aslında Yunan olmayanlar için kullandıkları, sonradan biz Türklerin üzerine yapışıp kalan "barbar" kelimesi gibi...


Turistik bir geziyle ilgisi yok, ama tuhafıma giden bir husus var. Politik özelliği dışında, dille ilgisi bakımından yazmak istiyorum. İran'la Irak arasındaki körfeze, adeta taraf tutar gibi Basra Körfezi adını vermişiz. Halbuki Basra'nın körfezle ilgisi yok. 80-90 km içeride bir kent. Irak'ın körfezde pek kısa bir kıyısı var. Bütün dünya körfeze Pers Körfezi diyor, biz Basra! Kesinlikle akıl sır ermeyen bir ülkeyiz.

Bundan sonra İranlılar için kesinlikle Acem kelimesini kullanmayacağım. Kullanılmasına da itiraz edeceğim. Dil ve inançlarıyla Anadolu'nun içine işlemiş, Helenizmi ve Roma İmparatorluğunu etkilemiş en az 2500 senelik bir kültürden, Arianlardan ve koca Pers İmparatorluğundan bahsediyoruz. Bir kere dil bilmeme safsatası hepten yalan. Araplar kendilerine baksınlar; J harfleri bile yok. Bu açıdan da İran'ı tercih ederim. "J" olmasaydı ne yapardım? Gülçin olur muydu jaleler subhi behariden?

En sevdiğimin etrafından şöyle bir dolaşıp, İran'daki "en" bişeylere dikey geçiş yapıyorum:


GÖRMEDİKLERİM, DİKKATİMİ ÇEKEN DİĞER ŞEYLER ve "EN"ler


İran'daki ilk birkaç günümüzde Tebriz Çarşısı, Tahran Pazarı derken dikkatimi çeken bazı şeyler oldu. Bunlar, farklı olarak, gördüğüm değil, görmediğim şeyler. Onları yazmak istiyorum. Ortalıkta gördüğüm tek polis türü trafik polisiydi. Onu da sadece Tahran'da gördüm. Normal polis veya asker hiç görmemiştim. Ayrıca ortalıkta hiç dilenci yoktu. Dilenci olayını kentlerin çeşitli yerlerine koydukları "Sadaka Kutuları" ile çözmüşler. Yardımda bulunmak isteyenler kumbara denebilecek bu kutulara para atıyorlar. Paralar tek bir merkezde toplanıyor. Paranın ve her çeşit yardımın muhtaçlara ulaşmasını bu organizasyon sağlıyor. Bazı kutular da Irak savaşının malul gazileri için ayrılmış.

Bunları düşünmemin esas sebebi, çarşılarda hiç kimsenin, hiç bir satıcının ses veya fiziksel olarak bizi taciz etmemesiydi. Kapalı ve açık çarşılarda o kadar dolaştık, ne peşimize düşen oldu, ne çekiştiren. Ancak bir şey sorarsak cevap verdiler. Pazarlıklar daha makul ölçülerde oldu. Aldatılma korkusuna hiç kapılmadım. Hiç bir yerde çantamı veya cüzdanımı sakınma ihtiyacı duymadım. Sonuçta bende öyle bir güven oluştu ki, rehbere; " Herhalde çantamı ortada bıraksam kimse almaz" dedim. Onayladı, fakat tedbiri elden bırakmadı: "Siz gene de dikkat edin" dedi. 


Sokaklarda fotoğraf çekmemize itiraz eden olmadı. Ne itiraz ettiler, ne de para istediler. Para verdiğim tek kişi, Şiraz'daki İrem bahçesinin çıkışında elinde muhabbet kuşlarıyla bekleyen adamdı. O da kuşları satarak değil, fotoğraflarını çektirerek para kazanıyordu. Elimi uzattım. Üç tanesi koluma çıktı. Oradan küçük adımlarla yan yan yürüyerek küçük parmağıma kadar gelip, alışık bir şekilde tünediler. 2 Avroyu böyle hak ettiler.

Diğer bir dikkat çekici nokta ortalıkta köpek olmamasıydı. Bunda dini inanışlarının da rolü var. Namaz kıldıkları yerde köpek kılı olsun istemiyorlar. İran'da gördüğüm tek köpek Persepolis'te küçük bir İranlı kızın kucağında gördüğüm finoydu. En temiz ödülünü ona verdim. En çığırtısız çarşıları ve en temiz köpeğimizi gördüğümüze göre en pis ile devam edeyim. Diğerleri arkadan gelsin.


En Pis; İskender! Nam-ı diğer; Büyük İskender!

Persepolis'in ilk kuruluş tarihi MÖ 515. Yakılarak yok oluş tarihi ise; MÖ 330! İskender, zamanın bu en zengin kentinde sadece iki ay kalmış, alabildiğine yağmalamış ve ayrılırken, muhtemelen gözdağı vermek için, tamamen yakmış. Parsa, Parseh veya Takht-e Jamshid; "Güneşin altındaki en zengin kent". Pers İmparatorluğu'nun hazinesi, arşivi, kütüphanesi ve seremonyal kenti. Zenginler paralarını bankaya yatırır gibi burada muhafaza ederlermış. Yağmalanan kentten arda kalanlar, kütüphanedeki inek derisine altın mürekkeple yazılı eserler dahil yangın sırasında yok olmuş (Hocası Aristo'nun kemikleri sızlamıştır). Sadece kil üzerine yazılmış olan kayıtlar kurtulmuş. Sıcaktan piştikleri için sağlam kalmışlar! İşte bu nedenle tüm dünyanın "Büyük" lâkabını taktığı İskender, İran'da "Pis İskender" olarak anılıyor.

En çelişik; Bu gerçeğe rağmen, dünyanın en büyük kütüphanesine İskender'in adı verilmiş!

En karışık; Resmi paralarının üzerinde "Riyal" yazıyor. Alışverişte fiyat söylerken, paranın üzerinde ne yazarsa yazsın, bir sıfır eksik söylüyorlar. Yani onbin Riyal istediklerinde, bu sizden yüzbin Riyal alacakları anlamına geliyor, Karışıklık paranın iki adı olmasından ileri geliyor, Riyal ve Tümen. Halk, Riyal deyip "Tuman" üzerinden hesap yapıyor. Bir Tuman on Riyal'e eşit. İran'da (bir kaç halıcı hariç) kredi kartı geçmiyor. Bu halıcılar Fransa'daki ortaklarını araya sokarak parayı tahsil ediyorlar.

En afiliŞiraz'daki "Qavam House"... En gösterişli olarak bu evi saymam yanlış anlaşılmasın. İsmindeki "ev" kavramı açısından buraya koydum. Burası evse, bizimkilere başka bir şey demek lazım! Bereket versin, üniversiteye bağışlandıktan sonra adı, bahçesindeki narenciye ağaçlarından dolayı "Naranjestan" Müzesi olmuş! Bununla başa çıkabiliriz...

En zengin; Tahran'daki "Mücevher Müzesi". Müzenin dış görünüşü belli etmese de, içindekilerin maddi değeri İran'ı yeniden imar edebilecek kadar. Kanlı elmasları, uğruna savaşlar yapılan tahtları, baş ağrıtan taçları görmek isteyenler gidebilir. Gitmeden önce açık günleri ve kapanış saatini iyi öğrenmeli. Zira haftada 3 gün kapalı. Son giriş 16:30 biliyorduk, 16:00'da kapandı...

En sıcak; Tehran "sıcak yer" demek, Burada sıcaklık lafın gelişi. Kentin iki kısmı var. Güneyi halkın yoğun yaşadığı kısım. Kuzeye gittikçe rakım yükseliyor. Yükseldikçe de zengin kısımlar başlıyor. En kuzeydeki 3000 dönümlük arazide "Sadabad" denen ve 19 saraydan oluşan, Kaçarlar Hanedanı ve Pehlevi ailesinin mekanı var. Kuzey Chamran (Şemran), Şemiranat Şehristanı diye anılıyor. Soğuk yer, daha yüksek, yayla gibi bir anlamı var. Sonuçta Tehran ve Şemran, aşağıdakiler, yukarıdakiler gibi oluyor.

En Yalnız; Rıza Pehlevi'nin bacakları
Sadabad'daki Beyaz Saray'ın önünde, giriş merdivenlerinin hemen dibinde duran bir çift bacak. Sadece çizmeleri bile neredeyse insan boyunda. Zamanında, Şah Rıza Pehlevi'ye ait tam bir heykelmiş. Sonradan oğlu Muhammed Rıza (Bizim Prenses Süreyya'nın kocası olan) her nedense heykeli kalçaların altından kestirip atmış. Neden bacakları geri bıraktığı belli değil. Oğlunun marifeti olması olayı daha da anlaşılmaz bir şekle sokuyor. Belki de biraz ilerisindeki "Areş Kemangir" heykeliyle uyumsuz gözüktüğü için kaldırılmıştır. Öyle veya böyle, sonuçta bir çift bacak Beyaz Saray'ın girişinde gariban bir şekilde duruyorlar.

En tuzlu; Tahran Arkeoloji Müzesindeki "Tuz Adam"... 1700 yıl önce kuzeydeki bir tuz madeninde sıkışıp kalmış bir vatandaştan geri kalanlar. Suratı, saçları, giysi parçaları, çizmesi olduğu gibi duruyor.

En zor; İran'da bir işin zorluk derecesini anlatmak için "Rüstem'in işinden zor" denirmiş. 
Yunan mitolojisindeki Herakles'in yerini Şahname'de Rüstem almış. Onun da başarmak zorunda olduğu görevleri var. Sadabad'daki Beyaz Saray'ın tavan süslemelerinde Rüstem'in 7 işi resmedilmiş. Persepolis yolundaki kaya mezarlarını da onun oyduğu farz ediliyor. O nedenle hepsine birden "Naqshe Rostam" adı verilmiş. Bir dağın dik yamacında, epeyce yükseğe haç şeklinde oyulmuş 4 mezar Akamenid krallara, alt kısımdaki 7 kabartma Sassani krallara ait. Bunların en eskisi MÖ 1000'e, Elam dönemine tarihleniyor. Mezar odaları deniyor, ama buna dair hiç bir arkeolojik delil bulunmamış.

En meçhul; Nakşı Rüstem alanında, mezar ve rölyeflerin bulunduğu dağ yamacının önündeki düzlükte, yamaçtan 60-70 metre kadar önde, tabanı biraz çukurda kalmış değişik bir yapı bulunuyor. Esas zemin bu yapının tabanı hizasında olmalı. Zira vaktiyle bütün yamaç kum yığınlarının altındaymış. Şimdi bir kaç metre yüksekte gibi görülen kabartmalar, zeminin orijinal seviyesi göz önüne alınırsa epeyce yüksekte kalıyor. İşte etrafı emniyete alınmış çukurdan yükselen ve ne olduğu hala bilinmeyen 12,5 metrelik bu yapıya "Ka'ba-ye Zartosht, Zoroaster'in Kübü veya Kabesi" adı verilmiş. MÖ 5.yy Akamenid devrinde yapıldığı düşünülüyor. Ama ne amaçla yapıldığı meçhul. Bazıları mezar oyuntularının karşısında olduğu için ebedi ateş yakılan bir tapınak diyor. Haç yeri olduğu söylentisi de var. İsmindeki "kabe" kelimesi toplumun müslümanlaşması sürecinde, preislamic yapılara Kuran'dan veya Şahname'den anlamlar yüklenmesi sırasında konmuş.


En ilk; Bu bölüm oldukça uzun olacak. Zira Persler dünyadaki bir çok ilke imza atmışlar. Romalılardan çok önce posta sistemini düzenlemişler, yollar yapmışlar. Maybod'da daha yeni, Kajar döneminden kalma bir atlı posta istasyonu gezdik. Birinci Darius Persepolis'in inşası sırasında bütün çalışanları sigortalamış. İnşaatta sadece ücretli işçiler çalıştırılmış. Sulama ve içme suyu için ilk kanal sistemi kurulmuş. İlk takvim uygulamasını başlatarak, yeni yılın ilk gününü (Now Rouz, Nevruz) 21 Mart olarak ilan etmiş. 


MÖ Altıncı yüzyılda İkinci Kiros (Cyrus), Magna Carta'dan 1700 yıl önce, kil tabletlere basılıp çoğaltılmak üzere, bir silindire ilk insan hakları bildirgesini yazdırmış. Tahran Ulusal Müzesinde bu silindirin kopyasını gördüm. Aslı 140 yıldır İngiltere'deymiş. Babylon'un fethinden sonra hazırlattığı silindirde "köleliği yasakladığı, herkesin inancını seçmekte özgür olduğu, kimsenin korkutulmasına izin vermeyeceği, Babylon'un daha da gelişmesi için uğraşacağı, onlara barış ve huzur bahşedeceği, insanlar arasında dayanışmayı teşvik edeceği" yazılı.

Tam olarak "ilk" sayılmasa da, yörenin özelliği dolayısıyla ilkler arasında saymak istediğim bir konu daha var. En azından İran'ın ilki. 


Yörede hüküm sürmüş iki büyük imparatorluğu oluşturan halkların bakış açısını göstermesi bakımından (bence) önemli. İsfahan'da, Ermeni Vank Katedrali girişinin tam karşısındaki küçük alanda Ermeni bir din adamının heykeli var. Burada katedral için bir-iki cümle eklemeliyim. Vank Katedrali deyişi biraz değil, epeyce yanlış. Çünkü Vank'ın anlamı da katedral. Bu durumda Katedral katedrali oluyor! Neyse, İşte bu katedral iç duvarlarındaki freskler, cennet ve cehennem tasvirleriyle ünlü. Ayrıca ek bir de müzesi var. Müzede soykırıma ait resimler, belgeler sergileniyor. Soykırım dediğim, Yahudilerinki değil tabii ki...


İşte o heykelin kaidesinde; "İran ve Orta Doğuda Matbaa'nın kurucusu" yazıyor. Kaidede rölyefi görülen matbaa makinesinin aslını Tahran Ulusal Müzesinde gördüm. 1636 yılında Ermenice basılan ilk kitap "Zebur"... Farsça kitap basılması için 192 yıl daha geçmesi gerekmiş (1828). İstanbul'daki ilk matbaaya ait bilgiler 1494 yılına kadar gidiyor. Bu tarihte Yahudiler İbranice bir Tevrat tefsiri basmışlar. Daha sonra 1567'de Ermeniler, 1627'de Rumlar kendi matbaalarını kurmuşlar. Bizim dincilerin buna aklı ermemiş. Ayrıca hattatlar da işlerini kaybetme endişesiyle matbaayı uzun süre engellemişler. Müslümanların matbaaya kavuşması ancak 1729 yılında gerçekleşmiş...




En romantik; İsfahan'dayız. 


İsfahan güzel bir kent. Zayandeh nehri kıyıları, 33 Gözlü Köprü, Kaju Köprüsü, hepsi gayet romantik köşeler. Şah II. Abbas Kaju Köprüsü'nün orta yerindeki pavilyonda oturur, manzaraya bakıp kalyan içermiş. Belki şarkı da söyler veya söyletirdi, ama şimdi yasak. Yasak olmayan şey köprüde buluşmak ve suya bakmak... Köprünün romantizm katsayısı altından akan suyun miktarıyla doğru orantılı. Şimdilerde barajlar yüzünden yılın önemli bir bölümünde nehir yatağı kuruyor ve adeta taşlık bir yola dönüyormuş. Kısacası su olmayınca köprü ruhunu kaybediyor. Şansımıza, biz İsfahan'a varmadan 3 gün önce suları koyvermişler. Kısacası nehri ve köprüyü tam formunda gördük. 


İsfahan'da ruhunu suya borçlu olan bir yer daha var: Kırk Sütunlu Saray (Chehelsotoon Palace)! Büyük bir botanik bahçesinin ortasında, 17'nci yüzyılda yapılmış bir Safevi Sarayı. Bahçesi emekliler cenneti! Sarayın önündeki fıskiyeli havuzun çevresine oturmuş keyif yapıyorlar. Sarayın ismi eyvanda çatıyı tutan sütunların sayısından geliyor. Fakat burada topu topu 20 tane ahşap sütun var. Sayı saymayı mı bilmiyorlar diye düşünürken, işin aslını öğrendim; Sütunlar havuzun suyundan akseden gölgeleriyle birlikte 40 oluyor (muş)!


En sitemkar; Kırk Sütunlu Saray'a mütevazi dediysem, o kadar değil. Diğer saraylardan farkı duvarlarında yerden tavana rengarenk freskler ve çini üstüne yapılmış resimler olması. Çinilerin çoğu sökülmüş. Görmek için Avrupa'daki müzelere gitmek gerekiyor. Freskler Safeviler zamanındaki şölen ve savaşları anlatıyor. Fresklerden birisinde "Çaldıran Savaşı" betimlenmiş. Birbirine girmiş onlarca askerin arasında Yavuz ve Şah İsmail'i atlarının üstünde gösteriyor. Doğrusu ikisinden Şah İsmail Türke daha çok benziyordu! Rehbere "Neden Çaldıran tablosu? Safeviler bu savaşı kaybettiler" diye sordum. İnsan kaybettiği savaşı devamlı hatırlatacak bir şey yapar mı? Yapmışlar. Fakat unutmak istemedikleri şey savaşın değil, mertliğin kaybı. Şah İsmail de Türk olduğu için savaşın mertçe yapılmasını emretmiş ve top gibi kitlesel imha silahlarının kullanılmasını yasaklamış. İlk günlerde Yavuz da kullanmamış. Fakat kayıpların arttığını görünce vazgeçip topları ateşletmiş. Şah İsmail gene de toplarını kullanmamış. Sonuç malum... Rehber Behnam;"Yenildik ama mertçe" dedi...

En anlamlı; Bu hikayenin devamı da var. Konu uzadı, ama yazmadan geçmek istemiyorum. Savaştan sonra Yavuz, İsmail'e "Kardeşim" diye başlayan bir mektup göndermiş. İkisi de Türk ya, birbirlerine kardeş diye hitap ediyorlar. "Kardeşim" demiş, "o kılıçı bana gönderir misin?" Bahsettiği kılıç, savaştan sonra İsmail'in sinirle bir top namlusuna vurup, namluyu ikiye böldüğü kılıç! İsmail kılıcı İstanbul'a göndermiş. Yavuz kılıcı alıp bütün gücüyle bir top namlusuna vurmuş, kesememiş. Değil namlu, biraz kalın hiçbir demir kesilmemiş. Yavuz İsmail'e tekrar yazmış, "Yanlış kılıç gönderdin herhalde" diye. İsmail cevap vermiş: "Kardeşim, kılıç yanlış değil, doğru kılıçtır. Yanlış olan onu tutan koldur!"

En şifreli; Siosepol "33 Kemerli (veya gözlü) Köprü" demek. Bir adı da "Allahverdi Khan" Köprüsü. Allahverdi, Şah Abbas'ın komutanlarındanmış. Vaktiyle Hristiyanlıktan İslama yatay geçiş yapmış. Safeviler zamanında kent büyürken, yeni kısmın karşı kıyıda gelişmesi için önce bu köprüyü yaptırmış (1602). 300 metre uzunluğunda, gösterişli bir köprü. Özellikle altında su olunca ve geceleri ışıklar yanınca başka güzel. Bazı rehber kitaplar bu 33 rakamına takmış durumda. Dünyayı geçmiş, şimdi ve gelecek olarak algıladığımız için 3 kutsal sayılırmış! Hz İsa 33 yıl yaşamış, 3x33 = 99, tanrıya giden yolların toplamıymış gibi iddialardan, köprünün 33 adımda geçilebileceğine kadar bir dizi safsata! 9'lar, 19'lar, 40'lardan sonra bir de kutsal üçümüz oldu! Benim merakım köprüyü neden nehrin en geniş yerine yaptıkları? 33 Kemer sığsın diye mi?


En vazgeçilmez; Şiraz'da yol kenarında "Kuran Kapısı" olduğu söylenen bir tak gördük. Eskiden bu takın altından geçilerek kente girilirmiş. Bu arada "tak" geleneğinin Mitraizm'den kaynaklanıp tüm dünyayı, daha doğrusu, asker milletini etkilediğini öğrendim. Bab-ı Quran 1000 yıl kadar önce yapılmış. Zend'li Kerim Han kapıyı yaptırırken, tam girişin üstüne rast gelen odaya Kur'andan bazı bölümler koydurmuş. Kapı, adını oradan almış. 1950'lerde yıkılmış, fakat tekrar yapılmış. İnanışa göre altından geçerek yola çıkan sağ salim geri dönermiş. Şimdi geniş otoyollarda böyle bir şans yok. Fakat ahali bu inanışı evlerine taşımış. Rehberimiz; "Karım beni uğurlarken Kuran'ı başımın üstünde tutar, onun altından geçerek kapıdan çıkarım" dedi. Selametle...

En sessiz; Tekrar Yezd'e dönüyoruz. Yezd ismi Allah anlamına gelen "Yezdan" kelimesinden türemiş. Burası "Çöl Gelini"... 4000 metrelik bir dağın eteğinde, çölün kenarında, antik su kanalları, rüzgar kuleleri, birbirinin içine geçmiş gibi duran evleri, gölgeli, dar sokakları, kemerleri, yuvarlak kubbeli türbe ve mescitleri, çölün üzerinde batan güneşin son ışıklarının kızıla boyadığı kerpiç duvarları ile farklı bir kent. Biraz yüksek bir yerden, kentin üzerinde dolaşan Kerbela ağıtlarını ve ilahileri dinleyerek renk değişimini izlemek çok etkileyici. Burası 3000 yıllık Zerdüşt dininin en yoğun yaşandığı 3000 yıllık bir kent. Evlerin yavaş yavaş seyrelip, çöl sessizliğinin başladığı yerde, çölden daha sessiz bir yer görüyoruz. Sessizlik Kulesi...


Sessizlik kuleleri (Dakhma), Zerdüştlerin ölülerini bıraktıkları yüksekçe düzlükler. Çünkü toprağı kirletmesin diye ölülerini gömmüyorlar. Havayı kirletmesin diye yakmıyorlar, su kaynaklarına bulaşmasın diye suya atmıyorlar. Ölülerin yakınları çevredeki evlerde beklerken, Nasellar denilen görevliler ölüleri kuleye bırakıyor, sonra bir delikten kuşları izliyorlarmış. Eğer kuşlar önce sağ gözü yerlerse ölünün iyi bir yere gideceğine inanılıyor. Soldan başlarlarsa ölünün işi zor! Geriye kalan kemikler yaklaşık bir yıl sonra alınıp iyice temizlendikten sonra su geçirmeyen lahitlere konuyor. Bu nedenle Zerdüştlerin lahitleri çok küçük oluyor. Şimdi ne yapıyorlar derseniz, sessizlik kuleleri artık boş. Şah Rıza Pehlevi zamanında bu ritüel yasaklanmış. Cenazeler toprakla hiçbir şekilde temas etmeyen beton lahitlerle gömülüyor,

En geleneksel; Ortalık kararınca Yezd'in dar sokaklarına dalıp biraz dolaştıktan sonra ufak bir kapının önünde durduk. Kapının üzerinde "Saheb.A.Zaman Club" yazıyor. Rehberlerde "Club Zurkhaneh" olarak geçiyor. Zurkhaneh, kuvvet, güç evi demek. Basit bir deyişle bir spor kulübü. Her yaştan insan buraya spor yapmaya ve vücut geliştirmeye geliyor. Kendi emsalleri içinde burayı farklı kılan özelliği 1580 yılı gibi inşa edilmiş olması. Bir farkı da turistlere açık olması. Zamanla biraz gösterişe kaydıkları söyleniyor. Olsun, gösteri de olsa savaşcı mitra kültünün izlerini taşıyan bir olay. Orijinal mekan eski bir su deposuymuş. 29 metre yüksekliğinde oval bir tavanı var. 5 badgirle havalandırılıyor, Alanı çepeçevre dolduran seyirciler olmasa belki, ama kesinlikle söyleyebilirim ki yeterli değil. Havada terle karışık ağır bir koku var... 


Yüksekçe bir yerde bir adamın parmakları, kucağındaki tefin (deff) üzerinde coşkuyla dolaşıyor. Ritmi ayarlayıp dua gibi bir şeyler söyleyerek milleti havaya sokuyor. Ritm hızlandıkça onlar da hızlanıyor. Salona tanınmış bir sporcu girince önündeki zile vuruyor. Zil çalınca herkes kapıya bakıp içeri gireni süzüyor. Sporcu seyircilerin arasından geçip alana ayak basarken temenna ile tef çalan adamı selamlıyor. Ortadaki ufak meydanda en küçüğü 7 yaşlarında gözüken 12-13 genç var. Kıspete benzer işlemeli donlar giymişler. Basit jimnastik hareketleriyle başlayıp, iyice ısındıktan sonra, lobut çevirmeye başladılar. Kenarda savaş aletleri gibi ince uzun tahtalar, zincirler vs duruyor. Belli ki daha sonra bunları da kullanacaklar. Güreş dahil her saat farklı programları varmış. Bir saat kadar izleyip ayrıldık. 

En eksik; Zerdüştlük ülkemizde çok az tanınıyor ve bir takım ön yargılara kurban ediliyor. Bence Zerdüştlük "ateşe tapıyorlar" kolaycılığından öte, daha saygı duyulması ve tanınması gereken bir inanç felsefesi. Sorun eksik bilgiden kaynaklanıyor. Halbuki Zerdüştlük vaktiyle antik çağ Yunan filozoflarını ve bazı çağdaş düşünce adamlarını fazlasıyla etkilemiş. Nietzsche "üstün insan ve sonrasız dönüş" felsefelerini Zerdüşt'ün karşıtlık prensipleri üzerinden şekillendirmiş. 
"... her doğru olan şey yalan söyler, her gerçeklik eğiktir, zamanın kendisi bile bir çemberdir. Yürümesini bilen her insanın, daha önce geçmiş olması gerekmez mi bu yoldan? gelebilen her şeyin daha önce gelmiş ve geçmiş olması gerekmez mi?"
Tek tanrı fikrini kabul eden ilk din olması, ölümden sonra onun huzuruna çıkılacağı ve orada sorgulanacakları inancı, iyi ve kötü anlayışı, bunların insanda beden buluşu, bu yüzden özgür iradenin öne çıkışı, kıyamet, cennet, cehennem kavramları üç semavi dini de etkilemiş. Dinler arasındaki etkileşim gayet doğal. Her yeni din eskisine ne kadar yakın olursa, toplumda o kadar kolay kabul görür. Zerdüştlerin Müslümanlığa geçişi de o nispette kolay ve sorunsuz olmuş. Ben burada uzun uzun bunlardan bahsedecek değilim. Her zaman söylediğim gibi, meraklısı açsın baksın. Buna değeceğine inanıyorum. Diğer özellikleri bir tarafa, "Tanrı kadın ve erkeği bir arada, birbirine arkadaş ve eşit yaratmıştır!" deyişi bile, tek başına bir okuma nedeni olabilir.


İran hakkında bu kadar uzun yazıp da hala eksik hissetmem, bir "anlata anlata bitirememe" sorunudur ve kişiseldir. Diğer yolcuları bilemem...