Ege Adaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ege Adaları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Ekim 2012 Pazartesi

TAŞOZ ADASI, Thassos, Yunanistan

Taşoz kızı Rumun kızı
Sen mavi giy ben kırmızı
Çıkalım dağlar başına
Sen gül topla ben nergisi

Bu türkü dilime nereden dolandı bilmiyorum. Taşoz'dan döneli iki hafta geçti, her an dilimde. Orada güzel bir kız gördüm de aklımdan çıkmıyor durumları değil. Düşününce bile aklıma gelen birisi yok. Birisi var ama o anlamda değil. Unutmazsam, aşağıda bir yerlere sıkıştırır, anlatırım. Yazının hemen başında olmaz. Burada varsa da yoksa da Taşoz kızı, sen mavi giy ben kırmızı...

Yazıya böyle başlayınca, doğal olarak aklıma bir soru düştü. Bu türkünün tamamı nasıldı? Şöyle bir araştırınca gördüm ki, kızımız kah Türkmen olmuş, kah Acem, kah Çeçen, kah Kürt kızı... Demek ki Rum veya Taşoz kızı olmasında da bir sakınca olmaz. Dört değişik yöre türküye sahip çıkmış. Dördünde de o allar giymiş ben kırmızı. Benim türküye bu uymaz. Yunan kızı al giyerse mahallede gezemez. Şimdilik mavi giysin. Üç versiyonda dağlara çıkmışlar, birinde has bahçaya girmişler. Hepsinde o gül toplamış ben nergisi... Bu da bana uyar! Has bahça uymaz. Dağlara çıkmak bana da uyar Taşoz'a da...

Taşoz adası dağlık bir ada. Yüksekliği 1000 metreyi geçen 7 tepesi var. En yükseği 1205 metrelik Ipsario tepesi. Adanın hemen tamamı kesif çam ormanları ile kaplı olduğu halde, tepeler çıplak. O yükseklikte ne gül ağacı olur, ne de nergis! Olsa olsa bayrak direği olur. Fakat hayret, tepelerde ne direk var ne de bayrak! Bu durum biz Türk soylular için önemli bir sorun. Allah allah dedim, üşendiler herhalde. Malum, Yunanistan "part time" çalışan bir ülke. Saat 14'ten sonra hayat duruyor. Yeme-içme sektörü hariç, bir de turistik yerler, bütün dükkanlar kapanıyor. Bu saatten sonra kim tepelere çıkacak da bayrak dikecek?

Dönüş yolunda Gümülcine'ye, yani Komotini'ye uğrayıp adını çokca duyduğumuz bu şehri görmüş olalım dedik. Avcılar-Çekmece taraflarındaki hastanelerin çoğunda Batı Trakya kökenli insan çalışır. Uğrayıp hemşerilerine selam edelim dedik. Vakit öğleden sonra üç gibiydi. Şehir merkezinde üzeri asma yapraklarıyla örtülü eski bir mahallede dolaştık. Çoğu dükkan kapalıydı. Bir köşede tesadüfen Türk kökenli bir terziyle tanıştık. Dükkanın bir kuytusunda yaşlı bir kadın perdeyi çekmiş, arkasında namaz kılıyordu. Terzinin annesiymiş. "Bunlar böyledir" dedi. "Tembeldir. Biz de onlara uyduk. Saat ikiden sonra ara ki bulasın". Fotoğrafını çekmemi istemedi. Ben de iplik rulolarının resmini çekip ayrıldım. Merkel haklı; adamlara çuvalla para gönderiyorlar, onlar yan gelip yatıyor. Avrupa Birliği'nin geleceği söz konusu olmasa, gözünün yaşına bakmazlardı ama neyse, bizim konumuz değil. Biz bir hafta sonu kaçamağı yapıyoruz ve iki gece kalıp döneceğiz. Fakat bayrak konusu kafama takıldı bir kere. Liman girişleri ve kiliseler hariç hiç bayrak görmedim. Kiliselerdeki bayrağın eshab-ı mucibesine hiç girmeyeyim. Benim dediğim, bizdeki türden bayrak. Deniz temiz diye dikilenlerden değil. Sebepli sebepsiz, her köşede arz-ı endam edenlerden. Dikeceksin en yüksek tepeye en uzun direği, takacaksın ucuna en büyük bayrağı, aleme nispet, millete şan olacak. Burada söz konusu olan millet Yunan milleti, bayrak beyaz çizgili mavi bayrak tabii ki!

Evet, eylül ayının ilk haftasında, cumartesi günü sabahı 7 gibi, Mustafa'nın arabası ile, İpsala sınır kapısı üzerinden, Yunanistan'ın Thassos adasına doğru yola çıktık. Önce yolculukta adı geçecek kişileri tanıştırayım; Yolculuğu anlatan İlhan. Ben arabanın ön koltuğunda oturuyorum. Araba Honda Civic. Arka koltukta üç kişi oturuyor, Jale, Serap ve Mehmet. Jale benim karım, Serap da Mustafa'nın karısı, ortada Mehmet. Mustafa Mehmet'in babası, hem arabanın şöförü, hem de Avrupa görmüş şöförü, hem benim 20lik boş Uzo şişelerimi, hem de Mehmet'in "Moleskin" defterini taşıyan kişi. Mehmet ailenin çizgi roman çizeri, bakar-çizer, kurgu-çizer veya gezer-çizer, bir nevi vak'a-nüvis...

Yolun ilk aşaması Bakırköy-İpsala, 250 km. Keşan'dan sonra yol iyice tenhalaştı, Yunanistan heveslisi birkaç araba dışında kimse kalmadı. Tıngır mıngır İpsala sınır kapısına geldik. Bizim tarafta 3 ayrı kulübede 3 aşamalı kontrolden geçtik. Uluslararası ehliyet kontrolü, ruhsat kontrolü, pasaport kontrolü, yurtdışı oto sigortası, çıkış harcı yatırılması, bunların kontrolü derken 30-40 dakikada işimiz bitti. Meriç nehrini geçmek heyecan vericiydi. Bildiğimiz nehir deyip geçmemek lazım. Mana ve ehemmiyeti filan var ne de olsa! Köprü kadar, üzerindeki çizgiler de önemliydi. Boyuna çizgiler; yol devam ediyor, enine çizgiler ise "dur yolcu!" anlamına geliyordu. Bunlar burası benim, orası senin çizgileriydi. Samsun'daki Cumhuriyet ilkokulunu hatırladım. Dumlupınar ilkokulu ile aynı bahçeyi paylaşıyorduk. Paylaşmak dediysem lafın gelişi. Ortada bir yere, büyük abiler ayakkabılarının burnuyla toprağa bir çizgi çekmişlerdi. O çizgiyi aşmak cesaret isterdi. Geçip de dayak yiyen çocuklar ya en cesur olanlar, ya en çaylak, ya da en aptal olanlardı. Hem cesur, hem aptal olanları saymıyorum.

Köprüdeki enine çizgilerden birisinin hemen üstünde iki asker sohbet ediyor gibiydi. Gibiydi diyorum, çünkü biri Yunan, diğeri Türk askeriydi. Ortak dilleri vücut diliydi. Belki ikisi de Gümülcine kökenliydi. Sohbet muhtemelen "neresinden?" diye başlamış, ikisi de "içinden" çıkmıştır. Böyle olunca renkler silikleşir, kırmızı bile maviye döner.

Köprüden sonra içi 9-10 cm derinliğinde suyla dolu, 5-6 metrelik bir su birikintisinden geçip pasaport görevlisinin önüne geldik. Neden arabayı sudan geçirdiklerini anlamadım. Vize ücreti fazla oldu, bari lastikleri yıkayalım diye değildir herhalde! Bir ihtimal, karasularına girdiğimizi bahane edip bizi tutuklayabilirler! Neyse ki etrafta pasaport polisinden başka bir polis yoktu. O da şöyle gelişigüzel bakıp tamam dedi, bizi saldı. Bizim sınırdan geçmekten çok daha kolay oldu. Şimdi İstanbul'a dönmüş, gezi notlarımı yazarken dışarıdan siren sesleri geliyor. Bir an durup hafızamı iyice bir zorladım. Sınırdan sonra ada dahil, geçtiğimiz hiçbir yerde ne bir siren sesi duymuş, ne de bir polis, jandarma, güvenlik görevlisi veya asker görmüştük. Ne trafik polisi ne de turizm jandarması...

ALEXANDROUPOLI (DEDEAĞAÇ)

Sınırdan geçmemiş olsak başka bir ülkede olduğumuzu anlamak mümkün değil. Sınavsız yatay geçiş gibi bir şey. Otoyolda bir süre gittikten sonra Aleksandroupoli'ye yöneldik. İlk durak Dedeağaç! Bakırköy-Dedeağaç 250+54= 304 km oldu. Arabayı liman girişinde, eski demiryolu istasyonunun yakınında bir otoparka bıraktık. İstasyon bir hayal kırıklığı oldu. Boş ve terkedilmiş gibiydi. Tarifede sıralanan bir-iki trenin bile geleceği şüpheliydi. İstasyonu arkamıza alıp eski şehir merkezi gibi duran dar sokaklara daldık. Dedeağaç merkezi istasyondan başlayan sahil yolunun etrafında yoğunlaşmış. 2 km kadar devam eden yolun çevresi kafe ve restoranlarla dolu. Geceleri bu yolu trafiğe kapatıyorlarmış. Hemen ortalarda bir yerde meşhur deniz feneri yükseliyor (Herhalde meşhurdur!). Fenerin etrafında fıskiyeli bir havuz, onun da etrafında kafeler var. Fenerin hizasından tren istasyonu tarafına doğru olan kısımda eski evlere ve dükkanlara, daha yerel özelliklere sahip mütevazi lokantalara rastlamak mümkün. Öyle tarihi bir şey görmedik. Fenerin batısında kalan kısımda ise kafeler hem daha modern, hem daha kalabalık. Bu kısmı arabayla geçerken gördük. Daha çok fenerin doğusunda kalan kısımda dolaştık. Sahil yoluna paralel bir kaç sokak geriye, bir kaç sokak ileriye beriye yürüyüp, istasyona yakın bir yerde öğle yemeği yedik (Taverna Nea Kʌhmatapia). Genelde hiçbir gezimde yemek olayına girmiyorum. Fakat bu gezimizde bahsetmeden geçemeyeceğim. Yemeğin içeriğini değil de porsiyonların büyüklüğünü anlatmam lazım. İçerik durumu beni aşar! Eğer servis yapan aşçıyı "az koy, az koy" diye üstüste uyarmazsanız tek tabakta dört kişilik bir porsiyonu yemek zorunda kalabilirsiniz. Yemek zorunda kalacaksınız, çünkü son derece lezzetliler. Bunun muhtemel sebebi, paella hariç annemizin yemeklerine benzemesi olabilir. Paellayı hariç tutmam, annemin ve dolayısıyla benim, paellanın ne olduğundan haberim olmamasıdır. Rahmetli İspanya'ya mı gitmiş ki, paella öğrensin!

Yemekten sonra garsonla giriştiğimiz türkiş kafe-grek kafe muhabbeti komşu muhabbetine dönüştü. Grek kafede karar kılıp, türkiş kafe içtik. Artık kimin neyiyse! Kahveye de bayrak dikmeye hiç gerek yok...

KERAMOTİ

Tekrar yola düştük. Taşoz feribotlarının kalktığı iki iskeleden bizim sınıra en yakın olanı Keramoti'de bulunuyor. Diğeri Kavala'da ve 40 km kadar daha uzakta. Ayrıca feribotlar da daha seyrek. 250+54+144= 448 km. sonra, saat 14:30 gibi Keramoti'de, deniz kenarındayız. Keramoti ufak bir kıyı kasabası. Hemen tek özelliği adaya çok yakın olması ve bu nedenle adaya gidecek Bulgar ve Türkler tarafından tercih edilmesi.  Feribot iskelesinin çevresinde basit kafeler var. Frappe içerek feribotu bekledik. Gelen feribot, bizim Harem vapurlarının biraz daha büyüğüydü. Üst kata çıktık. Hava sakin ve güzeldi. Biraz sonra hareket ettik. Ada 8 km açıkta bizi bekliyor.


THASSOS (TAŞOZ)

35-40 dakika sonra adaya yanaştık. Feribot iskelesi Thassos kasabasının (Limenas Thasou) hemen batı yanında. "Limenas" dedikleri liman, "skala" dedikleri iskele anlamına geliyor. Yerleşim yerleri, vaktiyle korsanlardan korunmak amacıyla daha içerlek yerlerde olduğundan, sahildeki yalı kısımları aynı isimli köylerin skalası olmuş. Potamia, Skala Potamia gibi. Thasou'da limanın arkasında kısa bir sahil yolu, yolun kenarında bir-iki kafe ve hediye dükkanı var. Daha iç taraflarda da bir agora, bir takım arkeolojik kalıntılar filan... Anlaşılan Athena, Herkül, Poseidon başta olmak üzere, Zeus, Hera, Dionysos, hepsi, o ada senin bu ada benim dolaşırlarken buralardan da geçmişler. Malum, insanoğlunu kendi başına bırakmaya gelmez, arada bir gözükmek lazım!

Kasabayı dönüşte gezeriz diyerek ayrıldık (dönüşte gezdik). Mustafa'nın elindeki istihbarat raporuna göre hareket ediyoruz. Raporda "adanın doğusundan güneye doğru inin, Panagia kasabasından sola dönün, sahile gidin" yazıyor. Biz de rapora uyduk, 15-20 dakikada Panagia kasabasına geldik, sola döndük, yokuşu indik, sahile geldik.



İki-üç kilometre uzunluğundaki bu sahil şeridine "Chrissi Ammoudia" deniyor. Bolca bina ve otelleriyle bizim Kumburgaz'ı veya Altınoluk'u andırıyor. Sahili, kumu çok güzel. "Golden Beach" adı da oradan geliyor. İstihbarat raporu buralarda bir yerde kalın diyordu ama, bize fazla basık ve hareketli geldi. Şaşırtmaca verip izimizi kaybettirdik, geriye Panagia'ya döndük. Kasabanın konumu hoşumuza gitti. Bütün kıyıya hakim bir tepede kurulmuş, 800-900 kişinin yaşadığı bir köy. Bildiğimiz köy kahveleri, mütevazi lokantaları, küçük mermer parçaları ile döşeli dar sokakları, kayrak taşından damları, mavi boyalı pencereleri, pembe asma kabakları, aşk çeşmesi, köyün ortasından akan kanaletleri, dingin havası ve yemyeşil çevresi ile bizi cezbetti. Burada konaklamaya karar verdik. Birkaç otel bakıp, biraz daha içerlek bir yerde "Theo" otelini keşfettik. Geceliğine iki kişi 30 Avro para ödedik. Akşam yemeklerini Elena'da yedik. Bulgar arkadaşlar ve Yunan komşular edindik. Kahvemizi Petro Kafe'deki yaşlı Rum kadının elinden, suyumuzu köy çeşmesinden içtik. Daha doğrusu, su sipariş ettiğimiz kahveci hanım teyze "çeşmeden içersiniz" diye, aslında yol kenarında olup, masaların arasında kalan köy çeşmesini gösterdi. Anaç bir tavırla da yanımızdaki nevaleyi açıp yememize izin verdi. Börekçiden börek, köy fırınından mis kokulu taze ekmek alıp, Taşoz'un "throuba" zeytinine katık ettik.

Adanın çevresi yaklaşık 85 km kadar. Bu yolu arabayla dolaşmak ancak 2 saat sürer. İnip çıkarak, muhteşem deniz manzarası seyrederek iki saatta yine başladığınız yere dönebilirsiniz. Kaybolma ihtimali de hiç yok. Fakat bence bunu yapmayın. Arada bir durup pırıl pırıl koyları seyredin. Bir kaçına inip denize girin. Severseniz akşama kadar kalın. Adanın çevresi boyunca böyle onlarca koy var. Plajlardan "Aliki" ve "Golden Beach" gibi en ünlüleri oldukça kalabalık. Aliki plajının bir kenarında arkeolojik kalıntılar var. Bu koylarda deniz sığ, pırıl pırıl ve gayet sıcak. Çoluk çocuk için çok uygun. Fakat tenha olanları da var. İyi tarafı, yolda giderken koy ve plajın tamamını yukarıdan görüp karar verebilmeniz. En güneyde, denize inen sarp kayalıkların üstünde gayet fiyakalı duran Archagelos Manastırını da gezebilirsiniz. Biz gezmedik. Manastırdan 15-20 dakika daha batıdaki Limeneria'ya gelince adanın yarıdan fazlasını geçmiş, batı kıyılarına gelmiş oluyorsunuz. Kasabaya yakın bir yerde "Iris" isimli bir altın, mücevher vs fabrikası ve satış yeri var(mış). Ada, altın ve gümüş madenleri bakımından gayet zengin(miş). Bunları teorik olarak söylüyorum. Biz gitmedik ve görmedik. Gidecektik ama gidemedik, dolayısıyla görmedik. Kıyıda en fazla Potos'a kadar gidip, oradan adanın içlerine, Theologos kasabasına geçtik.

Theologos, Potos'tan 10 km içerde, 200 metre rakımlı bir tepede kurulmuş. Osmanlılar adayı buradan idare etmişler. Yunanlar da 1979'da kasabayı kültürel başkent ilan etmiş. Makedonya stili evleri, Rebetika tavernaları, folklor müzesi ile tanınan bir kasaba. Bizim orayı tanımamız "Stella" tavernası ile oldu.

Tam öğle üzeri kasabaya geldik. Yolumuzun üstündeki ilk tavernada indik. Daha doğrusu tavernanın adamları arabanın önünü kesip bizi içeri girmeye ikna etti (!). İyi ki de inmişiz. Ağaçların altındaki bir masada güzel bir yemek yedik. Biz ne yiyelim diye listedeki Kiril harflerini sökmeye çalışırken, sofraya karaf içinde uzo geldi. Yanında da birer tabak ciğerli kokoreç, söğüş et, zeytinyağı filan. Daha bir şey ısmarlamadık deyince garson elini göğsüne koyup, hafif bir reveransla "on the house, şirketten" dedi. İyi valla deyip birer et yemeği, ilave kola, bira ısmarladık. Devasa porsiyonlara gözümüz alıştığı için gelenlerin boyutunu pek yadırgamadık. Keyifle mideye indirdik. Bitti derken "şirketten" meyve tabağı geldi. Sonra "şirketten" helva tabağı, gene "şirketten" ev yapımı kırmızı şarap! Hesaplar da "şirketten" derlerse hiç şaşmam dedim. Gerçekten, hesap da adeta "şirketten" geldi. 5 kişi yedik, içtik, 38 Avro ödedik, çıktık.

Dönüşte güzel bir koyda denize girdik (Psili Ammos). Güneşe ve masmavi sulara kendimizi kaptırınca, vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Tam güneyde, bulunduğumuz koyun açıklarında, hayal meyal gözüken yüksek tepeler Limni adası mı yoksa Halkidiki'nin üç parmağından birisi mi, Athos'un en ucu mu, Aynaroz tepesi mi, Aynaroz kadısı buradan görünür mü derken vakit geçti, gölgeler uzadı. Güneş tepelerin arkasında kayboldu. Taşoz kızları adamların üstüne rahat rahat tırmanabilsinler diye arkamızı dönüp plajdan ayrıldık.

MEZARLIK

Panagia kasabasında en hoşuma giden yerlerden birisi duvarlarında pembe renge boyanmış kabaklar asılı olan ev, diğeri kilisenin arka bahçesindeki mezarlık oldu. Kilise, bizim otelin iki üç sokak arkasındaydı. Panagia'da kaldığımız iki günde iki sefer kiliseye gidip bu mezarlıkta oturdum. Bizimkilerin kilisenin içine girip mum yakmalarına bir şey demiyorum, ne dilek tuttuklarıyla da ilgili değilim. Ama niye beni de zorladıklarını anlamadım. Umumi arzu ve elime tutuşturdukları mum üzerine, benim de bir mum yakmışlığım var, hepsi o kadar. Benim ilgim mezarların ayak ucunda iki gündür yanan mumlara ve baş uçlarındaki camekanlı kısımlara...  Bu camekanların içinde mevtanın çerçeveli bir fotoğrafı, renkli cam bardaklar içinde mumlar ve genellikle bir de ufak gaz lambası oluyor. Camları sürmeli olduğu için içleri temizlenip mumlar yakılabiliyor. Mezarın başaltında da temizlik malzemelerini koydukları bir bölüm var. Mezar taşlarının çoğunda doğum tarihi yazmıyor. Sadece isimleri, ölüm tarihi ve yaşları yazılı. Uzaktan bakınca başlarındaki plastik çiçeklerle birlikte tuhaf ve o kadar da etkileyici bir atmosfer var. Bunda ilk ziyaretimizin akşam üstü, alaca karanlıkta olmasının da rolü vardır mutlaka. Ne bileyim, mezarların arasında öylece oturmak hoşuma gitti. Burada yaşasam, her gün gelirdim, ölürsem de başucumda böyle bir camekan olsun isterdim diye düşündüm. 

VE SON

Yazının son paragrafının mezarlık konusuyla bitmemesi için dönüşü de ekleyeyim dedim. Fakat fazla bir şey yazmak içimden gelmedi. Mezarlık ve son duygusu kalemimi de etkilemiş. Zor da olsa son bi gayret daha:

Dönüşte feribot, gene Keramoti, yol üstünde mini şapeller, şapellerde kaza kurbanları için mumlar, bir-iki kuru çiçek, gene mezara yöneldik, devam ediyoruz, şapel satış yeri, ufacık bir şapel mi alıp götürsek? benim terasın bir kenarına diksek? bir mezarlık geçtik, paralı yola para verdik, İskeçe'ye uğramadık, Gümülcine'ye uğradık, parasız yola çıktık, şapel alamadık... Ha bir de çay konusu var. Ne adada ne gidiş ne de dönüş yolunda çay içecek bir yer bulamadık. Kastettiğim şöyle tavşan kanı, türkiş veya grek, adı her neyse, demli bir çay! İpsala'dan girdik, gene yok. Malkara'ya geldik, yol üzerinde "çayımızı içmeden geçmeyin" yazılı panolar var, ama çay yok! Neden sonra Malkara çıkışında bir yerde, yol üstündeki bir peynir satış mağazasında demli bir çay içebildik. Tekrar yola çıktık, hava karardı, Tekirdağ, durduk, Tekirdağ köftesi, piyaz, piyaz olmamış, yeni piyaz, çay, tekrar çay, tekrar ana yol, gişeler, ara yol, Makri, pardon Bakırköy, ara sokak, sağa dön sola dön, tekrar sola, sağa dön, düz git, sağda dur...

Ufacık bir şapel alsa mıydık?

10 Kasım 2011 Perşembe

BODRUM ve KOS ADASI (İSTANKÖY)

5 - 9 Kasım 2011

Vapur gezimiz bitti, yaz da bitti. Bu sene geçti, gelecek sene nereye gideriz derken, kurban bayramı geldi ve benim antenler dikildi. Önümüzde bir yerlere gidebileceğimiz 4 gün vardı ve hiç bir hazırlığımız yoktu. Yurt dışı modunda değildik. Yorucu bir gezi de istemiyordum. Önümüz kıştı. Gideceğimiz yer sıcak olmalı, iliklerimiz ısınmalıydı. Şıkları alt alta yazınca cevabı bulmak zor olmadı.
Bodrum'a gidiyoruz! Bodrum'un içinde, deniz kıyısında bir yerde kalıyoruz ve günü birliğine Kos'a geçiyoruz...

Bodrum'a her sene gider, onbeş gün Kadıkalesi'nde kalırız. Bir sefer Bodrum'a ya ineriz ya inmeyiz. İnmekten kastim, bir-iki seferle sınırlı özel geceleri saymazsam, Penguen'de oturup sakız dondurmalı kazandibi yemek! Oraya varıncaya kadar da zorunlu barlar sokağı yürüyüşü yapmak. 93'ten beri bu böyle... Daha öncesi, Bodrum'un içinde konakladığım üç seferim var; ilki unutulmaz 1971 gezisi, ikincisi Jale'nin gelin telini Evin pansiyonun avizesine sardığımız 1977 yılı, üçüncüsü de 1979'daki mavi gezi dönüşü. Hepsi bu...

Bodrum kalesinin doğusunda kalan sahilde, Cumhuriyet Caddesi'ndeki Dinç Pansiyon'un birinci katında konakladık. Gecesini yazmayacağım. Yandaki barın gürültüsü ancak denizdeyken çekilir. Hatta denizin altındayken. Sabahı ve gündüzü güzeldi. Önündeki sahilde fok balıkları gibi miskin miskin yattık. 8 Kasım'da denize girip, yılın en son deniz banyosu rekorunu kırdık (daha önceki rekorum 29 Ekim'di). Güneşlendik, limonlu sodalarımızı içtik, tekrar girdik. Hava 23, deniz 22 dereceydi. Günler kısa olmasa uzun güneşlenme rekorunu da kırardık.

Bir başka gün su altı arkeoloji müzesini gezdik. Karya prensesi ile tanıştık. Bodrum adının, şövalyelerin verdiği Petronium isminden yuvarlandığını, Saint Peter kalesindeki taşlardan yeşil renkli olanların Mauseoleum'un kalıntıları olduğunu, bu antik mezarı çevreleyen frizlerin önce kale duvarlarını süslediğini, 1857'de mozoleyi keşfeden İngiliz arkeolog Charles Newton tarafından araklanarak İngiltere'ye götürüldüğünü, bizim müzede gördüklerimizin, birisi hariç, asıllarının alçı kopyaları olduğunu öğrendik. Antik tiyatroya çıkıp şehrin milattan öncesini seyrettik. Buradan bakınca, aslında tüm şehrin tiyatroya benzediğini gördük. Daracık sokaklarda dolaştık. Şehre ilk begonvil ağaçlarını getiren ve Neyzen Tevfik Caddesi'ndeki palmiye ağaçlarını diken balıkçıyı andık. Eski kiliseyi yıkıp yerine diktikleri ucubeyi tavaf ederek, arka sokaklarına daldık. "Hanende" lokantasında keyfimize keyif katıp, dönüp dolaşıp gene barlar sokağına döndük. Bildik yerlerden geçip sahilde bizi bekleyen rahat koltuklarımıza çöktük. Kahve vaktiydi, yorulmuştuk. Garson "nasıl olsun?" dedi, yorgunluk kahvesi olsun dedik...
Pazar günü Serap'ın ailesinin Tilkicik koyundaki evine gittik. Serap Mustafa'nın karısı, Mustafa Jale'nin kardeşi, Jale benim karım, Semih Serap'ın kardeşi... Semih bizi önce Sandima'ya götürdü. Yirminci yüzyılın başında yörenin en önemli yerleşim merkezi burasıymış. İncir ağaçlarıyla dolu, kekik kokan eski bir dağ kasabası. Eskiliği Venediklilere kadar gidiyor. Bizimkiler buraya 16. yüzyılda, muhtemelen Kanuni zamanında gelmişler ve hazıra konmuşlar. Cumhuriyet ve mübadele yıllarında, bölgenin haritası değişmeye başlamış. Yukarılarda Geriş varken, aşağıda Gerişaltı, sahil pek rağbette değilken Yalıkavak diye yeni yerler ortaya çıkmış. Süngercilik geçim kaynağı olmuş. 40'larda Kalinos adasından mandalinanın gelmesi inciri tahtından indirmiş. Tüm yalı çevresi mandalina ağaçlarıyla dolmuş. Yalı gelişirken Sandima kurumuş. Gerçekten kurumuş. Antik dönemden beri köye su taşıyan kanallar toz toprak dolmuş. Yerlisi yavaş yavaş dağı terketmiş, yalıya inmiş. 600 yıllık geçmişinden geriye taş yığınları ve ağustos böcekleri kalmış. Şimdi biz, geriye doğru, Yalı'nın geçmişine gidiyoruz. Yolu zorlu bir yokuş yol. Allahtan oldukça kısa. Yalıkavağa girmeden, mandalina bahçelerinin arasından geçip, zeytin ağaçlarının çevrelediği kötü toprak bir yolda, taşların üstünde zıplıyarak 2 km gidince, ya da çıkınca, Partipanas kayasının eteklerindeki Sandima'ya ulaşıyorsunuz. Daha doğrusu ev kalıntılarına. Söylentiye göre tüm evleri Yani adında bir usta yapmış. Evlerin bu halini görseydi üzülürdü. Köyün girişinde sizi 3 azman köpek karşılıyor. Hırlamaları pek dostça değil. Veya Bodrum'un uysal köpeklerinden alıştığımız tonda değil. Bunun benim için anlamı şu; hava kararıyor, geri dönsek iyi olacak...

Ben bir yıkıntının kenarına oturup manzarayı seyretmeyi tercih ettim. Bizimkiler köpeklerle anlaşıp köyün içlerine ilerlediler. Evleri restore edip yeniden oturulacak hale getirmeye çalışanlar varmış. Sanatçı bir çift, evlerden birini "sanat kafe" haline getirmiş. Diğer evleri kimlerin kimden aldıklarını bilmiyorum. Vaktiyle epeyce ucuza kapatmışlar. Yani Usta'nın kemiklerini sızlatmazlar, umarım!

İSTANKÖY (KOS)

Bodrum'dan ve Turgut Reis'ten İstanköy, nam-ı diğer Kos adasına haftada 3 gün feribot seferi var. Bizim için tek şans, bu seyahati pazartesi günü yapmaktı. Çarşamba İstanbul'a dönecektik. sabah erkenden kalktık, kahvaltı edip mendirekteki feribot iskelesine yürüdük. Hava çok güzel, deniz sakin, keyfimiz yerindeydi. Bizim yeşil pasaportlar burada da işe yaradı, vizeye gerek kalmadı. Adambaşı 20 Avro'ya bilet alıp feribota bindik. Gişeden biletle birlikte Kos hakkında hazırlanmış gayet kullanışlı bir broşür aldık. Cep boyutunda 8 sayfa içinde ihtiyacınız olan herşeyi özetlemişler. Görülecek yerler, yürüyüş rotaları derken, daha son sayfaya gelmeden yol bitti. Kos adasındaydık.

Kos adasının ismi uzun yıllar değişmeden bugüne kadar gelmiş. Diğer bütün adalarda olduğu gibi burada da isimler ve efsaneler atbaşı gidiyor. Efsanelere ne kadar uyduruk desek de gavurların bu konuda daha yaratıcı oldukları kesin. Bizimkilerin Sandima'nın adı için uydurdukları öykü buna iyi bir örnek. Kısaca anlatayım, uzunu ve diğer olasılıklar içinizi bayabilir;
“Gemiyle seyahat eden bir gezgin yamaçtaki beyaz evleri ve yeşillikleri görünce çok beğenir; Gemiyi demirletip evlere yakından bakmak için dik yokuşu tırmanırken yorularak ‘uzaktan gördüm de, cennet sandım ha’ der. Böylece adı Sandıma kalır.”

Yukarıdaki ada haritasına bakıp neye benzeteceğinizi bilmem ama, vaktiyle Karia'lılar bunu bir koyuna benzetmişler. Bakmışlar ki adada bir sürü koyun var, öyleyse buranın adı "koion" olsun demişler. Laf aramızda, Nişanyan bey katılmamakla birlikte, bizdeki koyun kelimesi ile bir ilgisi olabilir! Ama koion'un nasıl Kos'a döndüğünü anlamadım. Bir Karya prensesi olan Koos'tan türemesi kolay da, Koion?? Bir de yengeç olayı var. Yengeçler adada kullanılan eski madeni paralarda sıklıkla kullanılan bir simge. Kos kelimesinin Karya dilindeki anlamlarından birisi de, ne tesadüf ki: yengeç! Yandaki paranın (MÖ 285-258) ön yüzündeki portre Herakles'in... St John şövalyeleri adaya bir süre "Kos Lango" demişler. Sonra da Nerantzia. Kalenin adı buradan kalmış. Rumlara ait bir kaynakta, bizimkilerin gelmesiyle adının "Stanko" olduğu yazıyor. Bu nereden çıktı derseniz; aslı "Stin Ko" yani Kos'ta, Kos adasında demekmiş. Giderek dağılıyoruz, toparlayalım; Adaya Osmanlılar İstanköy, İtalyanlar Coo, İngilizler Stanchio demişler. Meraklısı araştırsın!

Gelelim Kos'a. Evet, 40 dakika sonra geldik Kos'a.

Kos'a gelmekle Kos'a girmek farklı şeyler. Gümrükten çıkmamız neredeyse birbuçuk saat sürdü. İki laubali gümrük memuru akılları sıra bize eziyet etti. Bavulları, çantaları açtırıp altüst etmeleri de cabası. Birara aynı feribotla geri dönmeyi bile düşündük. Ya sabır deyip bekledik ve sonunda salimen gümrükten geçtik. Artık Kos'tayız. Niyetimiz abartmadan sadece Kos şehrini gezmek. Broşürde görülmeye değer yerleri birer numara ile işaretlemişler. Numaraların sırası aynı zamanda yürüyüş güzergahını gösteriyor. 1 numara Nerentzia Kalesiydi ve feribot iskelesinden çıkışta yanından geçmiştik. Dışarıdan görmek yeter deyip 3 numaraya geçtik. Hedefte 4, 14, 13, 7, 8, Averof Caddesi, 10 ve yeniden 13 numara var. Sırayı biraz karıştırsak da, korniş yürüyüşü de dahil, hepsi iki saatte bitti. Gidişte ve dönüşte Elefterias meydanındaki kafelerde oturduk. Bir yere yetişme kaygısı olmadan, "Cold expresso", garsonun deyişiyle kut espeso içip, saat 15:30'da feribota döndük.

Ada tam anlamıyla "Hipokrat'ın adası". Her köşede bunu hissediyorsunuz. Siz hissetmeseniz de onlar iki adımda bir burnunuza sokuyor. Kalenin hemen arkasında, altında Hipokrat'ın ders verdiği yaşlı bir çınar ağacı var. Adı "Hipokrat ağacı". Artık oldukça yaşlanmış, kovukları büyümüş, neredeyse yarı yarıya çürümüş. Dile kolay, neredeyse 2400 yaşında. Etrafını çevreleyip desteklemişler. Hala inatla yaprak açan, dallarına yaslanıp ayakta duran, ulu bir çınar ağacı! Gölgesinde oturup aynı havayı solumaktan mutlu oldum. Kos'lu Asklepiades'in yeminiyle mesleğini sevmiş bir hekim olarak burada olmaktan gurur duydum.

Hipokrat ağacı, Gazi Hasan Paşa camisinin bahçesinde. Tersi, yani cami, ağacın bulunduğu bahçede demek daha doğru, ama şu anda gözüken bu... Caminin duvarları alacalı. Bunun sebebi farklı taşlardan yapılmış olması. Taşların bir kısmı caminin hemen yanındaki antik agoradan alınmış. Kapı üstündeki sundurma, bahçedeki çeşmenin sütunları da eski Yunan veya Roma mabedlerinden buraya taşınmış. Aynı durum Bodrum kalesinde de vardı. Anlaşılan ister Osmanlı, ister Venedikli olsun, hepsi kolayına kaçmış, işcilikten ve nakliyeden kar etmişler...

İstanköy'ü sevdik. Bir dahaki Bodrum seyahatimizde tekrar uğrarız diye düşünüyorum. Yazın daha hareketli, daha güzel olabilir. Ayrıca bir şanssızlığımız oldu. Onu da telafi edebiliriz. Bizim için pazartesi gelmekten başka çare yoktu. Fakat adaların hiç birisine, zorunlu değilse, pazartesi günü gidilmez. Muhtemelen burada olduğu gibi diğerlerinde de çoğu yer kapalı olur. O pazartesi günü arkeoloji müzesi, "Casa Romana" denen Roma evi dahil tüm antik alanlar "resmen" kapalıydı. Eski çarşıda çoğu dükkan açılmamıştı. Özellikle Roma evi kalıntılarını görmek isterdim, ama mümkün olmadı. Tekrar gidersem, pazartesi dışında bir gün giderim. Gümrüğü çabuk geçmek için daha feribottayken pozisyon alır, limana girmeden önce çıkış hazırlığı yaparım. Bu bana en az bir saat kazandırır. Bunları aslında sizin için, bu yazıyı okuyup Kos'a gitmeye heveslenecekler için yazıyorum. Ben, tekrar yolum düşerse, başka bir adaya, örneğin Kalimnos'a gitmeyi tercih ederim. maksat değişiklik olsun!

16 Ağustos 2011 Salı

YUNAN ADALARI


Temmuz - Ağustos 2011

Yunan adaları arasında yapılacak bir tekne turunun, tekne ister bir gulet olsun, isterse 5 yıldızlı "cruise" gemisi, gezilerin en romantiği olduğuna garanti verebilirim. Siz zaten bir romantikseniz sorun yok. Yaptığınız her yolculuğu "romantik" diye yorumlayabilirsiniz. Fakat ortalama bir bakış açısına sahipseniz garanti kapsamındasınız demektir. Garanti dışı olanları saymıyorum.

"Yunan adalarına gidelim" deyince, hemen herkes "sende mi?" diyerek, yüzüme acayip acayip baktı. Gerçekten acayip bir şey mi söylemiştim? Adalara gidecek, Rum müziği dinleyecek, karşı kıyı insanlarıyla kardeşlik sohbetleri yapacaktım, BEN! Belki sirtaki oynar, tabak da kırardım, BEN! Bir zamanlar Rumca işitmeye tahammülü olmayan BEN, Rumca "efharisto" diyecektim. Eh, ne yapayım, twalumba demiştim, efharisto da derim!

Burada rahmetli, pardon daha ölmemişti, dokuzuncu imdadıma yetişti. "Dün dündür..." dedim, olayı açıkladım. Basitçe, Yunan adalarına gitmek istiyordum. Bu sıradan bir ada gezisi olmayacaktı. Programda Midilli ve Girit de vardı. Alexandre Von Humboldt gemisiyle Midilli, Mikonos, Santorini, Rodos, Girit ve Atina... Özellikle Girit'i görmek düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Gemimizin adı da pek havalıydı vs vs. Bir çok geçerli sebebim olduğu gözüküyor.


MİDİLLİ
(LESBOS, LESVOS, LEZVOS, MYTILINI, EMERALD ISLAND)
1 ağustos 2011


Saat 11:30'da, Yunanistan'ın üçüncü büyük adası Midilli'ye, Sappho'nun memleketi Lesbos'a geldik. Burada doğan, Sappho ve başka bir sürü Yunan şair yanında, bizden de Cemal Paşa ve Barbaros kardeşler var. Sappho dünyaya malum, bizimkiler de bize malum. Bu arada "Barbarossa" lakabında önceliğin Oruç reis'e ait olduğunu öğrendim. Bir de "yaşama hakkın mücadelen kadardır" lafının...


Burası adaya adını veren Mytilene. Liman girişinde gördüğümüz genel manzara ve hakim renkler daha çok Foça, Cunda gibi kuzey Ege kasabalarındakine benziyor. Gemimizin yanaştığı iskele şehrin hemen yanıbaşında. İskelenin bir yanında bir ortaçağ kalesi, diğer yanında eski liman ve arkasında şehir merkezi var. 200 kadar yürüyünce limanı kuşatan kordon boyuna çıkmak mümkün. Akşam 19:30'a kadar buradayız.

Geminin düzenlediği tur Molivos, Petra ve Sykamia plajını içeriyordu. Zaten tüm adalarda günlük turları benzer şekilde düzenlemişler. Gemiler limanlarda fazla uzun kalmadığı için; programda daima bir tarihi kasaba, manastır ziyareti ve akabinde plaj sefası var. Midilli adasında da ancak 6 saat kadar kalacağız. Tümünü görmek imkansız. Plaja gitmek de cazip değil. Sonuçta, genel tura katılmak yerine otomobil kiralamayı tercih ettik. Turlar adam başı 50-60 Eu. Ufak bir arabanın kirası ise günlük 60 Eu, benzini de katarsak yaklaşık 85 Eu. Yani iki kişiyseniz bu hesap daha avantajlı. Biz 4 kişiyiz, ilk arabamız Nissan Micra.

Kafamda program yaparken önce görülecek yerleri alt alta yazdım: Sigri fosil ormanı, Eressos (Sappho'nun mekanı), Methimna (Molivos), aynı bölgede balıkçı köyü Sykamia, Molivos'un doğusunda Petra (Sappho'nun okulunu açtığı yer), vakit kalırsa Uzo fabrikaları için Plomari... Harita üzerinde hepsi mümkün! Ama araba harita üzerinde gitmiyor. Arabayı kiraladığımız yerde mesafeleri ve yol durumunu öğrenince biraz hayal kırıklığına uğradım. Acentadaki görevli kadın; Molivos 65 km, fakat birbuçuk saat çeker dedi. Gemiden inmemiz gecikmişti. Bu durumda Plomari, Uzo müzesi ve Eressos'u sildim. Müze gezmek yerine Uzo içerim dedim. Sigri'ye kıyamadım. Biraz daha dursun. Sonuç olarak Methimna'yı tek geçtik ve yola çıktık.

Yol gayet güzeldi ve her taraf zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Gemide ada hakkında bilgi veren rehber "git git her yer zeytin, başka bir şeyleri yok zavallıların" demişti!" Önce dalga mı geçiyor, ciddi mi söylüyor anlamadık. Gördük ki her yer gerçekten zeytin ağacı dolu, ama sadece zeytin var demek yanlış olur. Çınar, meşe, kestane ağaçları, çamlıklar adanın her tarafını kaplıyor. Uzo'sunun ünü de suyunun güzelliğinden dolayı. Daha ne olsun? Osmanlılar zamanında buraya boşuna "imparatorluğun bahçesi" denmemiş ya! Gene de zeytinin hakkını vermek lazım. Yılda elli bin ton zeytinyağı üretiyorlarmış. Bizim üretimimizi merak ettim; 2000-2005 ortalaması 120 bin tonmuş! Üreticiler ağaç sayısına göre hükümetten destek alıyorlar. Ağaç sayımı uçaktan yapıldığı için zeytinciler, boşlukları plastikağaçlarla doldurarak sayıları yüksek gösteriyorlarmış. Komşunun iflasının tek sebebi bu olmasa gerek. Anladığım diğer bir şey de Midilli bize ne kadar komşuysa, Yunanistan'a da o kadar komşu. Pek öyle anakarayla ilgileri yok. Nüfusları az, kaynakları bol. Bizi düşman bellemekten vazgeçseler, plastik ağaç numaralarına bile gerek kalmaz. Turizm diğer adaların biraz gerisinde kalmış ama potansiyeli fazla. Sadece Türkiye'den gelenler bile yeter. Şİmdiden Ayvalık'la arasında sıkı bir motor trafiği kurulmuş. Jale Tur bunlardan biri. O Jale bizim Jale değil tabii ki! Bir Ayvalık tatilinde tekneye atlayıp adaya geçmek için bir sürü sebep var. Örneğin Yunda (bizim Cunda) vaktiyle Midilli Sancağı'na bağlıymış. Ne yapayım tarihi, Osmanlıyı derseniz, Ata da Midilli rakısı içermiş! Sonra, "suyun öte yanı" vaziyetleri filan, daha ne olsun? Dahası şu ki; adanın "kötü kız" potansiyeli de bizim "kötüsever" milletimize cazip gelebilir. malum burası "Lesbos", iyi kızlar cennete giderken, kötü kızların gittiği yer!

Sappho, adanın güneybatısındaki Eressos'ta MÖ 612'de doğmuş. Ailesi muhtemelen politik bir nedenle Sicilya'ya sürülmüş. Sonra dönmüş, rahibe olmuş. Şiir yazmaya başlamış. Afrodit kültü dilini özgür kılmış. Adada bir kadın komünü kurmuş, Petra'da kızlara okul açmış. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren kadın homoseksüalitesi onun adıyla anılmış (Sapphic love, lesbian). Giderek bir Sappho modası başlamış. Şair olduğunu bilmeyen bile onu bu özelliğiyle bilmiş. Her yıl binlerce turist, çoğunluk kadın, buraları tavaf eder olmuş. Biz edemedik. Vaktimiz dardı, ilkönce Sapho'yu feda ettik. Demek ki biz cennete gidiyoruz.

Molivos yolunda önce Yera körfezinin kıyısından geçtik. Ardından bir iki ufak köy, kaplıcalar, Kalonya körfezinin tepesi, tuz gölü, Kaloni kasabası, bir iki manastır derken dağlar başladı. Döne döne çıktık, indik ve deniz gözüktü. Geçtiğimiz yolun kenarlarında sık sık, önlerine çiçekler bırakılmış minyatür şapeller gördük (Şapel isminden pek emin olamadım, rehberin yalancısıyım). Sorduğumuzda bunların yolda kaza geçirmiş kimselerin yakınları tarafından, kayıplarının anısına yapıldıklarını öğrendik. Tahmin etmiş, fakat bu kadar çok kaza olabileceğine ihtimal vermemiştik. Dağların bitiminde yol ikiye ayrıldı. Soldaki Anaxos üzerinden Sigri'ye giden yola sırtımızı dönüp sağa saptık.

Karşımızda Petra.

Daha Petra'yı görmeden, köyün ortasında bir kaya ve kayanın tepesindeki kiliseyi gördük. Kaya önemli, çünkü Petra kelimesi Yunanca kaya anlamına geliyor. Kasaba adını bu kayadan almış. Adalılar kayaya bir masal uyduramayınca, bari kiliseye uyduralım demişler. Malum, komşuda efsane bol! Gemisinde bir Meryem ana ikonu taşıyan bir kaptan, yolda bu ikonu kaybetmiş. Bu sulardan geçerken kayanın tepesinde bir ışık görmüş. Gitmiş bakmış ki; ikona orada duruyor. Bu mucizenin anısına oraya bir kilise inşa edilmiş. Yıl 1740 filan. Yani oldukça yeni. Bu hikaye bana eşeğini önce kaybedip sonra bulduğuna sevinen garibi hatırlattı. Neyse, sonuçta kayanın kendisi kiliseden de hikayesinden de daha havalıydı. Dönüşte uğrarız deyip pas geçtik. Tahmin edeceğiniz gibi, dönüşte uğramadık. 114 basamağı tırmanacak vaktimiz yoktu. Yukarıdaki resimde ne görülüyorsa biz de onu gördük.

Beş dakika kadar sonra asıl hedefimiz Mithimna'ya (Molivos) geldik. Burası ortaçağda nasılsa, aynen öyle kalmış bir ortaçağ kasabası. Uzaktan panoraması çok muhteşem. Tepesinde eski bir kale, eteklerinde çok güzel plajlar ve kafeler var. zaten bu kafeler yüzünden başka yere gidemedik. iyi mi yoksa kötü mü oldu bilmiyorum, ama deniz kıyısında oturup pina colada içerken çok mutluyduk (başka bir şey içmiş olabiliriz, hatırlamadığım için bunu yazdım. İsmi çok havalı!). Önce kaleye çıkıp Edremit körfezini bu sefer de alt tarafından, yani güneyinden seyrettik... Adatepe'deki Zeus altarından bakarken "şurası da Midilli" dediğimiz yerdeydik! Kaleden aşağıya taş döşeli dar bir yoldan, Osmanlı çeşmeleri, taş evler, sardunyalar arasından dolana dolana indik. Sahildeki kafelerden birinde oturup soğuk birşeyler içmek için sabırsızlanıyorduk. En güzel müziğin geldiği kapıdan "Congas" kafeye girdik. Çok iyi bir tercih yapmışız. Tüm adalar içinde ayağımızı suya soktuğumuz tek yer burası oldu. Açık söylemek gerekirse bunu da sadece Jale yaptı.

Keyif anları bitmeden zamanımız bitti. Vapur gezilerinin en kötü tarafı belli bir saatte gemiye dönmek zorunda olmak. Bu durumda ne Petra'ya girebilirdik, ne de Sigri'ye gidebilirdik. Petra neyse ama Sigri'ye gidemediğime üzüldüm. Fosilleşmiş sekoya ağaçlarını göremeyecektim. Kendimi "20 milyon yıl beni beklemiş, biraz daha beklesin, tekrar gelirim" diye avuttum. Ayvalık'tan bir tekneye biner, 3-4 gün kalır, doyasıya gezerim dedim. Sigri ayırımını geçip Mitilini yoluna saptım.

Mitilini MÖ onuncu yüzyılda kurulmuş. Antik Yunan devrinden sonra çeşitli istilalar ve ardından Bizans ve mutlu Ceneviz dönemi geliyor. Özetle;

...while retaining Byzantine traditions (bu dönem Cenevizlilere denk düşüyor), the island enjoyed a second period of peace and prosperity at that time, before succumbing to the Turks in 1462 (bundan sonrası mafiş demek istiyor). Lesvos was liberated in 1912 (Balkan savaşı sonundaki oldu bitti olayı). After Asia Minor disaster (1922) many Greek refugees established themselves here.

Şehrin panoramasında en önemli yeri, Ayios Terapon kilisesi kaplıyor (Agios Ioannis Therapondas). Gayet fotojenik olan bu kilise, sabah saatlerinde deniz tarafından çekilen fotoğraflarda muhteşem gözüküyor. Gemi Limana girerken bunu farketmemiştim. Mitilini'ye döndüğümüzde de ışık durumu oldukça kötüydü. Klasik fotoğrafçı mazeretleri gibi gözükebilir, ama ne yazık ki durum böyle. Kilise antik Asklepion tapınağının bulunduğu yere yapılmış. Demek ki antik kalıntıları temel taşı yapma alışkanlığı onlarda da varmış. Kordon boyundaki güzel yapılar genellikle 19. yüzyılda ve 20.yüzyıl başında yapılmış. Hemen hepsinin alt katları kafe ve restorana dönüşmüş.

Gemiden indiğimizde, liman çıkışında bekleyen iki çocuk elimize Türkçe bir kağıt parçası tutuşturmuştu. Bu broşürü "eski çarşı derneği" hazırlamış. Salvarli semtindeki sergi, hamam ve mağazaları tanıtan kağıdı akşam dönüş yolunda okuduk. Gideriz dedik ama buna da gidemedik. Çarşı 18:00'de kapanıyormuş! Kalenin etrafında arabayla turlayıp, şehrin liman dışındaki sahilini dolaştık. Kale fazla büyük değil. Beşyüzlü yıllarda Jüstinyen'in başladığı inşaatı 1373'te Cenevizliler bitirmiş. Şimdilerde içi kültürel etkinlikler için kullanılıyormuş. Önünde de güzel çamlık bölge ve bir halk plajı vardı. Kaleyi ve amfi tiyatroyu geçtikten sonra, bakımsız, köhne evler, konak kalıntıları önünden bir kaç km kuzeye doğru gidip geri döndük. Limanın arka taraflarındaki meşhur çarşı bölgesini (Ormos Ermon) başarıyla bulduk. Tahmin edeceğiniz gibi bütün dükkanlar kapalıydı. Yolun diğer ucunda Terapon kilisesi vardı. Önünden geçip tekrar sahil yoluna çıktık. Bir kafede oturmaya bile vaktimiz kalmadı. Biraz güvercin kovalayıp, gemimize döndük.


MİKONOS
2 Ağustos 2011


Burası tanıtım kitapçıklarında en kısa yazılan, fakat gemilerin en uzun kaldıkları Yunan adası. Adını Apollo'nun torunu Mykons'tan almış. Kiklad (Cyclades) adalarından birisi, jet sosyetenin favorisi.



Salı günü sabah saat 08:00'de Mykonos limanındayız. Yarın sabah 5'e kadar burada kalacağız. Görülecek fazla birşey olduğundan değil, gece eğlencelerine bar sefalarına karışmak için. Liman kasabanın 3 km kadar dışında, yürüme mesafesinde. Ayrıca limandan otobüsler kalkıyor. Geminin servisiyle giderseniz 10 Euro, otobüsle giderseniz 1,60 ödüyorsunuz.

Burası Bodrum'un bir başka türlüsü. Beyaz evler, mavi boyalı pencereler, her renkten begonviller, sardunyalar, dar ve karışık sokaklar, tepelerde yeldeğirmenleri ile oldukça aşina bir ortamdayız. Kendi nüfusu anca 9000 kişi kadar. Ama o kadar çok turist var ki, sokaklarda ilerlemek mümkün değil. Limanda bizimkinden başka 4 büyük gemi daha vardı. Kalabalığın bir sebebi de bu. Gemiler yaklaşık aynı zamanlarda yolcularını indiriyor. Sokaklarda yalnız insan olsa iyi. Bebek arabaları, kamyonetler, yük arabaları, ne ararsanız var. Kafeler, bar ve restoranlar cıvıl cıvıl insan dolu. Ada gündüz ailelere mahsus, geceleri kötü kızlara. Gece yarısına doğru ortalıktaki tipler yavaş yavaş değişiyor. En popüler mekanları "Paradise Beach". Geceyarısına doğru kasabanın arkalarından cennete (!) servis otobüsleri kalkıyor.

Adada fiyatlar biraz pahalı. Pahalı mücevher, incik boncuk satan yerler, resim galerileri, el işi sergileri "kalite satarız, paramızı da alırız" havalarında. Ayrıca burası jet sosyetenin (!) favori mekanı! Jet, ne demekse?
Mikonos'ta bizi çarmıha gerilmiş ahtapotlar karşıladı. Bu zavallılar için "ahtapot hakları mahkemeleri" kurulmalı! Doğada en fazla işkence edilen hayvanlar bunlar olsa gerek. Kimi kayalara çarpıyor, kimi güneşe asıyor! Thera'nın katırları hallerine şükretmeli. Ahtapotlar; (muhtemelen) yesinler de bu işkence bitsin diye inliyor. Vicdan denen şey balık hafızalıdır, genellikle azabı kısa sürer. Hepimizin aklından aynı şey geçti; gitsek de bir ahtapot yesek!

Kasabada şöyle bir tur atıp, güzel bir restoran bulduk. Begonvillerin sardığı bir masada oturup, keyifle biralarımızı içtik. Sonra kasabanın arka sokaklarına daldık, biraz yüksekçe bir yerdeki yel değirmenine ulaştık. Rüzgardan uçmamaya çalışarak altımızdaki kasabayı seyrettik. Sonra kıyıya indik. Yolda Petrus ile tanıştık. Petrus bey, doğduğundan beri Mikonos sokaklarında dolaşan bir pelikan. Tek tek dükkanlara uğrayıp esnafla yarenlik ediyor. Favori mekanı sahildeki kafeler. O insanlara, insanlar ona alışmış. Gelen geçen başını okşuyor, ağzına birşeyler atıyor. Petrus adeta adanın maskotu olmuş. Her tarafta onun resimlerini ve biblolarını görmek mümkün. Biraz da Petrus'un arkasından yürüdükten sonra sahile, "Little Venice" denen yere geldik.

"Küçük Venedik" tanımına ancak "fifty-fifty" doğru derim. O da "little" kısmı için! 7-8 tane yalıya Venedik demek biraz fazla abartılı olmuş. Fakat abartısız, Mikonos'un en sevilen yeri burası. Bu evlerin 4-5 tanesinin altında kafeler var. Gece-gündüz insan kaynıyor. Belki onlar da kıyıya vuran dalgalarla ıslandıkça, bu oyuna kendilerini kaptırıp, "Venediğe gitmiş kadar olduk" diyorlardır. Halbuki ortada ne bir gondol var, ne de bir kilise. Mikonos'ta satılan kartpostalların çoğunda buranın fotoğrafı var. Sonra sahildeki yel değirmenleri, Petrus ve sokak fotoğrafları geliyor. Sokak taşları çok tipik bir şekilde boyanmış. Sokağa masa çıkaran her kafenin önünde oraya özel boyanmış bir alan var. Masalar bu sınırı aşmıyor. Yayaların geçtiği kısımlarda boyama şekli bundan biraz daha farklı. Farkı yaratan beyaz boyalarla çizilen dairelerin boyutları ve şekli. Karşıdan bakınca çok hoş ve estetik duruyor. Beyoğlu belediyesine duyurulur!

Küçük Venedik bizim de epeyce vakit geçirdiğimiz bir yer oldu. Gündüz "Veranda" kafenin alt katında, denize sıfır bir setin üzerinde biralarımızı yudumladık. Tuscer, Klimanjaro ve Mosi'den sonra Mythos'u da tatmış olduk (favorim Tuscer). Gecesinde dönüp dolaşıp gene aynı yere geldik. Biraz yana kayıp, "Sunset" barın sandalyelerinde demlendik. Gündüzden farkı kalabalığın ve müzik sesinin istiap haddinde oluşuydu


SANTORİNİ (THERA)
3 Ağustos 2011

Santorini hakkında en çok yazılan Yunan adası. Başlı başına bir efsane! Adalar içinde en heyecan verici olan. Tarihteki ilk isimleri Kalliste (en güzel), Strongyle (yuvarlak olan) ve Thera olarak geçiyor. Thera'nın ne anlama geldiğini pek anlayamadım. Bazı Budist rahiplere verilen yüceltici bir san olduğuna dair bir şeyler okudum. Pek emin olamadım. Gerçekten buna benzer bir kelime kullanıyorlarsa, en azından Yunanca değildir. Ayrıca kelime Budistler için doğru olabilir, ama bir Ege adasına bu ismi vermek kimin aklına gelir? Derken, ne alaka diyeceksiniz, (geziden 3 ay sonra) Gümüşhane ili hakkında birşeyler okurken, burada daha önceleri (MÖ 700) İyonya'lıların yerleştiğini ve şehre Thera adını verdiklerini öğrendim (Haydaa!!). O kaynakta Thera'nın anlamı "gate, doorway" olarak yazılmış. Kapı, giriş yolu, geçit diye tercüme edilebilir. Kutsal Wiki kaynaklarında da aynı bilgi var. Yunanca yazılışı bile aynı (Θήρα)! Eğer bu bilgi doğruysa "nereye giriş? sorusu akla geliyor. Atlantis'e filan mı? Yoksa sadece şeklinden dolayı verilen bir isim mi? Görüyorsunuz ki bu sularda her şeyin arkasında bir gizem aramak mümkün. Mit, gizem, masal, palavra, artık size hangisi uyarsa... Uzatmadan (!) konumuza dönelim; Santorini adı 13. yüzyılda Saint Irene'ye atfen verilmiş. Ondokuzuncu yüzyıldan beri de resmi adı Thera. Fakat Santorini ismi daha popüler. Bizimkiler de adaya vaktiyle "Santoron" veya "Santurin" diyorlarmış.

Thera'ya ilgim Marduk'la başladı. Feyza arkadaşımın kanıma girmesiyle okuduğum bu kitap bir anda başucu kitabım haline geldi. Arkasından (doğal olarak) Zecharia Sitchin amcaya merak sardım. O olmasaydı Halep ve Baalbeck gezilerim çok yavan geçecekti (Bakınız; Suriye ve Lübnan gezileri). Çoğu yerde kendimi frenlediğim halde, epeyce ukalalık yapma fırsatı buldum. Şimdi bakıyorum da gezilerimin akışı da Zecharia amcanınkine uymaya başlamış. Seyahatname 2010, 2011 derken "Dünya tarihçesi keşif seferleri" İlhan versiyonu yazılmaktaymış. Mısır ve Girit'e de uğradığıma göre, sırada Meksika ve Kudüs var demektir. Allah allah, taammüden seyahat mi ne? Belki de tanrılar öyle istedi. Malum, buralarda tanrıların parmak, pardon burun sokmadığı hiçbir olay yok.



Midilli anakaraya çok yakındı. Gözümüzün bir kenarı hep doğuya dönüktü. Denize yeni yeni alışıyorduk. Mikonos'u hep Bodrum'la kıyasladık. Sonra karayla ilgimiz koptu. Doğu-batı birbirine karıştı. Eski denizciler gibi güneş ve yıldızlarla baş başa kaldık. Gece kuzey yıldızı arkamızdaydı. Ortalık ışırken güneşe doğru döndük. Önümüzde bir yerde bir ada olmalıydı. Geçtiğimiz her adadan daha farklı bir ada. Adı Thera. Thera dışında herşey beynimin labirentlerinde kayboldu... Geminin baş tarafında, küpeşteye yaslanmış denize bakıyorum. Tanrı Hypnos'un düşleri sulardan yükselip etrafımı sarıyor. Zaman anlamını yitiriyor... Tarih henüz yazılmaya başlanmamış. Yıl 9000, belki de 10000. Binlerin önemi yok. İsa henüz doğmamış. Altımda, altımdaki suyun altında Atlantis var. Bildiğimden değil, o öyle demiş ya, Solon'un yalancısıyım. O da Mısırlı rahiplerin yalancısıymış. Dalgalar geminin burnundan ikiye bölünüp yavaşça arkaya doğru kayıyor. Zaman dalgalardan daha hızlı akıyor. Yıl 1450. 1500 de olabilir. İsa hala yok. İleride Thera'yı görüyorum. Sonra göremiyorum. Her taraf toz duman, gökten kül yağıyor. Thera patlıyor. Tanrılar gazaba gelmiş. Minos uygarlığı sizlere ömür. Tanrılar ne derse o olur! Uzakta Mısır, henüz Mısır değil, Kemet. Ama biz Mısır diyelim. Onlar da kendi tanrılarıyla bozuşmuş. Musa'nın tanrısı daha insaflı. Musa Mısır'dan çıkamazsa On emri kime verecek? Önümde dalgalar yükseliyor. Bunlar daha büyüyecek, büyüyüp tsunami olacak, Mısır'a kadar gidip Musa'yı kurtaracak! Gemi ilerliyor. Az önce çöken kratere girdik. Ortada bir ada oluştu. Tepesi hala tütüyor. Kraterde ilerliyoruz. Karşımızda dik bir yar var. neredeyse 1500 metre, dimdik bir uçurum. Arkası adanın çökmeden kurtulan parçası. Gemi kıyının 200 metre kadar açığında demirledi. Tam öğle üzeri. Biz uçurumun altındayız. Tepesinde, uçurumun tam tepesinde evler var. Beyaza boyanmış kübik evler, mavi kubbeli kiliseler, şapeller... Yıl 2011, Ağustos'un üçü... Santorini'deyiz.



Bizim turcular bu adayı gezdirmek için de adambaşı 60 Eu fiyat koymuşlar. Şöyle bir bakınca adanın her tarafı gözüküyor. Yürüyerek bile gezeriz deyip turcuları yolcu ettik. Bize gözdağı vermek için olsa gerek, yukarı çıkan merdivenlerin 400 basamak olup, ne kadar yorucu olduğunu, katırların bile zor çıktığını, teleferik kuyruğunun saatlerce bitmediğini anlattılar. Gerçekten de adaya yanaşırken bizden önce gelmiş 7-8 gemi daha görmüştük. Baş rehber (biraz yumuşak olur!) son koz olarak yollardaki katır pisliklerini ve kötü kokuları kullandı. Ne bunlar, ne de pisliğe basıp bir tarafımızı kırma ihtimali bizi caydırabildi. Tur almayacaktık. Gemiye filikalar yanaştı. Önce kadınlar ve çocuklar değil, 60 Eu ödeyenler bindi. Biz beleşçiler, sonraki filikalara bindirildik. Sonrası çok kolay oldu. Karaya çıktık. Hiç kuyruk yoktu. Teleferik hemen geldi. Kolayca bindik ve yükselmeye başladık. Üç dakika sonra Fira (Phira) kasabasının ortasındaydık. Bu sırada rehberler, muhtemelen, tur yolcularına bizim yollarda nasıl rezil olacağımızı anlatıyorlardı.

Evet, Santorini gerçekten güzel ve heyecan verici bir ada. Gidin ve Firon iskelesinden karaya çıkın. Athinios iskelesi ada merkezine uzak kalıyor. Merkeze uzak, fakat Akrotiri'ye yakın. Otobüs turları ve otomobil kiralayanlar için doğru seçim. Adayı tabanvayla keşfetmek isteyenler için (bunlar biz oluyoruz) hedef Firon iskelesi. İskelede turistik bir-iki basit dükkan, teleferik durağı ve insanları yukarıya taşımak için bekleyen katırlar var. Bence katırlara kıymayın. 400 basamak merdiveni katır sırtında çıkmanın hiçbir eğlencesi yok. 4 Eu verip teleferiğe binin. İneceğiniz yer kasabanın tam göbeği. Vaktiniz varsa hemen sağ taraftaki, uçuruma sarkmış kafede bir kahve için. Sonra aylak aylak etrafı dolaşın. Adanın en güneyinde, büyük patlamadan hatıra, Akrotiri kalıntıları var. Meraklısına not; burada geç neolitik dönem (MÖ 4000 filan) ve bronz çağı denen dönemden, ayrıca Minoan uygarlığından izler bulunmuş. Sonrası Pompei durumları... Zaten Atlantis mi? soruları bu bulgulardan sonra sorulmuş. Biz bu bölgeye gitmedik. Fira'yı 15-20 dakikada turlayıp kuzeye yöneldik. Sizde öyle yapın. Mutlaka, ama mutlaka kıyıdan kıyıdan (deniz değil, uçurum kıyısı!) kuzeye doğru yürüyün. İster fotoğraf çekin, ister kenardaki alçak duvarlara yaslanıp manzarayı seyredin. Ağır aksak yürüyüşle 20-30 dakika sonra Firostefani'ye geleceksiniz. Bir mola verme zamanı. Galini Kafe sizi bekliyor. Etrafta son derece pahalı oteller var. Biz akşama döneceğimiz için bizi ilgilendirmez, ama sizi ilgilendirebilir. Ben İkastikies diye bir yeri gözüme kestirdim. Neden derseniz, kapıdaki amblemini sevdim!

Kafede deminizi aldıktan sonra bir arka sokağa geçin. Birazdan otobüs gelecek. 1,60 Eu, ver elini Oia! 10 dakika sonra adanın en fotojenik köşesindesiniz. Hani şu her ada tanıtımında görülen, mavi kubbeli şapellerin olduğu yer. Burası adanın olmazsa olmazı. Dönüş vaktine kadar burada kalın. En az Japonlar kadar tadını çıkarın. Sonrası malum, artık öğrendiniz, aynı yoldan tornistan...

RODOS
4 Ağustos 2011


Rodos'a doğru yol alırken kesin kararımı verdim. Limanda indikten sonra Rodos şehri dışında hiçbir yere gitmeyecektim. Ne araba kiralamak, ne müze, ne de uzun yürüyüşler... Turist gibi değil, emekli bir Rodos'lunun yaptığı gibi bir Rodos günü geçirecektim. Bunu açıkladığımda bizimkiler itiraz eder gibi oldu, hepsi o kadar. Limanda ayrıldık.

Şehrin etrafı surlarla çevrili. Romalılar, Makedonyalılar, araplar, persler, haçlılar, korsanlar derken adayı çiğnemeyen kalmamış. Kudüsten dönen tapınak şövalyeleri, bakmışlar ki her tarafa yakın, adayı mesken etmişler. Tevellüt 1300 filan. Birisinin aklına kale yaptırmak gelmiş. Ondan sonrası, Rodos'lulara göre "prosperity" dönemi. Sözlükte ne kadar karşılığı varsa hepsi bu döneme ait. Until 1522 when they succumbed to the Turks... Bu da şahsen Sülüman dönemi oluyor. Gerisini diziden izlersiniz.

Bu tapınak şövalyesi adı pek havalı. Aslı "Kudüs'ün St John şövalyeleri". Malta şövalyeleri de bunların akrabaları. Adalılar halen bu şövalyelerin mirasını yiyor. Ben de o dönemi hikaye eden bir çizgi roman aldım. Zırh taşımaktan daha kolay! İşte şehri çevreleyen surlar bu mirasın en somut parçası. Limanın hemen yanı başındaki ilk kapıdan girdim. Kapının resmi adı "Panagias". Vatandaşa göre, ismi lazım değil "Bakire" kapısıymış. Sebebi biraz ileride kasabanın bakiresinin kilisesi (Virgin of the Burgh) olması. Önü turist kaynıyor. Kale içinde başka bir kale içi daha var. İçtekini Bizanslılar yapmış. İki surun arasında, güneşli bir günde, güneş tanrısı Helios'un şehrindeyim. Emekli bir Rodos'lu ne yapar? Suriçi tam ona göredir. Evi eski şehirde de olsa, surların dışındaki yeni kısımda da olsa, hayat surların içindedir. Arkadaşları da... Surları anca şöyle bir limanı gezeyim, "Colossus" yerine geri dönmüş mü bakayım diye geçer. Bakar ki heykelin kaidesi üzerinde geyik heykellerinden başka bir şey yok, geri döner. Eh, ne de olsa yedi harikadan biri, kontrol etmek lazım. Bu kontrol de ayda yılda bir ancak yapılır. Hakikaten var mıydı yok muydu, bu da ayrı konu.

Emekli adamın rutini kahveye gitmektir. Evinden çıkar, değişiklik olsun diye her gün başka bir sokaktan geçip, bir meydan kahvesine gider oturur. Ben de öyle yaptım. Sokak arasındaki Minos kahvesi tenhaydı. Ömer'in fırınını, Pizanias taverna ve kafesini geçtim. Kafenin üstünü tamamen örten muhteşem "Fiscus" ağacını seyrettim. Soykırım anıtının bulunduğu meydana geldim. Kos ve Rodos yahudileri için "vah vah" deyip, kafelerde tanıdık birisi var mı diye baktım. Varsa da vazgeçtim. Devamlı anıta bakıp iç karartmaya gerek yok. Şaşkın turistleri görmek için Sofokleous Caddesini geçip Hipokrat meydanına gitmek, ya da Sokratous Caddesinden geçmek lazım. Burası vaktiyle rum, musevi ve türklerin birlikte yaşadığı Hora bölgesi. Sokrat'ın üst tarafında Süleymaniye camisi ve karşısında İslam kütüphanesi var. Buraya kadar gelince Şövalyeler caddesi ve Auvergne Sövalyeleri'nin sarayı da yakın ama her gün de gidilmez ya! Buraları turistlere daha çok uyar. Aşağısında da okumuş çocuklar için Arkeoloji müzesi var. Ben en çok Hipokrat meydanını ve ortasındaki baykuşlu çeşmeyi severim. En çok da çeşmeden su içen güvercinleri seyretmeyi...

Jale'ler otobüsle güneydeki Lyndos'a kadar gidip akşama doğru, turşu şeklinde döndüler. Telefon kullanmaya gerek kalmadı. Döndüler ve önüme kadar geldiler. Ne de olsa Rodos'a gelen her turistin önünden geçtiği Felicita kafedeydim.

GİRİT
5 Ağustos 2011

İsimlerin sırası tarihini de (geriye doğru) özetliyor; Yunan Creta, Kriti, Osmanlı Girit, Venedik Candia, Doğu Roma Chandax, Chandakas, Arap Agritish veya Igritish, rabd al-handaq... Aslında, 130000 yıl öncesinden, paleolitik dönemden bile kalıntılar var. İsmi bilinnen en eski yer neolitik dönemden Knossos (MÖ 7.Yüzyıl). Sonra Minoan uygarlığı geliyor (MÖ 2700-1400). Sonra da Yunan anakarasından gelen Miken uygarlığı... Bu dönemde bilinen en eski Yunan yazı örnekleri Knossos'ta bulunmuş. Sonrası Romalılara kadar uzanıyor. Roma-bizans-arap-tekrar bizans-Venedik ve Osmanlı...

Gece boyuna batıya doğru seyredip, sabah Girit'e, başkent Iraklio'ya (Heraklion) yanaşacağız. Niyetimiz bir araba kiralayıp Retimnon'a (Resmo) gitmek, vakit kalırsa Hanya'ya geçmek, Hanya'yı Konya'yı görmek...

Bu arada Knossos güme gidecek. Derken Hanya da güme gitti. Vakti ayarlayamadık. Başka bir deyişle Resmo çok vaktimizi aldı. Daha da doğrusu Resmo'yu o kadar sevdik ki ayrılamadık. Resimlerine bakınca iki kasaba da birbirine oldukça benziyor. Bu beni biraz avuttu.

Girit, ne vesileyle hatırlamıyorum, hafızamda babamın anlattığı bir anekdotla yer etmiş. "Tirit, fetholundu Girit" Ada uzun yıllar fetholunamayınca padişahlardan kim varsa bir daha Girit ismini duymak istemediğini söylemiş. Birinci İbrahim de, deli ya, kim Girit derse kafası uçurula demiş. Bu arada leventler padişaha çaktırmadan adayı almışlar. Yıl 1645. Fakat kim haber verecek? Vezirleri bir korku almış. İçlerinden birisi ben söylerim demiş. Aşcıya tirit yemeği yaptırtmış. Padişah önüne gelen tirit'i çok sevmiş. Sever ya. Nedir bu yemek? diye sormuş. Vezir cevabı yapıştırmış; Tirit, fetholundu Girit! Aslında bu sırada Giritin tamamı Osmanlının değilmiş. Kandiye kalesi ancak 1669'da, İbrahim'in oğlu Avcı Mehmet zamanında, Köprülü Fazıl Ahmet paşa tarafından alınabilmiş. Bunu neden yazdım? Bu da Hanya-Konya meselesi ile ilgili!

Bu terim; ısrarla yapılmak istenen bir iş olumsuz sonuçlandığında, gördün işte, başına neler geldi anlamına kullanılan bir deyiş. "Hanyayı Konyayı gördün işte" gibi kullanılıyor. Konya ile Hanya'nın nasıl bir araya geldiği hakkında rivayet muhtelif. Birilerine göre Girit'in Hanya'sına ilk yerleşenler Konya'lı Bektaşiler. Laf bir şekilde onlardan türemiş. Birilerine göre de deyişte adı geçen Konya, aslında Kandiye, yani Heraklion şehri. Burada bana babamın anlattığı anekdotla bir kesişme var: Kandiye ve Hanya uzun uğraşlara rağmen alınmayınca, gördün mü sonunda hanyayı kandiyeyi, çok ısrar ettin bak başına neler geldi" anlamında kullanılmış. Bu şehirler Osmanlı zamanında sürgün mekanları olduğundan içinde biraz da tehdit unsuru taşımakta. Kelimeleri bu şekilde anlamlandırma çabası bana "hoşmerim" tatlısını hatırlattı. Yorumsuz...

...'ye yolculuk eden savaşcıların hikayesidir bu...

Gelelim Knossos'a! Gelemediğimiz Knossos'a... Burası da bana Zecharia Sitchin amcamın emaneti. Bu amca Herakliondaki Kandia müzesine, savaşcılar, atlı arabalar ve fantastik varlıklar üzerinde uçan rokete benzer bir şeyi gösteren bir mührü aramaya gitmiş, bulamamış. Ona Atina'da olduğu söylenmiş. Aynı müzede Phaestos şehrinde bulunan bir disk sergilenmekte. Bu diskteki yazılar bilinmiyen bir dille yazılmış. MÖ 1700-1500'e tarihleniyor. Kile yazım şekli, o zamanlar kullanılan oyma veya çizme yöntemi değil, Gütenberg'in basma harf yöntemine benziyormuş. Araştırmacılar bu diskin başka bir yerden Girit'e geldiğine inanıyor. Fakat nereden gelmiş, hangi dille yazılmış, belli değil. Diskte dikkatini çeken, sorguçlu miğfer giyen bir savaşcı başı! Benzer şekil, eski Mısır'dada III Ramses zamanından kalan duvar resimlerinde ve Meksika'da, Chichen Itza'daki Maya kalıntılarında da varmış! Ayrıca Sitchin, Phaestos'taki kalıntılarda rastladığı bazı sembollerin, ne meşhur Lineer A ne de B yazılarına benzediğini, aksine Minoas uygarlığından önce, Sümerlerde kullanılan sembollere benzediğini iddia etmekte...

Biz oralara gitsek bu paragraftaki gizemli şeyleri bulamayacağımız kesindi. Phaestos diski de zaten malum. Mühür de yok. Saklıyor da olabilirler. Demek ki Knossos'u da bir başka bahara bırakabiliriz. Bu konuların benden başkasını heyecanlandırdığı da yok zaten.


Heraklion'da arabamız bir Polo'ydu. Resmo'ya Ayşe'yle gidip Zeynep'le döndük. Çok düzgün, hafif inişli çıkışlı, güzel manzaralı, fazla kalabalık olmayan bir yol. Gene de Resmo'ya varışımız 2 saate yakın sürdü. Bizdekiler gibi, yeni yapılan kısımları karmakarışık, eski şehir merkezi çok güzel bir sahil kasabası. Küçük bir limanı, limanın kıyısında balıkçı lokantaları, ve geride eski şehir merkezi var. Biz turlardan önce vardığımız için fazla kalabalık değildi. Yedi kardeşin işlettiği güzel bir balıkçı lokantası bulduk (Seven brothers familiy cafe taverna). Ahtapot, kalamar, barbunya, mezeler, biraz da uzo ile keyifli bir yemek yedik. Özellikle kalamar müthişti. Ahtapot da barbunya da çok güzel hazırlanmış, Ayhan Sicimoğlu'na layık kıvamdaydı. Tabi bize de. Yemekten sonra kızlardan ayrılıp (yoksa onlar mı bizden ayrıldı?) kasabaya daldık. İçeri kısımlarda Castelo gibi güzel tavernalar, La Strada ve Avli (favorim) gibi zevkli oteller var. Bir kaç günlük Girit gezisinde kalınabilecek yerler. Venedik ve Türk evleri, Küçük Mustafa Pasa Camii, Veli Pasa Camii, Arimonti Çesmesi derken yarım saatte bitti. Tekrar limana döndük. Bizimle aynı zamanda kalyon taklidi bir turistik gemi de limana girdi. Taklit dediysem cidiye almayın. Kötü bir taklit. Fotoğraf filan derken vaktimiz doldu. Biraz da İraklion'da vakit geçirelim diye Resmo'dan ayrıldık.

Arabayı, söz verdiğimiz saatten biraz geç kalarak saat 7 gibi teslim ettik. 2 saat vaktimiz kalmıştı. Ana caddede bir yürüyüş, bir kafede soda molası ve aynı yoldan geriye dönüş. Geride bıraktığıma üzüldüğüm ikinci yer oldu Girit. Birincisi Midilli'ydi. Bunu güzellik açısından söylemiyorum. Görülmeye değer köşeleri açısından söylüyorum. Belki de bir sene sonra ayrıntıları unutur, Girit'i de gördüm, çok güzeldi der geçerim...



ATİNA
6 Ağustos 2011


Cumartesi sabah Atina'dayız. Gezinin en sıkışık programı burada. Pire limanı yerine, çok kalabalık oluyor, liman işlemleri uzuyor diye, Lavrion limanında duracakmışız. Burası Atina'ya 70 km. mesafede bir liman şehri. Ne yapalım, etrafı da görürüz dedik (sanki başka bir şey yapabilir mişiz gibi..).

Otobüsler sabah sekiz gibi yola çıktı. 9'da Atina'daydık. Şehri şöyle boydan boya geçip Akropol'e yöneldik. Hemen hemen tüm binalar balkonlu, balkonlar çiçekli, hatta ağaçlı. terasları söylemeye gerek yok, ful yeşillik. Caddeler çok geniş değil ama yeterli, refüjler özellikle yeşil. Tramvay hatlarının çevresi bile yeşil. Hep aksi şeyler duyduğumuz halde, bizim ilk intibamız çok düzgün bir şehir olduğu şeklinde...

Zeus tapınağını dolanıp Akropole doğru yükseldik. Akropol, yukarıda olan demek. Attike ovasının ortasında 152 metre yüksekliğinde bir kayalık. MÖ 3000lerde bile üzerinde yerleşim varmış. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi daha çok saraylar filan. Sonra Athena tapınağı yapılmış. Pers'ler buralara gelip tapınağı yıkınca Parthenon yapılmış. MÖ 480'lerden itibaren, Perikles zamanından başlayarak şimdi gördüğümüz hale gelmiş. Burası Athena'nın tapınağı ve Atina demokrasisinin sembolü. Eskiden orta yerinde fildişi ve altından yapılmış büyük bir Athena heykeli de varmış. Şimdi nerede olduğu bilinmiyor. Bizimkiler burayı önce cami sonra, hangi akla hizmet, cephanelik olarak kullanmışlar. 1687'de Venedikliler bombalamış. Tabii ki yıkıntıların vebali de bizim sırtımızda kalmış. Allahtan hırsız değiliz. Hırsızlık kısmı İngiliz tekelinde. İngilizler "yeriniz dar" diyerek, buradan götürdükleri eserleri geri vermiyormuş.

Akropole çıkmak zor olmadı. Kalabalığa karışıp herkesin gitttiği yere gittik. Parthenon'u dışarıdan seyrettik. Yine Athena için yapılan ikinci büyük tapınak Erekhtheion'u gördük. Rehberler buraya çok iyi çalışmışlar. Eski hali yeni hali, şöyleydi böyleydi derken iyice öğrendik. Bayrak direğinin altındaki platformdan aziz(!) Atina şehrini seyrettik. Japonların fotoğraf atraksiyonlarını izledik. Evde çalışırız diye kitaplarımızı da aldık ve geri döndük. Otobüslere giden yolda emekli bir Efsun askeriyle karşılaştım. Yukarıya çıkarken de görmüştüm ama fotoğraf çekmeye niyetlenince sırtını dönmüştü. Bu sefer 2 Euro'ya anlaştık. İki emekli asker olarak helalleştik. Bilseydim askerliklerimi giyerdim.
Otobüsten iki sefer daha indik. Birisi Stadyum'un önündeydi. Orada neden bu kadar vakit harcadığımızı hiçbirimiz anlamadık. Sonraki durak parlemento binasıydı. Binadan çok nöbet tutan, Efsun kıyafeti giymiş askerler ilgimizi çekti. Zavallı çocuk burnunu gıdıklıyan saçını bile çekemiyordu. Tekrar otobüse binip bir alttaki sokaktan geri döndük. Çok güzel binaların önünden geçtik. Bu sokakta mola vermek, stadyum molasından daha iyi olabilirdi. Sonra sahil yolundan ver elini Lavrion...

Limandan saat üçte hareket etmemiz gerekiyordu, fakat edemedik. Kaptana fırtına bilgisi gelmiş. Akşam 6'ya kadar limanda bekledik. Sonra denize açıldık. Hedef; İstanbul..

Özetle, gezimiz çok güzel geçti. Atina seferi dışında geminin rutin turlarını almamakla akıllılık etmişiz. Sadece Girit için aksini düşünüyorum. Yukarıda Girit'i yazarken bahsettiğim eksiklik duygusu zamanı iyi ayarlıyamadığımız için oldu. Rehberli tur bu bakımdan daha iyi olabilirdi. Dönüş yolu fırtına haberlerine rağmen sallantısız geçti. Havuzun etrafında keyifli dakikalar geçirdik. Sevgili gönülçelen'in doğum günü dansı gezinin unutulmaz anıları arasına girdi. Adam aslında göbekli, tombul bir Azeri vatandaş. Gönülçelen benim ona verdiğim isim. Kendini kaptırıp muhteşem bir Roman havası oynadı. Gönülçelen parçası onun favorisiydi, bizim de favorimiz oldu. Hergün akşam, saat altıya kadar herşey bedava diye bol bol bira içtik. Altıya bir dakika kala bira-votka ne bulursak yedekledik. Akşamüstleri kıç tarafında küpeşteye dayanıp saatlerce denizi seyrettik. Güneşin dalgaların üzerinden batışını izledik. Son gece Çanakkale'den karanlıkta geçtik. Anıtı görme şansımız olmadı. İstanbul'a girişimiz öğleyi buldu. Karaköy'e yanaşırken hepimiz hafifçe yorgun, fakat oldukça mutluyduk.