insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ekim 2018 Cumartesi

KINAMA


Dr. Edip Kürklü, anımsadığım ilk kurban! Uzmanlık eğitimimin ilk dönemini geçirdiğim İstanbul Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde, bu değerli kalp cerrahının sevgili eşi Dr. Sema Kürklü ile tanışma mutluluğuna erişmiştim. "Hunhar" diye bir tanım varsa o cinayetin adıdır.

Camia olarak bu üzüntüyü paylaşırken "Son olsun" demek aklımıza gelmemişti, çünkü daha önce değil öldürmek, doktorlara en ufak bir saygısızlık yapmak bile kimsenin aklından geçmezdi. 

Fakat son olmadı...

Hunhar cinayetler devam etti ve giderek sıklaştı. 
Dr. Göksel Kalaycı
Dr. Cengiz Çetin
Dr. Ali Menekşe
Dr. Tolga Erdem
Dr. Ersin Aslan
Dr. Mustafa Bilgiç
Dr. Kamil Furtun
Dr. Fikret Hacıosman aklıma gelen, veya aklımdan çıkmayan diğerleri... Kendilerini saygıyla anıyorum.
Öldürülenler dışında son 6 yılda kayıtlara geçmiş 68000 şiddet olgusu bildiriliyor. Kayıtlara geçmeyenler en az 3 mislidir, şiddetten sayılmayan taciz olayları hariç...  Yanlış asansöre bindikleri için kendilerini uyaran bir doktoru döverek bacağını kıran vahşilerin varlığını biliyorum.

Ve de intiharlar...

Dr. Melike Erdem 2012 yılında çalıştığı hastanenin çatısından atlayarak intihar etti. Son mesajı "dayanamıyorum..." olmuştu. Başhekimlikten gönderilen savunma istemini kasılmış parmakların arasından zor aldılar.  Aslında bu bir intihar değil cinayetti ve asıl suçluyu kör balıkçı bile görmüştü. 

SABİM terör hattı cinayetle ilgisini reddetti. Sağlık hizmetinin değerinin kağıt üzerindeki rakamlarla gösterilemeyeceğini kimse fark etmedi. Sağlıkçılar modern kölelerdi ve efendi ne derse o olacaktı. Son üç yılda hekim, hemşire ve diğer personel dahil 341 sağlık emekçisinin intihar etmiş olması kapitalist düzen içinde münferit olaylardı. 
Yazıklar olsun! 
Olayların bir de başka yüzü var. Başka diyorum, çünkü bir sıfatla pekiştirmek, bu insanlara karşı öfke yaratmak gibi bir niyetim yok. Bence asıl vahim olan, çevremizde bu şiddet olaylarını haklı bulan, doktorlara da ağızlarının payını vermek gerekliliği düşünen ve bunu açık açık ifade eden insanlar bulunması ve bu kişilerin pek de azımsanmayacak sayıda olması...
İnsanları bu kadar pervasız yapansa sosyal medyanın ta kendisi! 
Yüz yüze söylenemeyecek sözlere, edilmeyecek küfürlere aracı olan sosyal medya!
Ve bu sosyal medya ortamında; kendi sanal aleminde yaşayan, kim bilir hangi hayal kırıklığını veya kompleksini tatmin etmeye çalışan, sahte isim ve kimliklerden cesaret alarak içindeki kötülükleri kusan insanlar...
Çok uzun bir tahsil hayatından sonra mesleğe atılmış, mecburi hizmet vs derken (lafta değil gerçekte) gecesini gündüzüne katmış, halkına sağlık hizmeti vermeye çalışan, bir yandan da devamlı okumak ve kendini geliştirmek zorunda olan, bu uğurda gerektiği zaman ailesini ve çocuğunu bile ikinci planda bırakan hekimlere, kim bilir hangi dürtülerle saldırmaktan keyif alan zavallı insanlar...
Meslektaşımızın maruz kaldığı vahşet üzerine sosyal medyada yapılan şaşırtıcı yorumlar, sağlıkçılara uygulanan şiddeti destekleyen paylaşımlar içinde bulunduğumuz ortamın korkunçluğunu yansıtıyor. Sağlıkçılar; hekiminden hemşiresine, teknisyeninden hasta bakıcısına tehlike içindeler. Muhatap oldukları insanların hangisinin zihninden neler geçtiği belli değil. Fünyesi çekilmiş bomba gibiler. Bu insanlara cahil diyemiyorum çünkü her eğitim (!) seviyesinden varlar. Ortak yanları ilkel dürtülerle hareket etmeleri ve şiddeti yaşam tarzı haline getirmeleri. Örnekleri hastane koridorlarında olduğu gibi trafikte, sokakta veya evlerde, aile içinde, her yerde kolaylıkla görülebilir. Konunun objesi insan veya hayvan olmuş, o da fark etmiyor. Ayrıca bu saygısız ve sevgisiz insanların sayısı giderek artıyor, şiddet günlük yaşamın bir parçası haline geliyor...

SON SÖZ
Bu kötü tablonun ressamı bizzat siyasi erktir. Bir yandan eğitimi çorbaya çevirerek toplumun kültürel damarlarını tıkayan, diğer yandan hekimleri aç gözlülükle itham ederek değersizleştiren, performans yalanıyla hekimliği mekanikleştiren ve hak aramanın sınırlarını aşan şikâyet imkânlarıyla sağlıkçıları halkın önüne atan, şiddeti önlemek için hiçbir şey yapmayan,  göstermelik kanunlar dışında işe yarar hiç bir eylemde bulunmayan siyasi iktidar unsurlarıdır. Bozdukları tabloyu düzeltmek de onların görevidir…

6 Aralık 2015 Pazar

KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ



Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”


28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.

…Diye başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar. Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.


DİL MESELESİ

Fransızlar topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…

Bu meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz. Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz? Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!

Dilimizden hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri. Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını kendimize uydurmuşuz; Ey Türk, titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof. Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl 1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma. Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?

Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum nasıl?


İLİM – BİLİM DURUMLARI

Memlekette ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi, saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki deyişle tam bir Hezarfen! Adam dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.

Fakat bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş. Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil. Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş; Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!

Diğer bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre 4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bekaası caiz değildir"

Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur. İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim insanları!  Ortak kaderler paylaşılıyor. Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi. 

On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da uzun tuttum.  Gök bilimci ve filozof Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace” ödülü her yıl "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.

Yukarıdaki “son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular.  İkisinin bir arada yaşamasının veya yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!


DİN VE BİLİM

Bunlar münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar.  Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil, farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.

Sonuçta tanrı-krallar son dönemece girdi,  Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu; Sekülarizm.

Müslüman dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Battani, Farabi, Biruni,  İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi? Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü? Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”

İslamın içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma konusuna da itiraz edenler olabilir.  O da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim. Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar. Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.

Tek bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır. İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.

Peki tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle, dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…

O tek insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." 

Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!


DEMOKRASİNİN ZAYIF KARNI

Bundan sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit, ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele geçecek, sonra iktidar!

Umduklarından kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür, üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.


CEHALET VE KALABALIK

Eğitim istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım (tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı  35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış. Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o yazmışsa doğru yazmıştır.

Kütüphanelere geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku” diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi? Biat ve itaatin yolu sualsizdir.

Sadede gelelim.

Cehalet ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini  referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik) makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…


KADIN MESELESİ

Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı, cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun, trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı, İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

Kadın olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır. 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.


TÜNELİN SONU

Bir yerde okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...

Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir. 

Karanlıktan beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez. Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor. Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin.  Savaş çıkar (!)…

İnsanlara sadece vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu  kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.


18 Şubat 2015 Çarşamba

TESTOSTERON HALLERİ


Televizyona bir adam çıkmış cehennemi anlatıyor. Sanki gidip görmüş de, o kadar bilerek! Bilmediği; cehennemin her yerde olduğu. Hiç etrafına bakmamış olmalı, o kadar kör yani! Cehennemle kuşatıldığımızdan haberi yok! Her taraf yanıyor. Alevler göğün yedinci katına ulaşmış, zebaniler aramızda kol geziyor, adam ihtimallerden bahsediyor. Kırmızı boya kutusuyla dolaşıp "öteki" insanların kapısına çarpı koyanları çoktan unutmuş. Çocuk yaşta kocaya verilen (satılan) kızlar, ensest ilişkiler, taciz ve tecavüz vak'a-i adiye... Ne bağdaş kurup töre adına ölüm fetvası verenler umurunda, ne de şiddet ve dayaktan (ölümden) kaçan (kaçamayan) kadınlar... Bir yerde atom bombası atılsaydı, ancak bu kadar çocuk ve kadın ölürdü. Ve katiller (çoğunlukla erkek), eğer cehennem varsa, onlar için vardır. Cehennemin dokuz kat dibinden taşan testosteronun ekşi kokusu, bulduğu her çatlaktan etrafımıza yayılıyor, soluk borumuzu tıkıyor...

Cehennem her yerde. Kendi yarattığımız cehennemde yaşıyoruz...

"İnsanlık dışı" demek yetmiyor. Tamamı "insanca şeyler"! Bunu insanlar yapıyor. Cehennem insanların içinde! Trafik canavarı dediğiniz başka biri değil. Sadist, namussuz, vahşi, böyle söyleyince bizden başkasıymış gibi gelen herkes insan! Hemen hepsi erkek.  İçimizden biri veya birileri... Kafese kapattıkları insanları yakanlar, hiç tanımadıkları insanların boğazını keserken kameralara gülenler, sırf düşüncelerini yazdıkları veya çizdikleri için insanları kurşuna dizenler, kadınları taşlayarak öldürenler birer insan. Haris siyasi emeller ve uyduruk haritalar için milyonları göz kırpmadan ölüme gönderenler de insan. Kendinden başka hiç bir canlının (insan dahil) yaşam hakkına saygısı olmayan insan! "Onlar insan olamaz" derseniz hata edersiniz. Onlar insan ve bunlar da "insanlık halleri"! Tekil veya çoğul olarak, etrafımızdaki cehennemin tek sorumlusu insan! Sen, ben, biz siz ve onlar, bildiğiniz tüm zamirler!

Bize dönelim. Çünkü merkezde biz varız. Çoğul birinci şahıs olarak biz. Biz, kendi cehennemimizin ortasında hapis kaldık. Yaşadığımız coğrafyada kadın zaten yoktu. Hep erkek bir millettik, ama böylesi değil. Erkek; babaydı, korurdu, yiğitti, mertti, ağlamazdı ama anlardı. Kısaca "Bir başkaydı benim memleketim". Ne olduysa ondan sonra oldu. Önce ekmekler bozuldu, sonra erkekler. Memleket kaşla göz arasında "Kurtlar Vadisi" oldu. Testosteron habis bir ur gibi yaşamı esir aldı. Ve cinayetlerin iyice kanıksanır olduğu, şiddetin "insanlık hali" sayıldığı bir gün, bir genç kız sırf direndi diye yakılarak öldürüldü. 

O gün testosteron cehennemine gömüldüğümüz gündü.

Sadece tecavüz olsaydı veya bıçaklansaydı veya kafasına levyeyle vurulsaydı sıradan bir gazete haberinden öteye geçemeyecek olay, birden bire toplumsal çığlık haline geldi. Tavana vuran vahşet insanlığın (daha açık söylemek gerekirse erkekliğin) dip noktasıydı. İşte dibi bulduk, bundan kötüsü olmaz derken bu, iyimser bir tahmin olarak kaldı. Bir takım "insansılar" olayı kısa eteğe bağladı. Sosyal kanallarda bu bakış hemen taraftar buldu. Amerika'da da oluyor, çenenizi kapatın diyen bir kadın gazeteci bile çıktı. Bir gerzek sorunu laikliğe, muhalefet ise işsizliğe bağladı. Bir bakan çıkıp katilin kafasına kurşun sıkacağını söyledi. Bir başka bakan idam cezasını geri getirmekten bahsetti. Sokaklara dökülen halk "idam" diye haykırdı. Katillerin ceza evinde öldürülmesi gerektiğini söyleyen oldu. Kazığa oturtmak da başka bir çözüm yoluydu. Her türlü işkence önerisi havalarda uçuştu. Damarlarımıza işleyen testosteron, akılla ilgili tüm yolları tıkamış, aksini beklerken şiddet yine şiddet doğurmuştu, Farklı olan sadece fiili şiddetin zihinsel şiddete dönüşmesiydi ve belki de bu, diğerinden daha kötüydü.

Bütün bu cehennemin ortasında biz varız. Biz insanız. Dünyaya doğayı ve kendimizi yok etmek için geldik. Bunu önce arılar farketti. Kaçıp gittiler. Geride kalanlar sadece artçılar. Maymunlar için için seviniyorlar, "insansı" olmadıkları için. Onları evrim kurtardı. Biz; insansı erkekler. Cehennemi biz yarattık. İlk ateşi biz yaktık. Söndürmek de bize düşüyor.


26 Ocak 2015 Pazartesi

ANTARKTİKA, GÖZÜNÜ SEVDİĞİM



Hey gözünü sevdiğimin
Cenub Kutbu'na doğru uzandığımız zamanlar
Terra Del Fuego'dan 
yâni Ateş Arazisi'nden...
                              Attila İlhan


Bugünlerde kral penguen ve tüm neşeli ayaklar telaş içinde. Paniğin sebebi etrafta kulaktan kulağa dolaşan bir haber: "Türkler geliyor". Oh, Mamma mia!!!!

Ne kadar korksalar haklılar. 2014 yılının Aralık ayında "Antarktika Çevre Protokolü"  meclise sevk edildi. Maksat; Ahir-i ömrümüzde Cenub Kutbu'nda bir üssümüz olsun (muş)! Hedef; bilimsel, diplomatik ve ekonomik profilimizi yükseltmek (miş)!!... Bu sunturlu lafları okuyup da ürpermemek mümkün değil. Daha önce memleketin bilimsel profiline kurban edilen üniversiteleri, kalkınma profilinde kaynayıp giden doğanın bizzat kendisini, tarihe karışan tarihi, dini ve uhrevi profil için yok edilen park ve yeşil alanları hatırladım. Bilimsel profilin yükseleceği kesin. Daha dibe inmek mümkün olmayınca, ne yapsan yükselmek sayılır. Diplomatik profilimizi bilemem. Onun nerede olduğunu bilmem için önce düştüğü çukurdan çıkması lazım. Ekonomi içinse fark etmez. Ekonomi malum, her zaman tıkırında. Her zamanki ve şarkıdaki gibi: "Ekonomi tıkırında / Ekonomi tıkırında / Kime gitti bu kârlar / Aman kimse sormasın / Kim kazandı bu işten / Şşşt / Aman kimse duymasın..." 

Neşeli ayaklar müziğin ritmine dayanamayıp kıpırdanmaya başladı. Ortam bir anda yolsuzluk oylaması yapılan meclis genel kuruluna döndü. Sözleri anlasalar donup kalırlardı.

Haberin kaynağı meçhul. Fakat Neşeli Ayakların Travolta'sı Mumble, ortalıkta yeni gördüğü, daha önce oralarda hiç rastlanmayan ufak siyah yaratıktan şüpheleniyor. Buna insanlar "midye" diyor. Diğer penguenler ve albatroslar henüz onu tanımıyor. Midyenin ne tavasını, ne dolmasını, ne de istilacı bir tür olduğunu biliyorlar. Üs konusuna da aldırmıyorlar. Yurtlarında 29 ülke 101 üs kurmuş, bir fazlasından ne çıkar diyorlar. Belli ki bir fazlasının profilinden (henüz) haberleri yok! Mumble’ın onları uyandırması ve uyarması lazım; Yeni bir “süreç” başlamakta! Yeryüzünün son özgün parçası sonun başlangıcına doğru gidiyor…

Bilim insanları Antarktika’yı bekleyen tehlikelerin buzulların erimesi ve biyolojik çeşitlilikteki değişim olduğunu bildiriyorlar. Bu 18 Aralığa kadardı. Artık her şeyi yeniden hesaplamak zorundalar. Kalorifer böceklerinin soğuğa dayanıklığı, TOKİ zararlısının özgün floraya etkileri, AVM atıklarının Kıngagagillerin beslenme alışkanlıklarını değiştirmesi, buz krillerinin yaşam döngülerinde HES ve TES’lere bağlı değişiklikler, görünümleri “makul şüpheli” intibaı uyandıran Deniz Ayılarının “artık burada yaşanmaz” deyip başlattıkları “göç süreci” gibi…

Sonunda sıra "Gözünü Sevdiğim" güney kutbuna gelmiş olmalı.

Kendisi avcılık çağına gelmeden, ortada avlayacak hayvan kalmayacağını dert eden çocuklara benziyorum. Korktuğum, ya da endişe duyduğum şey, bizim üssün ben Antarktika'yı görmeden önce kurulması. Bilim insanlarıdır, doğru insanlardır, akıllı, bilgili insanlardır demek beni rahatlatmıyor. Onlar ne yaptıklarını bilirler, kıymazlar gözünü sevdiğime diyorum. Pamuklara sarar da bakarlar. Ama gene de korkuyorum. Aslında korkum onlardan değil. Korkum, arkadan gelecek olanlardan. Bilimin siyasi emellere alet edilmesi, ucuz şov için kullanılması, dahası;

hey gözünü sevdiğimin / Cenub Kutbu'na doğru uzandığımız zamanlar

dalgalarla boğuşarak aynı gemide giderken, yolculardan birisinin koca Vinson Dağı'nı camiye benzetmesi…

Diren, gözünü sevdiğim Cenub Kutbu!


 



18 Ocak 2015 Pazar

“HAFTALIK ŞARLİ” OLAYININ FRANSIZCADAN TÜRKÇEYE TERCÜMESİ


Kan gölü ortasında, sayfaları yarı beline kadar kana bulanmış bir dergi; Charlie Hebdo! Arjantinli çizer  Bernardo Erlich, çizimindeki mizahın anlaşılmayacağı endişesiyle, üzerine açıklamasını da eklemiş


Dünya o kadar ciddileşti ki mizah riskli bir iş haline geldi.



O kadar ciddi ki dünyanın tüm “yazısız” karikatürleri şaibe altında. Değil çizgiler, sözler, duruşlar ve en somut gerçekler bile “anlam” kaosuna sürüklenmeye aday. Cin fikirli insanlar pusuda bekliyor. Siyasal ve parasal hırslar insana her şeyi yaptırabilir. Dini emelleri hiç saymıyorum, Allah korusun (!)... Örneğin bir karikatür Tomahawk füzesinden daha tehlikeli görülebilir veya gerektiğinde, sembolizme karşı bir dergi birbirinden tamamen farklı düşüncelere sembol olabilir. 2015 Ocak ayındaki “Charlie Hebdoolayında bunların hepsini birden yaşadık.

Dresden ve Paris’teki protesto yürüyüşlerinde başrolde yine Şarliler vardı. Dresden’de sırf inançları yüzünden Müslümanlar hedefteyken, Paris’te insanlar düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde “canlı kalkan” olmuşlardı. İki grubun sembolü de Haftalık Şarli dergisiydi.  Bu ikilemi en önce Charlie Hebdo’nun (yaşayan) çizerleri fark etti; Willem “nasıl bu tuzağa düştük?” diye yakınırken, Luz; “Bize şu anda atfedilen sembol, aslında Charlie’nin başından beri savaştığı her şeydir” diyordu. Onlar prensipte tüm dogmalara karşıydı. “Notre Dame” Kilisesi çanlarının şereflerine çalmasını gülünç buluyorlar ve bunu ancak “Zangoçluğunu FEMEN grubu yapacaksa” kabul edebileceklerini söylüyorlardı. İstemleri dışında düştükleri durumdan şaşkındılar…

Paris’teki başka bir şaşkın kişi de “güzel ve yalnız” bir ülkeden gelmişti. Ne Hollande onun, ne de o kendisinin bu kalabalıkta neden bulunduğunu uzun süre anlamadı. Gülen surat maskesiyle “fotoğrafın içinde yer alma” misyonunu yerine getirdi. Katıldığı kortejin düşünce özgürlüğü ve laiklik ile ilgisini ise ancak döndükten sonra anladı.  Anladı, fakat onu da yanlış anladı. Paris’ten aklında kalan tek şeyi, 12 rakamını alıp, üzerinde fanteziler üretti.

Anlayamadığı şey, on iki milyon Müslüman öldüğünde neden bunca siyasi liderin bir tepki göstermediğiydi. Çünkü Paris’ten diğer şehirlere ve ülkelere yayılan tepkinin yukarıdan aşağıya yayılan bir hareket olduğu fikrindeydi. Bütün Türkiye’de yapılan Cumhuriyet yürüyüşlerini de aynı nedenle anlamamıştı. Onun zihinsel sistematiğine göre bir yürüyüş yapılacaksa onu da kendileri yapardı. Büyük Usta’nın öğretisi bu şekildeydi ve kendisi sadece bir çekirgeydi.

Halbuki İsveç’teki cami kapısına çiçek bırakıp, duvarlarına kalp işaretleri çizenler,  Berlin ve Köln’de İslam karşıtı PEGİDA’ya karşı yürüyenler ve Paris’teki milyonlar her hangi bir hiyerarşik yönlendirmeyle ortaya dökülmemişlerdi. Onlar, demokratik haklarını silahların namlusunda gören, onları koruyacak tek ve gerçek gücün laiklik olduğunun bilincinde, örgütsüz ve basit, normal şartlarda fark edilmeden yaşayan insanlardı. Aralarındaki tek bağ, birlikte yaşama isteği olan sıradan insanlar. Buna kısaca “halk” diyoruz. Her daim mütebessim çekirgenin Paris’te görüp anlam veremediği şey; Halkın ve demokratik bir yönetimin özgürlüklere sahip çıkma refleksiydi. 

Olayı bir de Can Yücel ağzıyla tercüme edelim, kısa ve öz:

Dünya öküzün boynuzları üstünde dururmuş,
Her kıpırdayışında öküz, deprem olurmuş...
Oysa dünya, halkların omzu üstünde durur
Kıpırdasın da gör!

9 Ocak 2015 Cuma

İNANCIN KARA DELİĞİ




İnancın kara deliği bizi içine çekiyor…

Kenarlar yağlı ve kaygan. Tutunacak hiçbir şey yok. Kulağıma gaipten sesler geliyor. Ses; “İslam barış dinidir” diyor, ona tutun! Lafı anlamaya çalışırken biraz daha aşağı kayıyorum. Anlamaya çalışmak beyhude! Suriye'de, bir İslam ülkesinde insanlar birbirine girmiş, camiler bombalanıyor. Ölenleri saymaktan çoktan vazgeçildi. Yemen'de yas bitmiyor. Mali ve Libya için için yanıyor.. Sudan kendi derdinde. Filistin kaynayan kazan. Nijerya'da 13 yaşında bir çocuk “Beni Boko Haram’a babam verdi” diyor. Boko Haram “Eğitim Haram” diyor. Yaşamak da haram, bir günde iki bin kişi öldürülüyor. Taliban, Pakistan'da din adına okul basıp kıyım yapıyor. Türkiye'de “öteki” evler kırmızı boyayla, "öteki" insanlar malum yollarla işaretleniyor. Eskiden sadece "Sınır Tanımayan" doktorları bilirdik, şimdi "Sınır Tanımayan" dinci terörle tanıştık. Karadelik giderek büyüyor. Etraf alabildiğine karanlık ve soğuk. Üşüyorum. Isınmak için uzun tüylü bir kedi düşlüyorum. Henüz çok küçüğüm. Anaç bir köpek başımdan ayrılmıyor, beni karnına doğru çekiyor. Biraz olsun içim ısınıyor.  Neden hiçbir hayvan türü diğerine katliam yapmıyor? Kollarını arkaya bağlayıp kazığa oturtmuyor? “Ne alaka” diyor bir ses, “biz insanız”. “Evet” diyorum, “sadece biz katiliz”. Dünyaya doğayı ve kendimizi yok etmek için geldik.

İnsanoğlu evrimin hayvanlarda “es” geçtiği mutasyonu yaşıyor. İnanç sarmalı aşırı uçlarda enerjisini boşa tüketip kara bir deliğe dönüşüyor. Yeşil bayrakların önünde kesik kafalar yuvarlanıyor. Etraf kan gölüne dönmüş. Paris'ten kalleş tarakası yükseliyor. Yere 12 kalem düşüyor. 12 kalemi kaldırmaya 12 milyon el uzanıyor. Bir umut! Paçalarından kan damlayan insanlar tekbir getiriyor... Kan, kara deliği besliyor. Biraz daha kayıyorum. Kara delik beni içine çekiyor... Birisi beni-bizi kurtarmalı! Bir el, bir ağaç dalı? Başka bir ses “öbür yanağını çevir” diyor. Diğer yanağımın acısı geçmedi ki! Neden çevireyim? Hangi din diğerinden daha masum? “Belanı arıyorsun” diyor kara ses. Bela aşağıda. Hepimizi içine çekiyor. Artık sadece biz ve ötekiler var. Tutunacak bir şey arıyorum. “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” diyorum…

O kadar uzak ve ulaşılmaz geliyor ki…







30 Ekim 2014 Perşembe

ALLAHA EMANET



Somasonolsun demiştik.
Olmadı, olmaz...
Ermenek de son olmayacak...
İnşaat veya tersane işçilerinin başına gelenler gibi, Dilburnu'nda veya Yatağan'da zehir soluyan halkın başına gelecekler gibi, adına kader veya kaza dediğimiz her ölümde olduğu gibi, örneğin trafik kazaları gibi...

Sebebi maden ağızlarında, fabrika kapılarında ve kamyonların arka tamponunda yazılı; Allaha Emanet!

6 Eylül 2014 Cumartesi

BÜTÜN SUÇUMUZ SEVMEK!*


"Suçlu" diyorlar...,
Biz bir şey yapmadık Hakim Bey!
Ne yaptık, ne de yapanı gördük...
Bir adam karısını vurmuş
Bir kadın kocasını kesmiş
Bir düğünde on kişi ölmüş
Üç kız evden kaçmış
IŞİD Irak'a girmiş
Üç yüz kişinin kafasını kesmiş
Obama kulaklarını çekmiş
Ne gördük, ne işittik...
Seçim olmuş.
Cumhur, başkanını seçmiş
Haşaa, biz seçmedik Hakim Bey!
Birisi bizi suçlamış
Şeyimden aşağı, afedersin Hakim Bey!
Kırgındık, umutsuz ve kızgındık...
Ayrıca denizdeydik Hakim Bey! Dalgalar ve papalina, lagos ve çipura şahidimdir...
Tekneye çıkmış, uzanmıştık...
Bulutlar ve rüzgar da oradaydı...
Dünya saatte yüz yedi bin kilometre hızla gidiyor, kuzey doğuda yıldızlar kayıyordu...
O iki Çin feneri ve mehtap şahidimdir, Hakim Bey!
Sabah erkenden kalkmış, Gökova'ya yelken açmıştık. Osman ve Halil Kaptan ve Serdal şahidimdir...

Biz bir şey yapmadık Hakim Bey! Ne gazete okuduk, ne TV seyrettik... Mutluyduk Hakim Bey.
Binerken de mutluyduk, inerken de mutluyduk... Suçumuz maviyi sevmekti Hakim Bey! Bütün suçumuz sevmek... Cezamız neyse razıyız!

* Mavi gezinin son günü "Kaya Güneri" guletinin seyir defterine yazılmıştır. 



16 Mayıs 2014 Cuma

GÜNDÜZÜN KARANLIĞINDA



Soma Kömür İşletmesi'nde bir felaket yaşandı. Yetkili yetkisiz herkes konuşmaya başladı. Televizyondaki emekli albayların yerini maden mühendisleri aldı. Bu ülkenin en organize sektörü, cenaze hizmetleri her zaman hayran kaldığım düzeniyle çalışmaya başladı. Hacılar, hocalar devreye girdi, hatimler indirildi, hutbeler okundu. Madenci hikayeleri dilden dile dolaştı. Baş sağlığı dilekleri havada uçuştu, günlerdir havalandırma bacalarından yükselen kara ise bulaşıp göğün bilmem kaçıncı katına ulaştı. Gündüzün kararması bundandır.

"Somasonolsun" diye bir kampanya başladı. İmzaladım. "Son olsun" demekle olmuyor, neden son olmuyor, onu araştırdım. Yazımın karanlık olması ondandır.

Önce çok ölümlü maden kazalarına baktım. Avrupa'da son 1913 yılında, Galler'de olmuş. Diğerleri Rodezya, Hindistan ve Çin'de. Çin'de yedi milyon maden işçisi olduğunu hesaba katmak lazım. Japonya'da da en son 1963'te bir maden felaketi yaşanmış. Sonra son on yıldaki tüm kazaları araştırdım. Çin, Kongo, Pakistan, Yeni Zelanda, Şili, Meksika, Sovyetler Birliği kazaları daha az kayıplarla atlatmış. Amerika Birleşik Devletleri'nde 2006, 2007 ve 2010 kazalarında toplam 47 madenci ölmüş. Demek ki her yerde olabiliyormuş dedim. Bu gerçek beni teselli etmedi. Ayrıntıya girince nerede, ne zaman insan hakları sorunu varsa, orada daha fazla ölüm olduğunu gördüm. Fıtrattan bahsedenlere kızmam ondandır.

Avrupa'ya özeniyorsak, hani muasır medeniyet filan, Avrupa'ya baktım. Maden işçisi sayısında bize en yakın olanın Almanya olduğunu gördüm. Ayrıca Almanya, dünyadaki kömür madeni rezervlerinde birinci sırada yer alıyor. 2012 yılı istatistiklerine göre tüm maden ocaklarında yaklaşık kırk bin işçi çalışıyor. Kurtarma ekipleri ve yöneticilerle birlikte sayı elli iki bine çıkıyor. Bizdeki maden işçilerinin sayısı 48706. Almanya'daki son çok ölümlü kaza 1988 yılında olmuş ve 51 kişi ölmüş. Bundan sonra, düne kadar sadece 3 kişi hayatını kaybetmiş. Hiç kaza olmamış değil, ama insanlar bir şekilde kurtulmuşlar. Aynı süreçte bizdeki kayıp sayısı 1599! Son otuz yılda yukarıda saydığım ülkelerin tümünde, Çin dahil, kazalar belirgin şekilde azalırken bizde tam bir istikrar göze çarpmakta (!). Belli ki adamlar emekçileri koruyacak tedbirler almışlar. Sayıların içimi karartması bundandır.

1999 Marmara depreminden sonra Veli Küçük günah keçisi ilan edilmiş, imar planlarında fay hatlarının yerini keyiflerine göre değiştirenler, çürük inşaatlara imza atanlar ve bilumum ahlaksız zevat kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp ortalıktan toz olmuştu. Bu olay da muhtemelen şirketin bir kaç mühendisine veya güvenlik uzmanlarına mal edilip, mağdurlara ödenecek cömert tazminatlarla kapanıp gidecek. İnternette kuru bir istatistik olarak kalacak. Aynı şirket hiç bir şey olmamış gibi başka bir yerde, mesela bir nükleer santral inşaatında önümüze çıkacak. Sorulunca da "deneyim kazandıkları" söylenecek. Karanlıkta suratımıza yapışan örümcek ağlarından kurtulmak kolay kolay mümkün değil. Umudumun karanlıklarda hapis kalması ondandır.

Bu küreselleşme ve özelleşme yalanında, hiç bir özel şirket maliyet hesabı yapmadan güvenlik önlemi almaz. İnsan haklarını hiçe sayan bizimki gibi devletler de özel şirketlerle aralarındaki menfaat zincirini kıracak tedbirler almaz. Bizim uyanık siyasetçiler bu denklemi çok önceden çözdükleri için bu noktaya gelindi. Önce güçlü sendikaların üzerine gidildi. Yönetimler el değiştirdi. Kalanlar sarı sendika oldu. Güvenlik tedbirlerini sorgulayacak, emeğini savunacak, işverene karşı dik duracak sendikalar yok edildi. OECD Türkiye'yi sendikasızlaşma birincisi ilan edince kimsenin umurunda olmadı. Olan işçi ve emekçilere oldu. Soma madenlerine o gün kaç kişinin indiği hala bilinmiyor. Sayılar saklanıyor. Yaşı küçük işçi yok derken, kaç kişinin sigortasız çalıştırıldığı söylenmiyor. Kömür çıkarmanın maliyetini 140 dolardan 24 dolara indiririm diyerek ihale alan şirkete kimse bunun neye mal olacağını sormuyor. Tarımın ve hayvancılığın öldüğü, sanayinin ithalata kurban edildiği ülkede insanlar duble yollarda ve madenlerde ölmeye mahkum ediliyor. Çaresizlik ve çözümsüzlük halkımın kaderi oldu. Yavaş yavaş ısınan tenceredeki kurbağalar gibi olduk. Popomuzdan yükselen yanık kokusu ondandır.

Yazımı yazarken Fado dinliyorum. Fado Portekiz dilinde alın yazısı veya kader gibi bir anlama geliyor. Sevgililerini denize uğurlayan ve geri dönmelerini umutla bekleyen Portekizli kadınlar denize bakıp ağıt yakarlarmış. Kaderci olduğumdan değil, o kadınları sevdiğimden dinliyorum. Artık geri gelmeyecekler için söylenen anlamadığım kelimeler odada dolaşıyor. Anlamasam da seslerin tınısındaki hüznü, acı ve özlemi hissediyorum. Lakin hissettiklerimin onlara bir faydası olmuyor. Ne Portekizli, ne de Somalı kadınları teselli edebilmem mümkün değil. Kömür madeninin kara boğazından kara dumanlar çıkıyor. Daha fazla duman, daha fazla acı demek. Umutlar azalıyor. Duman arttıkça hiddetim de artıyor. Somalı kadınların yüreklerini yakan kor, başkalarını da yaksın istiyorum. Onların yüreğindeki kor gündüzün karanlığını aşıp, öyle bir yere düşsün ki, gecemizin aydınlığı olsun, başka acılar olmasın. Kızgınım. Sermaye - iktidar iş birliğini okuyorum. Dumanın isi gerçekleri örtmeye yetmiyor. Öğrendikçe kızıyorum. Kızgınlığım karanlığa değil, aydınlığın önündeki perdeye. Perdeyi yırtıp atmak istiyorum. Uzanıp tüm gücümle çekiyorum. Biliyorum ki gündüzün karanlığı ondandır.


ANLAMADIĞIM ŞEYLER


Anlamakta zorlandığım şeyler oluyor.

Geçen ay Güney Kore'de bir feribot kazası olmuş, çoğu öğrenci, üç yüz kadar yolcu ölmüştü. Öğrencilere izin veren okul müdürü denizdir, normaldir, fıtratında vardır dememiş, intihar etmiş. Kardeşim, sen kaptan mısın? sana ne? Bu kadarla kalsa iyi. Başbakan da durumdan vazife çıkarmış, istifa etmiş. Olay siyasi değil, gemi oğlunun değil, ölenler resmen gezide (!) ölmüş, kimse çıkıp onu suçlamamış, ama adam olayı kendine dert etmiş. Dış mihrak, yan dalga dememiş, kimseye ders vermeye kalkmamış, bu işi beceremedim deyip istifa etmiş! Neden dik durmamış anlayamadım.

Daha önce de Japonya'da, tsunami bölgesinde inceleme yapan bir bakan yetkililere kaba davrandığı için eleştirilince istifa etmişti. Kaba davranmanın açılımını bulamadım. Yumruk mu atmış, beddua mı etmiş bilmiyorum. Ama bu kadar alınganlığı da anlayamadım.

Bu çekik gözler böyledir, her şeyi abartırlar derken Letonya'dan bir haber geldi. Bir süpermarketin çatısı uçmuş, elliden fazla insan ölmüş. Başbakan; "yaşanan trajedinin siyasi sorumluluğunu üstleniyorum" deyip istifa etmiş. Laf çok havalı geldi, ama olayın siyasetle ilgisini anlayamadım. Vicdandır, halka karşı mahcubiyettir dedim, geçtim. Çatıyı yapanı hapse atsalardı daha pratik olurdu.

Demek ki halkının güvenliğini sağlamayı görev sayan yöneticiler var. Muhtemelen demokrasilerin "bucket" listesinde yazılı bir şeydir. Böyle bir listeyi ne gördüm, ne de işittim. Ama ortak bir "temayül" olduğuna göre bir şekilde evrimleşmiş bir davranış şeklidir, insanı insan yapan bir mutasyondur diye düşündüm. Anlamadığım şeyler; Ne diyeyim, ne ad vereyim, tam demokrasi midir, ileri demokrasi midir, diye kararsızlık içinde en uygun kelimeyi ararken (önümdeki alet benden daha akıllı olsa gerek), ekranda şubat ayından kalma bir haber gözüme ilişti; gariban Mısır'da grevler ve elektrik kesintileri üzerine Başbakan ve kabinesi istifa etmiş! Demokrasisine burun kıvırdığımız Mısır'da!!!

Demokrasilerde önemli olan dimos, halk, yani insanın kendisi. Bütün düzen halkın mutluluğu, huzuru ve güvenliği, insanca yaşam şartlarının sağlanması için organize ediliyor. Bunu sağlayan da gene halk! Halk bu organizasyonu yapacak, yapılanları denetleyecek ehil insanları kendi içinden seçiyor. Denetim kısmı önemli. Bu iş sadece devlete bırakılmıyor. Sivil toplum kuruluşları, emekçi sendikaları vesaire devreye giriyor. Teoride böyle... Seçilen insanların ve denetçilerin ortak paydası ahlaklı olmak. Teoride bu da böyle...

Bir örnek verip lafın başıyla sonunu birbirine bağlayayım. Lafa bir feribot kazasıyla başlamıştım. Güney Kore'de olmuştu. Yetkililer olayı talihsizliğe bağlamaya çalışırken, ki bu talihsizlik denen şey bizdeki kader ve fıtrat gibi şeyler oluyor, başbakan istifa etmişti. İlk "Turkish" refleksim doğal olarak "ne alaka?" olmuştu. Benzer reflekslere sahip olsaydık, onlar da muhtemelen "Allah'ın emri" der, geçerlerdi. İkinci "Turkish" refleks öğrencilerin neden geziye (!) gittiklerini sorgulamak olabilirdi. Fakat olmamış. Halk için var olan tüm demokrasilerde olduğu ve "Turkish" aklımla pek anlayamadığım şekilde kaza (derinliğine) araştırılmış ve "alaka" netleşmiş; Hükümetin sağlık ve güvenlikle ilgili düzenlemeleri gevşetmesi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vesaire...

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!!


13 Mart 2014 Perşembe

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür...

Ece Ayhan

İHBAR EDİYORUM !


İhbar ediyorum! Fakat arada kaynayıp gidiyor.
Yılmadan devam ediyorum:

İHBAR EDİYORUM; Türkiye Minnesota protokolünü imzalamıyor!

"Minnesota Protokolü" bir Birleşmiş Milletler sözleşmesi. Bu sözleşme, yargısız infaz cinayetlerinde gözden bir şey kaçmasın, gerçek suçlular bulunsun, örtbas edilmesin diye hazırlanmış. Demek ki adamlarda böyle bir sorun olmuş ve birileri çıkmış, bu yanlış bir şey demiş. Kafası çalışan, namuslu ve ahlaklı bir grup insan oturmuş, soruşturma nasıl yapılmalı diye kafa yormuş. Ortaya icabında herkesin işine yarayacak bir metin çıkmış. Diğer ülkelerin onurlu ve duyarlı yöneticileri sözleşmeyi imzalamış. Fakat ahlak ve vicdanın karaborsaya düştüğü ülkemizde bu metin, ne hikmetse birilerinin işine gelmemiş!

Sayın Boşbakan'a bu protokolün neden imzalanmadığı sorulduğunda "bizim de bir bildiğimiz var" diyor (muş). Bildiği şey, devlet eliyle işlenen cinayetlerin rahatlıkla örtbas edilmesini sağlıyor.

Minnesota protokolü, "Yasadışı Yargısız Infazlarla İlgili BM Otopsi Protokolü" oluyor. ABD'nin Minnesota eyaletinde kaçak göçmen işçilere yönelik ölümle sonuçlanan yargısız infazlar nedeniyle 1990 yılında hazırlanmış ve uluslararası bir belge haline gelmiş. Etkin soruşturma için delillerin sağlıklı toplanmasını öngörüyor (muş). Kapsadığı suçlar enteresan! Nedense çok aşina olduğumuz, neredeyse (maalesef) kanıksamak üzere olduğumuz şeyler. Başka bir deyişle, sayın Boşbakan'ın (gene maalesef) "bir bildiği" olan konular! 

Bir, kolluk kuvvetlerinin aşırı ve orantısız güç kullanımından kaynaklanan ölümler. 
İki, cezaevi ve gözaltında yapılan işkence ve kötü muameleden dolayı meydana gelen ölümler. 
Üç, Usulüne uygun yapılmayan yargılama sonucu gerçekleşen infazlar... Dört, beş, altı, bu şekilde devam ediyor.

KAHROLUYORUM

Kahır doluyorum. Çünkü imzalasalar da bir şey değişmeyeceğini biliyorum. Kyoto protokolünü hatırlayın. İlk imzalayan ülkelerden biriydik. Hangi çevre sorununda protokole uyduk? 

Aslında herhangi bir protokole de gerek yok. Ödevini yapmayıp bahaneler uyduran tembel öğrencilere benziyoruz. Çocuk zeki, ama çalışmıyor! Hep aynı dersten çakıyor. Dersin adı; İnsan hakları! Konusu adalet, hak ve hukuk. Bizim çocuğa yabancı dil gibi bir şey. İlle de yabancı hoca gerekiyor. Yabancı hocalar Mahmut Hoca’dan beter!


Bizi yabancı hocalara muhtaç edenlere kızıyorum. Dar görüşlü, miyop iktidarlara kızıyorum. Ne bahtsız bir ülkeyiz! Ne günah işledik ki bunlara tahammül etmek zorunda kalıyoruz. Neden bir hareket, bir kıpırtı, umut verecek bir ışık yok? Bütün millet, aklıselim sahibi insanlar, çoluk çocuk toplanmış "Sesim geliyor mu?" diye bağırıyor, karşıdan hiç bir cevap gelmiyor!

6 Mart 2014 Perşembe

J'ACCUSE


 “Bu iddianame hiçbir hukuksal değer taşımamaktadır. Bir insanın böylesine bir suçlama yazısı üzerine hüküm giymesi adaletsizliğin mucizesidir. Hiçbir namuslu insanın bu suçlamayı yüreği isyan etmeden okuyabileceğine inanmıyorum. Şeytan Adası’nda çekilen ölçüsüz kefareti düşünüp de çileden çıkmamak elden gelmez. Dreyfus’un birçok dil bilmesi suçtur. Evinde hiçbir tehlikeli belgenin bulunmamış olması suçtur. Ara sıra doğduğu ülkeye gitmesi suçtur. Çalışkan olması, öğrenme kaygısı içinde olması da suçtur. Coşkulanması da suçtur. Coşkulanmaması da suçtur. Ya iddianamenin kaleme alınışındaki aptalca, boşlukta kalan biçimsel iddialar! Bize suçlamanın 14 esas maddeden oluştuğu söylenmişti. Oysaki tek bir maddeden; çizelge maddesinden başka bir şey bulamıyoruz. Ve hatta öğreniyoruz ki bilirkişiler de anlaşamıyorlarmış...”

Kişi ve mekan isimlerini yanlış yazdığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hepsi doğrudur. Emile Zola'nın 13 Ocak 1898 tarihinde "L'Aurore" gazetesine yazdığı makalenin bir kısmını aynen kopyaladım. En ufak bir yanlışlık yoktur. Fakat ille de bir benzerlik arıyorsanız o başka! Bu vesile ile, her taşın altında bir hinlik veya cinlik arayan vatandaşlara faidem olsun. Yazımız her türlü manipulâsyon için hazır, her çeşit montaj ve dublaja açıktır. İsterseniz Şeytan Adası yerine Silivri, Dreyfus yerine de İlker, Tuncay, Mehmet, Kemal veya Fatih gibi her hangi bir isim yazabilirsiniz. Bu durumda ülke de Fransa değil Türkiye olacaktır, bittabii! Sizlere kolay gelsin...

Pardon, kısa bir notum daha var, Dreyfus'un masum olduğunun kanıtlanması 8 yıl sürmüştü. Ne aceleniz var?

23 Şubat 2014 Pazar

TENEKE ARABA

Bilen bilir. Bilmek için hem altmış yaşın üzerinde olmak, hem de çocukluğunda teneke arabalarla haşır neşir olmak gerekir. Oyuncak arabaları kast ediyorum. Bu arabaların yan tarafında bir delik, içinde de yaylı ve çarklı bir düzenek olurdu. Tekerlerin hareketi için çarkların dönmesi, çarkların dönmesi için de zembereğin kurulması gerekir. Bunun için delikten iki kulaklı bir anahtar sokulur, saat kurar gibi çevrilir. Eski çalar saatleri bilen bunu da bilir. Anahtar bırakılınca zemberek aniden boşalır, araba ok gibi fırlar. Kontrolü mümkün değildir. Ön tekerlek nereye giderse araba da onu izler. Duvara toslasa bile vazgeçmez, eğilip bükülse de fark etmez. Her türlü travmaya dayanıklıdır. Tamiri kolaydır. Tekrar kurarsın, tekrar çalışır, hiç bir şey olmamış gibi yürür gider. Gider de nereye gider, kimse bilmez!

Çocukluğumuzun teneke arabaları ortadan yok oldu.

Bizim kerameti kendinden menkul demokrasimiz de bu teneke arabalara benziyor. Ön tekerlek hedefe kitlenmiş, kör topal, kıra döke gidiyor. Hedef bizim hedefimiz değil. Biz düz yola bırakıyoruz, o bildiği yere gidiyor. O bildiği yer, yürüyen ve yürütenin gittiği yer. Yürütme dedim de aklıma geldi, hani demokrasilerde olan şey, ilkeler, kuvvetlerin ayrılığı filan... Bizim ismiyle mücessem yürütme yürütücüleri, çoluk çocuk, tüm ahlâk ve adalet duygularını yürüttü gitti. Hak ve hukuk kaşar kumarbaz edasıyla pas geçildi. Partilerine iman gücüyle bağlı holiganları arka bagaja dolduran iktidar, her türlü yolsuzluğu siyasi tercihlerle aynı torbaya koydu, adaleti sandığa havale etti. Rivayet o ki, hedefimiz "tam demokrasi"... Cemaat oy verecek, her türlü yolsuzluk, yalan dolan aklanacak, tam demokrasimiz elhamdülillah kanıtlanacak! Demokrasimiz teneke arabaya dönmüş, kafasını gözünü yararken, kendine verdiği zararın farkında bile değil...

Vaktiyle demokrasinin amaç değil, araç olduğunun (şeffaf bir şekilde) söylenmesi tesadüf değilmiş. Bunu söyleyen kişinin tercihi tramvay oldu. Keşke naif bir teneke araba olsaydı. Ama olmadı. Tramvay da durduğu yerde durmadı. Zamanla bir  ihtiras tramvayına dönüştü...

İçinden tramvay geçen hayatımız kâbusa döndü. "Hayatımız" derken kullandığım üçüncü çoğul şahıs kipi maalesef halkın tamamını kapsamıyor. Biraz fazla geniş oldu. Gerçekçi olmak gerekirse; kapsama alanı dışında kalan halk için bu durum gayet doğaldır. Sonuçta bal tutan parmağını yalıyordur. Milletin sorunu tramvayın nereye gittiği değil, kendisinin neden binemediğidir. Binemez, çünkü bu hatta "akbil" geçmez!

Bu tramvayda "akbil" değil, "ak-kredi" kartları geçmektedir. Az bilinen bir gerçek de "akredite" kelimesinin "ak-kredi" kökünden türediğidir. Akredite medya ve iş bitirici iş adamları tramvayın olmazsa olmaz yolcularıdır. Çünkü ülkede fırsat eşitliği vardır ve fırsatlardan faydalanma sırası onlardadır. Bu zatlara gaipten bir ses "banka al, AVM yap, medyaya gir" demiştir. Rabbim herkesin gönlüne göre vermekte, kimine "Cleveland", kimine ikbal yolu göstermektedir ki, ikbal yolu Bab-ı Ali'den geçmektedir. Mesaj alınır, Bab-ı Ali'ye raylar döşenir. Nezaketen, rabbimin bütün vasıflarını üzerinde toplamış uzun kişiye sorulur; "Genel Yayın yönetmeni olarak kimi tavsiye edersiniz?" Durum gayet demokratiktir. Patron "mutlu son" istemekte, en baş patron da yolunu göstermektedir. Demokrasimiz teneke, çare Emenike'dir. Gerisi laf-ı güzaftır.

Tramvaydı, tenekeydi derken ruhum karardı. Bu kâbusu sona erdirecek bir hayale, ruhumun morluklarına iyi gelecek bir merheme ihtiyacım var. Bütün haksızlıkları, duyarsızlıkları unutturacak, ahlâk ve adalet var dedirtecek bir şeye...  Küçük bir mutluluk, safça bir umut! Renan Bilek'in de söylediği gibi; travmalar arası küçük mutluluklardır bu topraklarda yaşam.



12 Şubat 2014 Çarşamba

DON QUIJOTE DER Kİ


(400, yazıyla dört yüz küsur yıl önce)

"... Bak Sancho, eğer yaşamını iyi ahlak üzerine kurmaya çalışırsan ve fazilet yolundan ayrılmazsan, valiliklerde de, krallıklarda da gözün olmaz; çünkü soy sop babadan oğula geçer, ama fazilet insanın kendi çabasıyla elde ettiği bir şeydir ve soy sop yoluyla geçen bütün üstünlüklere bedeldir."
"... Sakın keyfi yönetmeye kalkışma; kendini kurnaz sanan bilgisizlerin işidir bu.
... Varlıklı insanların ağlamalarına sızlanmalarına da, yoksulların gözyaşları kadar ilgi göster ve acı. Ama ikisine karşı da adaletli ol.
... Varlıklının vaatleri ve hediyeleriyle yoksulun ağlamaları ve bitmez tükenmez asılmaları arasında doğru yolu bulmaya gayret ve iyi niyet içinde ol...
... Günün birinde düşmanlarından birini yargılaman gerekirse, yüreğinden kin duygularını at, Yalnız olaylara göre hareket et..."

1 Şubat 2014 Cumartesi

BİR TAVUK-YUMURTA HİKAYESİ (veya yumurta-tavuk)

Joseph Pulitzer;
"Ahlâki değerlerden yoksun, çıkar peşinde, demagog bir basın, zaman içinde kendi gibi bir halk yaratır..."
demiş. Der ya, Pulitzer amca lâfa orta yerinden girmiş, direkt sonuca bağlamış. Peki bu basın nereden çıktı? Gene aynı halkın içinden çıktı. Buna "önceki" diyelim. Sonraki halkın öncekinden farkı, ahlâklarının henüz sınanmamış olmasıydı. Örnek olarak fırıncıları alalım. Birisi "önce ekmekler bozuldu" derse, fırıncı dahil herkes önce ekmeğe bakar. Fakat esas bozuk olan fırıncıdır. Ekmek fırıncının sınavıdır. Fırıncı veya basın, her kimse, kimlerdense, sapkınlığın ortak paydası ahlâk yoksunluğudur. "Biraz" ahlâksız diye bir şey olmaz. Ahlâk söz konusu olunca ya vardır, ya yoktur. Ortası yoktur. Batısı ve doğusu, kuzeyi güneyi, az gelişmişi, çok gelişmişi de olmaz. Bir belge veya pasaport taşımaz. Ahlâk denen şey, vatansız ve milliyetsizdir.

Pulitzer bir kâhin değildi. Söylediği cümle en iyi tanıdığı insanlar hakkındaydı ve evrenseldi. Her hangi bir zamanda, her hangi bir ülke için gerçek olabilirdi. Ve oldu. Gün geldi, gerçek bizi buldu. Ahlâki değerlerden yoksun, çıkar peşinde, demagog basın, kendi gibi bir halk yarattı. Sonra çok geçmedi, o halk kendi ustasını, usta yandaşını, yandaş medyasını, medya kendi gibi bir halkı, halk hocasını, hoca sermayeyi, sermaye paralelini, paralel cemaatini, cemaat mektebini, mektep vekilini, vekil bankasını, banka hırsızını, hırsız kılıfını, kılıf kutusunu, kutu bakanını, bakan çocuğunu, çocuk gemisini, gemi yolcusunu, yolcu yolsuzunu, yolsuz halkını, halk ustasını, usta yandaşını, yandaş medyasını vs. vs..............................

Ülkemin halkı ahlâk sınavından "F" aldı, çaktı. Ben bu gerçekliğin tanığıyım.

Pulitzer söylemişti...