eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2016 Cumartesi

EĞİTİM ve TÜBİTAK



Nedenler değişmeden sonuçların değişmesini beklemek aptallıktır.
Albert Einstein




Craig Vente “Sayısal evrenden yeni bir yaşam yaratabilir miyiz?” diye sordu, yıl 2008.

Craig, insan genomu üzerinde çalışıyordu. Bu soruyu belki çok daha önceden sormuştu ama biz ancak duymuştuk. O sıralarda ana sorunumuz başörtüsünün siyasi bir simge olup olmadığıydı. Şükür bu sorunu çözdük. Çözemediğimiz Deniz Feneri sorunuydu. Ergenekon destan olmak çıkmış, mahkeme salonlarına düşmüştü. İlerleme adına atılan her adım milletin gözünü korkutuyordu. En azından %48’inin. Demokrat olamadan ileri demokrasiyi hedef almıştık. Sonraki hedef “dininin ve kininin davacısı” bir nesil yaratmaktı. 3 çocuk söylemi bunun en sayısal ifadesiydi.

2008 yılında Türkiye’de 167 tane üniversite vardı. Orta öğretimin garipliklerini, bıktırıcı, bir o kadar da anlamsız sınavlarını atlatabilen gençler geldikleri yerin aslında liselerinden çok farklı olmadığını gördüler. Özünde evrensel özellikler taşıması gereken eğitim kurumlarında görülen veya görülmeyen sayısız sınır vardı. Sınırları aşan Üniversitelerin bir şekilde kulağı çekiliyor, bütçe ayarları filan, hizaya sokuluyordu. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür olmak başlı başına bir sorundu.

Craig Venter ve ekibi 2010 yılında ilk sentetik canlıyı ürettiler. Bildiğimiz canlı gibi değil ama gene de canlı sayılırdı. Soru revize edildi: Yaşam için gerekli en az genom sayısı ne kadardır? Geçenlerde ilkinden yarı yarıya daha az gene sahip yeni bir canlı üretildi. İyi haber. Sırada bu genlerin işlevlerinin aydınlatılması ve cevap bekleyen yeni sorular vardı. Farklı canlı türleri üretilebilir mi veya süper insan yaratılabilir mi gibi, falan filan…

Bunu da pek duymadık. Birinci dereceden ilgili olanlar duymuştur tabii, fakat biz o sıralar darbe planlarıyla meşguldük. Kelime dağarcığımıza bir de “Balyoz” eklenmişti. Öğrendiğimiz her yeni kelime tutuklanan onlarca insan demekti. Asker, subay, gazeteci, rektör, profesör fark etmiyordu. Aynı yıl İstanbul Kültür Başkenti oldu. Demokrasi veya adalet başkenti de seçilebilirdi, Allah korusun (!)… O kadar anlamsız ve zamansızdı ki kimsenin umurunda olmadı, geçip gitti. Üstümüzden bir yük kalktı, rahatladık.

Craig Vente’nin gençliği haylazlıkla geçmiş. Okul karnesi kırıklarla dolu. Vietnam Savaşı sırasında intihar denemesi bile var. Bereket versin tam zamanında kararını değiştirip hayata dönmüş. Kolej döneminde zihni açılmış ve çalışmalarını insan genomu üzerine yoğunlaştırmış. Henüz Nobel almamış ama önemli değil. Eli kulağındadır. 2015 yılında Nobel kazanma sırası gene DNA’lar üzerinde çalışan bir başka bilim insanındaydı: Aziz Sancar. Hücrelerin hasar gören DNA’larını nasıl onardığını ve genetik bilgisini nasıl koruduğunu gösteren çalışmalarıyla kimya dalında Nobel’e ortak oldu. Çok övündük, gurur duyduk. Kolayca milliyetçi hezeyanlara kapılacak bir durumdu. Fakat gayet akıllı demeçlerle ortalığı yatıştırdı. Cumhuriyetin eseriyim dedi ama Türkiye’de kalsaydım da başarırdım demedi. Zekânın yerine çalışmanın ve adanmışlığın önemini vurgulaması ise özdeyiş niteliğindeydi. Üniversitelerde dolaşıp konferanslar verirken Amerika’dan bir haber geldi. Son makalesi tam sekiz sayfa eleştiri almış ve reddedilmişti. Yeniden yazması gerekiyordu. Alelacele geri döndü. Nobel kazananlara torpil yapılmıyordu.

Dergi editörlerinin ve araştırma kurumlarının ön yargısız olması çok önemli. TÜBİTAK’ın da böyle olduğunu sanıyor veya umuyorduk. Öyle değilmiş. TÜBİTAK’ın beğenmeyip geri çevirdiği bir çalışma ABD’de liseler arasında düzenlenen “Genius” Olimpiyatlarına katıldı ve 54 ülkeden 2450 proje arasında birinci seçildi. Gençlere burs verildi ve eğitimlerini Amerika’da sürdürmeleri teklif edildi. Araştırmalarında bir yara bandı tasarlamışlardı. Atık yengeç ve karides kabuklarının kullanıldığı bantlar şeker hastalarında yaraların daha hızlı iyileşmesine yardımcı oluyordu.

Şeker hastalığı ve kanser çağımızın en önemli sağlık sorunları. Geçenlerde ABD Başkanı Obama’nın kanser tedavisinde kişiye özel immünoterapi araştırmaları için büyük bir bütçe ayırdığı yazıldı. “Kanser: Aya Yolculuk 2020” Projesi kemoterapinin pabucunun dama atılacağı anlamına geliyor. TÜBİTAK da kanser tedavisine kayıtsız kalmamış:  ‘’Kanser Hastalığını Yenmede Dini İnancın, Duanın ve Olumlu Düşünmenin Etkisi Üzerine Bir Araştırma’’ bölge sergisine davet edilen projeler arasında yer almış.

Yara iyileşmesini hızlandıran bant hakkındaki araştırma Sayın TÜBİTAK üyelerinin dikkatinden kaçmış olabilir. İnsanlık hali. Fakat gözlerinden kaçmayan araştırmalar var. Konular muhtelif: Örneğin “Tatlı Kelam” isimli araştırma dua ve güzel sözün sadece insanları değil, bitkileri de olumlu etkileyip gelişimlerine katkıda bulunduğunu ortaya koymak için planlanmış. Sadaka taşı, Osmanlıda şair padişahlar projesi, Mucize saç kremi projesi, Tillo evliyalarının kerametleri, Tebessüm ve selamın temiz dünyalara etkisi, EKG önlüğü ile mahremiyeti korumak diğer proje konuları. Vesaire vesaire… 350 bin lira bütçeli diğer bir araştırmada etlerin helal olup olmadığı beş dakikada anlaşılıyormuş. Bir de haccın farzlarını yerine getiren robot projesi var ki bunu özellikle sevdim. En azından bir robot yapmışlar!

TÜBİTAK’ı  Allaha havale edip bu işler memlekette hep böyle mi yürüyordu, ona bakalım. Bunun için gene DNA üzerinden geriye bakmak yeterli. Laboratuvar ortamında yeni yaşamlar yaratma fikrinin özünde DNA’nın keşfi vardı. Bu başlıca başına bir dönüm noktasıdır. DNA’nın ikili sarmal modelini geliştiren Watson, Crick ve Wilkins 1962 yılında Nobel Fizyoloji ve Tıp ödülünü kazandılar. Watson “İkili Sarmal : DNA Yapı Çözümünün Öyküsü” başlıklı kitabını 1967 yılında yazdı. Aynı yıl Türkiye’ye geldi ve Ankara Fen lisesini ziyaret etti. Burada yaptığı konuşmada DNA modelinin dünyada ilk defa bu okulda ders kitabına girdiğini söyledi. Bizim kitaplar fasiküllerden oluşuyordu. Amerikalı eğitmenlerle bizim öğretmenlerimiz eğitim programını planlar, müfredat oluşturulur ve konular en güncel şekliyle klasörlerimize girerdi. Laboratuvar ortamında gerekli şartlar sağlandığında organik molekül yaratılabileceğini öğrendiğimizi ve sirke sineklerinde kalıtım üzerine deneyler yaptığımızı hatırlıyorum.

Türkiye değişirken sevgili okulum Ankara Fen Lisesi de değişti, sıradan bir okul haline getirildi. Duydum ki Dört kitap tek kelime: İnsanlık” adlı proje çalışması “TÜBİTAK 47. Ortaöğretim Öğrencileri Araştırma Projeleri” Yarışmasında ön elemeyi geçerek bölge sergisine davet edilmiş. Projede Yunus Emre’nin eserlerinden çıkarımlar yaparak günümüz problemlerine çözüm bulunması amaçlanıyormuş. İnternet sayfalarında eski bir öğrenci sormuş: Bu projenin TÜBİTAK ile ne alakası var? Proje yöneticisi cevap vermiş: Sergiye davet edildiğine göre bir alaka kurulmuştur mutlaka. Bence de…

Alaka TÜBİTAK ile sınırlı değil. Cumhurbaşkanlığı bilim ve teknoloji baş danışmanı falanca (ismi lazım değil) Aziz Sancar’ın Nobel ödülünü aldığını duyunca sormuş: Sağcı mıdır, solcu mu?

Görüldüğü gibi durumlar pek parlak değil. TÜBİTAK sebep değil sadece sonuç. Ülkedeki eğitim seviyesinin bilimselliğini gösteren bir ayna. TÜBİTAK’ın sergilediği bizzat kendimiz. Belki makyajsız ve fotoşopsuz olduğu için rahatsız oluyoruz ama gerçek bu. Aynanın gösterdiği gerçek okul ve üniversite açmakla çözülecek bir sorun değil. Parmak hesabında fena değiliz. Orta öğretim okul sayılarında artışlar var.  2008 yılında 167 olan üniversite sayısı 2015’te 190’a çıkmış. Eğitim istatistikleri düzenli olarak yayınlanıyor. İsteyen merak ettiği konuya bakar ve sayılardaki yükselmeden mutlu olabilir. İmam Hatip okullarındaki artıştan da bahsedecek değilim. Ben eğitimde niceliklere, kerameti kendinden menkul sayılara takılmıyorum. Rakamlara bakacak olsam bölgesel dağılımlara bakarım. Rakamların arkasındaki gerçeklere bakarım. Biraz zaman harcarım fakat gerçek zamandan daha değerlidir.

Benim asıl derdim eğitimin içeriği…

Hiçbir dağın yüksekliği dibinden bakınca anlaşılmaz. Yüksek demek de yetmez. Göz kararı hiç yetmez. Ne kadar yüksek olduğunu ölçmeniz, bunu da objektif yöntemlerle yapmanız gerekir. Orta öğrenimdeki öğrencilerin eğitim seviyelerinin ölçülmesi de çok önemlidir. Onlar istikbalde ülkenizi teslim edeceğiniz gençlerdir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bu amaçla uluslararası bir ölçme-değerlendirme projesi hazırlamış. 2000 yılından beri üç yılda bir uygulanıyor. “PISA” adıyla bilinen ve sonuçların her açıklanışında hayal kırıklığına uğradığım bir proje. Amaç 15 yaş grubundaki öğrencilerin okuma becerileriyle matematik ve fen bilgilerini ölçmek, sonuçlara göre eğitim standartlarını oluşturmak veya tavsiyelerde bulunmak. Öğrencilerimiz son değerlendirmelerde 65 ülke arasında üç dalda da kırk beşinci sıranın altında kalmış. Daha karmaşık ilişkiler kurmayı, üst düzey sorgulama, analiz ve yorum yapmayı gerektiren 5 ve altıncı düzey sorularda başarımız daha da düşük. Beşinci basamakta başarı oranımız %5,9 iken altıncı basamakta %1 civarında. Şanghaylı öğrenciler altıncı grupta %38,8 oranında başarı göstermişler.

Ülkemizin bazı güzide okulları bütün zorluklara rağmen seviyelerini koruyabilmek için adeta savaş veriyorlar. Bununla beraber açık bir şekilde irtifa kaybına uğradıklarını düşünüyorum. Diğer okullardan başarı olarak duyulanlar kişisel çabalarla gerçekleşiyor ve istisnadan öte geçmiyor. Toplu olarak bakıldığında bütün eğitim ölçütlerinde, özellikle matematik ve fen alanlarında sınıfta çakıyoruz. Bina ve laboratuvarlar şekilden ibaret. Okullar içi boş kamışlara benziyor. Dimdik ayaktalar fakat içleri çürümüş...

Eğitim sistemi yapboz tahtasına dönmüş durumda. Politikacılar toplum mühendisliğine soyunmuş, ülkenin istikbali ile oynuyorlar. Halbuki eğitim ciddi bir iştir ve mesleği ne olursa olsun herkes için gereklidir. Tesadüflere, güncel hırslara ve politik emellere kurban edilemez. Eğitim ister güvenlik için olsun ister bilim veya sanat, geleceğimizle ilgilidir.

Bütçeden eğitime ayrılan para miktarı politikacıların eğitime ne kadar sığ baktıkları hakkında bir fikir verebilir. OECD istatistiklerine göre Türkiye’de orta öğrenimdeki öğrenci başına eğitim harcaması Güney Kore'nin  üçte biri, İsrail’in yaklaşık yarısı kadar. Amerikayı hiç saymıyorum. Ulusal gelirimizin ancak %3,8’ini eğitime ayırmışız... Güney Kore ve İsrail %6’sını ayırıyorlar. Denebilir ki para önemli değil. Türk milleti zekidir, özverilidir, az parayla çok işler başarabilir vesaire vesaire… Maalesef öyle değil. Bu tarz söylemler abartı ve hamasetten ibaret. En çalışkanların inek diye yaftalanması boşuna değil. Aziz Sancar “Zekâ değil çalışmak önemlidir” diyerek en zayıf noktamızı yüzümüze vurdu. Zekâ bu ülkede çalışmadan para kazanmak için kullanılan bir araçtır.

Üniversitelerde yapılan bilimsel çalışmalar performans puanlarını artırmaya yönelik cinliklerle dolu. İçeriklerine bakıldığında nitelikli yayın oranının pek fazla olmadığı dikkat çekiyor. Hacettepe Üniversitesinden Dr. Umut Al, 2009 yılında Türkiye kaynaklı yayınların göreli atıf etkisini (GAE) hesaplamış. GAE, bir ülkenin belirli bir alandaki yayınlarının ortalama atıf sayısını, yine o alandan tüm dünyadaki yayınların ortalama atıf sayısına bölerek hesaplanıyor. Sonuçta her alanda ortalama atıf sayımız dünya ortalamalarının altında kalıyor. Mühendislik, ziraat ve yer bilimleri dünya ortalamalarına biraz daha yakın. En düşük GAE yaşam bilimlerinde. Bir başka çelişki ise tıp alanında. Teknoloji kullanımında ve makale sayısında başı çeken klinik tıp, en düşük endekse sahip alanlardan biri çıkıyor. Bilimsel yayınların değerlendirmelerinde farklı endeksler kullanılabiliyor. Fakat yazımın konusu bu değil. Ben sadece çarpıcı karşılaştırmalarla eğitimdeki içerik boşluğuna dikkat çekmek istiyorum.

2015 yılında İran'a gittiğimde 44 Üniversiteleri olduğunu öğrenmiştim. Ekonomi ve işletme alanlarında bilimsel yayın sayılarımız İran’dan fazlaydı. Fakat matematik ve bilgisayar bilimlerinde, petrolle ilgili dallarda İran’dan yapılan yayınların sayısı bizimkilere tur bindiriyordu. Prof Celal Şengör’e göre İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince uyum sağlayamadığı için, bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını alamamış. Amerika Birleşik Devletleri bunu en iyi başaran ülkelerin başında geliyor. Örneğin daha önce bahsettiğim immünoterapi çalışmaları için korkunç bir bütçe ayırabiliyor. Çünkü karşılığını kat kat alacağını biliyor. Para olarak ve insan hayatı olarak. Bunu bir yatırım olarak yapıyor. Akıllı yatırım. Bizim akıllı tasarımcılar ise burada çuvallıyor.

Üniversitelerin başarısızlığı tesadüf değil. PISA sonuçları bir altimetre gibi eğitim seviyemizi gösteriyor. Orta öğrenimdeki zaaflar ülkemizin geleceğini ipotek altına alıyor. Asıl sorun niyet ve zihniyet sorunudur. Çağdaş eğitim rekabetçi ortamda eleştirel bakış açısının geliştirilmesini ve analiz yeteneklerinin artırılmasını gerektirirken, eğitim politikalarını tayin eden zümre imam hatip okullarının sayısıyla övünüyor. Ezberci, taklitçi ve tekrarcı eğitim gençlerimizi dünya gerçeklerinden uzaklaştırıp inanç dünyasının sınırları içine hapsediyor. Tasarladıkları saç kremini onun için mucize başlığıyla sunuyorlar. Mucize kelimesinin doğaüstü bir eylemi ifade ettiğini bilerek veya bilmeyerek, biraz reklamcı biraz da pazarlamacı tavırla...

Ülkede bilim ve teknolojiyi teşvik etmek, yönlendirmek ve popülerleştirmek için kurulan TÜBİTAK’ın sergilediği işte budur: Kötü söze maruz kalan peynirin daha çabuk küfleneceğine inanan dindar gençlik… Desteklenen projeler asıl hedefi ilan ediyor; sakınmadan, açıkça ve belki de övünerek… 

6 Aralık 2015 Pazar

KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ



Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”


28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.

…Diye başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar. Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.


DİL MESELESİ

Fransızlar topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…

Bu meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz. Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz? Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!

Dilimizden hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri. Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını kendimize uydurmuşuz; Ey Türk, titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof. Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl 1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma. Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?

Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum nasıl?


İLİM – BİLİM DURUMLARI

Memlekette ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi, saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki deyişle tam bir Hezarfen! Adam dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.

Fakat bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş. Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil. Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş; Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!

Diğer bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre 4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bekaası caiz değildir"

Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur. İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim insanları!  Ortak kaderler paylaşılıyor. Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi. 

On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da uzun tuttum.  Gök bilimci ve filozof Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace” ödülü her yıl "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.

Yukarıdaki “son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular.  İkisinin bir arada yaşamasının veya yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!


DİN VE BİLİM

Bunlar münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar.  Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil, farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.

Sonuçta tanrı-krallar son dönemece girdi,  Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu; Sekülarizm.

Müslüman dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Battani, Farabi, Biruni,  İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi? Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü? Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”

İslamın içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma konusuna da itiraz edenler olabilir.  O da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim. Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar. Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.

Tek bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır. İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.

Peki tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle, dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…

O tek insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." 

Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!


DEMOKRASİNİN ZAYIF KARNI

Bundan sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit, ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele geçecek, sonra iktidar!

Umduklarından kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür, üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.


CEHALET VE KALABALIK

Eğitim istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım (tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı  35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış. Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o yazmışsa doğru yazmıştır.

Kütüphanelere geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku” diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi? Biat ve itaatin yolu sualsizdir.

Sadede gelelim.

Cehalet ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini  referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik) makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…


KADIN MESELESİ

Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı, cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun, trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı, İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

Kadın olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır. 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.


TÜNELİN SONU

Bir yerde okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...

Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir. 

Karanlıktan beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez. Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor. Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin.  Savaş çıkar (!)…

İnsanlara sadece vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu  kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.


28 Haziran 2015 Pazar

İNLEYEN NAĞMELER


Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler
Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler


Memlekette en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyen firmaların listesini ararken, Koryürek’in mısralarına rastladım. Tamamen tesadüf! Hem şaşırdım, hem zevklendim. Yapay bile olsa akıl aynı akıl! İstediği zaman kanatlanır, en bilinmeyeni keşfeder, istemeyince uçar, kendi istediği yere konar. Bu sefer de gitti, unutulmuş bir şiire kondu. "Ben de unutursam" diye korktum, bir kenara yazdım. 

Bu yaşta “akıl” dediğiniz böyle bir şey. Hafızayla zoru var. İkisini bir arada tutmaksa bir mucize! 

Yaş ilerledikçe mucizeler de değişiyor. Prostatla ilgili olanları kastetmiyorum. Bu mucizeler beyinle ilgili! Önceleri bir şiiri, sonra bir mısrayı, bir ismi veya simayı, sonra evin adresini ve sonra da kim olduğunuzu hatırlamak mucize sayılıyor.

Akılla hafızanın buluştukları ortak nokta ikisinin de zamanla "uçucu" olmaları! Akıl bir yana, tek başına hafıza kaybı bile olsa, yaşlılarda hastalık kabul edilen bu durum, politikada marifet sayılıyor. Öyle olmasaydı, vaktiyle “Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var” diye yakınan bir başbakan, hem de bir profesör başbakan, ülkede neden 193 Üniversite olduğunu veya bu üniversitelerde ne iş yapıldığını sorgulardı. Hafızayı geçelim, akıl olsaydı; Matematik, jeoloji ve bilgisayar bilimlerinde neden İran'ın bile arkasında kaldığımızı merak ederdi.

Stratejik Derinlik” sahibi birisi, hafıza kaybı olmasaydı, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayıp çuvallayan Osmanlının son demlerini de hatırlardı. Hatırlamış olsaydı “AB ülkeleri arasında en iyi durumda dördüncü ülkeyiz” diye övünmez, en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyenler arasında doğru dürüst bir teknoloji kuruluşu olmamasına veya “Sosyal Gelişmişlik” İndeksinde 64'üncü sıraya inmemize dertlenirdi. Hafızayı toparlayacak bir ilaç vardır herhalde. Yoksa da bir çalıya çaput bağlar, ya da iç çamaşırına muska takarız, geçer. Fakat hafıza yerinde de akıl yoksa, yani bu Osmanlılık hevesi kısır politik hesapların sonucuysa (bir ihtimal) onun çaresi yok!

Başbakan “2023 ve daha sonrasını planlıyoruz” diyor. Planlı bir tecavüz hazırlığı var. Osmanlı ağzıyla “taammüden” tecavüz! Aklım mı uçuşuyor, yoksa hafızam mı kaydı? Son planladıkları "Tam Demokrasi" ve bağımsız yargıydı. Bir de "İnsan Hakları" ve "sıfır sorun" meselesi vardı. Etraf kararıyor. Birisi içkime ilaç mı kattı? Nuri Alço? Bizi hangisi uyutuyor?  Mey İçki’yi hatırladım. Kurumlar vergisinde 31'inci sırada. İşte bu, keyif verici bir haber! Pikaba eski bir taş plak, bardağıma çizgiye kadar rakı koydum. Maksat Mey İçki kazansın!

Bakalım bu yaşadıklarımızdan hafızamda ne kalacak?


2 Mayıs 2015 Cumartesi

KİM BİLİR?



Hacettepe Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar" gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı, güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla belirleniyor.  

Özet olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.

Benim yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli; "Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın yalancısıyım!

Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş.  Bir nevi “Emret Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan” joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım, Boşbakanım gibi…

Bu satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane edilerek kapatılırken,  bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor.  Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;

  • Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?

  • Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı? 


  • Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde "Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı? "Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan mı? 

  • Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor? 

  • Araba ön panosunun, koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin” demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız! Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana ulaşmaz mı?

  • Spor ve makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?

Belki (umut ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır. Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?
  



6 Kasım 2014 Perşembe

İRAN'A DOĞRU...

İran mı olacağız?

Epeydir bu soruyla başlayan sohbetler bir süre sonra ikinci bir alternatif doğurdu: Malezya mı olacağız? Son altmış yılda katettiğimiz yol bu kadar; Küçük Amerika'dan Malezya'ya yatay geçiş! Biraz yatay, biraz dikey, kerameti kendinden menkul bir güzergâhtan, eğri büğrü, gizli kapaklı tünellerden, dünyevi ve uhrevi kanallardan geçerek layığımızı bulduğumuz (veya bulacağımız) nokta bu: Ya İran'ız ya da Malezya!

Bu tarz endişelerin giderek büyüdüğü yıllarda kesip sakladığım bir gazete kupürünü buldum. Londra'da Arapça olarak yayımlanan "Asharq Al-Awsat" gazetesi "İran'la Türkiye'nin Farkları" diye bir başlık atmış. Tarih 24 Ağustos 2002. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Makalede A ülkesi, B ülkesi diyerek bir dizi rakam sıralanmış. A devletinde düzenli namaz kılan ve oruç tutanların oranı %70. Nüfusun %55'i haftada en az bir kez camiye gidiyor. B ülkesinde ise bu oranlar sırasıyla; %60 ve %12. "A" ülkesinde her yıl müftü olmak isteyenlerin sayısı binleri aşarken, "B" ülkesinde molla olmak isteyenler giderek azalıyor (muş). Müftülükten bahsettiğimize göre "A" ülkesi Türkiye oluyor, "B" ise İran! Garip ama gerçek. Kum, Meşhed ve Tahran gibi kentlerde on beşinci yüzyıldan bu yana faaliyet gösteren dini medreseler öğrenci yokluğundan kapanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış. Darısı imam-hatiplerin başına. Rakamlar oldukça doğru. Örneğin gene bu anketlerde halkın %43'ü seçimde "islamcı" AKP'ye oy vereceğini söylemiş. AKP'ye islamcı diyen ben değilim, Alman şirketi ANAR. 

Gene İran'a dönelim. Nerede kalmıştık? İran olmak veya olmamak! Bütün mesele bu değil aslında. Mesele, İran olmanın kötü bir şey olup olmadığı! Bazı bakımlardan adamları takdir etmiyor değilim. Büyük devletlere yaltaklanmadan onurlu bir dış siyaset güdüyorlar. Hırsızı, sahtekârı başlarına bakan yapmıyorlar. Yıllardır devam eden ambargoya rağmen kendi yağlarında kavrulup gidiyorlar. Neyse, bu konular sakız gibidir, çektikçe uzar. Amacım karşılaştırmalı siyaset yapmak değil. Sosyal analiz hiç değil. Medyada her konuda ahkam kesmeye hazır yüzlerce "bilmiş" adam var. Bu işleri onlara bırakıp ilim-bilim durumlarına dönmek istiyorum. Malum, ileriyi görmek istiyorsak bilim ve eğitim konularına bakmak lazım. İleriyi görmek gibi bir derdiniz yoksa, işleri Allah'a havale edersiniz olur biter...

Kesik gazete parçalarını karıştırmaya devam ediyorum. Yıl 2008. TÜBİTAK'a göre Uluslararası bilim indeksine giren Türkiye kökenli bilimsel yayın sayısı 120bin. Etki değeri 4,55. Aynı dönemde Yunanistan'dan yapılan yayın sayısı 101bin. Etki değeri ise 8,06. Yunanistan'ın nüfusu 10 milyon. Neyse, Yunanı boş verip, dişimize göre bir rakip bulalım. Kolay, gene İran'a bakalım. İran'da 44 üniversite var. Onları kelle hesabıyla geçeriz. Fakat bu da ne? Başlıkta "Bilimde İran Türkiye'yi geçti" yazıyor. "Türkiye bazı bilim dallarında hâlâ büyük farkla İran’ın önündedir: 2012 yılında tıpta Türkiye’nin bilimsel yayın sayısı 12.710, İran için bu sayı 7.711’dir. Ekonomi, işletme gibi dallarda da Türkiye açık ara önde. Fakat sıkı durun: 2012 yılında matematikte Türkiye 1.557, İran 2.356’dır! Bilgisayar bilimlerinde Türkiye 1.354, İran 2.354’tür! İran’ın daha büyük farklarla önde olduğu petrolle ilgili dalları saymıyorum. Fakat İran, militan siyaset yüzünden dünya ekonomisine yeterince entegre olamadığı için, bu bilimsel birikiminin ekonomik karşılığını gerçekleştiremiyor..." 

Militan siyaset? Bu da ne demek? Kafam giderek karışıyor. Akıl akıl, gel peşime takıl (!) Türkiye mi İran olacaktı neydi? İyi miydi, kötü müydü, neydi, nasıldı? Yoksa İran Türkiye mi olmuş? Militan siyaset? Bu ülke Türkiye olmasın?

Prof. Dr. Celal Şengör; "İran’da gerek jeoloji servisinin, gerekse de petrol şirketinin yaptığı jeoloji, Türkiye’de MTA’nın ve TPAO’nun yaptığı jeolojiden her zaman daha kaliteli olmuştur. Bunun nedeni İranlılar bu iki kuruma ülkenin ihtiyaçları açısından, biz ise politik açıdan bakmışızdır her zaman. Çok yakınlarda MTA’da benim yönlendirmem ile işe başlayan iki öğrencim, daha iki sene olmadan pes ettiler, ayrılmayı düşünüyorlar. Nedeni ise çevrelerindeki kalitesiz personelden çektikleri. Genel Müdür bu sene sonunda emekli oluyor. Ondan sonra MTA’nın başına gelecekleri düşünmek bile istemiyorum.”

Demek ki memlekette işler kötü gidiyor. İran kadar bile olamıyoruz. Yazık. Beceriksizlik ve seviyesizlik zirve yapmış durumda. Ülkenin en büyük kurumları yerlerde sürünüyor. "En büyük kim?" holiganizmi karşılık bulmuyor. İnsan hakları, toplumsal ahlak, özgürlükler birer ütopya! Türkiye, tutuklu gazeteciler ve aydınlar sayısında İran ve Çin'le yarışmakta.  Eğitimde üç yanlış bir doğruyu götürmekte. Üniversiteler epeydir "Yüksek Lise" kıvamında, Hababam Sınıfı'na dönmüş durumda. Sıfır sorun mucitleri sıfır almaktan bıkmadılar, Mahmut Hoca onlardan bıktı. Hafize Ana emekliliğini istedi. Badi Ekrem bile "bunlar adam olmaz" deyip mektebi terketti. Duvarların yaldızları döküldü, bahçeyi ayrık otları sardı. Hepsi gitti, biz kaldık. Biz ötekileriz. Sabretmek zorundayız. Demokratik açıdan en büyük sıkıntı, katlanmak zorunda kalmak. 

İlim-bilim konusunda kalmıştık, konu karıştı. Ekim ayında, Türkiye'nin yedinci Profesör Başbakanı "... Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var. 12 yılda üniversite sayısı 73'ten 184'e çıktı. Ama öğretim üyesi, ah o öğretim üyesi... Aynı sayısal ve niteliksel hıza ulaşıyor mu? Ulaşmadığı zaman ciddi bir yanılsamayla iç içeyiz." dedi. Biraz şaşırdım, çokça sevindim. Ne dediyse iyi demiş. Fakat mutluluğum uzun sürmedi. Aradan bir ay geçmedi, sayın Cumhurbaşkanı rektörlere, "Devlet hastanelerindeki uzman doktorlarımıza profesörlük imkânı veremez miyiz?" diye sordu.  Rektörler de "Haaşa, emriniz olur" dediler. Cumhurbaşkanına değil de rektörlere üzüldüm.

Bu haber üzerine denecek fazla söz yok, Sözün bittiği yer demek ki buralarda bir yermiş. Bunaldım. Benim biraz dolaşıp gelmem lazım. Avrupa'ya gitsem olmaz. İnsan dönüşte kötü hissediyor. En iyisi İran'a gitmek! Gidip bir bakayım; İran mı oluyoruz? 

4 Kasım 2010 Perşembe

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ


Bugün Türkiye’de demokrasi hakkında tartışmalar yapılıyor. Herkes “tam demokrasi” talebinde. Bu ifadenin tek açıklaması, demokrasi uygulamamızda eksiklerin, tutarsızlıkların bulunması.  Herkesi olmasa bile çoğunluğu tatmin edecek demokratik bir yönetim arayışı var. Peki bunun gerçekleşmesine neler engel oluyor? İdeal bir demokrasinin önündeki engeller nelerdir?
Demokrasi yolunda aşılması gereken engeller konusunda bir sürü şey sayılabilir. Sayılıyor da! Burada ben de aynı kolaycılığa saparak bir sürü maddeyi altalta sıralayacak değilim. Benim tercihim sadece tanı koymak değil, tedavisini de yazmak olacak. Sadece yazmak. Çünkü ben bir doktorum, yapmak işi ise siyasetçilere ait…

EĞİTİM SİSTEMİ

Düşünbilim veya felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlarla ilgili yapılan çalışmalardır. Temelinde bir düşünce bilimidir. Anlamının içinde hikmet arayışı da vardır. Fakat bu hiçbir zaman bilginin önüne geçmez.
Orta öğretim için yenilenen eğitim programının ilk ünitesinde, girişteki felsefeyle tanışma kısmını, hikmet kavramı ve felsefe ile hikmet arasında bağ kurma konuları izlemektedir. Hikmet, genel anlamıyla vahiy yoluyla edinilen bilgidir ve böyle bir bilgi sadece kabullenilir, üzerine düşünülmez ve sorgulanmaz. Bu da felsefenin ruhuna ve düşünce sistematiğine aykırıdır. Diğer yandan program içeriğinde din felsefesi, açık bir şekilde bilim felsefesinin önünde gelmektedir. Bu bakış açısıyla yeni yetişen, bilgiye aç, her türlü dış etkiye açık genç beyinlerin özgür düşünme ve sorgulama yeteneklerini kazanması olası değildir. Yapılması gereken; öğrencilere düşünmesini, araştırmasını, soru sormasını öğretmek, bilim felsefesini öne koyarak, inanç dünyasının esaslarını göstermektir. Bu sağlam zemin üzerine siyaset, inanç ve din felsefeleri kolaylıkla inşa edilebilir.
Pedagojide çocuğun yaşına göre verilecek eğitimin şeklinin önemli olduğu vurgulanmaktadır. 12 yaşından küçük çocuklar için soyut kavramların bir anlamı yoktur. Dünya somut gerçeklerden ibarettir. Bir şeyin var olması onu görmesi veya tatmasıyla olasıdır. Kasım ayındaki 18inci milli eğitim şurasında alınan kararlarda ise eğitimcilerimizin bu gerçeği (bilerek) göz ardı ettiklerini görüyorum. 8 yıllık eğitimin imam hatip ortaokullarını ortadan kaldırmasını hazmedemeyenler, 1+4+4+4 gibi tuhaf bir öneriyle din eğitimini küçük yaşlara çekmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Kuran kursları (yatılı-yatısız), tarikat okulları, okul olmadıkları halde, yine tarikat destekli özel yurtlar gençlerimizin geleceğini çeşitli inanç gruplarına bağlamaktadır. İktidardakilerin işine geldiği için sürüp giden bu eğilim son bulmalıdır. Devletin tarikatlara bırakılan bu alanı denetlemekten (veya denetler gibi yapmaktan) öte, inanç odaklı kurumların elinden mutlaka kurtarması gerekmektedir. Din dersleri seçmeli olmalı, belli bir mezhebin öğretisi olmaktan çıkmalıdır. Derslerde ibadet uygulamaları değil din felsefesi konu edilmelidir. 

Gençlerimiz önce öğrenmeli, belli bir düşünsel gelişmeye ulaştıktan sonra, kendi seçimleriyle inanmalıdır. İnanç, bilinçli olarak seçilen bir yol olmalıdır.
Bu öneriler sırasında eğitimi ilk sıraya koymamın sebebi, demokrasinin olmazsa olmazının “laiklik” ve önündeki en önemli engelin insanların kafalarının içinde olduğunu düşünmemdir. Demokrasinin özünde denetleme ve sorgulama vardır. Başkalarının hakları vardır. Çoğunluk hegemonyası yoktur. İtaatkar ve dogmatik eğitim, hikmeti bilimin önüne koyan öğretim laik demokrasinin sadece bugünü değil, yarını için de tehlikedir.
Eğitimin güncel durumu ile ilgili bazı rakamlar, notlar:
  • 1,78 milyon üniversite öğrencisinden sadece 217 bini devlet yurtlarında kalıyor.
  • 150000 öğretmen açığı var. 400000 öğretmen atama bekliyor
  • 150000 sözleşmeli öğretmen düşük ücretlerle çalışarak kadro bekliyor.
  • din kültürü öğretmenlerinin sayısı fen ve sosyal bilim öğretmenlerinin sayısından fazla
  • imam hatip lisesi öğrencileri sayısı 198bine çıktı.
  • kaçak kuran kursu açanlara hapis cezası kalktı. kaçak kursların kapatılması hükmü de kalktı
  • Ders kitapları bedava dağıtılırken, içerikleri manuple edildi. 
  • 100 temel eserin tercümelerinde dini ifadelere ağırlık verildi.
Ve diğer rakamlar...
Bu rakamlar şu anda değişmiş olabilir. Fakat oranların değiştiğini veya uzun süre değişeceğini zannetmiyorum.  İstediğiniz kombinasyonu, ikili eşleştirmeyi yapabilirsiniz. Yorumunu size bırakıyorum.
Türkiye'de 67. 000 okul, 1220 hastane,  6300 sağlık ocağı,  85000 cami , 270 kilise, 100 cemevi, 77000 doktor, 90000 din görevlisi, 1435 kütüphane, 13 kentte devlet tiyatrosu, 81 kentte 3852 kuran kursu var.

Her 60 bin kişiye 1 hastane, 350 kişiye 1 cami, her 900 kişiye bir doktor, 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor. Diyanet İşleri Başkanlığının 2009 bütçesi 22 üniversitenin toplam bütçesi kadar...


LAİKLİK ANLAYIŞI

Dünyada dini otoritenin siyasal ağırlığının azalması ve parlamentoların monarşik iktidarlara karşı durması birbirine paralel bir seyir göstermiştir. On altıncı yüzyılda ilk emarelerini görmeye başladığımız bu eğilimin meyvelerini vermesi yüzyıllar sürmüştür. Din olması gereken sınırlara çekilirken, eşitlik ilkesine dayanan “halk egemenliği” kavramı aynı zamanda laikliğin ve demokrasinin de başlangıcı olacaktır.
Ülkemizde de hilafetten laikliğe, monarşiden demokrasiye geçiş kolay olmamıştır. Daha 1919 yılında, Mustafa Kemal'in notlarında, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devletin yönetim şeklini “cumhuriyet” olarak tanımladığı halde, 1924 anayasasının 2. maddesine “devletin dini islamdır” yazılmıştır. Hilafet 1926 yılında kaldırılmış, son halife yurdu terk etmiş, fakat laiklik anayasaya ancak 5 Şubat 1937’de girebilmiştir. Her şeyi ince ince planlayan Mustafa Kemal demokrasinin laiklikle ilişkisini bilmiyor muydu? Tabii ki biliyordu. Fakat cumhuriyetin kuruluş sıkıntılarını da biliyordu. Şeriat özlemiyle yanan, ilk fırsatta halifeliği tekrar canlandırmak isteyen, halkın din duygularını istismar etmeye hazır onlarca milletvekili vardı. Çok partili demokrasiye geçiş için her teşebbüs genç Cumhuriyet’in temellerini sallıyordu. Bence CHP’nin 6 okunun içinde özel bir yeri olan laikliğin ilk defa 1927 yılında parti programına girmesine rağmen, anayasaya girmesi için 10 yıl daha geçmesinin sebebi de budur. Öncelikle din ve inançların güvence altına olduğu gösterilmeliydi. Bunu daha başlangıçta sağlayan da cumhuriyetçilik ve içeriğindeki demokrasi ilkesi olmuştur.
Laiklik demokrasinin kilit taşıdır. Demokrasiye şekil veren, onu ayakta tutan en önemli unsurdur. Bununla beraber, laikliğin demokrasinin ön koşulu olarak görülmesi bazen yanlış yorumlara yol açmakta ve demokrasimizin olgunlaşmasını önlemektedir. Bunu askeri darbeler sırasında hep beraber yaşadık. Laiklik elden gidiyor bahanesiyle demokrasinin canına okundu. Demokrasi sekteye uğradıkça, sorunlar kendi iç dinamikleri içinde çözülmedikçe, hep baştan başlamak zorunda kaldık. “millet isterse hilafeti bile geri getirir” mantığı ile devleti yönetenler iktidarlarını sürdürebilmek için din tacirliğine soyunup laikliği din düşmanlığı ile bir tuttular. İnanç ve din hegemonyasına giden yolun önü açıldı. Kasıtlı olarak laiklik din ile karşı karşıya getirildi. Demokrasiyi kurtarmak adına dışarıdan yapılan girişimlerden en büyük zararı yine demokrasi ve laiklik gördü.

Laik devlet, yönetme yetkisini halktan alır. Yetki kaynağına yönelik tehdit potansiyeli taşıyan her şeyi kontrol etmek zorundadır. Bu nedenle halkın bireysel din ve vicdan özgürlüğünü de güvence altına almalıdır. Devlet bunu kanunlarla yapar. Dinsel yapılanma ve örgütlenme din temelli cemaatlere bırakılırsa bireysel vicdan özgürlüğü tehlikeye girer. Devleti yönetenler, kamu hukukuyla çözülecek bir konuda diyanetten görüş istemez. Devletin kurumları bir mezhebin sözcülüğünü yapmaz. Dini liderlerden fetva beklemez. Sosyal ve kültürel politikaları laiklik çerçevesinde düzenler. Belli bir mezhebi değil, tüm inançları, sadece oy verenlerin değil, tüm yurttaşların haklarını hesaba katar. Çünkü esas olan insan hakları ve özgürlüklerdir. 

SEÇİM SİSTEMİ

Eski Yunancada "Demos" Halk, "kratia" iktidar anlamına gelir. O devirde demos halkın tümünü değil belli bir sınıfı ifade ediyordu. Bugün ise demokrasi tüm halkı ilgilendirir. İktidarını seçtiği "vekiller"ine belli bir süre için verir. Peki halk iradesi seçimlere tam ve doğru olarak yansıyor mu? Yansıması için ne nasıl bir seçim sisteminin nasıl olması daha iyi olur?

Seçim sistemimizin en anti-demokratik yanı %10'luk baraj oranıdır. 1980 darbesinden sonra siyasi istikrarı sağlamak için askeri yönetimin aklına gelen çözüm meclise az sayıda partinin girmesi, tercihan bu iki partinin de merkeze yakın olmasıydı. O nedenle seçime girebilecek partilerin sayısı bile sınırlanmıştı. Ülke barajına ek olarak seçim çevresi barajı da vardı ve bazı bölgelerde barajın daha da yükselmesine yol açıyordu. Bundan sonra yapılan her seçimde seçim sisteminde değişiklikler yapıldı. İktidara ortak olan her parti kendine avantaj sağlayacak şekilde seçim sistemiyle oynadı. Bu durumda barajı aşamayacağı kesin olan partiler değişik yollara başvurdular. Önce bağımsız olarak aday olup, seçildikten sonra mecliste grup oluşturmak gibi.

2002 yılında meclise girebilen iki parti seçmenlerin ancak %53,5'unun oyunu almıştı. Bu seçimde halkın yarıya yakını mecliste temsil edilememişti. 2007 seçimlerinde ise temsil oranı %81,4'e çıkmakla beraber, oyların dağılımı gene anormal bir sonuç verdi. Çünkü
sistem daha çok oy alan partiyi ayrıca kollamaktadır. Bu tuhaf düzen sayesinde %46,5 oy alan birinci parti mecliste %62'lik bir çoğunluk elde etti (341 vekil). Birinci partinin yarısına yakın oy kazanan ikinci partinin mecliste temsil oranı yaklaşık %20 oldu (112 vekil). Darbe anayasası işe yaramış, güya istikrar sağlanmıştı.

Diğer sorun da bölgesel haksızlıklardır. Giresun’dan milletvekili seçilmek için ortalama 48,000 oy almak yeterlidir. İstanbul 2. Bölgede ise seçilmek için gereken oy sayısı yaklaşık 79,000’e yükselmektedir. Türkiye’de kırsal ve kentsel alandaki seçmenlerin temsil olanakları arasında uçurum vardır. Yüksek tarım destek fiyatları vererek seçim kazanmak isteyen “köylü (veya ağa) tabanlı” partilere ek avantaj sağlanmaktadır. Teoride çağdaşlaşma, sanayileşme ve kentleşmeden bahsederken seçim sisteminin kentlerin aleyhine işlemesi, kentlerin temsil oranını düşürmesi demokrasimizin asıl defektidir ve öncelikli olarak düzeltilmelidir. Eşitlikten, halkların eşitliğinden, eşit temsilden bahsediyorsak, basit bir matematik hesabı doğru yapılmalı, 48000=79000 gibi bir yanlışlığa son verilmelidir. Bu oranın bozukluğu bazı bölgelerde daha da çarpıcıdır.

Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu'nun 11 Mart 2010 tarihindeki toplantısında Avrupa'da seçim barajının yüzde 3-5 arasındaki bir orana düşürülmesi resmen kabul edilmiştir. Ülkemizde bu baraj bence en fazla %3 olmalıdır. Böylece meclise girmek için aranan yapay çözümler son bulur. Kürt sorunu için bir yandan "siyasi çözüm" den bahsedilirken, mecliste temsillerinin engellenmesi gibi bir paradoks da ortadan kalkar. (X) partisine verilen oy, onu hiç hak etmeyen (Y) partisine kaydırılmazsa, halkın gerçek iradesinin meclise yansıması sağlanır, meclis gerçekten "Türkiye Büyük Millet Meclisi" olur.


Bir söz: Demokrasilerde, halkı kendini yönettiğine inandırmak sanatına politika denir (Louis Latzarus)



DOKUNULMAZLIK


Demokrasimize zarar veren uygulamalardan birisi de "dokunulmazlık" kuralının gayet geniş kapsamıdır. Bence dokunulmazlık, olması gerekenden çok daha geniş bir çerçevede uygulanmaktadır. Evet, suçu kesinleşmemiş olan bir kimse, soruşturma ve davasının devam ettiği süreçte suçlu sayılamaz. Fakat adi suçlardan şüphe altında olan bir insanın sizi mecliste temsil etmesini ister misiniz? Gerçekten suçsuz olması da bir şey farkettirmez. Milletvekilliği süresince bu "şüphe" her zaman onu izleyecektir. Umurunda olup olmaması onun kişilik sorunudur. Her yeni seçim ülke için yeni bir umut, ileriye doğru atılmış bir adımdır. Meclisin güvenirliği ve şeffaflığı herşeyden daha önemlidir. Çağdaş, demokrat ve refah içinde bir Türkiye için meclise yürüyen vekillerimiz omuzlarındaki bu şüphe yükünü neden meclise taşıyorlar?

Son bilgilere göre; seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanuna muhalefet, Dernekler Kanununa muhalefet, Basın yoluyla halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek açıkça tahrik etmek, toplantı ve gösteri kanunlarına muhalefet, suçu ve suçluyu övmek, terör örgütü hakkında propaganda ve diğer suçlar ile birlikte mecliste işlem gören veya görecek dokunulmazlıkla ilgili dosya sayısı 634! Beni bu "diğer suçlar" kısmı daha çok ilgilendiriyor. Bu dosyalarda yer alan suçlar şu şekilde:
  • Siyasi Partiler Kanununa muhalefet`
  • Devlet İhale Kanununa muhalefet
  • Vergi Usul Kanununa muhalefet
  • Kooperatifler Kanununa muhalefet
  • Hakaret, görevli memura hakaret ve tehdit, kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret, basın yoluyla hakaret, avukata hakaret, telefonla tehdit
  • Görevi kötüye kullanmak
  • Avukatlık görevini kötüye kullanmak
  • Gerçeğe aykırı mal beyanında bulunmak
  • ihaleye fesat karıştırmak
  • zimmet,
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • Bir kısım kooperatiflere usulsüz arsa tahsis etmek
  • Özel evrakta sahtecilik,
  • evrakta sahtekarlık ve kamu kurumunu dolandırmak,
  • resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • dolandırıcılık,
  • cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak
  • Havaya silahla ateş etmek
  • Taksirle ölüme sebebiyet vermek
  • Taksirle yaralama
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet vermek
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek
Bu suçları işledikleri şüphesi olan bazı milletvekillerimiz şu anda yasama görevlerini sürdürüyorlar. Üstelik çoğunluğu iktidar partisinin üyesi! Bu listenin anlamı şu: kanunları bir yerde hiçe sayan, görevlerini kötüye kullanan, hakaret ve tehditi alışkanlık edinen, doğru dürüst ihale yapamayan, sahtecilik, dolandırıcılık, zimmet, kalpazanlık, çeşitli usulsüzlükler, adam yaralama, öldürme gibi suçlardan henüz aklanmamış vekillerimiz demokrasimizi temsil ediyor ve bizim yaşamımızı düzene sokacak, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek kanunların yapımında rol oynuyorlar! (Bu suçların nitelikleri ve çoğunluk gibi nicelik ifadeleri meclis kayıtlarından kopyalanmıştır!!!)

Dokunulmazlık, sadece meclis çatısı altında ifade özgürlüğü sağlayan bir kural olmalıdır. Bunun dışındaki suçların soruşturma ve davaları vekillik süresince ertelenerek zaman aşımına bırakılmamalıdır. Bu hem davacıların mağduriyetini artırır, hem de davalının sırtında bir kambura yol açar. Seçime giren adayların mahkemeleri sonuç alınıncaya kadar kesintisiz devam etmelidir. Aday bu süreç içinde milletvekili seçilirse, vekilliği askıya alınmalı, ancak aklandıktan sonra meclise girebilmelidir. Dava belli bir sürenin üzerine uzadığı takdirde, aynı partiden bir sonraki sırada bulunan aday onun yerine geçebilir. Böylece dürüstlük ve kanunlara saygı ödüllendirilmiş olur. 



YASAMA, YÜRÜTME, YARGI

Devlet yönetiminde genel bir kural olarak Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinden oluşan üçlü kuvvet ayrılığı ilkesi temel alınmıştır. Yasama organı TBMM'dir. Yürütme organı cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur. Yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümet icraatlerini gerçekleştir. Yargı ise yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Bu üç unsur birbirini devamlı olarak denetler. Birbirinin sahasına girmez. Amaç demokrasidir. Halkın huzuru, güvenliği ve refahıdır. Teorik olarak herkesin kolaylıkla sayabileceği bu özellikler kağıt üzerinde gayet iyi durmakla beraber, pratikte işler nasıl yürüyor, ona bakalım. Bu konunun en yoğun şekilde gündemimize oturması ve tartışılması "anayasa" referandumu sırasında gerçekleşti. "Demokrasi" için bir takım değişiklikler yapılacaktı ve bunların bir kaç tanesi de yasama, yürütme ve yargı erklerini ilgilendiriyordu. Sorun yoktu. Demokrasi gelecekse eğer, boynumuz kıldan inceydi...

Fakat gerçekler neydi? Gerçekten sorun yok muydu? Ya da bir takım sorunlar mı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Evet referandum yapıldı, değişiklikler gerçekleşti ve hemen ilk bir iki ay içinde esas değişikliklerin, iktidar için (muhtemel) sorunların ortadan kaldırılması amacını taşıdığı anlaşıldı.
 
Şimdi, lafı uzatmadan, yeni anayasa taslağı oylanmadan önce yazdığım (başlıklar; anayasa referandumu ve referandum sonrası ) notlardan alıntılar yaparak başlayacağım:
  • Madde 159... Bu maddedeki tuzak bence bakan ve adalet müsteşarının yetki sınırları. HSYK'nın adalet bakanının istemediği bir kararı alabilmesi mümkün olacak mı? Bence olmayacak. Adalet bakanı ve müsteşarı istedikleri savcı hakkında soruşturma açtırabilecekler. Tamamen siyasallaşmaya yatkın bir kadrolaşma! Ayrıca "erklerin ayrılığı" prensibiyle de çelişiyor.  Diğer taraftan, cumhurbaşkanı tarafından atanan ilk 4 üyenin ne kadar gerekli.olduğunu da anlamadım. Bu kurulda bir iktisatcı veya yöneticinin ne işi olabilir? Zaten siyasi ağırlığı temsil eden adalet bakanı ve müsteşarı var. Neden cumhurbaşkanı her kuruma karışmak zorunda? Başkanlık sistemine hazırlık mı? 
  • ...12 Eylül anayasası temel olarak, rejimi korumak bahanesiyle, yasaklarla dolu, devlet otoritesini ve bürokrasiyi bireysel özgürlüklere hakim kılan bir anayasadır. İnsan değil, devlet odaklıdır. Siyasi partiler üzerindeki baskılar, seçim sistemi, barajlar, YÖK, dokunulmazlıklar, işci ve emekçi haklarındaki sınırlamalar hep bu anayasanın sonuçlarıdır. 
  • ...Dolayısıyla anayasanın temel karakteri, hangi parti olursa olsun, istikrar (bu da diğer bir aldatmaca) adı altında, tek parti otokrasisine yol açacak, halen içinde yaşadığımız bu durumun sakıncaları giderek derinleşecek, içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. 
  • Yeni taslak, çoğunluğu elinde tutan partiye (bu parti şimdi AKP'dir, uygulanan baraj sistemi, seçim sistemi  devam ettiği sürece yarın bir başka parti olacaktır) büyük olanaklar sağlamakta, yargı denetimi zayıflamakta, bir anlamda bürokratik egemenliğini pekiştirmektedir. Azınlık, çoğunluğa karşı korumasız kalmakta, hukuk siyasetin etki alanına girmektedir.
Yazımın en başında çözüm önerilerimi yazacağımı söylemiştim. Çözüm; yeni bir anayasa! 
Yeni bir anayasa yazmak, eskisine yamalar eklemekten daha kolay olacaktır...


Şimdi de son 15 gün içinde yayınlanan bazı gazete haberlerinden alıntılar yaparak referandum sonuçlarının günlük hayatımıza yansımalarını görelim:
  • Bir devlet bakanı ve Ergenekon; …bunların hiç eylemi yok, bunlar oturup konuştular demek olmaz. Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı…Yorum (İG); İşsiz ve yoksul insanların suç işleme olasılığı yüksek olduğuna göre onları da toplayıp sağ ellerini şimdiden keselim (mi?) 
  • Bir diğer devlet bakanından TV dizileri üzerine; …cezayi müeyyidelerle, yeni cezalarla bu işi önleyemezsiniz… ; içinde sivil toplum kuruluşları, dernekler, kanaat önderleriyle şikayet sahibi vatandaşların da görev alacağı sivil inisiyatif, bu konuda ilerleme sağlayabilir. Kamuoyunun hassasiyetlerini baskı unsuru olarak yayıncıların üzerinde hissettirecek bir inisiyatif de başarılı olur… Biz bakanlık olarak sekreterya görevi yapacağız…Yorum (İG); sivil inisiyatif, STK vs diyerek toplumcu havası verilen mekanizmanın aslında hükümet kontrolünde bir linç aracı olacağı çok açık. Kanaat önderi de mahallemizin imamı filan olsa gerek!!! 
  • Bir başbakan; "başörtüsünü ulemaya sormak lazım!" Yorum (ulemadan birisi, bir din adamı); "ben bu tür konuların diyanetten görüş sorularak çözüme kavuşturulması değil, özgürlükler paketi olarak çözülmesi gerektiğini söyledim. Dini bir konuda yasal düzenleme yapılırken, diyanetin görüşünün sorulması laiklik ilkesine aykırıdır. Örneğin alkol kullanmak günahtır. Ama içkinin hangi durumlarda suç olacağı siyasetin işidir."
  • Ve yorumu kendi içinde olan haberler:
    • Bir savcı; …istihbarat amacıyla yapılan telefon dinlemeleri mahkemelerde delil olarak kabul edilmeli… 
    • Bir mahkeme; 18 üniversite öğrencisi bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldılar. Suçları; okullarında (İTÜ) basın açıklaması yaparak başbakanı protesto etmek!…
    • bir rapor: TMMOB Şehir plancıları odası İstanbul Şubesinin hazırladığı 3. köprü projesi değerlendirme raporu. Bu raporda projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları var. Fakat yapacak fazla bir şey yok. Anayasadaki değişiklikler Danıştay faktörünü de ortadan kaldırmış durumda.
    • Bir siyasi parti; Bir dizi yolsuzlukla ilgili "deniz feneri" davasında kuryelikle suçlanan RTÜK başkanının yargı karşısında hesap vermesini engellemek için yasa teklifi hazırlayan iktidar partisi, Hrant Dink cinayetinde MİT görevlilerinin ihmali ya da sorumluluğu olup olmadığının araştırılması istemine onay vermedi.
Türkiye'de demokrasi anlayışı, uygulamaları ve yasalar ile ilgili diğer (tuhaf) haberleri, öğrendikçe bu yazının (demokrasinin engelleri) sonuna ekleyeceğim. İleride yazacak haber bulamamak dileğiyle...

Haberlere devam:
  • Hükümet tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma yasası ile yapamadığını, yenilenebilir enerji kaynakları yasasını değiştirerek gerçekleştirdi. Yasa ile milli parklar, doğayı koruma alanları, özel çevre bölgeleri ve su koruma alanları, hidroelektrik santralleri gibi enerji yatırımına açıldı (7 ocak 2011)
  • İslamcı çevrelerde sözü dinlenir bir ilahiyat profesörü (HK); Demokrasi ve islam arasında uyuşma ve uzlaşma olamaz... bunlardan biri varsa diğeri en azından tam uygulama bakımından yoktur... bu sebeple eğer böyle bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa müminler, inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar... (Yeni Şafak, 9 Ocak 2011)
  • Başbakan, Kars'ta yapılmakta olan "insanlık anıtı" için ucube dedi, ve kaldırılmasını istedi... görüşülmekte olan RTÜK yasası kesinleşirse istediği TV programını da yasaklatabilecek...
  • Mersin Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Meslek Lisesi'nde kız-erkek öğrencilerin 45 santimden fazla yakınlaşmaları yasaklandı (2010-2011 eğitim yılı başı), yemekhaneler ayrıldı. Not: Mersin doğumlu Nüvit Kodallı opera ve bale müziği bestecisidir
  • Elazığ belediyesindeki yolsuzluk iddialarına içişleri bakanı "yok"diyor, soruşturmaya da gerek olmadığını söylüyor (2010 sonu). Bir savcı "var" diyor, danıştaya başvuruyor. Sonuç: meğerse varmış!!