Temmuz - Ağustos 2011
Yunan adaları arasında yapılacak bir tekne turunun, tekne ister bir gulet olsun, isterse 5 yıldızlı "cruise" gemisi, gezilerin en romantiği olduğuna garanti verebilirim. Siz zaten bir romantikseniz sorun yok. Yaptığınız her yolculuğu "romantik" diye yorumlayabilirsiniz. Fakat ortalama bir bakış açısına sahipseniz garanti kapsamındasınız demektir. Garanti dışı olanları saymıyorum.
"Yunan adalarına gidelim" deyince, hemen herkes "sende mi?" diyerek, yüzüme acayip acayip baktı. Gerçekten acayip bir şey mi söylemiştim? Adalara gidecek, Rum müziği dinleyecek, karşı kıyı insanlarıyla kardeşlik sohbetleri yapacaktım, BEN! Belki sirtaki oynar, tabak da kırardım, BEN! Bir zamanlar Rumca işitmeye tahammülü olmayan BEN, Rumca "efharisto" diyecektim. Eh, ne yapayım, twalumba demiştim, efharisto da derim!
Burada rahmetli, pardon daha ölmemişti, dokuzuncu imdadıma yetişti. "Dün dündür..." dedim, olayı açıkladım. Basitçe, Yunan adalarına gitmek istiyordum. Bu sıradan bir ada gezisi olmayacaktı. Programda Midilli ve Girit de vardı. Alexandre Von Humboldt gemisiyle Midilli, Mikonos, Santorini, Rodos, Girit ve Atina... Özellikle Girit'i görmek düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Gemimizin adı da pek havalıydı vs vs. Bir çok geçerli sebebim olduğu gözüküyor.
MİDİLLİ
(LESBOS, LESVOS, LEZVOS, MYTILINI, EMERALD ISLAND)
1 ağustos 2011
Saat 11:30'da, Yunanistan'ın üçüncü büyük adası Midilli'ye, Sappho'nun memleketi Lesbos'a geldik. Burada doğan, Sappho ve başka bir sürü Yunan şair yanında, bizden de Cemal Paşa ve Barbaros kardeşler var. Sappho dünyaya malum, bizimkiler de bize malum. Bu arada "Barbarossa" lakabında önceliğin Oruç reis'e ait olduğunu öğrendim. Bir de "yaşama hakkın mücadelen kadardır" lafının...
Burası adaya adını veren Mytilene. Liman girişinde gördüğümüz genel manzara ve hakim renkler daha çok Foça, Cunda gibi kuzey Ege kasabalarındakine benziyor. Gemimizin yanaştığı iskele şehrin hemen yanıbaşında. İskelenin bir yanında bir ortaçağ kalesi, diğer yanında eski liman ve arkasında şehir merkezi var. 200 kadar yürüyünce limanı kuşatan kordon boyuna çıkmak mümkün. Akşam 19:30'a kadar buradayız.
Geminin düzenlediği tur Molivos, Petra ve Sykamia plajını içeriyordu. Zaten tüm adalarda günlük turları benzer şekilde düzenlemişler. Gemiler limanlarda fazla uzun kalmadığı için; programda daima bir tarihi kasaba, manastır ziyareti ve akabinde plaj sefası var. Midilli adasında da ancak 6 saat kadar kalacağız. Tümünü görmek imkansız. Plaja gitmek de cazip değil. Sonuçta, genel tura katılmak yerine otomobil kiralamayı tercih ettik. Turlar adam başı 50-60 Eu. Ufak bir arabanın kirası ise günlük 60 Eu, benzini de katarsak yaklaşık 85 Eu. Yani iki kişiyseniz bu hesap daha avantajlı. Biz 4 kişiyiz, ilk arabamız Nissan Micra.
Kafamda program yaparken önce görülecek yerleri alt alta yazdım: Sigri fosil ormanı, Eressos (Sappho'nun mekanı), Methimna (Molivos), aynı bölgede balıkçı köyü Sykamia, Molivos'un doğusunda Petra (Sappho'nun okulunu açtığı yer), vakit kalırsa Uzo fabrikaları için Plomari... Harita üzerinde hepsi mümkün! Ama araba harita üzerinde gitmiyor. Arabayı kiraladığımız yerde mesafeleri ve yol durumunu öğrenince biraz hayal kırıklığına uğradım. Acentadaki görevli kadın; Molivos 65 km, fakat birbuçuk saat çeker dedi. Gemiden inmemiz gecikmişti. Bu durumda Plomari, Uzo müzesi ve Eressos'u sildim. Müze gezmek yerine Uzo içerim dedim. Sigri'ye kıyamadım. Biraz daha dursun. Sonuç olarak Methimna'yı tek geçtik ve yola çıktık.
Yol gayet güzeldi ve her taraf zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Gemide ada hakkında bilgi veren rehber "git git her yer zeytin, başka bir şeyleri yok zavallıların" demişti!" Önce dalga mı geçiyor, ciddi mi söylüyor anlamadık. Gördük ki her yer gerçekten zeytin ağacı dolu, ama sadece zeytin var demek yanlış olur. Çınar, meşe, kestane ağaçları, çamlıklar adanın her tarafını kaplıyor. Uzo'sunun ünü de suyunun güzelliğinden dolayı. Daha ne olsun? Osmanlılar zamanında buraya boşuna "imparatorluğun bahçesi" denmemiş ya! Gene de zeytinin hakkını vermek lazım. Yılda elli bin ton zeytinyağı üretiyorlarmış. Bizim üretimimizi merak ettim; 2000-2005 ortalaması 120 bin tonmuş! Üreticiler ağaç sayısına göre hükümetten destek alıyorlar. Ağaç sayımı uçaktan yapıldığı için zeytinciler, boşlukları plastikağaçlarla doldurarak sayıları yüksek gösteriyorlarmış. Komşunun iflasının tek sebebi bu olmasa gerek. Anladığım diğer bir şey de Midilli bize ne kadar komşuysa, Yunanistan'a da o kadar komşu. Pek öyle anakarayla ilgileri yok. Nüfusları az, kaynakları bol. Bizi düşman bellemekten vazgeçseler, plastik ağaç numaralarına bile gerek kalmaz. Turizm diğer adaların biraz gerisinde kalmış ama potansiyeli fazla. Sadece Türkiye'den gelenler bile yeter. Şİmdiden Ayvalık'la arasında sıkı bir motor trafiği kurulmuş. Jale Tur bunlardan biri. O Jale bizim Jale değil tabii ki! Bir Ayvalık tatilinde tekneye atlayıp adaya geçmek için bir sürü sebep var. Örneğin Yunda (bizim Cunda) vaktiyle Midilli Sancağı'na bağlıymış. Ne yapayım tarihi, Osmanlıyı derseniz, Ata da Midilli rakısı içermiş! Sonra, "suyun öte yanı" vaziyetleri filan, daha ne olsun? Dahası şu ki; adanın "kötü kız" potansiyeli de bizim "kötüsever" milletimize cazip gelebilir. malum burası "Lesbos", iyi kızlar cennete giderken, kötü kızların gittiği yer!
Sappho, adanın güneybatısındaki Eressos'ta MÖ 612'de doğmuş. Ailesi muhtemelen politik bir nedenle Sicilya'ya sürülmüş. Sonra dönmüş, rahibe olmuş. Şiir yazmaya başlamış. Afrodit kültü dilini özgür kılmış. Adada bir kadın komünü kurmuş, Petra'da kızlara okul açmış. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren kadın homoseksüalitesi onun adıyla anılmış (Sapphic love, lesbian). Giderek bir Sappho modası başlamış. Şair olduğunu bilmeyen bile onu bu özelliğiyle bilmiş. Her yıl binlerce turist, çoğunluk kadın, buraları tavaf eder olmuş. Biz edemedik. Vaktimiz dardı, ilkönce Sapho'yu feda ettik. Demek ki biz cennete gidiyoruz.
Molivos yolunda önce Yera körfezinin kıyısından geçtik. Ardından bir iki ufak köy, kaplıcalar, Kalonya körfezinin tepesi, tuz gölü, Kaloni kasabası, bir iki manastır derken dağlar başladı. Döne döne çıktık, indik ve deniz gözüktü. Geçtiğimiz yolun kenarlarında sık sık, önlerine çiçekler bırakılmış minyatür şapeller gördük (Şapel isminden pek emin olamadım, rehberin yalancısıyım). Sorduğumuzda bunların yolda kaza geçirmiş kimselerin yakınları tarafından,

Karşımızda Petra.
Daha Petra'yı görmeden, köyün ortasında bir kaya ve kayanın tepesindeki kiliseyi gördük. Kaya önemli, çünkü Petra kelimesi Yunanca kaya anlamına geliyor. Kasaba adını bu kayadan almış. Adalılar kayaya bir masal uyduramayınca, bari kiliseye uyduralım demişler. Malum, komşuda efsane bol! Gemisinde bir Meryem ana ikonu taşıyan bir kaptan, yolda bu ikonu kaybetmiş. Bu sulardan geçerken kayanın tepesinde bir ışık görmüş. Gitmiş bakmış ki; ikona orada duruyor. Bu mucizenin anısına oraya bir kilise inşa edilmiş. Yıl 1740 filan. Yani oldukça yeni. Bu hikaye bana eşeğini önce kaybedip sonra bulduğuna sevinen garibi hatırlattı. Neyse, sonuçta kayanın kendisi kiliseden de hikayesinden de daha havalıydı. Dönüşte uğrarız deyip pas geçtik. Tahmin edeceğiniz gibi, dönüşte uğramadık. 114 basamağı tırmanacak vaktimiz yoktu. Yukarıdaki resimde ne görülüyorsa biz de onu gördük.
Beş dakika kadar sonra asıl hedefimiz Mithimna'ya (Molivos) geldik. Burası ortaçağda nasılsa, aynen öyle kalmış bir ortaçağ kasabası. Uzaktan panoraması çok muhteşem. Tepesinde eski bir kale, eteklerinde çok güzel plajlar ve kafeler var. zaten bu kafeler yüzünden başka yere gidemedik. iyi mi yoksa kötü mü oldu bilmiyorum, ama deniz kıyısında oturup pina colada içerken çok mutluyduk (başka bir şey içmiş olabiliriz, hatırlamadığım için bunu yazdım. İsmi çok havalı!). Önce kaleye çıkıp Edremit körfezini bu sefer de alt tarafından, yani güneyinden seyrettik... Adatepe'deki Zeus altarından bakarken "şurası da Midilli" dediğimiz yerdeydik! Kaleden aşağıya taş döşeli dar bir yoldan, Osmanlı çeşmeleri, taş evler, sardunyalar arasından dolana dolana indik. Sahildeki kafelerden birinde oturup soğuk birşeyler içmek için sabırsızlanıyorduk. En güzel müziğin geldiği kapıdan "Congas" kafeye girdik. Çok iyi bir tercih yapmışız. Tüm adalar içinde ayağımızı suya soktuğumuz tek yer burası oldu. Açık söylemek gerekirse bunu da sadece Jale yaptı.
Keyif anları bitmeden zamanımız bitti. Vapur gezilerinin en kötü tarafı belli bir saatte gemiye dönmek zorunda olmak. Bu durumda ne Petra'ya girebilirdik, ne de Sigri'ye gidebilirdik. Petra neyse ama Sigri'ye gidemediğime üzüldüm. Fosilleşmiş sekoya ağaçlarını göremeyecektim. Kendimi "20 milyon yıl beni beklemiş, biraz daha beklesin, tekrar gelirim" diye avuttum. Ayvalık'tan bir tekneye biner, 3-4 gün kalır, doyasıya gezerim dedim. Sigri ayırımını geçip Mitilini yoluna saptım.
Mitilini MÖ onuncu yüzyılda kurulmuş. Antik Yunan devrinden sonra çeşitli istilalar ve ardından Bizans ve mutlu Ceneviz dönemi geliyor. Özetle;
...while retaining Byzantine traditions (bu dönem Cenevizlilere denk düşüyor), the island enjoyed a second period of peace and prosperity at that time, before succumbing to the Turks in 1462 (bundan sonrası mafiş demek istiyor). Lesvos was liberated in 1912 (Balkan savaşı sonundaki oldu bitti olayı). After Asia Minor disaster (1922) many Greek refugees established themselves here.
Şehrin panoramasında en önemli yeri, Ayios Terapon kilisesi kaplıyor (Agios Ioannis Therapondas). Gayet fotojenik olan bu kilise, sabah saatlerinde deniz tarafından çekilen fotoğraflarda muhteşem gözüküyor. Gemi Limana girerken bunu farketmemiştim. Mitilini'ye döndüğümüzde de ışık durumu oldukça kötüydü. Klasik fotoğrafçı mazeretleri gibi gözükebilir, ama ne yazık ki durum böyle. Kilise antik Asklepion tapınağının bulunduğu yere yapılmış. Demek ki antik kalıntıları temel taşı yapma alışkanlığı onlarda da varmış. Kordon boyundaki güzel yapılar genellikle 19. yüzyılda ve 20.yüzyıl başında yapılmış. Hemen hepsinin alt katları kafe ve restorana dönüşmüş.
Gemiden indiğimizde, liman çıkışında bekleyen iki çocuk elimize Türkçe bir kağıt parçası tutuşturmuştu. Bu broşürü "eski çarşı derneği" hazırlamış. Salvarli semtindeki sergi, hamam ve mağazaları tanıtan kağıdı akşam dönüş yolunda okuduk. Gideriz dedik ama buna da gidemedik. Çarşı 18:00'de kapanıyormuş! Kalenin etrafında arabayla turlayıp, şehrin liman dışındaki sahilini dolaştık. Kale fazla büyük değil. Beşyüzlü yıllarda Jüstinyen'in başladığı inşaatı 1373'te Cenevizliler bitirmiş. Şimdilerde içi kültürel etkinlikler için kullanılıyormuş. Önünde de güzel çamlık bölge ve bir halk plajı vardı. Kaleyi ve amfi tiyatroyu geçtikten sonra, bakımsız, köhne evler, konak kalıntıları önünden bir kaç km kuzeye doğru gidip geri döndük. Limanın arka taraflarındaki meşhur çarşı bölgesini (Ormos Ermon) başarıyla bulduk. Tahmin edeceğiniz gibi bütün dükkanlar kapalıydı. Yolun diğer ucunda Terapon kilisesi vardı. Önünden geçip tekrar sahil yoluna çıktık. Bir kafede oturmaya bile vaktimiz kalmadı. Biraz güvercin kovalayıp, gemimize döndük.
MİKONOS
2 Ağustos 2011
Burası tanıtım kitapçıklarında en kısa yazılan, fakat gemilerin en uzun kaldıkları Yunan adası. Adını Apollo'nun torunu Mykons'tan almış. Kiklad (Cyclades) adalarından birisi, jet sosyetenin favorisi.
Burası Bodrum'un bir başka türlüsü. Beyaz evler, mavi boyalı pencereler, her renkten begonviller, sardunyalar, dar ve karışık sokaklar, tepelerde yeldeğirmenleri ile oldukça aşina bir ortamdayız. Kendi nüfusu anca 9000 kişi kadar. Ama o kadar çok turist var ki, sokaklarda ilerlemek mümkün değil. Limanda bizimkinden başka 4 büyük gemi daha vardı. Kalabalığın bir sebebi de bu. Gemiler yaklaşık aynı zamanlarda yolcularını indiriyor. Sokaklarda yalnız insan olsa iyi. Bebek arabaları, kamyonetler, yük arabaları, ne ararsanız var. Kafeler, bar ve restoranlar cıvıl cıvıl insan dolu. Ada gündüz ailelere mahsus, geceleri kötü kızlara. Gece yarısına doğru ortalıktaki tipler yavaş yavaş değişiyor. En popüler mekanları "Paradise Beach". Geceyarısına doğru kasabanın arkalarından cennete (!) servis otobüsleri kalkıyor.
Adada fiyatlar biraz pahalı. Pahalı mücevher, incik boncuk satan yerler, resim galerileri, el işi sergileri "kalite satarız, paramızı da alırız" havalarında. Ayrıca burası jet sosyetenin (!) favori mekanı! Jet, ne demekse?
Kasabada şöyle bir tur atıp, güzel bir restoran bulduk. Begonvillerin sardığı bir masada oturup, keyifle biralarımızı içtik. Sonra kasabanın arka sokaklarına daldık, biraz yüksekçe bir yerdeki yel değirmenine ulaştık. Rüzgardan uçmamaya çalışarak altımızdaki kasabayı seyrettik. Sonra kıyıya indik. Yolda Petrus ile tanıştık. Petrus bey, doğduğundan beri Mikonos sokaklarında dolaşan bir pelikan. Tek tek dükkanlara uğrayıp esnafla yarenlik ediyor. Favori mekanı sahildeki kafeler. O insanlara, insanlar ona alışmış. Gelen geçen başını okşuyor, ağzına birşeyler atıyor. Petrus adeta adanın maskotu olmuş. Her tarafta onun resimlerini ve biblolarını görmek mümkün. Biraz da Petrus'un arkasından yürüdükten sonra sahile, "Little Venice" denen yere geldik.
SANTORİNİ (THERA)
3 Ağustos 2011
Thera'ya ilgim Marduk'la başladı. Feyza arkadaşımın kanıma girmesiyle okuduğum bu kitap bir anda başucu kitabım haline geldi. Arkasından (doğal olarak) Zecharia Sitchin amcaya merak sardım. O olmasaydı Halep ve Baalbeck gezilerim çok yavan geçecekti (Bakınız; Suriye ve Lübnan gezileri). Çoğu yerde kendimi frenlediğim halde, epeyce ukalalık yapma fırsatı buldum. Şimdi bakıyorum da gezilerimin akışı da Zecharia amcanınkine uymaya başlamış. Seyahatname 2010, 2011 derken "Dünya tarihçesi keşif seferleri" İlhan versiyonu yazılmaktaymış. Mısır ve Girit'e de uğradığıma göre, sırada Meksika ve Kudüs var demektir. Allah allah, taammüden seyahat mi ne? Belki de tanrılar öyle istedi. Malum, buralarda tanrıların parmak, pardon burun sokmadığı hiçbir olay yok.

RODOS
4 Ağustos 2011Rodos'a doğru yol alırken kesin kararımı verdim. Limanda indikten sonra Rodos şehri dışında hiçbir yere gitmeyecektim. Ne araba kiralamak, ne müze, ne de uzun yürüyüşler... Turist gibi değil, emekli bir Rodos'lunun yaptığı gibi bir Rodos günü geçirecektim. Bunu açıkladığımda bizimkiler itiraz eder gibi oldu, hepsi o kadar. Limanda ayrıldık.



Jale'ler otobüsle güneydeki Lyndos'a kadar gidip akşama doğru, turşu şeklinde döndüler. Telefon kullanmaya gerek kalmadı. Döndüler ve önüme kadar geldiler. Ne de olsa Rodos'a gelen her turistin önünden geçtiği Felicita kafedeydim.
GİRİT
5 Ağustos 2011
İsimlerin sırası tarihini de (geriye doğru) özetliyor; Yunan Creta, Kriti, Osmanlı Girit, Venedik Candia, Doğu Roma Chandax, Chandakas, Arap Agritish veya Igritish, rabd al-handaq... Aslında, 130000 yıl öncesinden, paleolitik dönemden bile kalıntılar var. İsmi bilinnen en eski yer neolitik dönemden Knossos (MÖ 7.Yüzyıl). Sonra Minoan uygarlığı geliyor (MÖ 2700-1400). Sonra da Yunan anakarasından gelen Miken uygarlığı... Bu dönemde bilinen en eski Yunan yazı örnekleri Knossos'ta bulunmuş. Sonrası Romalılara kadar uzanıyor. Roma-bizans-arap-tekrar bizans-Venedik ve Osmanlı...
Gece boyuna batıya doğru seyredip, sabah Girit'e, başkent Iraklio'ya (Heraklion) yanaşacağız. Niyetimiz bir araba kiralayıp Retimnon'a (Resmo) gitmek, vakit kalırsa Hanya'ya geçmek, Hanya'yı Konya'yı görmek...
Bu arada Knossos güme gidecek. Derken Hanya da güme gitti. Vakti ayarlayamadık. Başka bir deyişle Resmo çok vaktimizi aldı. Daha da doğrusu Resmo'yu o kadar sevdik ki ayrılamadık. Resimlerine bakınca iki kasaba da birbirine oldukça benziyor. Bu beni biraz avuttu.
Girit, ne vesileyle hatırlamıyorum, hafızamda babamın anlattığı bir anekdotla yer etmiş. "Tirit, fetholundu Girit" Ada uzun yıllar fetholunamayınca padişahlardan kim varsa bir daha Girit ismini duymak istemediğini söylemiş. Birinci İbrahim de, deli ya, kim Girit derse kafası uçurula demiş. Bu arada leventler padişaha çaktırmadan adayı almışlar. Yıl 1645. Fakat kim haber verecek? Vezirleri bir korku almış. İçlerinden birisi ben söylerim demiş. Aşcıya tirit yemeği yaptırtmış. Padişah önüne gelen tirit'i çok sevmiş. Sever ya. Nedir bu yemek? diye sormuş. Vezir cevabı yapıştırmış; Tirit, fetholundu Girit! Aslında bu sırada Giritin tamamı Osmanlının değilmiş. Kandiye kalesi ancak 1669'da, İbrahim'in oğlu Avcı Mehmet zamanında, Köprülü Fazıl Ahmet paşa tarafından alınabilmiş. Bunu neden yazdım? Bu da Hanya-Konya meselesi ile ilgili!
Bu terim; ısrarla yapılmak istenen bir iş olumsuz sonuçlandığında, gördün işte, başına neler geldi anlamına kullanılan bir deyiş. "Hanyayı Konyayı gördün işte" gibi kullanılıyor. Konya ile Hanya'nın nasıl bir araya geldiği hakkında rivayet muhtelif. Birilerine göre Girit'in Hanya'sına ilk yerleşenler Konya'lı Bektaşiler. Laf bir şekilde onlardan türemiş. Birilerine göre de deyişte adı geçen Konya, aslında Kandiye, yani Heraklion şehri. Burada bana babamın anlattığı anekdotla bir kesişme var: Kandiye ve Hanya uzun uğraşlara rağmen alınmayınca, gördün mü sonunda hanyayı kandiyeyi, çok ısrar ettin bak başına neler geldi" anlamında kullanılmış. Bu şehirler Osmanlı zamanında sürgün mekanları olduğundan içinde biraz da tehdit unsuru taşımakta. Kelimeleri bu şekilde anlamlandırma çabası bana "hoşmerim" tatlısını hatırlattı. Yorumsuz...

Gelelim Knossos'a! Gelemediğimiz Knossos'a... Burası da bana Zecharia Sitchin amcamın emaneti. Bu amca Herakliondaki Kandia müzesine, savaşcılar, atlı arabalar ve fantastik varlıklar üzerinde uçan rokete benzer bir şeyi gösteren bir mührü aramaya gitmiş, bulamamış. Ona Atina'da olduğu söylenmiş. Aynı müzede Phaestos şehrinde bulunan bir disk sergilenmekte. Bu diskteki yazılar bilinmiyen bir dille yazılmış. MÖ 1700-1500'e tarihleniyor. Kile yazım şekli, o zamanlar kullanılan oyma veya çizme yöntemi değil, Gütenberg'in basma harf yöntemine benziyormuş. Araştırmacılar bu diskin başka bir yerden Girit'e geldiğine inanıyor. Fakat nereden gelmiş, hangi dille yazılmış, belli değil. Diskte dikkatini çeken, sorguçlu miğfer giyen bir savaşcı başı! Benzer şekil, eski Mısır'dada III Ramses zamanından kalan duvar resimlerinde ve Meksika'da, Chichen Itza'daki Maya kalıntılarında da varmış! Ayrıca Sitchin, Phaestos'taki kalıntılarda rastladığı bazı sembollerin, ne meşhur Lineer A ne de B yazılarına benzediğini, aksine Minoas uygarlığından önce, Sümerlerde kullanılan sembollere benzediğini iddia etmekte...
Biz oralara gitsek bu paragraftaki gizemli şeyleri bulamayacağımız kesindi. Phaestos diski de zaten malum. Mühür de yok. Saklıyor da olabilirler. Demek ki Knossos'u da bir başka bahara bırakabiliriz. Bu konuların benden başkasını heyecanlandırdığı da yok zaten.
ATİNA
6 Ağustos 2011
Cumartesi sabah Atina'dayız. Gezinin en sıkışık programı burada. Pire limanı yerine, çok kalabalık oluyor, liman işlemleri uzuyor diye, Lavrion limanında duracakmışız. Burası Atina'ya 70 km. mesafede bir liman şehri. Ne yapalım, etrafı da görürüz dedik (sanki başka bir şey yapabilir mişiz gibi..).
Otobüsler sabah sekiz gibi yola çıktı. 9'da Atina'daydık. Şehri şöyle boydan boya geçip Akropol'e yöneldik. Hemen hemen tüm binalar balkonlu, balkonlar çiçekli, hatta ağaçlı. terasları söylemeye gerek yok, ful yeşillik. Caddeler çok geniş değil ama yeterli, refüjler özellikle yeşil. Tramvay hatlarının çevresi bile yeşil. Hep aksi şeyler duyduğumuz halde, bizim ilk intibamız çok düzgün bir şehir olduğu şeklinde...

Limandan saat üçte hareket etmemiz gerekiyordu, fakat edemedik. Kaptana fırtına bilgisi gelmiş. Akşam 6'ya kadar limanda bekledik. Sonra denize açıldık. Hedef; İstanbul..
Özetle, gezimiz çok güzel geçti. Atina seferi dışında geminin rutin turlarını almamakla akıllılık etmişiz. Sadece Girit için aksini düşünüyorum. Yukarıda Girit'i yazarken bahsettiğim eksiklik duygusu zamanı iyi ayarlıyamadığımız için oldu. Rehberli tur bu bakımdan daha iyi olabilirdi. Dönüş yolu fırtına haberlerine rağmen sallantısız geçti. Havuzun etrafında keyifli dakikalar geçirdik. Sevgili gönülçelen'in doğum günü dansı gezinin unutulmaz anıları arasına girdi. Adam aslında göbekli, tombul bir Azeri vatandaş. Gönülçelen benim ona verdiğim isim. Kendini kaptırıp muhteşem bir Roman havası oynadı. Gönülçelen parçası onun favorisiydi, bizim de favorimiz oldu. Hergün akşam, saat altıya kadar herşey bedava diye bol bol bira içtik. Altıya bir dakika kala bira-votka ne bulursak yedekledik. Akşamüstleri kıç tarafında küpeşteye dayanıp saatlerce denizi seyrettik. Güneşin dalgaların üzerinden batışını izledik. Son gece Çanakkale'den karanlıkta geçtik. Anıtı görme şansımız olmadı. İstanbul'a girişimiz öğleyi buldu. Karaköy'e yanaşırken hepimiz hafifçe yorgun, fakat oldukça mutluyduk.