Eylül 2011
Kumbağ bir vakitlerin en ünlü sayfiye kasabası. Erdek sonrası İstanbul'luların ikinci gözdesi. Transit geçişler bir yer hakkında genellikle fikir vermez. Fakat buraları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü yollar halen kasabaların orta yerinden geçmekte. Biraz da sağa sola dalınca ortalama bir fikir veriyor. Kumbağ için diyeceğim o ki; güzel bir kasaba. Nesi güzel derseniz bilemem. Bugün gözüme her şey güzel geliyor.
Kumbağ çıkışında kendimizi çıkmayan bir yolda bulduk. Bir kulübe, kulübede bir nöbetçi bekçi, duruşu deli dumrul duruşu! Kulübenin ön camında TL listesi . Giriş filan lira, oto falan lira... Allah allah! Allahın yolunda (nereden allahın oluyorsa?) Dümdüz geliyorduk, buradan başka yol yoksa bu para olayı nedir? Dumrul bey olayı açıkladı: burası Çamlık piknik alanı girişiymiş, asıl yol gerilerde bir yerdeymiş, ana yola çıkıyormuş, ama buradan da gidilirmiş, orası daha uzunmuş, burası daha kısaymış, yol biraz bozukmuş, bozukmuş ama az bozukmuş. Belki arabanın altı vururmuş, belki de vurmazmış! Kaç kilometresi bozukmuş? 8 kilometre.
Ben bu memlekette hiçbir yol tarifinde bu kadar kesin bir ölçü kullanıldığını görmedim, işitmedim. On metre denen şey genellikle on kere on metre gibidir. 8 km acaba nasıl bir şeydir? Adamın bu kesin tavrı beni resmen tahrik etti. Bu yoldan gidip mesafeyi ölçeceğim.
Dağ yolu
Başlarda tatlı bir toprak yolla başlayan yolculuk, kaba taş ve kayaların üzerinde zıplamaya başlayınca beni biraz endişelendirdi. Arabanın konsolunda "transformer" düğmesini aradım. Hani basayım da araba cipe dönüşsün diye. Herşeyi yapan Japonlar bir düğme koymayı unutmuşlar. Dönüşte hesap soracağım!
Neyse ki bekleyenimiz de yok acelemiz de! Yavaş yavaş gideriz dedim, yavaş yavaş gittik (dediğimi yaparım!). Hem gittik, hem yükseldik. Işıklar Dağı'na çıkıyoruz. Neden Işıklar? Belli değil. Daha önce adı Ganos'muş. Ganos, Işıklar mı demek? Adı Ganos olduğunda, "kutsal dağ" imiş aynı zamanda. Bu olabilir. Kutsaldan bol ne var? Dağda altı tane manastır varmış. Beşini inek yemiş, biri kalmış. Kalan da sadece kalıntı! Bulunduğumuz yer kaç metre diye iddialaştık. 400 metre çıktı! Müthiş güzel bir yerdeyiz. Aşağıda, iyice aşağıda pırıl pırıl bir deniz, uzakta adalar, Marmara, Avşa, Ekinlik... Ayaklarımızın altı yemyeşil, envai çeşit kır çiçekleri, etrafta çam ağaçları... İn yok, cin yok. Bir iki avcı ve bir iki av köpeği var. Bilseydik hazırlıklı gelir, of of çeker, demlenirdik! Artık bir dahaki sefere...
Altıncı kilometreden sonra taşlar azaldı, toprak yol bize asfalt gibi geldi. Tam sekizinci kilometrede asfalt gibi toprak yol bitti, toprak yol gibi asfalt yol başladı. İdare eder dedik, Yeniköy'e geldik. Ve çıktık.
Köyün denize kıyısı yok. Tam bir dağ köyü. Yamacından yol geçiyor. Yolun uçurum tarafında, girişte güzel bir bank var. Bankta; otur da manzara gör! der gibi bir hava, kendini beğenmişlik var! Duramadık. Dursaydık filan derken çıkışta bir bank daha gördük, orada da durmadık. Yol kenarında salaş bir kulübede yamaç paraşütü, kulüp filan gibi birşeyler yazıyordu. Manzara solda olduğu için bunu da pek seçemedik. Zaten hedefimiz Mürefte!
Yeniköy'ün tepesi Cin tepesi. Mutlaka bir cinlik olmuştur! Biz buraya da çıkmadık ama bir hikayesi var, onu yazayım dedim. Aslında bu hikayedeki "kız kayası"nı da görmedik. Hikayeyi aldığım kaynakta olayı "dinini iyi yaşayan kimselerin" anlattığı yazıyor. Benim aktarmamın sebebi sır fesatlık olsun diye! Kısaca şöyle: Bu köydeki bir kadının ufak bebeği varmış. Taş fırında (taş fırın önemli) ekmek yaparken bebek ağlamış. Kadıncağız dört dönüyor ya, iş güç derken, elinin hamuruyla bebeğin altını değiştirmeye kalkmış. Tanrı; elinde nimetle bunu nasıl yaparsın diyerek kadına bir çarpmış, tam çarpmış. Kadın oracıkta taş olmuş. Köyün Şarköy tarafındaki taş bu taşmış. Bari "kadın kayası" veya "bayan kayası" deselerdi!
Yeniköy'ü geçmemiz 20 saniye kadar sürdü. Manzaraya dalmış, aheste aheste çekerken kürekleri, pardon arabayı, gökyüzünde süzülen bir paraşütçü gördük. Sağımız yamaç olduğuna göre, bu da yamaç paraşütü olsa gerekti... Biraz ileride (bir müsait yerde) durduk. Paraşütçüler tatlı tatlı süzülüyor, dakikalarca havada asılı kaldıktan sonra alçalıp ağaçların arkasında kayboluyordu. Ağaçların arkasında Ayvasıl kumsalı uzanıyor. Dikkatle bakınca kumsalda bir sürü paraşütçünün olduğunu gördüm. Muhtemelen tepelerde de bir o kadar paraşütçü daha var. Meraklısına not: Tepenin adı Nişantepe, rakım 625 metre. Biz durduğumuz yerde havalara bakarken, Mehmet otların arasında bir peygamber böceği keşfetti. Çocuk farklı! Herkes havaya bakarken o yere bakıyor! Saman rengindeki otun üzerinde saman renginde böceği nasıl gördü anlamadım.
Buradan kalkıp biraz ileride, yolun sağındaki çeşme başında tekrar durduk. Çeşmelerin suyu dağdan iniyordu. Uzun sazlar da Jale'yi cezbetti. Bu gibi acil durumlar için sakladığım makas burada da işe yaradı. Sazların püsküllülerini arabamın bagajından nasıl temizleyeceğimi düşünmenin bir faydası yoktu. Sabırla saz yolma işleminin bitmesini bekleyip yola devam ettik.

Köyde hiçbir Osmanlı kalıntısı bulunmuyor. Rumlardan da fazla bir şey kaldığı söylenemez. Vaktiyle evlerin altında tonlarca şarap alabilen mahzenler varmış. Çavuş üzümleri de Amerika'ya buradan gönderilirmiş. Köyde 3 eczane, 2 kilise, 3 ayazma, 2 maşatlık, 2 köprü ve 2500 insan varmış. Şifalı otları ve kaynak sularıyla bilinirmiş. İpek böcekçiliği ve şarapçılığı çok meşhurmuş. Rumlardan sonra yöreye taşınan Selanikliler de bu alışkanlıkları devam ettirmiş. Bu arada çaktırmadan, rumlardan kalan kiliseleri filan ortadan kaldırmışlar. Anlaşılacağı gibi bunların hepsi mişli-muşlu geçmiş zaman. Çok da geçmiş değil aslında. Yok olan sadece kiliseler, ayazma değil. 20 yıl kadar önce süne mücadelesinde kullanılan kimyasal ilaçlar süneyle birlikte ipekçiliği de yok etmiş. Olsun, süne bitmiş ya! Sonrası malum. Dut ağaçları sökülmüş, devlet zararı ödemiş!! Afferin ona...

Evet yola devam ediyoruz. Bu hikaye Mürefte değil, yol hikayesi haline geldi.
Sahilden Mürefte

Yol bundan sonra, Şarköy'e kadar yatay seyirli. Şansımıza hava mis, deniz çarşaf gibi. Madem yaprak kımıldamıyor, biz de rahatsız etmeyelim diye tüm yolu kaplumbağa hızıyla geçtik. Ganos'a, yeni adıyla Gaziköy'e (diğerlerine yaptığımız gibi) şöyle bir girdik, çıktık. Balıkçı limanı kendi halinde, sahilde bir-iki salaş kır gazinosu, çay içen bir kaç insan, evlerin önünde oturmuş kadınlar, köy kahvesi, hepsi bu. Bir de kuzey anadolu fayı denize buralardan dalıyormuş! Demek ki buraya gelirken döne döne indiğimiz, inerken de su içtiğimiz yamaçlarda gördüğümüz, neredeyse "M" harfine benzeyen tabakalanmalar, kırık hatları bundanmış! Hadi hayırlısı...
Az gittik, uz gittik, nihayet Mürefte'ye vasıl olduk. Mürefte kelimesi "binbir çiçek" anlamına geliyor. Bu demek oluyor ki Mürefte kızımız ilk baharda doğmuş! Kırsalı o kadar güzel ki, yakışır. Hani ne derler; ismiyle yaşasın. Mürefte, halkı değişip ismi değişmeyen ender yerlerden birisi. Bu demek ki ismi kimseye batmamış. Şarköy'e bağlı bir belediye. İşte bu birilerine batmış! Kaynakta adları yazıyor ama buraya almadım; Eskiden, Cumhuriyetin ilk yıllarında Mürefte mi yoksa Şarköy mü ilçe merkezi olsun diye mecliste bir oylama yapılmış. Oylama sonucu Mürefte kazanmış. Bu karar üzerine eşraftan birileri bir demet lahana ve pırasa hazırlayıp Şarköy'e göndermişler. Bir de not: Mürefte aldı kazayı, Şarköy aldı pırasayı..." Bu olay üzerine bir Şarköy'lü olayı Ankara'ya uçurmuş. TBMM yeniden toplanmış ve bu sefer de Şarköy ilçe merkezi olmuş. Bu bana Mürefte'lilerin kıskançlıkla uydurduğu bir hikaye gibi geldi. Şarköy merkez olmayı daha çok hak ediyor. Bu herhalde eskiden de böyleydi. Mürefte'den sonra, dönüş yolunda Şarköy'e de uğradık. İyi gelişmiş, daha canlı, düzgün, yaşanabilir bir yer. Sahil şeridi oldukça keyifli. İlçe merkezi olmak yaramış demek ki. Bence daha önemlisi Şarköy'ün turistik potansiyeli. Burası Türkiye'nin en uzun kumsalına sahip. Yıllarca İstanbul'lular için cazip bir sayfiye yeri olmuş. Bundan da akıllıca yararlanılmış. Üzüm, bağcılık, şarap, turizm derken kasaba zenginleşmiş, Mürefte'yi ikinci planda bırakmış. Kasabayı önce arabayla boydan boya katettik. Sonra inip kısa bir yürüyüş ve yemek molası. Buraların peynir helvası meşhurmuş. Daha doğrusu Çanakkale, Biga derken tüm Gelibolu bu tatlıya sahip çıkmış. Şimdilerde Gelibolu-Tekirdağ çekişmesi var. Helva Çanakkale'ye kaydıkça tereyağ sürülüp kızarmaya başlıyor. Balıkesir'e yaklaşırken biraz değişiyor, Havran'da Hoşmerim oluyor. Bu güzergahı tersten de okuyabilirsiniz. Kaynağı orta Asya, genel anlamda Anadolu yörüklerinin tatlısı. Neyse bu kadar gurmelik yeter. Bilen zaten biliyor, bana sorarsanız, sormayın, bu kadar yazdığıma da bakmayın. Bildiğimden değil, sadece ukalalık ediyorum.
Mürefte'nin içinde kalınabilecek doğru dürüst bir tane otel var, onun da sağı solu kazılmış, kamyon irisi araçlar, bir de koca greyder ortalıkta fink atmakta. Toz duman, gürültü gırla. Alt yapı çalışması varmış. Bugün cumartesi, bırakır giderler dedik, çok çalışkan çıktılar. Pazar günü bile kazıya devam...
Otel kasabanın tek oteli olunca kolay bulduk, Yalı Caddesinde Yapıncak otel. İsminin güzelliğine kandık, kınalı yapıncak sandık! İlk bakışta terkedilmiş gibiydi. sağı solu dolaştık, Jale üst katlara çıktı, kimse yok. Neden sonra öndeki kafe-lokanta arası yerden birisi sallana sallana geldi, burdayız ya dedi... Doğru söze ne denir? Sıcak su sorduk, kombi dedi. Biz bunu sıcak su var şeklinde algıladık (cahillik!). Meğerse sadece kombi varmış! Otelin odaları geniş, yatakları fena değil, ışık berbat. Kitap, gazete hiçbir şey okunacak gibi değil. Okuyup ne olacak, dediler herhalde, yatınca kitap mı okunur?
Paçacı - şarapçı

Yolculuğumuz keyifle başladı, keyifle bitti. Gezerken yaşadığımız her anın tadını çıkardık. Acelesiz, telaşsız ve de turist rehberlerinin "must" ları olmayan iki gün geçirdik. Bağ bozumu için gidip, bağ bozumu görmeden döndük. Dönüşte okuduklarıma bakıp bunları da kaçırmışız diye üzülmedim. Tekrar gitmemize vesile olacağı için sevindim. İstanbul'a Şarköy üzerinden anayola çıkarak döndük. Geçtiğimiz yola paralel, kullanılmayan yan yollarda asfaltın üzerine yayılmış kilometrelerce üzüm küspesi gördük. Bu sene ürün azmış, bir de çok olsaydı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder