Assante kimdir, ne yapmış, ne etmiş, neden Ekvador'u seçmiş, Snowden nereye kaçmış, gazetelerden izlersiniz. Benim konum kokuşmuş ilişkiler, gizli kapaklı işler değil. Daha önce hiç görmediğim bir yöreye, dünyada şapkanın en çok yakıştığı insanları görmeye gidiyorum. And Dağları'nın kuzey ucuna, Ekvador ülkesine...
Aslında Ekvador benim seçimim değildi. Gezi programı posta kutuma düştüğünde dikkatimi sadece tek bir kelime çekti; Galapagos! O anda kararımı verdim; gidiyorum! Listenin tamamına sonra baktım; Ekvador ve Panama... Tamam, onlar da olur dedim. Ekvador / Galapagos Adaları / Panama... "Golden Bay" Tur, onbir gün, on gece... Hareket 16 mayıs 2013, saat 06:00 KLM ile Amsterdam, aktarma, 9:55'te hareket, 12 saat uçuş, aynı gün 16:15'te Quito, Ekvador... İstanbul'da saat: 00:15 günlerden 17 mayıs, cuma...
GALAPAGOS'A GİDİYORUM...
Bu başlığın içerdiği iki kelime yolculuğun kısa özeti oluyor. Birinci kelime nereye gittiğimizin özeti. Açıklayayım; Galapagos kelimesi bu turun diğer güney Amerika turlarından farkını ortaya koyan bir belirteç. Nereye? diye soranlara kısa bir cevap. Her şeyden önce çok havalı bir kelime: Galapagos. Ayrıca çok davetkar. Galapagos deyip kısa bir ara vereceksiniz. Düşünme arası. Aynı zamanda sorulara davet arası. Tuzak da diyebiliriz. Kapanı kuruyorsunuz ve avın yakalanmasını bekliyorsunuz. Siz dersinizi çalıştığınız için cevaplarınız hazır. Soruları bekliyorsunuz. Karşınızdakinin bakışlarında merak ve ilgiyi okuyorsunuz. Bir kaç nefeslik bir boşluk ve sorular geliyor; Neresi orası? Nereden buldun veya nereden çıktı? Ada mı? Ya da kısaca; ne? O ne yaa? Hadi yaaa? gibi...
Bunu çok seviyorum. Kapana düşenin kaçma şansı yok. Dinlemek zorunda. Darwin'den başlayarak anlatıyorum. Arada çay ve ihtiyaç molası. Nasıl uçtuk, ilk şöyle gördük, şuraya indik, önce şaşırdık... Gezinin Panama ve Ekvador kısımları figüran gibi kalıyor. Çünkü baş rolde Galapagos var.
Başlıktaki ikinci kelime; gidiyorum! Tekil birinci şahıs olarak "gidiyorum"... Gidiyorum? Yalnız başıma mı? Bunu bir ara ciddi olarak düşündüm. Yalnız da olabilir, fakat olmasa daha iyi... Bu zevki birisiyle paylaşmam lazım. Dönünce anlatmak yetmez, şahit de gerekiyor. Aylardan mayıs. Jale'nin patronu "full time" meşgul, dolayısıyla Jale de... Zeynep'in dersleri var, okuldan ayrılamaz. Ayşe'ye sordum, gönülsüz... Aklıma Gönül geldi! Kocası meşgul, harıl harıl çalışmakta, muhtemelen gelmez. Kocası gelmese bile Gönül gelir. Aradım, sordum: Galapagos? İkiletmedi. 1978 yılında bavulunu hazırlamış, bugünü bekliyormuş. Hemen konuya girdik. Dizler, kalçalar, ağrılı sırtlar, yırtık menisküs, yan bağlar, 12 saat uçuş, iki aktarma... Galapagos mevzu bahis olunca gerisi teferruat...
HAZIRLIK
Her seyyahın not defterinde, ilk sayfada yazılı olanlar aşağı yukarı aynıdır. Oradan başlayayım: Öncelikle ne yeşil, ne de normal pasaporta vize var. Bu iyi bir şey. Devam edelim: Galapagos dahil, elektrik prizleri yarık şeklinde, Amerikan tipi. Adaptör götürmek lazım. Unutursanız dert değil, çoğu otelin resepsiyonunda adaptör bulunuyor. Mobil telefon frekansları da Amerikan. Bu sorun olmaz. Telefon kullanmayacağım. İnternet idare eder. Voltaj Amerikan, yani 110 volt. Bu önemli. Tıraş makinesini şarj eder, öyle giderim. Zaman dilimi -5. İstanbul yaz saati +3, arada 8 saat fark var... Bu da önemli. Balım peteğim aramaları akşam geç vakitte yapılacak. Telefon kodu +593. Bu önemsiz. +90 bilmek yeter. Trafik sağdan. Ulusal para resmen Amerikan doları. Bu da önemsiz. Bizimki resmen TL, ama fark eden bir şey yok. Ekvador parası 2000 yılına kadar "Sucre" imiş. Hiperinflasyon, banka krizleri filan, o zamanki başkanı ve Sucre'yi tarihe gömmüş. Şimdi sadece bozukluklar Ekvador kuruşu...
Kutsal bilgi kaynağı Wiki'ye göre Ekvador'un milli sloganı "Tanrı, vatan ve hürriyet"... Bu slogan meselesi kafamı kurcaladı. Aklıma ilk gelen iki ülkeyi seçip baktım; ABD'ninki "Tanrıya güveniyoruz", İngiltere "Tanrı ve benim hakkım"... Bunlar "laik" ülkeler oluyor. Bizimki de şeklen gayet anlamlı; Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir! İleride ne olur bilmem. Kafamı kurcalayan şeyleri kurcalamaktan vazgeçsem iyi olacak. Alt tarafı seyahat yazısı yazıyorum. İnsanlık halleri deyip geçelim!
Devam ediyorum: Milli kuş akbaba ailesinden "Kondor", milli çiçek gül, ağaç quina, dağ Chimborazo, nehir Guayas, enstrüman rondador! Gül bildiğimiz gül, rondador ise bir çeşit panflüt oluyor... Bunların hemen hepsi ülke armasında mevcut. Quina, Amazon ormanlarında yetişen bir ağaç. Quinaquina'nın Türkçeleşmiş hali kına kına oluyor. Kına kına isminin bizdeki kınayla ilgisi yok. Kinin ve kinidin, bu ağacın kabuklarından elde ediliyor. Milli içkileri nedir diye merak ettim, fakat bulamadım. Çay mıdır, ayran mıdır, nedir? Bunu, Quito sokaklarında gezdiğimiz bir gün rehbere sordum. Halk arasında en sevilen içecek hangisidir? Turistik yerlerde değil de, lokal kafelerde, evde, sokakta filan? Rehber “kanelazos” dedi. Yazıyla “canelasos”. İspanyolcada “Canela” tarçın anlamına geliyor. Tarçınlı, limonlu, bir miktar da alkollü, sıcak bir içecekmiş. İçinde tarçın olduğuna göre severim diye düşündüm. İlk girdiğimiz otelin lobisinde, ufak cam bardaklarda ikram ettiler. Eh dedim, tarçınlı çayı tercih ederim!
Nüfusun sadece %7'si İspanyol, fakat resmi dili de, ulusal marşı da İspanyolca. Bununla beraber Quichua dili (Kichwa) gibi 12 ayrı etnik dil, halkının yaşadığı yerlerde resmi dil olarak geçerli sayılıyor. Anayasaları çok-uyrukluluk temelinde tüm etnik grupların güvencesini sağlıyor. Yerli halk kendilerini etnik kimlikleri ile tanımlıyor ve şehirde olsun, dağlarda olsun etnik kılıklarıyla dolaşıyor, kendi dillerini konuşuyorlar. Bu cümlelerin arkasında derin anlamlar aramayın lütfen...
Konu biraz dağılıyor gibi. Burada keseyim. Meraklısı açsın interneti baksın. Esasında bu sefer fazla kurcalamamaya, gitmeden önce bir şey okumamaya karar vermiştim. Gidecek, görecek ve dönecektim, hepsi o kadar. Milli kuştu, çiçekti, böcekti, milli klişelerden bana ne? Çiçeğin böceğin millisi mi olur? Hele ki Ekvador gibi bir ülkede. Karar verdim, hazırlık sadece fiziki sınırlarda olacaktı. Ufak bir çanta, bir şnorkel, mayo, lastik ayakkabı, kısa pantolon, şort, kamera filan gibi... Fakat gene dayanamadım. Ara bir yol buldum. Rutin seyahat kitaplarını bir yana bırakıp, sadece Galapagos ve Darwin'e konsantre oldum. Darwin'in yaşam öyküsüyle ilgili iki kitap aldım. Gitmeden önce ve yolculuk boyunca Darwin'i okudum. Ekvador'u da rehberlerden dinler, öğrenirim, aralarda takıldığım bir şey olursa, ki mutlaka olur, internetten bakarım dedim. Öyle de yaptım. Bereket, rehberimiz gayet anlayışlı ve her açıdan bilgiliydi. Bana sabırla dayandı. Buna yerel rehberler de dahil.
Bunu çok seviyorum. Kapana düşenin kaçma şansı yok. Dinlemek zorunda. Darwin'den başlayarak anlatıyorum. Arada çay ve ihtiyaç molası. Nasıl uçtuk, ilk şöyle gördük, şuraya indik, önce şaşırdık... Gezinin Panama ve Ekvador kısımları figüran gibi kalıyor. Çünkü baş rolde Galapagos var.
Başlıktaki ikinci kelime; gidiyorum! Tekil birinci şahıs olarak "gidiyorum"... Gidiyorum? Yalnız başıma mı? Bunu bir ara ciddi olarak düşündüm. Yalnız da olabilir, fakat olmasa daha iyi... Bu zevki birisiyle paylaşmam lazım. Dönünce anlatmak yetmez, şahit de gerekiyor. Aylardan mayıs. Jale'nin patronu "full time" meşgul, dolayısıyla Jale de... Zeynep'in dersleri var, okuldan ayrılamaz. Ayşe'ye sordum, gönülsüz... Aklıma Gönül geldi! Kocası meşgul, harıl harıl çalışmakta, muhtemelen gelmez. Kocası gelmese bile Gönül gelir. Aradım, sordum: Galapagos? İkiletmedi. 1978 yılında bavulunu hazırlamış, bugünü bekliyormuş. Hemen konuya girdik. Dizler, kalçalar, ağrılı sırtlar, yırtık menisküs, yan bağlar, 12 saat uçuş, iki aktarma... Galapagos mevzu bahis olunca gerisi teferruat...
HAZIRLIK
Her seyyahın not defterinde, ilk sayfada yazılı olanlar aşağı yukarı aynıdır. Oradan başlayayım: Öncelikle ne yeşil, ne de normal pasaporta vize var. Bu iyi bir şey. Devam edelim: Galapagos dahil, elektrik prizleri yarık şeklinde, Amerikan tipi. Adaptör götürmek lazım. Unutursanız dert değil, çoğu otelin resepsiyonunda adaptör bulunuyor. Mobil telefon frekansları da Amerikan. Bu sorun olmaz. Telefon kullanmayacağım. İnternet idare eder. Voltaj Amerikan, yani 110 volt. Bu önemli. Tıraş makinesini şarj eder, öyle giderim. Zaman dilimi -5. İstanbul yaz saati +3, arada 8 saat fark var... Bu da önemli. Balım peteğim aramaları akşam geç vakitte yapılacak. Telefon kodu +593. Bu önemsiz. +90 bilmek yeter. Trafik sağdan. Ulusal para resmen Amerikan doları. Bu da önemsiz. Bizimki resmen TL, ama fark eden bir şey yok. Ekvador parası 2000 yılına kadar "Sucre" imiş. Hiperinflasyon, banka krizleri filan, o zamanki başkanı ve Sucre'yi tarihe gömmüş. Şimdi sadece bozukluklar Ekvador kuruşu...
Devam ediyorum: Milli kuş akbaba ailesinden "Kondor", milli çiçek gül, ağaç quina, dağ Chimborazo, nehir Guayas, enstrüman rondador! Gül bildiğimiz gül, rondador ise bir çeşit panflüt oluyor... Bunların hemen hepsi ülke armasında mevcut. Quina, Amazon ormanlarında yetişen bir ağaç. Quinaquina'nın Türkçeleşmiş hali kına kına oluyor. Kına kına isminin bizdeki kınayla ilgisi yok. Kinin ve kinidin, bu ağacın kabuklarından elde ediliyor. Milli içkileri nedir diye merak ettim, fakat bulamadım. Çay mıdır, ayran mıdır, nedir? Bunu, Quito sokaklarında gezdiğimiz bir gün rehbere sordum. Halk arasında en sevilen içecek hangisidir? Turistik yerlerde değil de, lokal kafelerde, evde, sokakta filan? Rehber “kanelazos” dedi. Yazıyla “canelasos”. İspanyolcada “Canela” tarçın anlamına geliyor. Tarçınlı, limonlu, bir miktar da alkollü, sıcak bir içecekmiş. İçinde tarçın olduğuna göre severim diye düşündüm. İlk girdiğimiz otelin lobisinde, ufak cam bardaklarda ikram ettiler. Eh dedim, tarçınlı çayı tercih ederim!
Nüfusun sadece %7'si İspanyol, fakat resmi dili de, ulusal marşı da İspanyolca. Bununla beraber Quichua dili (Kichwa) gibi 12 ayrı etnik dil, halkının yaşadığı yerlerde resmi dil olarak geçerli sayılıyor. Anayasaları çok-uyrukluluk temelinde tüm etnik grupların güvencesini sağlıyor. Yerli halk kendilerini etnik kimlikleri ile tanımlıyor ve şehirde olsun, dağlarda olsun etnik kılıklarıyla dolaşıyor, kendi dillerini konuşuyorlar. Bu cümlelerin arkasında derin anlamlar aramayın lütfen...
Konu biraz dağılıyor gibi. Burada keseyim. Meraklısı açsın interneti baksın. Esasında bu sefer fazla kurcalamamaya, gitmeden önce bir şey okumamaya karar vermiştim. Gidecek, görecek ve dönecektim, hepsi o kadar. Milli kuştu, çiçekti, böcekti, milli klişelerden bana ne? Çiçeğin böceğin millisi mi olur? Hele ki Ekvador gibi bir ülkede. Karar verdim, hazırlık sadece fiziki sınırlarda olacaktı. Ufak bir çanta, bir şnorkel, mayo, lastik ayakkabı, kısa pantolon, şort, kamera filan gibi... Fakat gene dayanamadım. Ara bir yol buldum. Rutin seyahat kitaplarını bir yana bırakıp, sadece Galapagos ve Darwin'e konsantre oldum. Darwin'in yaşam öyküsüyle ilgili iki kitap aldım. Gitmeden önce ve yolculuk boyunca Darwin'i okudum. Ekvador'u da rehberlerden dinler, öğrenirim, aralarda takıldığım bir şey olursa, ki mutlaka olur, internetten bakarım dedim. Öyle de yaptım. Bereket, rehberimiz gayet anlayışlı ve her açıdan bilgiliydi. Bana sabırla dayandı. Buna yerel rehberler de dahil.
QUITO
Quito ile ilk tanışmamız böyle oldu. İndiğimiz hava limanı, "Mariscal Sucre" yeni açılmış. Eskisinden 40-50 km daha doğuda, daha güvenli bir yerde yapmışlar. 2500 metre rakımda, etrafı uçurumlarla çevrili bir tepeyi tıraşlayıp düzlemişler. İyi tarafı iniş için fazla alçalmaya gerek kalmaması, kötü tarafı sizden önce inmek için bekleyen bulutların arkasında sıraya girmek. Daha kötüsü bunu iki kere yapmak...
Kestirme yoldan otele vardığımızda 2 saat geçmişti. Sonradan anayolun 50 dakika sürdüğünü öğrendik. Vadilerden ve uçurumlardan geçerken bu şehri nereye kurmuşlar diye düşünmeden edemedim. 300 metre daha çıktık, etti 2800 metre. Bu ortalama bir yükseklik sayılır. Çünkü şehirde düz ayak hiçbir yer yok. Her yer bayır, her taraf volkan, aralarda derin vadiler...
Şaka bir yana FİFA 2007 yılında aldığı bir kararla 2500 metrenin üzerinde uluslar arası futbol karşılaşması oynanmasını yasaklamış. Bundan etkilenen ülkeler Ekvador ve Bolivya gibi And dağları üzerinde olan ülkeler. Ama savaşmayı yasaklayan bir kural yok. Gerilla serbest!
DİNSEL ŞEYLER, BAKİRE MERYEM
El Panecillo, İspanyolca'da ufak ekmek parçası demekmiş. Birisi öyle uygun görmüş. Yerlisi "Yavirac" diyor. En tepede vaktiyle bir güneş tapınağı varmış. İspanyollar buna ucube muamelesi yapıp yıkmışlar. Bunun yerine 1976'da 45 metrelik "Madonna" heykeli dikilmiş. 7000 parça aluminyumdan yapılan bu heykelin iki özelliği var. Birincisi, diğer bakire Meryem heykelleri gibi statik değil, dansediyor. İkincisi, sırtında ufak da olsa kanatları var. Bu açıdan dünyadaki tek örnekmiş!
Benim ilgimi çeken Ekvador'da geçtiğimiz her yerde bakire Meryem heykellerinin olmasıydı. İsa'yla, mesihle, havarilerle filan pek ilgileri yoktu! Ayrıca kiliselerdeki ikonalar, duvar resimleri ve kabartmalardaki istisnasız bütün tipler, en azından benim gördüklerim, And yerlilerine benziyordu. İsa son akşam yemeğini And dağlarında yemiş gibiydi. Sordum...
Inka'lardan önce de bu dağlarda yaşayan Canari yerlileri anaerkil topluluklarmış. Ayrıca inanç dünyaları ayın etrafında dönmekte. Ay dişil bir tanrı, yani tanrıça. Canari'ler bu nedenle tapınaklarını ay şeklinde, yuvarlak yapıyorlarmış. Bunu İngapirca'da gördük. Mama Quilla; ay ana, Pachamama toprak ana oluyor. And halkları ve Quechua yerlileri için ana karakteri gayet önemli. İspanyol din misyonerleri uzun süre bu gerçekleri görmezden gelmişler, pek de umursamamışlar. Halk Hristiyan olmayı reddetmiş. Uzun süre İsa'ya karşı direnmişler. Cuenca'da San Sebastian meydanında bir kilisenin önünde 2 metre kadar boyunda bir haç gördük. İspanyollar din değiştirmeyen yerlileri bu haça bağlayıp kamçılar, ibret olsun diye günlerce bağlı bırakırlarmış. Fakat asırlardır olduğu gibi, işkenceler halkın direncini artırmaktan başka işe yaramamış.
Derken, akıllı birisi yerlileri ikna etmenin yolunu keşfetmiş. Meryem'i ön plana çıkarıp, ana kültüne vurgu yapmış. Kiliselerdeki resim ve heykellerdeki tipleri, meleklerin yüzlerini yerlilere benzeterek yapmaya başlamışlar. Çatılardaki süslemelerde ay ve haçı birlikte kullanmışlar. Böylece yerli halk "aaa, içerde bizimkiler var" deyip zokayı yutmuş. Ondan sonrası kolay olmuş. Fakat gene de İsa'yı değil, Meryem'i tercih etmişler. Tapacaksak anamıza benzesin bari demiş olmalılar...
TEKRAR "QUITO", TEKRAR "SWISSOTEL"
Kaldığımız Swissotel, şehrin tarihi merkezinden taksiyle 10 dakika mesafede bir yerdeydi. Otelin kendisi, barı ve dükkanları güzeldi ama hepsi o kadar. Dünyanın her yerindeki benzer otellerden bir farkı yoktu. Bedava internet, bilgisayar, sabahın üçünde bile kahvaltı imkanı belki merkezdeki otellerde bulamayacağımız özellikleriydi. Otele yerleşikten sonra, önce taksi tutup eski şehir merkezine gidelim dedik, ama vazgeçtik. Otelin karşısında barlar ve üstünde müze yazılı, ne müzesi olduğu belirsiz, eski bir bina vardı. Oraları gezer, erkenden dönüp dinleniriz dedik.
Gönül'le birlikte, iki kardeş, elele tutuşup otelden çıktık, yolun karşısına geçtik. Binadaki her yer kapalıydı. Biz vitrinlere bakarken, yolun karşı tarafından el sallayan birilerini gördük. Otelin güvenlik görevlileri yola çıkmış, el kol işaretleriyle geri dönmemizi işaret ediyorlardı. Biz kayıtsız kalınca birisi koşarak yanımıza geldi. Tehlikeli, dedi. Tamam, döneriz, dedik. Fakat bizi almadan dönmemeye kararlıydı. Önümüze düştü, bizi otele kadar götürüp kapıdan içeri soktu, rahatladı. Akşam yürüyüşümüz sadece 6 dakika sürmüş, hangi tehlikeden kurtulduğumuzu anlamamıştık. Ama bizi geri döndüren görevliyi her görüşümüzde, suratındaki ifadeden, yaptığı kurtarma operasyonuyla gurur duyduğunu anladık!!
TAGUARTE

Patricia Morales isimli bir kadın sanatçı, Tagua denen palmiye çekirdeklerinden harikalar yaratmış. Kendisi; Ben onu değil, Tagua beni yarattı diyor (muş)... Çekirdekler 10 ila 30 yıl gibi uzun zamanda olgunlaşıyor ve işlenecek hale geliyormuş. Son hali fildişi gibi beyaz ve sert olduğu için, çekirdeklere bitkisel fildişi de deniyormuş. Farkı; fil öldürmek zorunda kalmadan elde edilmesiymiş... Plastik yaygınlaşmadan önce, Tagua'dan yapılan düğmeler kullanılıyormuş. Şimdilerde süs eşyaları, takılar yapılıyormuş. Özellikle elde işlenmiş at kılıyla kombine edilen kolyeler benim sevgilime çok yakışırmış, vesaire vesaire... Bütün bu mışlı-mişli hikayeyi bir kahve içimi süresinde anlatan güzel Estefania'yı kıramadım, bir kolye seti alıp çıktım...
TEKRAR, YENİDEN QUITO

Şehrin orasında burasında bir sürü park var. Kuzey doğudaki şehir parkı (Parque Metropolitano), altı kilometrekareye yakın alanıyla Güney Amerika'nın en genişi. Bu kadar sıkışıklığa rağmen, nedense parklar park olarak kalmış. Başbakanımızdan aldığım feyzle belediye hizmetlerine bir katkım olur mu diye elime haritayı aldım, şehre şöyle bir baktım; Şuraya bir kaç tünel, araya bir kanal, eski şehrin üstünden bir asma köprü ulaşımı rahatlatır. Boş kalan yerlere birkaç AVM, bir o kadar TOKİkondu yapılır, geriye görkemli bir "Mareşal Sucre" kışlası yapacak kadar da yer kalır! Avluda da çocuklar top oynar! Böylece boş boş oturmamış olur, akıllarına fesatlık filan gelmez. Bu görüşümü yazıp belediyenin şikayet kutusuna attım. İlgililerin dikkatine...
Şehrin değerli binaları, kilisesi, katedrali, parkı, bahçesi, klasik tanımıyla görülecek yerleri bu yazının konusu değil. Bütün bu bilgiler seyahat rehberlerinde, internette vesaire, geniş olarak yazıyor. Ben burada, her zaman yaptığım gibi isminin anlamından başlayıp, ilgimi çeken bir-iki veya üç-dört ayrıntıdan bahsetmek istiyorum.
Qui, "quitsa"nın "qui" si, yarım demek, "to" da "tierra" nın geldiği kökten, toprak veya dünya demekmiş. Kelimeler tastamam olmasa da buna yakın şeyler! Yerli rehberlerin yalancısıyım. Dolayısıyla Quito "dünyanın iki yarısının ortasındaki toprak" veya kısaca "dünyanın ortası" demek oluyor. Bunun böyle olduğu İnkalardan beri biliniyormuş. Şehir 1526'da İspanyolların eline geçmiş. Bundan sonra biraz zorlama isimler takılmış. Amerikanın ışığı (Luz de Amerika), cennetlerin şehri (La ciudad de los cielos ) gibi uyduruk (!) lakapları var (mış).
BÜYÜK MEYDAN
Rehber bize heykeli anlatırken aslanın göğsündeki bir delik dikkatimi çekti. Bomboş bir delikten heykelin içi gözüküyordu. Bu nedir? diye sordum. Efendim, 1-2 sene önce İspanyol elçisi bağımsızlık günü kutlamalarında buraya gelip heykele çelenk koymuş. Yandaki resimde görülen, aslanın göğsüne sapına kadar saplanmış ok elçiyi rahatsız etmiş. Olur mu kardeşim? Eski günler geride kaldı. Biz artık dost değil miyiz? Nedir bu? İspanya'nın bağrına saplanmış ok filan? mealinde bir şeyler söylemiş. Bunun üzerine belediye reisi, "rici ederim, bir okun aramızda lafı mı olur" demiş, oku oracıkta kırdırmış. Tanrı, vatan, hürriyet iyi de, bağımsızlık ne ola ki? Adam elçinin şahsında İspanya'ya yağ çekmek için güzelim heykeli ucubeye çevirmiş. İşte böyledir bu işler. Lafla bağımsızlık gemisi yürümez. Alt tarafı bir heykel dersin, oksuz da olur dersin, birisi sırtını sıvazlasın diye okla birlikte onurunu kırarsın.
Meydanın adı eskiden Plaza Grande = Büyük Meydan'mış. Ortaya heykel dikildikten sonra adı Bağımsızlık Meydanı olmuş. Meydandan ayrılıp "Jesuit" kilisesine doğru yürürken rehbere; "artık adını da tekrar Büyük Meydan yaparsınız" dedim. Bu doğru! Gerçekten büyük bir meydan... Halk zaten "Büyük Meydan" diyor, dedi...
MITAD DEL MUNDO, DÜNYANIN ORTASI
Halbuki Türk Patent Enstitüsü'ne göre dünyanın ortası "Akşehir" oluyor. Nasreddin Hoca Derneğinin 2006 yılında yaptığı müracaat kabul edilerek, Akşehir'deki Nasreddin Hoca Türbesinin önü dünyanın ortası olarak tescil edilmiş. Neyse ki 10 yıllığına! On yıl sonra allah kerim. Nasrettin Hocanın zekasındaki "incelük" Patent Enstitüsü tarafından görmezden gelinerek, ticari ve de turistik amaçla tescil edilmiş, olay resmileşmiş ve de millileşmişti.
INTI-NAN, GÜNEŞ MÜZESİ!
Dünyanın ortası namıyla maruf bu mekanda, 30 metre yüksekliğinde bir anıt, etnografya müzesi ve
ekvator deneylerinin sergilendiği "Inti-nan, Solar Museum" var. "Inti" güneş veya ışık
demek. Etnografya müzesi turistler için düzenlendiği belli olan bir yer. İnka'lar bunu
giyer, ölülerini fetüs şeklinde mumyalar, evin bir köşesine böyle koyar diye hızla geçilen
bir kısım. Çünkü çoğu materyal, seramik fıçı içindeki mumya dahil, imitasyon. Bir köşede de
yerlilerin "tsantsa" adı verilen kafa küçültme işlemini nasıl yaptıklarını gösteren ayrı
bir reyon var. Duvarlardaki posterlerde ritüelin safhaları resimlerle anlatılıyor, öndeki bir
fanusun içinde küçültülmüş bir insan kafası sergileniyor. Kafa tüm detayları korunarak
ufaltılmış ve yaklaşık bir kaz yumurtası veya portakal boyutlarında kalmış. İlk dikkati çeken,
boynun alt kısmının ve dudaklarının iplikle dikilmiş olması...
Müzede İnka takvimi, güneş saati gibi şeyler de sergileniyor. Rehberler bu kısımları ne kadar ballandırsa da, turistlerin beklentisi bir an önce başlangıç çizgisine ulaşmak. Esas atraksiyon orada!
Güneş saatine bakıp saatlerimizi ayarladık, ekvator çizgisine ayak bastık. Sonradan, güneş saatinin günde 10 dakika geri kaldığını öğrendik. Belki de doğrusu odur, kim bilir? O kadar kusur kadı kızının saatinde de olur!
JIVARO KABİLESİ, KAFA AVCILIĞI ve KAFA KÜÇÜLTME "TSANTSA"

Müzenin çıkışa yakın bir köşesinde, yerlilerin "tsantsa"
adı verilen kafa küçültme işlemini nasıl yaptıklarını gösteren ayrı bir reyon
var. Duvarlardaki posterlerde ritüelin safhaları resimlerle anlatılıyor, öndeki
bir camekanın içinde küçültülmüş bir insan kafası
sergileniyor. Gerçek olamayacak kadar küçük, yaklaşık bir kaz
yumurtası veya portakal boyutlarında, gerçek bir insan
kafası! İlk dikkati çeken,
dudaklarının sıkıca dikilmiş olması...

Kafa avcılığı ve Tsantsa ile meşhur Jivaro kabilesi ülkenin doğusunda, Amazon ormanlarında yaşıyor. Kafa avcılığı devamlı yapılan bir olay değil. Yani her önlerine gelenin kafasını kesmiyorlar. Bunun da bir adabı var. Özel bir ritüel ve genellikle yılda bir kere yapılıyor. Düşman kabileye yapılan baskında yakalanan erkekler öldürülüyor ve kafaları kesiliyor. Veya tersi! Bu kafaların kolye gibi boyunda veya bir mızrağın ucunda taşınması prestij açısından çok önemli. Etrafa korku salma, küçülterek aşağılama gibi anlamları var. Kafa küçültme işlemi için önce tüm kafa kemikleri boyun kısmından çıkarılıp atılıyor. Geri kalan deri bazı bitkilerle birlikte kaynatılıyor. Dudaklar iplikle dikiliyor. Amaç ruhun ağızdan kaçmasını engellemek. Kafanın şekli bozulmasın diye içine sıcak kum, çakıl vs dolduruluyor ve bir yere asılarak güneşte kurutuluyor. Böylece kafa giderek ufalıyor. Çıkacak delik bulamayan ruh da kafanın içinde hapsedilmiş oluyor. Son sözleri "Kafama sahip olabilirsin, ama ruhuma asla!" olan rakip savaşçının hal-i pür melali aşağıdaki resimde görülmekte...
Erkekleri öldürülen kadınlar ve kızlar için durum farklı. Onların ruhlarıyla ilgilenen yok. Yaşlı kadınlar uçları kürarlı mızraklarla yaralanarak ölüme terk ediliyor, genç kızlar ise malum işlemler için (!) alıkonuluyor.
Kafa avcılığı hakkında yazılanlar ve şahsen eklediğim kenar süsleri bu kadar. Fakat konu fazlasıyla ilgimi çekti. Vahşetin tanımını yapmayı bilirkişilere bırakıp, tekrar geriye, Jivaro yerlilerine dönelim. İnternette rastladığım iki ayrıntıdan bahsetmeden geçemeyeceğim.

İkinci konu daha enteresan. Bu küçük kafalardan birisini internet yoluyla satın alarak belinize veya boynunuza asabilirsiniz. Bir firma bu kafaların benzerlerini pazarlıyor. Bereket, replikalarda sadece hayvan derisi kullanılıyor. Örneğin "Karaib Korsanları" serisindeki "Dünyanın Sonu" filminde Johnny Depp'in belinde sallanırken görülen kafanın benzerleri "Jack Sparrow" adıyla 65,95 dolara satılıyor.
EKVATOR DENEYLERİ
Ekvator dediğimiz başlangıç paralelini yere uzun bir çizgi olarak çizip, üstünde bazı deneylerin yapıldığı bir park haline getirmişler. Bir söylentiye göre bu deneylerin bir kısmının ekvator çizgisi üzerinde olmakla ilgisi yokmuş. Ayrıca rehberlerin verdiği bilgiler bilim adamları tarafından pek ciddiye alınmıyormuş, hatta dediklerine göre orada gördüğümüz asıl ekvator çizgisi bile değilmiş. Kimin umurunda? Bir luna parktaydık ve eğleniyorduk...
Ekvator çizgisi üzerinde yürüme deneyi; Çizgi üzerinde kollarınızı iki yana açıp duruyorsunuz. Sonra gözlerinizi kapayıp yürümeye başlıyorsunuz. Ne kadar ayarlasanız da çizgi üzerinde kalamıyor, yanlara kayıyorsunuz. Bu testi bir tek Gönül başardı. Normalde düz yolda dümdüz gidemeyen Gönül, çizgi üzerinde boydan boya dümdüz yürüdü, geçti. Ben de geçtim ama itiraf etmek gerekirse hile yaparak! Çizgi hafifçe kabarıktı. Gözümü kapadım fakat ayağımı kaldırmadan, çizgiyi ayağımın altında hissederek, dümdüz yürüdüm.
Ağırlık deneyi; Bu bir deneyden çok deneyim sayılır. Ekvator çizgisi üzerinde tartılınca baskül sizi 700 gr daha hafif gösteriyor...
Kol gücü deneyi; Çizgiden 1-2 metre uzakta kollarınızı ileri uzatıp, ellerinizi yumruk yapıyorsunuz. Rehber gelip yumruklarınıza asılıyor, aşağı indirmeye çalışıyor. Siz de direniyorsunuz. Sonra çizgi üzerinde aynı deney tekrarlanıyor. Bizim rehber kız gönüllü isteyince kendimi ortaya attım. Çizgi üzerinde kız epeyce asıldı ama pes etmedim. Deney görünüşte olumsuz neticelendi. Bana soracak olursanız, çizgi üzerinde harcadığım güç hemen hemen iki misliydi. Yani test pozitif sonuçlanmıştı, ama çaktırmadım. Serde Türklük var! Kıza teslim olmamak için kollarım koptu...
Lavabo deneyi; Bu deney müzenin en popüler deneyi. Bildiğiniz gibi... Bildiğiniz gibi diye başlayınca kimlerin neyi bildiğini açıklamam lazım. Biz, kuzey yarım kürenin homo sapiensleri olarak bildiğimiz, kasırgaların ve girdapların saat yönünün tersine döndüğü, suyun lavabonun deliğinden akarken gene saat yönünün tersi yönünde dönerek boşaldığıdır. Güney yarım kürenin homoları da, pardon, homo sapiensleri de bunun aksini bilirler. Biz deneyler sırasında hem kuzeylilerin, hem de güneylilerin görüp bildiğini, dünyanın ortasında, bir arada gördük.
Deneyde önce, içi su dolu ufak bir leğen tam ekvator çizgisi üzerine konuyor. Su durulunca ortasındaki kapak açılıyor. Leğenin içindeki su altta duran kaba doğru akmaya ve leğen boşalmaya başlıyor. Rehber akım yönünü daha iyi görelim diye leğene ufak bir yaprak parçası atıyor. Yaprak su akımıyla doğrudan deliğe yönelip, birlikte aşağıya akıyor.
İkinci kısımda, leğen ekvator çizgisinin 1 metre kadar kuzey tarafına konuyor. Deney tekrarlanıyor. Kapak açılınca su, üstündeki yaprakla birlikte saat yönünün aksi istikamette döne döne delikten aşağı akıyor.

Üçüncü kısımda aynı deney ekvator çizgisinin güneyinde yapılıyor. Delik açılınca su bu sefer öncekinin tamamen aksi yönde, yani saat yönünde dönerek boşalıyor.
Gördüğümüz olaylar illüzyon bile olsa çok etkilendik ve eğlendik. Diplomamı çerçeveletip, Alaska'dan aldığım kutup sertifikasının yanına, duvarıma asacağım.
EL CRATER
Müzeden sonra kuzeye doğru 8-10 km daha gittik, indik-çıktık değil de tekrar çıktık-çıktık, 3350 metre rakımda, Pululahua volkanının krater ağzına geldik. Krater çapı yaklaşık 8 kilometreymiş. Vakti zamanında gayet görkemli ve ürkütücü olması muhtemel bu volkan, en son milattan önce 500'lerde patlamış ve tamamen sönmüş. Kenardan eğilip bakınca 250-300 metre aşağıda bir köy gözüküyor. Kraterin dibine ilk olarak İnkalar yerleşmiş. Arkadan keşişler gelmiş oturmuş. Sonradan kamulaştırma filan derken yerli halkın elinde kalmış. Bu köyü görmemiz tamamen tesadüf. Zira aşağıdan yukarıya doğru yükselen bulutların yoğunluğu görüşü iyice engelliyor. Bulutların hareketine kendinizi kaptırıp ipnotize olmanız ve köyü filan boş verip, sadece bulutları seyretmeniz de mümkün. Pululahua, Quichua dilinde "suyun dumanı" demekmiş...
İşte bu kraterin kenarında, bir yanı kratere bakan şık bir restoran ve motel var. İsmi; El Crater. Ne yediğimizi hatırlamıyorum ama, şık bir ortamda, keyifli bir yemek yedik, lamaları seyrettik, bulutlara daldı, Quito'ya döndük.
Quito'dan Cuenca'ya uçakla geçtik. Burası ülkenin güneyinde, 2500 metre yükseklikte kurulmuş, ülkenin üçüncü büyük şehri. Nüfusu resmen 350 bin kadar. Eski Cuenca şehrinin etrafı, ileride Amazon'a dökülecek olan dört nehirle çevrili. Dolayısıyla şehre yerlileri "nehirlerin kesiştiği yer, nehirlerin kavşağındaki yer" anlamına gelen Cuenca ismini vermişler. Şehrin bu kısmı 1999'da Unesco'nun dünya mirası listesine girmiş. Sloganı ise "bütün dünya", her ne demekse?
Niyetimiz gezi broşüründe resmi olan bir evi görmekti. Ev dik bir yamaçta inşa edilmiş, önündeki balkonlarında çok hoş tahta işçiliği olan bir evdi. Rehber evi tanımadı ama yamaca giden yolu tarif etti. Benigno Malo'dan güneye ilerleyince yamacı döne döne inen yolu göreceksiniz dedi. Burası bizim otele 10 dakika mesafede bir yerdi. Yürüdük. Geçtiğimiz yerlerde millete sorduk, kimse evi tanımadı. Yokuşu indik, nehrin üstünden geçtik, sağa sola baktık. Duran trafiğin önünde lobutla gösteri yapıp bahşiş toplayan gençlere sorduk. Durakta bekleyen herkese sorduk. Elimizdeki resimde gördüğümüz evi bulamadık. Sora sora coşkuyla akan nehir boyunca yürüdük. Manzara çok güzeldi, evler yamaca zorlukla tutunmuş gibi, ürkütücü fakat hoştu, lakin bizim ev yoktu. Dik yamaçlardaki çimleri kesip düzelten bahçıvanları ve nehri seyrederek epeyce yürüdük. Sonunda pes deyip bir taksiye atladık, en iyi bildiğimiz yere, San Sebastian meydanına döndük. Burası Cuenca'ya ilk geldiğimizde indiğimiz meydandı. Yürüyerek tüm şehri katettik, meydanlarda oturduk, kitapçılara girip kitap aradık ve ancak ortalık karardıktan sonra otele vasıl olduk. Resmi son sorduğumuz adam, aradığımız evin bu şehirde değil, Cuenca'ya tepeden bakan Turi kasabasında olduğunu söyledi.
"Santa Lucia" Oteli
Cuenca'da kaldığımız otel, Santa Lucia, eski şehrin göbeğinde, çok özel bir binaydı. 1859 yılında, zamanın eyalet valisi tarafından yaptırılmış. Bu bakımdan yüz yılı aşkın bir süreçte önemli olaylara şahit olmuş. 1999'da restore edilerek otele çevrilmiş. 2002'de tarihi binalar için verilen "en iyi restorasyon" ödülünü almış. Bu dönemin çoğu evi gibi ortasında bir avlu ve avluya bakan 20 odadan ibaret, bizdeki yazlık kervansaray hanlarını andıran iki katlı, şık bir binaydı. Şehirdeki avlulu binalardan çoğunda olduğu gibi, girişinde hayvan omurlarından yapılmış süslemeler vardı. Bana çok enteresan geldi.
Tiestos Restoran
Burası eski şehirde yemek yediğimiz harika bir lokanta. Randevusuz gidildiğinde yer bulmak imkansız. Mekan ve dekor daha girişten itibaren etkileyici. Masa ve sandalyeler eski stil, duvarlarda orijinal tablolar ve aralarında elle yapılmış zarif süslemeler var. Lokantanın konsepti; La buena mesa! yani iyi masa... Masaya konan her tabak birbirinden farklı. Elle boyanmış, orijinal seramik tabaklar. Yemekler ve servis, her şey kararında. Karidesler hariç! Bizim başka yerde yediklerimiz Jumbo ise bunlara ne denir bilmiyorum.
Ve de patronun kendisi, Juan Carlos Bey ve ailesi, hepsi mükemmel. Juan hem patron, hem aşçı, hem garson, tam bir ev sahibi. Masalarla tek tek ilgileniyor. Öyle bir servis yapıyor ki, boğazınıza kadar doysanız da ayıp olur diye devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Yemeği sevdiğinizi söylerseniz, ekstra tabak getiriyor. Tarif isterseniz yazarak, çizerek anlatıyor. Restoranın özelliği yemeklerin "tiesto" adı verilen kaplarda pişmesi. Tiesto, Fas'taki tajin benzeri, kapaklı toprak güveç kabına verilen isim.
Karides, petrol ve muz ile birlikte Ekvador'un en önemli ihraç maddelerinden birisi. Doğal olarak menü karides güveçle başlıyor. Ve bu başlangıç bile doymaya yetiyor. Ondan sonrası anlatılacak gibi değil. Juan, annelerimizi aratmayan "yemezseniz darılırım" havalarında, devamlı bir şeyler getiriyor. Sonra karısı devreye giriyor. Onun görevi tatlı servisi yapılacak tabakları reçellerle boyamak. Her tabağa ayrı desen çiziyor. On dakika sonra yok olacak çiçekleri, Renoir edasıyla resmediyor. Kızlarının görevi ise kasada durmak. Ne kadar para ödediğimizi bilmiyorum. İşin en güzel tarafı da buydu. Gezi boyunca bu tarz yemeklerde, içki dahil hiç para ödemedik.
Kapalı pazar yeri
Burası yerli halkla iç içe olunabilecek en uygun yer. Dolayısıyla fotoğraf çekmek için ideal bir mekan. Rengarenk tezgahlar ve tezgahların arasındaki her boşluk girişimci kadınlarla dolu. Buraya kadınlar pazarı bile denebilir. Resim çektiğinizi fark ederlerse hafif irkiliyorlar ama sorun olmuyor. Gene de habersiz çekmek daha iyi. Farkına varırlarsa %50 şansınız var. Bir köşede iki kadın gördüm. "İkinizi çekebilir miyim?" diye izin istedim. Bir tanesi "bir dolar" dedi ve ayağa kalkıp poz verdi. Diğeri hemen kaçtı. "50 sent oldu" dedim, güldü...
Çiçek pazarı
Quito'da Swissotel lobisindeki devasa gül demetleri ve her gece yataklarımıza bırakılan güller bizi büyülemişti. Kocaman tomurcuklar günlerce açmadan duruyor, taptaze kalıyorlardı. Manda gözü, tomurcukların yanında ufak kalırdı. Cuenca'da mis gibi kokular içinde bir çiçek pazarına rastladık. Rehbere bu çiçek bolluğunu sorduk, anlattı;
Hollanda dünyaya sattığı çiçeklerin çoğunu Ekvador'dan getirtiyormuş. Buna benzer bir ticareti Kenya'da da duymuştum. Orada da çiçek üretimine 99 yıllığına çok az bir meblağ karşılığında el koymuşlar. Kenya'lılar bu anlaşmanın farkına vardıklarında sözleşmenin bitmesine 40-50 yıl daha varmış! Buradaki yöntemlerini bilmiyorum. Umudum halkın daha uyanık olduğu yönünde. Bu tahminimi Texaco isimli petrol şirketinin başına gelenlere dayanarak yapıyorum. Olay kısaca şöyle (uzun versiyonu internette bulunabilir); 1993'te bir grup yerli halk birleşerek, doğal ortamlarının zarara uğradığı ve kanser olaylarının arttığı gerekçesiyle, Amazon bölgesinde petrol çıkaran Texaco şirketine karşı dava açmışlar. 2011'de dava sonuçlanmış ve Texaco gittikten sonra petrol işini üstlenen Chevron şirketi, çevre olaylarında şimdiye kadar verilen en büyük cezaya, 8 milyar dolar ödemeye mahkum edilmiş. Bir 8 milyarlık ceza da yerli halktan özür dilemedikleri için verilmiş. Halen Chevron'un açtığı karşı dava sürmekteymiş. Sonuç ne olur bilmiyorum, ama büyük ihtimalle paralar çarçur olur, ölen öldüğüyle, Amazon da gittiğiyle kalır.
Bununla beraber Ekvador 2008 yılında, "Doğa Hakları" konusunu anayasal haklar olarak tanıyarak legalleştiren, dünyadaki ilk ülke olmuş. Hayırlısı olsun. Bizim anayasamızda da neler var, neler... Yeter ki birisi fetva versin!
Tekrar çiçek pazarına dönelim... Veya dönmeyelim... Daha fazla bir şey yazmak içimden gelmedi... Zaten bu Texaco olayına değinmek için çiçekleri bahane etmiştim!
Panama şapkaları
İmalathaneyi bir müze ve satış reyonu ile birleştirmişler. Gezerken şapkanın nasıl yapıldığına dair her aşamayı izleyebiliyorsunuz. Müzenin girişinde, şapka ören gayet güzel bir yerli kız da vitrin görevi yapıyor. Nazar değmesin diye yüzü gözükmeyen bir fotoğrafını seçip, yan tarafa koydum!
CUENCA'DAN AYRILIŞ, AND DAĞLARI, INGAPIRCA
Cuenca'dan ayrılırken yeni şehrin içinden geçtik, Üniversite, müzeler, gene fazla yüksek olmayan evler derken şehri arkamızda bıraktık. Cuenca'nın zenginlerine ait villaların yoğunlaştığı dağ eteklerini uzaktan gördük. Sonra tepeler, yemyeşil vadiler, muhteşem dağlar, volkanlar, kasabalar, kiliseler, kanatlı meryemler, yine dağlar, gene kestirme bir yol derken, anayoldan ayrılıp, toplam 65 kilometre kadar sonra Ingapirca'ya geldik.
Ingapirca
Ingapirca, "İnka taş duvarı" anlamına geliyor. And dağlarında, Cuenca - Guayaquil yolu üstünde, İnka ve Canari kökenlerinin aynı alanda, yan yana görülebildiği bir kale-tapınak kompleksi. Yakınında halen Canari halkının yaşadığı ufak bir köy, ufak bir kilise, turistler için bir kaç dükkan ve bakkal var. Çevresi ekili alan. Etrafta lamalar otluyor. Burası Ekvador'da bilinen en büyük İnka kalıntılarının bulunduğu yer. Fakat yörede şimdi olduğu gibi, İnkalardan önce de oturanlar, aslen Canari yerlileri... Otobüsümüz köyü geçip kalıntıların önündeki giriş binasının önünde durdu. Yerli halk bizi umursamaz bir şekilde günlük yaşantısına devam ediyordu. Etrafta ne satıcılar, ne de sizi dükkanlara sokmak için çekiştiren kimse vardı. Şaşırtıcı ama gezdiğimiz hiç bir yerde bu tarz bir tacize uğramadık.
Görülüyor ki Canari halkı her tür güçlükle başa çıkacak kadar dayanıklı. Düşük oksijen, yüksek dağlar, dik yamaçlar uzak mesafeler onlar için fark etmiyor. Doğaya ve istilalara bir şekilde dayanmışlar ve hayatta kalmışlar. Önce İnkalar gelmiş. Sayıca üstünlüklerine rağmen onlarla başa çıkamamış. İnka kralı bakmış ki savaşla olmayacak, akraba olalım bari demiş. Canari halkı dünden razı. Başlık parası yerine otonomi talep etmişler. Evlilik yoluyla politik bir birleşme gerçekleşmiş. Kısaca evlenmişler ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar. Tabii ki burası yalan! Olay evliliğe bağlanınca, akıllı telefonların metin tamamlama fonksiyonu gibi, bu klişe otomatik olarak düştü!


Yuvarlak şekilli kalıntıların bittiği yerde köşeli yapılar başlıyor. Bu kısım 15inci yüzyılda İnka kralı Huayna Capac'ın emriyle yapılmış. Bu kadar yakın olmasının nedeni, yerli halkı kontrol altında tutmak istemeleri olabilir. Etrafta işyerleri, mandıra ve banyolara ait olduğu söylenen kalıntılar var. Yol kenarlarında nereden başlayıp nerede bittiği belli olmayan su arkları görülüyor. İnkalar bu arklarla kilometrelerce öteden şehre su taşımışlar. Büyük kısmı sapasağlam duruyor. İleride, dört yana hakim, gayet stratejik bir tepede ana tapınak kalıntısı yekpare bir kayanın üzerinde yükseliyor. Burası "güneş tapınağı"...
GUAYAQUIL YOLUNDA
" Dünyalar yolcusu
YanıtlaSilHuzurla devam et yoluna - Rilke "
ki ,keyifli okumalarımız çoğalsın.