29 Ocak 2011 Cumartesi

AHMET DAYIM

Oooo, müdür bey, hoşgeldiniz!
         Saat altı. Onbir yaşındayım. Kocamustafapaşa'dan (ya da Kocamustaapaşa!) Üsküdar'a gidiyorum. Yola çıktığımda, yaz ayları olmasına rağmen, gün yeni yeni ağarmaya başlamış, ortalıkta sadece çöpçüler ve ellerinde sefer taslarıyla hızlı hızlı yürüyen, belli ki ancak uzak bir yerlerde iş bulabilmiş bir kaç insan var. İlk otobüs, 35 numaralı, altıyı biraz geçerek kalkıyor. Uzun bir otobüs yolculuğu, Eminönü'nden vapur ve Üsküdar...
          O zamanlardan beri şehir hatları vapurlarını iyi tanırım. Halas, Kalender, Güzelhisar nispeten ufak, alçak ve düz burunlu, oldukça eski, birbirine tıpa tıp benzeyen 3 kardeş gemiydi. Kömürle çalışırlardı. İskelede bağlı olduğunda çocuklar burun tarafından denize atlar, yüzerlerdi. Her geminin bir numarası vardı ve sabah yolcularının hemen hepsi bu numaraları bilirlerdi. Neden bilmem, en çok 67 numaralı Kalender'i severdim. Yanlış hatırlamıyorsam merdivenlerinin başında Glaskow yapımı olduğu yazıyordu. Ben onun kazan dairesinin kapısından gelen kokuyu ve fırının önünde ter döken işcileri severdim. Fırına kömür küreyen işcileri... Sonra kömürlüler giderek seferlerini azalttılar. Yıl 1961-62. Onların yerlerini İnkilap, Turan Emeksiz, İhsan Kalmaz, Harbiye gibi dizelli vapurlar aldı. Bunların motor daireleri bir kaç katlıydı ve gıcır gıcırdı. Ortalıkta insan olmazdı, sadece inip çıkan pistonlar vardı. Benim için onlar arasındaki en önemli fark ise iskeleye yanaşmalarındaydı.
         Vapur yolcuları arasında gizli, kuralları ve hakemi olmayan bir yarışma vardı. Hepimiz vapurun kenarına dizilir, göz ucuyla birbirimizi süzer, pozisyon alırdık. Vapur daha yanaşmadan iskeleye ilk atlayan kazanırdı. Onun için kaptanın önce hangi taraftan yaklaşacağını bilmek gerekirdi. Kalender'in kaptanı çok ustaydı, o varsa hep ben kazanırdım (Başkaları farkında mı bilmiyorum?). Yeni dizeller geldiğinde önceleri iskeleye kolay kolay yanaşamıyorlardı, zamanla alıştılar. Benim için bunlar biraz daha kolaydı. Zira boyum kısa olduğundan ötekilerde aşağıdan yukarıya doğru sıçramak zorunda kalıyordum. Bunlarda ise geminin kenarı daha yüksekti, insanlar bir yana birikince yana fazla yatmıyordu. Atlamak da daha kolay oluyordu...
         İstanbul'a gelişimizden bir sonraki yaz tatilinde babamlar beni çalışmam için dayımın yanına vermişlerdi. Maksat "yeri belli olsun"du... Sonradan öğrendiğime göre yeme içme masrafı dayımdan olacak, yol paramı da ödeyecekti. Okullar açılırken de elbise parası! Ben hayatımdan memnundum. Her gün vapura binecektim! Dayımın tuzcu dükkanı Üsküdar'da, Balaban sokağında, karşısındaki caminin külliyesinden bozma eski bir vakıf binasındaydı. İçinde, derinlere doğru uzanan bölmelerde yemek tuzu, kaya tuzu depolanır, arada bir yerde gürültüyle çalışan kasnaklı makinelerde öğütülür, ön tarafta da paketlenirdi. Ben paketleme kısmında çalışıyordum. Makinede öğütülmüş yemek tuzunu küreklerle önümüzdeki boşluklara doldurur, karşısına taburelere oturup akşama kadar tuz paketlerdik. Her bir paket 1 kilo olmalıydı, ne eksik ne fazla. Doldur, tart, ağzını bağla, kenara koy... Günde 1000 paket bittiğinde büyük ödül!
          Büyük ödül Metin abiyle kamyona atlayıp sokak sokak dolaşmaktı. Üsküdar'daki bütün sokakları ve bakkalları öğrenmiştim. Büyük ödülün büyük ödülü ise uzaklara gitmekti, Pendik, Kurt köy... Büyük ödül, çünkü oralara giderken kamyonun direksiyonunu ben tutuyordum. Önceleri ayaklarım gaz pedalına yetişmediği için onları Metin abi idare ederdi. Derken bir Rus kamyonu alındı. Bu tam bana göreydi! ön konsolda bir el gazı vardı. Fren? frenin ne önemi var. Biz atladık mı kamyona kuş gibi uçardık! Metin abi arada dalga geçerdi, bak şimdi bu düğmeyi çekince bizim kamyon yerden bir karış havalanacak derdi. Ben de inanırdım, belki de inanmak isterdim. Kiloluk paketleri karpuz gibi, çifter çifter atıp tutmayı da öğrenmiştim. Sadece büyük çuvallara sıra geldiğinde oturup, hamalları seyrediyordum.
          Balaban sokakta öğle paydosunun habercisi köfte kokusudur. Sokak başında her zaman üç tekerlekli bir araba dururdu. Öğleye doğru sahibi elinde filelerle gelir, arabanın alt kısmından kömürleri, fileden köfteleri çıkarır, köfteleri tepsiye, kömürleri mangala dizerdi. Uzun lafın kısası, üç tekerli araba bir anda köfteci dükkanına dönerdi.  Köfte dediysem, aslı tükrük köftesidir. Dünyanın en lezzetli köftesidir. Ufak bir masanın etrafına toplanır, dünyanın en lezzetli köftesini yerdik. Çalışan çocuklar ve hamallar her zaman bize katılmaz, ayrı bir köşede sefer taslarını paylaşırlardı. Orada, o tuzcu dükkanında, sadece tuz paketlemeyi değil, daha bir çok şey öğrendim. Bir sefer tasının birden fazla insanı doyurduğunu, tuz hamallığının diğer hepsinden zor olduğunu, tek ıhlamayla 150 kiloluk çuvalları sırtına vuran hamallara "deli" dendiğini, bu delilerin daha erken öldüğünü orada öğrendim. Reji kadınlarının tütün koktuğunu da...
            Cuma günleri dayımla birlikte cuma namazına giderdik. Şimdi bakıyorum da, caminin içinden hiç bir şey hatırlamıyorum. Tuvaleti hariç! Çalışırken tuvalet ihtiyacımızı orada karşılardık. Önceleri her seferinde 5 kuruş derken, bu paraları tuvalet bekçisi sakallıya kaptırmak ağırıma gitmeye başladı. Adam tezgahın arkasında oturmuş, gözünü dikmiş paraları kontrol ediyor, kim verdi, kim vermedi.... Evde bir süre pratik yaptım ve sorunu çözdüm. Elime 5 kuruşu alıyor, adamın gözünün içine baka baka, elimdekini çat diye bırakırken, yanındaki 5 kuruşu gizlice alıyordum. Heyecanlı ve zevkliydi...
            Diğer çalışanlarla aramızda gizli bir çekişme vardı. Sonra öğrendim ki pek gizli değilmiş. Dayım hepsini bir bir anlattı bir gün. Birisine hırslanıp ayakkabılarını tuz öbeğinin altına saklayışımı, sonra o çocuğun beni kovalayışını filan... Az bir kötülük değildi. Tuz iki günde ayakkabılarımızı çürütüyordu... Sabah diğer çocuklar en geç yedi buçukta işbaşı yapıyorlardı. Bense genellikle sekize doğru gelebiliyordum. Beni kapıda "Oooo hoş geldiniz müdür bey!!!" diye karşılıyor, enseme bir şaplak atıyordu. Yolum uzundu filan ama, dayım da haklıydı. hepimize eşit muamele etmeye çalışıyordu. Benim az da olsa ayrıcalığım vardı tabii, ne de olsa müdür beydim. Bankaya para gideceği zaman bir gazeteye sarar, elime tutuştururdu. Sonraları milletin elinde "içimde para var" diye bağıran bond çantalarını filan görünce, dayımın yönteminin daha emniyetli olduğuna inandım. Dayım sonradan öğrendiği bu işi çok iyi geliştirmiş, Anadolu yakasının en büyük tuzcusu olmuştu. Markası "Kısmet" daha sonra kendi inşa ettiği evinin de ismi oldu. Beraber iyi vakit geçiriyorduk. Kızarken bile gözlerinin içi gülen, kızdığı için kızamayacağınız bir tarafı vardı. Yanında çalışanları çalışmaya zorlarken, herkesten fazla çalışırdı. Mahallede dolaşırken, ya da camiye girip çıkarken herkesin onu tanıması hoşuma giderdi. Mahallenin Ahmet abisiydi. Herkes için babacan, dost bir tarafı vardı. Tıpkı cenazesinde sorduklarında söylediğimiz gibi; iyi bilirdik!
          Dayımı ilk gördüğümde Cerrahpaşa'da, anneannemin yanında oturuyorlardı. Annem babamdan ayrılmış, bizi İstanbul'a getirmişti. 7-8 yaşlarındaydım.Cerrahpaşa'daki ahşap, iki katlı evde bir süre birlikte yaşadık. Yengemi ilk gördüğüm andan bugüne kadar düşüncelerim hiç değişmedi. Etrafımızda gördüklerimizden başka türlü bir kadındı! Bir saraylı gibi, çok gün görmüş, fakat belli etmeyen aristokrat bir yanı vardı, hep de öyle kaldı. Başı her zaman dikti, güzel ve tane tane konuşurdu. Dayımın şanslı olduğunu düşünürdüm. Dayım da onun için bir şanstı. O evde, bir de çocukla zor bir dönem geçirdiler.
          Dayımın yeşilimsi renkte, damalı bir Desoto'su vardı. Lastiklerinin ve iç döşemelerinin kokusunu çok severdim. Fırsat buldukça bizi gezdirirdi. Çoğu fırsatı da kendi yaratırdı. Tüm aile oturup sohbet ederken ayağa fırlar, hadi sizi bozacıya götüreyim derdi. Vefa bozacısını öyle tanıdım. Sonraları kamyonları olduğunda  Kumburgazı, Haramidere'yi yine onunla öğrendim. Kamyonun arkasına cümbür cemaat dolar, pikniğe giderdik. Sonraları bir sohbetimizde, bir aralar İsmail Dümbüllü'nün şöförlüğünü yaptığını da anlattı. İçten, cimri gibi gözüken (cimriliği çenesinde) cömert bir insandı. Bayramlarda en çok dayıma gitmeyi severdik. Sonraları sadece bolca harçlık verdiği için değil, bize karşı "iyi" olduğu için sevdiğimizi farkettim. Onun evine gitmek güzel bir olaydı hepimiz için. Güleryüzlü bir eve gireceğimizi biliyorduk. Bizi sevdiği için, biz de onu seviyorduk. Hayatlarımızın bir yerlerini, bizim bilmediğimiz ayrıntılarını biliyor ve bize anlatıyordu. Örneğin çocukken bile en çok pilavı sevdiğimi, daha bir kaç ay önce ondan öğrendim. Hastaydı, ağrıları vardı. Gücü azalıyor, ağrıları dayanılmaz hal alıyordu. Anneme telefon edip hal hatır sorduğunu biliyorum. İkisi de birbirini duyamadan konuşuyor, kendi söyledikleri bitince telefonu kapatıyorlardı. Varlığı kardeşleri ve bizler için bir güvenceydi. Ailesinin üzerine kanat açmış bir güvercin gibiydi. Yine bir güvercin gibi uçtu, gitti...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder