5 Mayıs 2014 Pazartesi

LİZBON

"Sonu olmayan bir yokluğun peşinde ve ona ulaşma isteği içinde" durmadan gidenlerin ülkesindeyiz. Hiçbir keşfe katılmadığı halde kaşifler anıtının en önünde durmayı şüphesiz hak eden Gemici Henrique ve diğer büyük öncüler; Bartolemeu Dias, Cabral, Vasco da Gama, Magellan ve geri dönen veya dönmeyen diğer nicelerinin doğduğu topraklarda, en az onlar kadar hafızamda yer eden Fernando Pessoa, ağıtlarıyla beni defalarca okyanus kıyılarına götüren Amalia Rodrigues, faşizmi özetleyen Salazar ve futbolu sevdiren Eusebio'nun ülkesi Portekiz'de...



Lizbon'a daha önce, 1999 yılında bilimsel bir kongre dolayısıyla gitmiştim. Jale'yle gittiğimiz ender kongrelerden birisiydi. Her zamanki gibi otel ve kongre salonu arasında mekik dokumuş, şehirde doyasıya vakit geçirememiştim. Belem'i ve daha bir çok yeri, ben toplantıdayken oraları gezme fırsatı bulan  Jale'den dinlemiştim. O seyahatten aklımda kalanlar; otelden sahile inerken yürüdüğümüz kaldırımların güzelliği, Alfama'nın dar sokaklarında gezerken her birine dalmaktan kendimizi alıkoyamadığımız çiçekli avlular, etekleri üzüm ve kuş desenli el işi perdeler, küçücük evlerin açık pencerelerinden selamlaştığımız yaşlı kadınlar oldu. Küçücük derken gerçekten küçük demek istiyorum. Nohut oda bakla sofa desem, koçbaşı nohut anlaşılır, o da odanın büyüklüğünü abartır diye yazmıyorum.

Portekizliler deniz kıyısında yaşayan çoğu insan gibi samimi, tok gözlü ve alçak gönüllü insanlardı. Pencerelerinden içeri gayri ihtiyari baktığımız bir kaç eve, sırf göz göze geldiğimiz için davet edildiğimizi hatırlıyorum. Sokak sokak, dağ tepe ine çıka dolaşmış, güzel bir kafede oturup, aşağıdaki evlerin kiremitlerini ve uzaktaki Tejo nehrini seyretmiştik. Yedi tepe üzerine kurulu olmanın şehirler için nasıl bir prestij vesilesi olduğunu hiç anlamamışımdır. Altında "Roma" gibi olma kompleksi olsa gerek. Örneğin İstanbul'un 7 tepesini bilirim, ama bu tepeler bana hiç bir zaman gerçek tepe gibi gözükmemiştir. Roma için de aynı şeyi söyleyebilirim. Tepe görmek isteyenler Lizbon'a gelmeli. Kısacası, Lizbon da 7 tepe üzerine kuruluymuş.

YEDİ TEPENİN ORTASI, AŞAĞI MAHALLE


Şehrin ana aksını kuzey batı istikametindeki "Özgürlük Bulvarı, Avenida da Liberdade" oluşturuyor. Bu muhteşem bulvar kuzeydeki yüksek bir noktadan başlayıp, beynin iki lobunu ayıran bir oluk gibi, şehri orta yerinden ikiye bölüyor, eğimi giderek azalan yumuşak bir yokuşla aşağıya doğru inerek, nerede bittiği belli olmadan, güzel bir meydana erişiyor. Burası Restauradores Meydanı. Caddenin adı ve kendisi burada sonlanıyormuş gibi gözükse de, hep aynı yolda yürüyormuş gibi devam ederseniz, hafif bir kıvrımla Rossio Meydanı'na ulaşıyor, meydanı geçince gayet doğal bir dürtüyle Augusto Caddesine giriyorsunuz. Çünkü caddeden genellikle müzik sesi geliyor.

Rua Augusto trafiğe kapalı, güzel bir bir cadde. Güzelliği büyük ölçüde zemin döşemesinden geliyor. Bu caddenin zemini de diğer kaldırımlar gibi güzel desenlerle bezenmiş. Orta yerindeki masalarda paella vesaire atıştırırken çevrenizde sürekli bir atraksiyon var. Çantanıza mukayyet olmanız gereken bir ortam. Etraftaki şamata her an dikkatinizi dağıtabilir. Müzik yapan gençler, mim sanatçıları ve ressamlar... Yolun kenarına çökmüş öğrenciler karşılarına rast gelen evlerin resimlerini yapıyorlar. Pastanelerin önündeki mazgallardan taze kurabiye kokuları yayılıyor. Bu mazgallar evsizlerin en favori mekanı. Deniz tarafına doğru bakınca en uzakta "Zafer Takı" görülüyor. Fiyakalı adıyla; Archo Triunfal da Rua Augusta! Takın altından geçince geniş bir meydana çıkılıyor. Meydanın ortasında Birinci Joseph'in (José) at üstünde heykeli var. Burası denizaşırı ülkelerden gelen malların ilk uğrağı olan Comércio Meydanı! Bir anlamda eski şehrin giriş kapısı...

Bütün bu anlattığım bölgeye Pompaline Aşağı Mahallesi, Pompaline Baixa veya kısaca Baixa deniyor. Şehrin tepeleri, çukurda kalan bu ana yol ve meydanların iki yanında kıvrım kıvrım uzanıyor. Orta aksın ne tarafında olduğunuzu ve güneydeki Tejo nehrini aklınızda tutarsanız şehirde kaybolmanız mümkün değil (Desem de mümkün olabileceğini daha sonra öğrendim)...



Özgürlük Bulvarı'nın en kuzey ucunda, aynı adı taşıyan dairevi bir meydanın ortasında, Marques de Pompal anıtı şehre ve uzaktaki Tejo nehrine tepeden bakıyor. Anıtın hemen arkasında Eduardo VII parkı, onun da arkasında Amalia Rodrigues Parkı var. Amalia öldükten sonra, 2000 yılında açılmış. Parkın adını İstanbul'a döndükten sonra, bu yazıyı hazırlarken farkettim. Durup dururken sinirim bozuldu. Yazmayı bırakıp, müzik setime bir Amalia CD'si koydum, Ave Maria Fadista! Doğal olarak bu da beni teselli etmedi. Sonuçta Lizbon'a tekrar dönmüş ve bu parkı gözden kaçırmıştım. Gitmiş olsaydım bir Botero heykelini de orijinal yerinde görme şansım olacaktı, olamadı. Artık kısmet üçüncü sefere...


Özgürlük Bulvarının tepeden görüntüsü bana (deniz kısmı hariç) Ankara'yı hatırlattı. Çankaya tepesinden bakınca aşağı doğru uzanan geniş vadide Botanik Bahçesi, Cinnah Caddesi, ardından Kuğulu Park ve Atatürk Bulvarı, yeşil alanları ve iki yanındaki güzel binaları ile böylesine göz okşayıcıdır. Şimdiki halinden bahsetmiyorum. Şimdi giderseniz göreceğiniz şey; bulvar konseptini lime lime edip, yaptığı işe belediyecilik diyen MG'in Ankara'ya yaptığı kötülüklerin sadece birisidir.

Lizbon'daki VII. Eduardo Parkı şehrin mamur kısmını panoramik görmek isteyenler için gayet uygun bir yer. Kenarlarda lüks binalar ve ortada yemyeşil bir vadi... Uzakta nehir mi deniz mi olduğu pek anlaşılmayan Tejo Nehri... Vadide, özgürce büyümüş ağaçlar altında gölgelik kafeler ve dinlenme alanları var. İki yandaki bulvarda araçlar tatil günü rahatlığında akıp gidiyor...

Panoroma söz konusu olunca ikinci tavsiyem "Sao Jorge" Kalesi, üçüncüsü Bairo Alto'daki "S. Pedro de Alcantara" veya diğer adıyla "Antonio Nobre" Bahçeleri olur.

Tejo veya Tagus nehri gerçek bir nehir. İspanya topraklarından başlıyor. Okyanusa yaklaşırken o kadar genişliyor ki denizi andırıyor. Sonra ağız kısmında tekrar daralıyor. Genişliğinin kanıtı üzerindeki köprülerin uzunluğu. Bizim otelin bulunduğu yarımadayı Alkantara bölgesine bağlayan 25 Nisan Köprüsü 2277 metre, oldukça doğudaki Vasco Da Gama köprüsü ise su üstünde olmayan kısmı da dahil, tam 17,2 km! 25 Nisan Köprüsü'nün ilk adı Salazar Köprüsü'ymüş. 25 nisan 1974'teki Karanfil Devrimi sonrası adı değişmiş. Köprünün olduğu yerde veya o civarda eskiden (çok eski!) bir Roma Köprüsü olduğu söyleniyor. Köprünün kuzey ayağının bulunduğu bölge adını bu antik köprüden almış. Kantara Arapçada köprü demek.

1999 - 2014

Bu girizgahın amacı Lizbon hakkında hemen her kaynakta bulabileceğiniz şeyleri tekrarlamak değil. 1999 yılındaki seyahatimden bildiğim şeyler hep bu bölgeye ait olduğu için yazıyorum. En iyi bildiğim yerler, otelimizin bulunduğu Özgürlük Bulvarı çevresi, yürüyerek gittiğimiz Baixa ve kale çevresindeki otantik Alfama sokaklarıydı. Örneğin Kongre Binası Belem yolundaydı, ama Belem'i hiç görmemiştim. Oradaki Kaşifler anıtını, Belem Kulesini ve Geronimo Manastırını Jale'den dinlemiştim. Şimdi baktım ki kongre salonuna neredeyse 15 dakikalık mesafedelermiş!

Kongrede tanıştığım meslektaşlarımın ortak kanaati şehrin en güzel yerinde olduğumuzdu. 2014 seyahatimdeki otelin yeriyle karşılaştırınca ne kadar haklı olduklarını anladım. Genel tavsiyeleri gece ve gündüz için Alfama, dok boyundaki kafeler için Alkantara, Lizbon'da Soho arayanlar için Chiado ve Camões Meydanlarıydı. Çizilen rotalar da aşağı yukarı aynıydı; Bairo Alto'ya eğri tramvayla, Chiado'ya demir asansörle çıkılacak, Brasiliera kafesinin önünde, Pessoa'yla yan yana kahve içilecek! Belem tatlısı için Belem mahallesine gidilecek, Jeronimo Manastırı yolundaki en uzun kuyruğa girilecek. Nerede olursa olsun, mutlaka deniz ürünü yenilecek, parası önemli değil diyenler Özgürlük Caddesi'ndeki Ribadouro Restoranına gidecek.

Ve Fado! Erkeklerini okyanustan geri isteyen kadınların yaktığı ağıtlar... Giderek ticari bir gösteriye dönse de seslerin tınısında hala o özlemi ve hüznü hissedebileceğiniz, çok içerlerden yükselen bir çığlık! Fado dinlemek için Alfama veya Bairo Alto'da bir sürü yer vardı. Fakat favorileri not almaya gerek duymadım. Not almadım, çünkü Amalia Rodrigues'in ilk defa sahneye çıktığı yeri öğrenmiş ve oraya gitmeye karar vermiştim. Amalia 6 Ekim 1999'da ölmüştü. Beş hafta sonra onun sahnesinde Fado dinlemek özel bir anma vesilesi olacaktı. Öyle de oldu. Aradan onca yıl geçmesine rağmen o geceyi (salonun adı hariç) hep hatırlarım. O zaman bana hiç unutmam gibi gelmişti!

Kongrenin gala yemeği Lizbon Üniversitesi'nin Botanik Bahçesindeki bir restoranda verilmişti. Muhteşem bir bahçe, çok şık bir restorandı. İstanbul Üniversitesi'nin Botanik Bahçesini yok etmek isteyen güruh aklıma geldi. Hemen silkinip tekrar Lizbon'a döndüm. Gasp ve kap kaç olaylarından herkes şikayetçiydi. Belem'e giderken bindiğimiz tramvayda karşımızda oturan yaşlı kadının derdi de buymuş. Yaptığı el-kol hareketlerini uzun süre tercüme edemedik. Meğerse bizi yankesecilere karşı uyarmak istiyormuş. Sayesinde duvardaki uyarı yazısını okuyunca aramızda göz teması seviyesinde bir samimiyet oluştu. Yıl 2014 ve güvenlik (sizlik) açısından değişen bir şey yoktu.


Portekiz'in İspanya ile birlikte Avrupa Birliği'ne girişleri 13 sene olmuştu. Yıl 1999. Konuştuğum Portekiz'li doktorlar birlikten umdukları gibi bir yarar görmediklerini söylüyorlardı. İlk girişte gelen hazır para önce hoşlarına gitmiş, fakat yanlış yatırımlar tüm dengeleri bozmuştu. İşsizlik giderek artıyordu. Bir 15 yıl daha sonra yol kenarlarında ve heykel diplerinde uyuyan garibanların sayısındaki artış (bir ölçü sayılabilirse), bizim de dikkatimizi çekmişti, ama iki günlük turistik bakış açısıyla ahkam kesmek ukalalık olur. AB konusundaki hayal kırıklığını, hikayesini az sonra anlatacağım bir başka Portekizliden tekrar dinledim.




LİZBON DEPREMİ VE SONRASI

Konuşulan diğer popüler konu depremle ilgiliydi. Fakat bu deprem 1999'un ağustos ayında Gölcük ve Marmara'da olan değil, 1755'teki meşhur Lizbon depremiydi! "Herşey Pombal Markizi sayesinde oldu" diyorlar. Şehri yeniden ayağa kaldıran, o zamanlar Kral Birinci Joseph'in başbakanı olan Pombal Markizi olmuş. Belki de o nedenle, ana aks dediğim hattın bir ucuna Markizin, diğer ucuna da kral José'nin heykelini dikmişler. Portekiz aydınlanmasının da baş figürü olan Markiz bu kısa adıyla hafızalara kazındığı için uzun ve gerçek adını yazmayacağım. Markizin başarısı, yapılanların deprem bilinci açısından Avrupa'da ilk olmasından ileri geliyor. Demek ki fıtrat filan dememiş, hacıyı hocayı değil kafasını çalıştırmış.

En göze çarpan değişim şehrin genel görünümünde yaşanmış. Önce, kaotik ve organik yerleşime çeki düzen vermiş. Merkezi kısımlarda ulaşımı kolaylaştıran ızgara şeklindeki sokaklar ve geniş bulvarlar onun eseriymiş. Depreme dirençli inşaat tekniği konusunda da adamın buluşu olan ve kısaca Pombaline Kafesi adı verilen bir şeyler okudum, ama burada bahsetmeyeceğim. Meraklısı açsın, baksın. Adamın deneysel tarzı hoşuma gittiği için sadece ona değineceğim. İnşaatlar bittikten sonra askeri birlikleri evlerin arasında rap rap yürütüp evlerde bir hasar olup olmadığını test etmiş. Adamın 250 yıl önce başardığı şeye gıpta etmemek elde değil!

KALDIRIMLAR, SERAMİKLER ve KESTANECİLER

Hatırladığım başka şeyler de var. Otelimizin yakınlarında bir parkta otururken bir park görevlisinin yanımıza gelip para istemesi bunlardan birisiydi. Az bir şeydi, fakat etrafı tamamen açık bir parkta oturduğumuz için para ödemek zorunda kalmak çok şaşırtıcıydı. Diğer bir şey kaldırımların güzelliğiydi. Meydanlar ve kaldırımlar adeta mozaik tablolarla kaplanmış. Antik mozaiklerden farkı burada daha büyük, siyah ve beyaz kireç taşlarının kullanılmasıydı. Adamlar haklı! küçücük taşlarla yapmaya kalksalar ömürleri yetmezdi! Bunun da pek kolay olduğu söylenemez. Kaldırım işinde çalışan işçiler bir ara isyan etmiş. İşlerini "Proktoloji" pozisyonunda yaptıkları için sağlık sorunları (!) olduğunu ileri sürerek grev yapmışlar. Sonucu bilmiyorum. Ama gerçek şu ki; kent yaşamında tadını çıkardığımız veya konforunu yaşadığımız hemen her şeyin gerisinde, o işin (bir şekilde) bedelini ödeyen birileri var.

Kaldırım süslemeleri 1849 yılında Rossio Meydanı'ndan başlamış. Kullanılan ilk tema da yöreye gayet uygun, "açık deniz" diye isimlendirilen dalga dalga bir desen olmuş. Sonra Chiado, Özgürlük Bulvarı derken, tüm şehre ve hatta Portekiz'in eski kolonilerine kadar yayılmış. Geçenlerde bir gün, Rio'da bazı kaldırımlarda taşların QR kodu şeklinde düzenlendiğini okumuştum. Harika bir buluş! Yeni bir şehre gidiyorsun, yerde bir dijital şifre, fotoğrafını çekiyorsun ve o bölge hakkındaki tüm bilgiler telefonuna yükleniyor. Bundan daha pratik ne olabilir?

Bizim kaldırımları düşününce gıpta etmemek elde değil. Demek ki bu işlerin parayla pulla ilgisi yok. Jale'ye dert yanarken, başka bir şey daha aklıma takıldı. İspanya'da da burada da evlerin dış kaplamaları, iç avluları nefis seramiklerle süslüydü. Hadi Endülüs mirası filan desek, doğrudur, ama adamlar arap işi dememişler, bu güzellikleri sürdürmüşler. Aynı teknikleri, motifleri zenginleştirerek günümüze kadar taşımışlar. Mesela eskiden pek rastlanmayan insan suretlerini sıkça kullanmışlar. Ve seramiği yaşamlarının her safhasına, çevrelerindeki her şeye katmışlar. Bunu da çok hoş ve estetik bir şekilde yapmışlar. Biz de Kütahya ve İznik seramikleriyle övünürüz, ama o güzelim turkuazları, yeşil ve alev alev kırmızıları ancak sergi salonlarında, cami ve müzelerde görürüz. Evimizdekileri de (varsa) genellikle dolaplarda saklar, günlük yaşamımızın içine pek sokmayız.

Eskiden bir de vitray süslemeler vardı. kapı üstlerindeki, pencerelerdeki renkli camları, bu camlardan içeriye süzülen renkli ışıkları çok severdim. Bunlar da kayboldu. Sonra bir dönem evlerin, apartmanların dış yüzeylerini betebe kaplama modası çıktı. Apartmanların ön cephesine seramikle, boydan boya müteahhit isimleri yazılmaya başlandı. Bu çirkinlikleri icat eden halkın, eski çini ve seramik ustalarının neslinden olduğuna inanmak çok zor!

Lizbon'a ilk gidişim kasım ayına denk gelmişti. Dolayısıyla her köşe başında bir kestaneci vardı. Buradaki kestanelerin bizdekilerden farkı tuzda kavrulması. Onun için görünüşte kül rengine dönmüş tuz tabakasıyla kaplı oluyorlar. Yoksa kestane aynı kestane, mangal aynı mangal, külah aynı külah. Tuz, kaya tuzu diyorlar, ama ateş nerede, tuz onun üstünde mi nerede bilmiyorum. O zaman bilmiyordum. Çünkü pişerken üzerleri kesik koni şeklinde bir kapakla kapalı oluyor. Bu sefer bakıp öğrenirim dedim, fakat ortalıkta tek bir kestaneci göremedim. Anlaşılan İstanbul'da kestane mevsimi daha uzunmuş.'

Burada her mevsimde bulacağınız tek şey hırsızlar ve gaspçılarmış. Abartmış olabilirler, ya da her mevsimde bulunabilecek başka şeyler de olabilir. Fakat bir "haydut" hikayesi anlatabilmek için böyle söylemek zorundayım. Haydut olayına geçmeden önce kaldığımız otelden bahsedeyim. Çünkü bu otelin yeri sonradan olacaklarla direkt ilişkili.

OTEL

Otelimizin adı Melia Aldeia Dos Capuschos. Yakınlardaki bir kapuçin manastırından esinlenmişler. Tagus nehrinin güneyinde, Atlantik Okyanusu'na bakan sırtlar üzerinde bir golf oteli! Sahil; Costa da Caparica, 30 km uzunluğundaki beyaz kumlu plajıyla ünlü. Böyle tarif edince çok fiyakalı oluyor. Evet, otel gerçekten fiyakalı, güzel bir otel. Nefis bir gün batımı manzarası var. Fakat golf oynamayınca otelin bir özelliği kalmıyor. Gün batımı da ancak yarım saat sürüyor. Sıkıntı etrafta yapacak bir şey olmaması ve Lizbon'a epeyce uzak olmamız. Hatta ayrı bir şehir bile denebilir. Adını Gebre otundan (kapari) almış; Caparica. Yirmi bin nüfuslu bir bucak. Benzetmek gerekirse, İstanbul'a gelen bir turun Pendik'te otel ayarlaması gibi bir şey. Tur şirketlerinin genel tutumu böyle. Fiyatlar ucuzladıkça şehirden uzaklaşılıyor. Sonra da şehre inmek için otobüse ek ücret ödeniyor. Bizimki de öyle oldu. Lizbon'da kalıyormuş gibi olup, aslında Lizbon'da olmadığımızı ancak ertesi gün öğrendik.


Ertesi gün Sintra turu vardı. Adam başı 65 Euro! Kendimiz gideriz dedik. Turcular yola çıktıktan sonra otelden ayrıldık. Bir belediye otobüsüne bindik, "city center" dedik, "Rossio" dedik, şoför tamam anlamına kafa salladı, geçtik, yerimiz oturduk. Daha yarı yolda bir terslik olduğunu hissettim, ama devam ettik, son durak gibi bir yerde durduk. Şoför; "city center, geldik" dedi. Burası Caparica'nın merkeziymiş! "Biz Lizbon'a gideceğidik" dedik, gitmiyormuş. Öğrendik ki taksiler bile Lizbon'a "başka" şehir muamelesi yapıyormuş. Giden bir otobüsün numarasını aldık, gittik, bindik. Adama ısrarla "Rossio, Rossio" dememize rağmen, şehrin etrafından dolaştık, su bentleri filan,  Lizbon'un "taaaaa" kuzeyinde bir yere vardık: Areeiro. Şoför lütfetti, Rossio'ya gitmiyor, dedi. Çaresiz indik. Oradan taksi tutup şehri ortaladık, Rossio meydanına vasıl olduk. Bildiğimiz bir yer görünce sevindirik olduk...

Bu karışıklıktan ders alarak Restauradores Meydanı'ndaki turist danışma merkezine girdim. Çok iyi organize olmuş bir yerdi. Hem Sintra gidişini, hem de dönüşte otele nasıl gideceğimizi etraflıca öğrendim. Niyetimiz Sintra'dan sonra Alfama'ya gitmekti. Alfama'dan hangi tramvay, sonra hangi otobüs, iyice belledim, sadece bellemek değil, görevli kıza haritayı da işaretlettim, otobüs numaralarını tek tek yazdırdım. 6 Euro'ya, bizim öbür şehir de dahil tüm araçlarda geçen, çok iniş-binişli bir bilet (çarpı iki) aldım. Dönüşü garantiye alınca rahatladım (!). Artık yola çıkmaya hazırız..

SINTRA

Rossio meydanındaki istasyondan trene atladık, 37 dakika sonra Sintra'ya vardık.

Lizbon'a gelip de burayı görmeden dönmek bence önemli bir kayıp olurdu. Hem saray, hem park alanı olarak UNESCO'nun koruma listesine alınmış. Turlar bir kaç saat veya en babayiğiti yarım gün ayırıyor. Fakat bir gece kalmaya değecek kadar da güzel bir yer. Hadi ortalamasını bulalım, bir tam gün ayırmalı diyelim. Tren istasyonunun önünden kalkan 434 numaralı otobüs tüm alanı dolaşıp, hep farklı yollardan geçerek geriye geliyor. 5 Euro ödeyip, ine bine dolaşabiliyorsunuz. Bence tren istasyonundan çıkınca, Sintra Ulusal Sarayı'na kadar olan mesafeyi yürüyerek geçmek daha iyi. Biraz yokuş, ama kesinlikle yorucu değil. Döne döne çıkılan zevkli bir yol. Kaldırımlar çok güzel heykellerle donanmış. Ayrıca çok güzel, seramik kaplı çeşmeler var. Her taraf yemyeşil, dağ tepe harika yapılar ve saraylarla dolu, cennet gibi bir yer.

Bölgedeki nihai hedef 529 metrelik rakımda oyuncak bir lego gibi duran Pena Sarayı. Bütün bölge hakkında internette çok detaylı bilgi bulmak mümkün. Wikitravel ve "http://blog.milliyet.com.tr/sintra--pena-sarayi-ve-avrupa-nin-en-bati-ucu-cabo-de-roca/Blog/?BlogNo=356446" bunlardan sadece ikisi. Burası ve Lizbon hakkında daha bir sürü kaynak var. Gereksiz tekrarlara girmeyeceğim. Benim dikkat çekmek istediğim iki şey var; birincisi (meraklısı için) Ulusal Sarayın da bulunduğu tarihi merkezde bir oyuncak müzesinin (Museu do Brinquedo) varlığı. İkincisi Ulusal Sarayın (Town Palace) ön tarafında, kendisinden önce gözüken, koni şeklinde, ters külah gibi duran iki kule! Yükseklikleri 33 metreymiş. Daha ilk gördüğümde işlevini merak ettiğim, neden böyle yapıldığına bir anlam veremediğim bu ilgi çekici kuleler iki mutfak bacasından başka bir şey değilmiş...

Dönmeden önce Avrupa'nın en batı ucunu da görmüşlüğüm olsun derseniz, Sintra'dan 403 numaralı otobüse bineceksiniz. 18 km sonra "Cabo da Roca"dasınız.. Turizm bürosu 10 Avro karşılığında "en batı uç" sertifikası veriyor. Sonu olmayan denizleri fethedenlerin ülkesinde böyle bir kağıt parçası peşinde koşmayı hiç düşünmedim!

ALFAMA MACERASI

Sintra'da geçirdiğimiz güzel günün bitişini Alfama'da yapmaya karar verdik. Hava kararmıştı. Zafer takının oralarda bir yerde 28 numaralı Alfama tramvayına bindik. Geçtiğimiz yerleri çok iyi tanıyorduk. Şurada oturmuştuk, şurada yürümüştük, o ev şu evdi, yok bu evdi derken kaleyi geçtik. daha az tanıdığımız bir kısma geldik. Tramvay boşaldı. Bizden başka sadece bir kişi kaldı. Telaşlanacak bir durum yoktu. Ring seferi yaptığımıza göre sonuçta başladığımız yere dönecektik. Sağa sola bakarken, arkamızdan gelen otobüsün üzerinde 736 yazdığı farkettim. Bu, danışmadaki kızın bana tarif ettiği, bizi direkt olarak Caparica otobüsünün kalktığı durağa götürecek otobüstü. Kısmet ayağımıza gelmişti.

Vatmana derdimizi (tarzanca) anlatıp tramvaydan indik. Yol çok dar olduğu için arkamızdaki otobüs de durmak zorunda kalmıştı. Ona geçmek çok kolay oldu. İşler yolundaydı. Büyük bir zevkle en ön koltuklara oturduk. Otobüs kalktı...

Otobüs giderek daha tenha yollardan geçmeye başladı. Elimde harita, kalkıp şoföre gideceğimiz (gitmemiz gereken) durağı gösterdim, doğru mu gidiyoruz diye sordum. Bundan sonrası felaket. Resmen çuvalladık. Bindiğimiz otobüsün numarası doğruymuş, ama biz ters yönde gidene binmişiz. İnip diğer yöne gidene binmeliymişiz. Haydaaa!

Otobüs şoförü çok yardımsever çıktı. Hemen şurada, inin sola dönün biraz ileride diyor, bir yandan da eliyle koluyla işaret ediyordu. Şaşkın bir şekilde indik. Etrafta in cin top oynuyor. Değil bir turist, ortalıkta normal bir vatandaş dahi yok. Birbirini kesen 4-5 tane yol, karmakarışık bir yerdeyiz. Şoför ilerlerken hala bize işaret etmeye devam ediyor; orada orada, hemen orada filan...

Yolun ortasında dımdızlak kaldık. Nereye gideceğimiz belli değil. Bir sürü yol, karmakarışık, ne bir araba geçiyor, ne otobüs. Durak filan da gözükmüyor. Şehrin neresinde olduğumuz bile belli değil. Bir yandan telefonun GPS'ini açmaya çalışıyor, bir yandan söyleniyordum. GPS çekmiyor! Ne internet, ne GPS!

Kendi etrafımızda attığımız beşinci veya altıncı turda biraz ileride, bizim yaşlarımızda bir adamın, eski bir arabanın içine doğru eğilmiş bir şeyler yaptığını fark ettik. Jale "soralım" dedi. Akıllıca! Alfama deniz, adam bir yılandı. Yılana sarıldık.

Adam "Burada ne işiniz var" der gibi bakıp, karşıt soruyla cevap verdi; "Nereye?" Hikayeyi kısaca anlattık. "Buradan otobüs filan geçmez" dedi. Taksi? Pis pis gülünce taksi de bulamayacağımızı anladık. Ben tekrar GPS'e yumulunca, "çekmez" dedi. Biz ne yapacağımızı bilmeden, aramızda boş boş konuşurken durdu, fol yok, yumurta yok, birden bire "I'm a bandit" dedi.

ELLE FOI UM BANDITO, O BİR HAYDUTTU

Akşam akşam bir haydudumuz olmuştu. Eliyle Jale'yi işaret edip, "Tercüme et" dedi. Kontrol ondaydı. Tercüme ettim. "Ben bir haydudum diyor" dedim. Sanki nerelisiniz? Türkiye, ben de Portekiz der gibi sıradan bir sohbet. Haydutmuş! Ondan sonra çoğunluk o konuştu, biz dinledik. Bizi soyacak ya, durmuş, soysun bari diye bekliyoruz... Arabadan bir çanta çıkardı. Burada sanat eserleri alıp satıyorum diye ekledi. Çantayı açtı, bir sürü eski saat. Şaşkın şaşkın bakıyoruz. Bir saat alsak bizi bırakır mı diye aklımdan geçti. Otelimizin yerini sordu. Söyledik. Neresi diye ikiletmedi, güzel bir otel dedi. Oteli hemen tanıması o kadar sıra dışı bir olaydı ki, kesin bizimle dalga geçiyor dedim. Lizbon niree, Caparica nire?

Bir yandan arabanın arka koltuğunu boşaltırken Jale'yi işaret ederek; "Tercüme et" dedi: "Sizi ben götürürüm!"

"Bizi otele götürecekmiş" dedim. Evi oraya çok yakınmış. İnanmadık tabii. Alfama'da adamın teki çıkıyor, bizim otelin orada oturuyor! Mümkün değil inanmam! Demek ki burada değil, yolda bizi soyacak, yol kenarına bırakacak...

Uzun lafın kısası, basiretimiz bağlandı, arabaya bindik. Tamamen teslim olmuş durumdaydık. Araba hareket etti. Geçtiğimiz hiç bir yeri tanımıyorduk. Yollar bomboştu. Yön duygum tamamen kaybolmuştu. Yolda bir kaç kişi gördük. Onları işaret ederek; "Bunlar kesin hırsız" dedi. Sonra yan yana yürüyen dört genç kız geçti. "Bunlardan uzak durun" dedi. Turistlerin etrafını sarıp dikkatini dağıtıyorlar, sonra bir punduna getirip çanta vs ne varsa çarpıp kaçıyorlarmış. Usta olanlara denk düşersek farkına bile varmadan soyulurmuşuz. Aman sakın...

Bunları da Jale'ye tercüme ettim. Zaten çoğunu anlamış. Konu nedense hep hırsızlık, gasp filan. Ama tercüme etmek, arada Türkçe konuşmak insanı rahatlatıyor. Yol uzun olunca konu değiştireyim bari dedim. Ne var ne yok desem olmayacak, işler nasıl diye sordum. Laf işlerin durumuna yelken açtı. İşler kötüymüş (eyvah!). Çocuklar iş bulamıyormuş, bütün gençler Portekiz'i terkediyormuş, emeklilik maaşları çok azmış, kendi işi olmasa batarmış, Avrupa Birliği her yeri mahvetmiş vesaire vesaire... Biraz rahatladım. Soyulacaksak da haybeye gitmeyecek, emekli bir vatandaşa faidemiz olacak! Tam teslim olmuş vaziyetteyiz. Bindik bir alamete, gidiyoruz felakete...

Bu sırada eski Roma kemerini gördük. Demek ki doğru yoldayız. Derken 25 Nisan Köprüsü, karşıya geçiyoruz. Bu iyi mi kötümü, henüz emin değilim. Çünkü bu memleketin en tenha kısmına doğru gidiyoruz. Benzin deposu dikkatimi çekti. sarı ışık yanı sönüyor. Bi benzin parasına anlaşsak?

AMA İYİ BİR İNSANDI

Otelin yoluna saptığımızda nasıl rahatladım anlatamam. Adam gerçekten oteli biliyormuş. Evi de gerçekten buralardaymış (ve gerçekte bir haydut değilmiş). Arabayı tam otelin kapısının önüne kadar sürdü ve durdu. Yetmedi, bir de arabadan indi kapımızı açtı. Tam bir centilmen! Jale'nin elini sıktı, bana döndü, elini uzattı. Hiç kimsenin yanaklarını öpmeye hevesi olmayan ben, hamle edip adama sarıldım, yanaklarından öptüm. O kadar gerilmiş ve o kadar rahatlamışım yani!

El sallayarak adamı uğurladık. Yıllar geçse de unutamayacağımız müthiş bir gece yaşamıştık. İnanılır gibi değildi. Şehrin uzak bir sayfiyesindeki otelimizden üç vasıta değiştirerek, kaybola kaybola Lizbon'a gelmiş, üç milyonluk şehrin hiç bir aracın ve insanın geçmediği izbe bir köşesinde, akşamın iyice karanlık bir vaktinde, bizim otelin olduğu mahallede oturan bir adama rastlamıştık! Arabasının deposunu bile tam dolduramayan bu adam, bizi kendi isteğiyle (biz teklif etmediğimiz halde), otelin giriş kapısına kadar getirmiş, bir de üstelik inip vedalaşmıştı... Hayduta bak! Araba gözden kaybolurken adamın adını bile bilmediğimi hatırladım. kendi kendime mırıldandım; elle foi um bandito, ama iyi bir insandı...

O bir hayduttu, ama iyi bir insandı... O gece içimden belki yüz kere bu cümleyi tekrarladım. Favelaların en gözde rap şarkısı, diyordu Aslı Erdoğan. Gökyüzünde patlayan havai fişekler yeni malların (!) geldiğini müjdelerken, Kırmızı Pelerinli Kent'in varoşları bir kurban daha veriyor. Adı önemli değil; Elle foi um bandito...


FERNANDO PESSOA

Lizbon'dan ayrılıyoruz. Yola çıkma vakti! Burası tekrar gelmek isteyebileceğim kadar güzel bir şehir. Gelirim, çünkü eksik bıraktığım şeyler var. Örneğin A Brasiliera kafesine gidemedim. Pessoa'ya ayıp oldu. Bunu biraz olsun telafi edebilmem için Lizbon konusunu onun bir şiiriyle bitirmek istiyorum. Portekiz'li iyi bir insandan yukarıda bahsetmiştim. Pessoa da Portekizli iyi bir şair:

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder