Ekim 2009
Suriye'ye bir tur şirketiyle gittik. Uzmanlığı hac turizmi olan bir tur şirketiyle...
Eş-dost bir arada oturup konuşurken, esas amacımın Kudüs'ü görmek olduğunu söylemiştim. Önce Arap ülkelerini dolaşacak, sonra pasaportumu yenileyip, boş pasaportumla İsrail'e gidecektim. Böylece arap ülkelerine girip çıktığıma dair bir iz kalmayacaktı. O zamana kadar İsrail ile siyasi durumların da yatışacağını umuyordum. Ayrıca kimseye bahsetmediğim bir şey daha vardı. Bir fırsatını bulunca, örneğin Halep’te, yani tam yerinde lafı açar, anlatırdım. Bir kaç senedir Zecharia Sitchin'in fantastik dünyasına dalmıştım ve dünyanın gizli tarihinin peşindeydim. İz sürmek için Halep iyi bir başlangıç olacaktı. Bunu da sonra anlatırım. Ben Şam, Halep filan deyince baldızım Emel, her zaman yaptığı gibi, geziyi şipşak düzenledi, önümüze koydu. Suriye'ye gidiyoruz.
Cilvegözü'nden Suriye
Otobüsle içinden geçerken göz ucuyla gördüğüm kadarıyla gezimiz Adana'dan başladı. Ardından Antakya'ya yöneldik. İskenderun ve güzelim sahil boyunu es geçip uzun atladık. Antakya'yı daha önce görmüştüm. Kent merkezini, müzeyi tekrar görmek cazip gelmedi. Grup kısa bir tur atıp dönünceye kadar, bir köprünün üzerinden Asi nehrini seyrettim. "Biran önce Suriye'ye geçelim bari" moduna girmiştim. Vizeler kalktı diye sevinirken sınırdan geçişimiz vizeli geçişten farksız oldu. Adı Cilvegözü yerine bahşiş kapısı olsa daha iyi olurmuş. Pasaportlara Suriye damgası vurulmasın diye cilveler, ricalar filan... Böylece arap ülkesinde bahşişin ricadan daha değerli olduğunu daha sınırda öğrenmiş olduk.
Maalula
Maalula 1500 metre yükseklikte, sarp kayalarla çevrili bir vadinin karşılıklı iki yamacında kurulmuş çok eski bir yerleşim yeri. Ana yoldan değil görülmesi, fark edilmesi bile olanaksız. Bu kasabada ve çevresinde hala eski Arami dili konuşuluyormuş. Fakat lehçelerinin birinci yüzyılda Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice’den farklı olduğu söyleniyor. Maalula da Aramice bir kelime ve “giriş” anlamına geliyor. Bu nedenle yöre, eski Arami dili hakkında araştırma yapan linguistik uzmanları için çok önemli. İnsanlar, ilk hristiyanlar, burada binlerce yıl gizli bir yaşam sürdürmüş ve bu sayede dillerini korumuşlar. Hepsi topu topu 2000 kadar insan, dillerini korumak için neden bu kadar uğraşmışlar, hayret (!). Ancak modern iletişim olanakları, araplarla ilişkilerin artması bu izolasyonu giderek zorlaştırıyormuş. Gelip giden turist grupları da cabası. Yavaş yavaş burası da diğer bir sürü benzerlerinden biri haline dönmeye başlamış.
Kasabaya girerken ana temanın din üzerine kurulduğu hemen anlaşılıyor. Daha girişte, çok sarp bir yere Meryem ana heykeli yapılmış. Böylece, daha kasabaya girmeden “kutsal bir yere geliyorsunuz haa” mesajı veriliyor. Dağ-tepe ışıklandırılmış hac ve ikonalar ile dolu. Kasabanın iki kilisesi çok ünlü. Yunan Katolik kilisesi “Mar Sarkis”eski bir pagan tapınağının üzerine, 5. veya 6. yüzyıldaki Bizans döneminde inşa edilmiş. Sarkis bey (Saint Sergius) hristiyan olduğu için (doğal olarak!) öldürülen Romalı bir asker. “Mar Taqla” manastırı ise ortodoks hristiyanlara ait. O da Aziz Paul’ün öğrencisi olan bir Seleucid prensesi. Bir ihtimal Aziz beyle evli ve inancı dolayısıyla babası tarafından dışlanmış! Belki de “benim kızım saraylara layık” diyen kralca bir sebeple babası onu, bu ne idüğü belirsiz adamdan “kurtarmaya” çalışıyor! Rivayete göre babasının askerleri tarafından tam yakalanacağı sırada sıkı bir dua etmiş, dağ ortadan yarılarak ikiye ayrılmış ve prenses kaçarak kurtulmuş. Kasaba da adını bu efsaneden almış. Bizde efsane çok! Dağ yarılır, tüneller açılır, denizler çekilir… Olan da zalimlere olur, ister firavun olsun, ister Seleukos kralı…
Eski Aremice dilinde Darmeseq "iyi sulanmış yer" demekmiş. Avrupalılar bu kelimeden gelen Damas veya Damascus’u kullanıyorlar. Kentin arapça ismi ise “Dimashq Ash-Sham” ve Araplar genellikle "Ash-Sham" veya sadece Şam demeyi tercih ediyorlar. “Ash- sham” kök olarak kuzey kelimesinden geliyormuş.
Hama, Humus, Şam, uğradığımız her yerde aynı şeyleri tekrarlayıp durduk. Cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı, cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı... Pejmürde insanlar, boyasız evler, tıklım tıklım çarşılar her yerde, pek az farklarla aynıydı. Boyasız evleri yadırgamamak lazım. Çöl rüzgarlarının etkisiyle evlerin duvarında boya filan durması zaten imkansız gibi. Renkli olan sadece, yerleşim yerlerindeki büyük camilerdi. Biz de renkleri izledik. Camilere girip çıktıkça kendimizi büyük bir "din turizmi" olayının içinde bulduk. Rehberimiz fırsatı bulmuş, anlatıp duruyordu. Tüm hazretler mezarlarından fırlayacak gibiydi. Birden arkamdan bir darbe aldım. Çarpılıyor muyum ne? Arkamda kara kara bir şeyler öne arkaya sallanıp duruyordu.. Hayırdır inşallah! Neyse ki İranlı turistlermiş! Her taraf İranlı turistlerle doluydu. Otobüsleri son derece bakımsız ve eski, karalar içinde kar yüzlü insanlar.. Duraklarda bagajlardan kap kaçaklar çıkıyor, tüp gazlarda kara tencereler kaynıyordu. Bunlar dünyaya "halimize şükredelim" diye gönderilmişlerdi...
Hicaz demiryolunun istasyon binası, Süleymaniye külliyesi, Sultan Vahdettin’in kabri, eşi, dostu ve çocuklarının mezarları, ehl-i beyt mezarlığı, Bilal Habeşi’nin kabri, camisi derken, cinler basmadan hemen önce mezarlıklardan kurtulup Hamidiye çarşısına girdik. Burası bizim kapalı çarşının bir türlüsü. 20. yüzyılın başında 2. Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Daracık sokaklar, ufak ufak yüzlerce dükkan, dükkanlardan sarkan giysiler, hediyelik ıvır zıvır, yiyecek büfeleri, ortalıkta gezen ve yük taşıyan eşekler, seyyar satıcılar, her köşede ayrı bir curcuna! Bu Hasan Şaş'ın şöhreti her tarafı sarmış. Kendisi farkında mı bilmiyorum ama, Tunus dahil en sık duyduğumuz ses "yavaş yavaş Hasan Şaş" sesiydi. Türk olduğumuzu anlayınca bunu tekerleme gibi tekrarlayıp duruyorlar. Önce hoşumuza giden bu sesler, bir süre sonra kabak tadı vermeye başladı. Anlamıştım ki Hasan Şaş tüm arap diyarında, maşrıkta ve mağripte peşimizi bırakmayacaktı.
Ortalık kararınca otelden otobüsle ayrılıp şöyle bir dolaştık. Geniş caddeleri, ışıl ışıl meydanlarıyla çok hoşumuza gitti. Ardından panoramik manzaralı Kasiyun dağına çıkıp otobüsten indik. 10-15 dakika kadar şehre “şöyle bir tepeden baktık!” Bu tepe hakkında da enteresan bir rivayet var. Zaten bu inanç durumları hep böyle değil midir? Musa buraya değneğini vurdu, bu şurada dönüp arkasına baktı, şunun hanımı burada taş oldu, yunus yuttu, suya düştü, deniz yarıldı filan böyle uzayıp giden bir sürü hikaye. Aslında İştar’ın (Halep bahsinde yazacağım) astronot hikayesi de bunlardan farksız, ama güzel hikaye! Buranın hikayesi de Habil ve Kabil hakkında! Musevi kaynaklarına göre Kabil Habil'i bu tepede öldürmüş. Hikayenin diğer bir simgesel yönü de kıskancın iyiyi öldürmesi!
Çöl kumuyla tanışma
Bir sabah erken bir saatte Şam'dan ayrıldık. Yolumuz epeyce uzundu. Kuzeydoğuya doğru 215 km kadar gidecek ve Palmyra'da konaklayacaktık. Yol üstündeki evlerin çoğunun değil boyası, sıvası bile yok. Üst katlar da yeni çıkacak katların "filizleri" ile dolu. Böylece "ev daha bitmedi" diye vergi filan gibi dertlerden kurtuluyorlarmış. Ne de olsa eski Osmanlılar! Kent yavaş yavaş (evet yavaş yavaş) bitti. Evler azaldı, boyları alçaldı, ağaçlar bitti, insanlar bitti, toprak bitti, kuma döndü. tek tük çadırlar başladı, sonra onlar da bitti. Kumdan başka bir şey görünmez oldu. Zaman da anlamını yitirdi. Ne kadar gittik bilmiyorum. Birden rüzgar çıktı. Kumlar yerden 1-2 metre yükseklikte savrulmaya başladı. Derken rüzgar arttı, göz gözü görmez oldu. Ortalık kum kokmaya başladı. Çöldeydik...
Çölün ortasında bir benzin istasyonu! Durduk. başka bir dünyada gibiydik. Birden silkindim. Rüzgar kumları duvar diplerine toplamıştı. Otobüsten indim. Kum kulaklarımı bıçak gibi kesiyordu. Ceplerime kum doldurdum. Bu kadar kumu bir daha ne zaman göreceğim? Kumu avuçladığım yerler 1-2 saniyede tekrar kumla örtüldü. Benzinciden ayrılırken şimdiye kadar bildiğimiz her şey artık çok geride kalmıştı. Kum tüm geçmişimizi örtmüştü. "Farklı" bir evrendeydik. Herhalde fırtınayı geçerken başka bir evrene kaymıştık. Geriye dönebilecek miydik?
Çöl zamanıyla (normal saatle söylemek anlamsız) epeyce gittik. Fırtına yavaşladı. Hayır, otobüs yavaşlamış. Kumların arasında "Bagdad Cafe!!" Buzlu bir camın arkasından adeta bir Fellini filmi seyrediyoruz. 200 m ileride bir bedevi çadırı, bir kuyu ve "Cafe".. Hayret ki ne hayret! Kafenin içi hediye satış yeri. Çay-kahve bahane!... Kahve içtim. Ama burnuma kum kokusundan başka bir koku gelmedi! Tekrar fincana baktım, kahve mi bu?
Palmyra
Çöl ortasında bir vaha...
Güneş çölü yalnızlığına terk ederken Palmyra'ya geldik. Buraya gelinebilecek en güzel saatte. Gökyüzü maviden laciverde dönerken harabeleri aydınlatan ışıklar yandı. Uzakta, ufuk çizgisindeki bir tepede Ba'al tapınağı güneşin son ışıklarını alırken daha aşağılardaki eski mezar kubbeleri karanlığa bürünüyordu. Sırayla yanan ışıklar muhteşem Palmyra kalıntılarını yavaş yavaş aydınlattı. Sağdaki soldaki, ilerideki derken kendimizi eski bir Roma kentinde yürürken bulduk. Gün ortasında gelseydik aynı şeyleri hisseder miydim? bilmiyorum. Çölü aşıp gelmeseydik de bu kadar etkilenmeyebilirdim. Sonuçta antik bir kentteydik ve bir çok benzerini daha önce görmüştüm. Esas fark eden bir vahaya ulaşma duygusuydu. Buraya geldiğimiz akşamın gündüzünde çölde bir deve yarışı yapılmış. Bitiş noktası da burasıymış. Gündüz bunu seyretmek de ilgi çekici olabilirdi. Fakat öyle zannediyorum ki, o hay huy arasında, bu kadim kentin atmosferi develerin salyalarına bulaşır giderdi....
Fırat
kıyısındaki Mari kentinde bulunan Babil tabletlerine
göre Palmyra, MÖ 2000 yıllarından beri bilinen bir ticari ve dini
merkez. Bir rivayete göre buradaki vahada ilk yerleşke Kral Solomon (Süleyman)
zamanında kurulmuş ve "çölün gelini" diye anılır olmuş. Kent,
zaman içinde gelişmiş, Pers, Yunan ve daha sonra, en yoğun olarak da Roma
etkisinde kalmış.
Yahudilerin kutsal kitabı Tanah’ta Kral Solomon (MÖ 970 – 928) tarafından kurulduğu yazılan Tadmor veya Tedmur, “Kralların ilk Kitabı” kısmında ise Tamor veya Tamar olarak geçen şehrin şimdiki Palmyra olduğu düşünülüyor. Arapça ismi de Aramicedeki gibi. Anlamı "Boyun Eğmeyen Kent" veya "Mucize" şeklinde yorumlanıyor. Yorumlanıyor, zira bu eski dillerin tercümesi biraz karışık. Türkçe kaynaklarda “Mucize” den bahsedilirken, İngilizcede “Town that Rebels” gibi karşılıkları var. Bunu tercüme etmeye çalışmadan, okuduğum gibi yazıyorum. Neden böyle dendiğini pek anlayamadım. Zaten kuruluş tarihleri de pek örtüşmüyor. Arkeolojik kanıtlara göre MÖ 2000 daha doğru bir başlangıç gibi duruyor. O zaman Tanah’taki isimler de hikaye oluyor.
Yahudilerin kutsal kitabı Tanah’ta Kral Solomon (MÖ 970 – 928) tarafından kurulduğu yazılan Tadmor veya Tedmur, “Kralların ilk Kitabı” kısmında ise Tamor veya Tamar olarak geçen şehrin şimdiki Palmyra olduğu düşünülüyor. Arapça ismi de Aramicedeki gibi. Anlamı "Boyun Eğmeyen Kent" veya "Mucize" şeklinde yorumlanıyor. Yorumlanıyor, zira bu eski dillerin tercümesi biraz karışık. Türkçe kaynaklarda “Mucize” den bahsedilirken, İngilizcede “Town that Rebels” gibi karşılıkları var. Bunu tercüme etmeye çalışmadan, okuduğum gibi yazıyorum. Neden böyle dendiğini pek anlayamadım. Zaten kuruluş tarihleri de pek örtüşmüyor. Arkeolojik kanıtlara göre MÖ 2000 daha doğru bir başlangıç gibi duruyor. O zaman Tanah’taki isimler de hikaye oluyor.
Bu bölgeye yerleşen Yunanlar ise bu isimleri kullanmak yerine, kenti ve
ismini Yunanlaştırmayı tercih etmişler. Bu da bizim yabancı olmadığımız bir
fikir... Çöldeki palmiye ağaçlarından esinlenerek
Palmyra demişler. Yunan kökenli olanlar da, Romalılar da, ticari öneminden
dolayı şehri özerk olarak bırakmışlar. Şimdiki serbest bölge gibi bir konumda zamanın
en zengin şehirlerinden birisi olmuş.
Tepede gördüğümüz Ba’al tapınağı,
vaktiyle Kenan Ülkesinden buralara gelen Fenikelerin yaptığı Ba’al tapınağından
geriye kalanlar üzerinde, milattan sonra ilk yüzyılın ilk yarısında yükselmiş. Mimarisi
daha çok Helenistik, antik yakın doğu, Helen ve Roma karışımı. Kenan (Canaan)
ülkesinde güneş ve ayla ilişkilendirilen Bel
(Ba'al), Atina’da Zeus, Roma’da Jüpiter ayarında bir tanrı. “Lord of Heaven”,
Cennetin efendisi, lord, master, sahip, artık ne derseniz... Palmyra’daki Baal Shamin Tapınağı, Bel’e adanan tapınaklar
içinde en önemlisiymiş, Bunları kısmen rehberler anlattı, kısmen de internetten
öğrendim. Sonuçta tüm kompleks1980'de Unesco'nun dünya miras listesine girmiş.Bu yazıyı yazmaya çalıştığım sırada bir yandan elimdeki kaynaklara bakıyor, yoruldukça da Amin Maalouf romanlarından birisini okuyordum. Kitap milattan sonra üçüncü yüzyılda antik Hristiyan, Zerdüşt ve Budist inançlarını harmanlayarak kendi dinini kuran Mani'den bahsediyor; Işık bahçeleri... Güzel bir rastlantı, kitabın baş taraflarında şöyle bir diyalog geçiyor: "...Pattig devam etti; Palmyra! Orada heykelsiz bir tapınak olduğu ve bilinmeyen bir tanrıya adandığı doğru mu?" Burada Pattig'in sözünü ettiği tapınak tepedeki "Ba'al" olmalı...
Sabahın erken saatlerinde kalıntıları gezmeye başladık. Kurban alanlarını, tiyatrosunu filan dolaştık. O arada az kalsın biz de bir kurban veriyorduk. Bir arkadaşımız, hepimiz gibi, sütunlara, daha doğrusu havalara bakarken önündeki çukuru görmedi ve burun üstü kapaklandı. Düşmesine sebep olan oyuk, kurban kanlarının akıtılıp atık suyuna karışmak üzere aktığı olukmuş! Neyse ki kırıksız atlattı. Yandaki resimde "burada hep düşerler zaten!" diye burun kıvıran bir deve görülüyor...
Kalıntıların hemen yakınında mezar kulelerinin olduğu kısım bence kalıntıların en görmeye değer kısmıydı. 20m kadar yüksekliği olan bu kuleler kral Solomon (Süleyman) zamanlarında ölüler için yapılıyormuş. İçeride yerden tavana kadar, karşılıklı dört duvarda sıra sıra oyulmuş “cesetlikler” var. Ölülerini üst üste raflara koyuyorlarmış desem daha iyi anlaşılır herhalde. Bir de resim ekledim mi tamam!
Palmyra'dan sonrası, Hama ve Halep
Palmyra’dan ayrılıp, geldiğimiz yolun daha kuzeyinden, Humus’a doğru yola çıktık. Bu yolda çöl etkisi o kadar fazla değildi. Yahut da çöl yine çöldü de biz alışmıştık. Yolda sadece askeri tesisler gördük. Fotoğraf çekmek, her zaman ki gibi (nedense?) gene yasak! Eh, artık google’dan bakarız…
Humus’u geçelim, geçtik. Gelirken camisini gezmiştik, yeter. Hama’ya girdik. Su değirmenlerini görüp, çıkacağız. Gördük, çıktık.
Çölü geçtikten sonra bu kadar suyu bir arada görmek iyi geliyor.
Halep’teyiz. Halep Arapça'da ve diğer bazı Sami dillerinde “süt veren” demekmiş. Wikipedi’nin yalancısıyım! Hazır risk almışken, Aşık Emrah’ın sevdiğini Halep’te aradığını, Kerem’in Aslı’nın ateşiyle burada yanıp kül olduğunu da söyleyeyim bari! Halep oradaysa, arşın burada, isteyen aksini ispatlasın! Başka bir rivayete göre de Halep’in Yedi kapısı varmış. Birisinden girdik ama hangisi bilmiyorum.
Halep programında gene çarşı-pazar ve kale var. Bir rivayete göre bizim Atatürk Kültür Merkezi gibi 35 tane kültür merkezi varmış! Halep hakkında yazılanlarda, kapı sayısında bile tutarsızlıklar olduğunu gördüğüm için bu rakama da şüpheyle baktım. 35 veya 5, tabii ki hiç birisi bizim programımızda yok. Müze de program da yok. Fazla kalmayacaksak müzeyi ne zaman göreceğim? Halep çarşısı? Müze? Kale? Derken, doğal olarak kaleyi feda ettim. 5000 yıl beklemiş, biraz daha bekleyebilir! Ben illa ki arkeoloji müzesini göreceğim. Müzede ne var? Ortadoğunun arkeolojik tarihi ve Ishtar! Lafı uzatmadan İştar’a gelelim. İştar, İnana, kanatlı tanrıça, bereket tanrıçası veya vazolu tanrıça. Hangi ismini beğenirseniz! Bence en havalısı İştar! Kah uçan, kah konan bu tanrıçanın en ilgi çekici heykellerinden birisi, Sümer medeniyetinin onuncu ve sonuncu başkenti olan “Mari” kenti kalıntılarında bulunmuş ve Halep arkeoloji müzesine getirilmiş.
İştar
İştar ile ilk tanışmam Dustin Hofman’ın İştar filmi dolayısıyla oldu. Beni müzeye gitmeye zorlayan ise Sümerlerin Gılgamış destanı ve Zecharia Sitchin’in fantastik hayalleriydi. Lübnan’a gitmek istememin sebebi de aynıydı. Bu vesile ile onun “dünya tarihçesi keşif seferleri” başlıklı kitabından alıntılar yapmak istiyorum. Sitchin, dünyanın alternatif tarihçesinin izlerini ararken, Fırat nehri kıyısındaki, Mari kentinden ve müzedeki İştar heykelinden bahsediyor. Zaman milattan önce 4000-1760 yılları arası…
“… Kireç taşından yapılma o muhteşem heykele yaklaşırken kalplerimiz gümbür gümbür artıyordu.
… müze rehber kitabı “ellerinde yana eğilmiş bir vazo tutmaktadır, heykelin içindeki boru sayesinde su tanrıçanın balıklarla süslü elbisesinden aşağıya akıtılmaktaydı” diye açıklıyordu. Oysa içine suyun dökülebileceği böyle bir delik bulamamıştık. Hiç şüphe yok ki, tanrıça tarafından tutulan vazodan dışarı taşan su fikrine … bazı duvar resimlerindeki betimlemeler yol açmıştı. Halbuki duvar resimlerinde tanrıçalar, bu heykeli farklı kılan teçhizatla gösterilmedikleri gibi, heykel de yumuşak kireç taşının akan suyla aşınmasına ilişkin herhangi bir erozyon belirtisi taşımamaktadır. Heykeli ne kadar yakından incelediysek de miğfer, kulaklıklar, boyun kutusu, omuz yastıkları, çaprazlanmış bantlar ve hortum, bereket tanrıçasının işlevlerinden ve vasıflarından çok daha farklı bir şeyleri işaret etmekteydi.”
Müzede fotoğraf çekmeme izin vermediler. Hemen yanımızda biten bir rehber hem eserler hakkında bilgi verdi, hem de bizi kontrol altında tuttu. İştar’ın öyküsünü de aynen müze rehberindeki gibi anlattı. Ben tesir altındaydım, fakat gene de sabırla dinledim. Benim öyküm daha heyecanlıydı, fakat dinleyicim yoktu. Dünyaya gelen bir uzaylı astronot fikri çok cazip gelmişti. Olağandışının çekim gücü mantığımla savaşıyor, mantığımı eğip büküyordu. Zaten tanrılar da bu kadim ziyaretçiler değil miydi? İnanna’nın göklere yükselip süzüldüğünü anlatan Sümer metinleri vardı. Uruk’un ünlü kralı Gılgamış’ın destanı, İnanna’nın gök odasından aşağıya bakarak onu nasıl izlediğini anlatır. Bir Sümer metni İnanna’nın, büyük amcası Enki’den uygarlık formüllerini içeren tabletleri çalarak, göksel sandalına atlayıp nasıl kaçtığını anlatır. Ona adanan ilahilerde “kanatlı bir kuş gibi” göklerde nasıl süzüldüğü anlatılır. Asur’dan kalan bir betimleme onu miğferli bir pilot olarak göstermektedir. Bense, heykele baktığımda iki öyküyü birbirinden ayırt edemiyordum. Eh, ne de olsa Nasrettin Hoca’nın hemşehrisiyiz. O da haklı, o da haklı! Ama ya göklerdeki kanatlı kuş oysa?
Heykellerin çoğunun içleri boş, saçtan yapılmış taklitler olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Çıkıştaki mütevazi satış ofisinden İştar’ın yine kireç taşından yapılmış bir heykelini satın aldım. Hatta iki tane aldım. Diğeri Feyza için. Beni Marduk’la, Zecharia Sitchin’le tanıştırıp kanıma giren kadın! Yandaki resim, bendeki kopyanın İstanbul'da çektiğim bir fotoğrafı. Gerisi hayal gücünüze kalmış. Müzenin dışı içinden daha görkemliydi. İçerisi soğuk ve kişiliksizdi. Daha çok bir ardiye havasındaydı. Tenhaydı. Biz gezerken içeride başka hiç kimse yoktu. Dışarıya çıktığımızda kalabalık bir yabancı turist grubuyla karşılaştık. Bizim Türklerden buraya gelen pek olmuyor herhalde!
Halep'ten Türkiye...
Kale civarında grubumuzu yakaladık. Onlar da kaleyi gezmiş olmaktan mutluydular. Antep kalesinin bir eşi olduğuna göre bence fazla sorun yok. Gider Antep kalesini gezerim! Biraz dinlenip Halep çarşısına daldık. Burası içinde 15000 kadar işyeri barındıran, Şam’daki Hamidiye çarşısından 30-40 kat daha büyük bir labirent! Daracık sokaklarında kaybolmamak için son derece dikkatli olmak lazım. Bunun da yolu nirengi noktalarına ve çıkış kapılarına dikkat etmekten geçiyor. Tabii ki, bir dört yol ağzında sağa sola bakarken, bir yük eşeğinin çarpmasıyla fırıldak gibi dönmezseniz!
Halep’in başka bir kapısından kuzeye, sınır ve Türkiye… İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri!
Gezimizi Alevi ozanı, inançları yüzünden Halep’te linç edilerek öldürülen Seyyit Nesimi’nin dizeleriyle bitiriyorum.
Şol şem’i gör ki narına pervaneyim yine
Baş oynamakda gör nice merdaneyim yine
Saki lebinden esrimişim şol kadehten uş
Mestane gözlerin gibi mestaneyim yine