28 Ekim 2009 Çarşamba

SURİYE


Ekim 2009

Suriye'ye bir tur şirketiyle gittik. Uzmanlığı hac turizmi olan bir tur şirketiyle...



Eş-dost bir arada oturup konuşurken, esas amacımın Kudüs'ü görmek olduğunu söylemiştim. Önce Arap ülkelerini dolaşacak, sonra pasaportumu yenileyip, boş pasaportumla İsrail'e gidecektim. Böylece arap ülkelerine girip çıktığıma dair bir iz kalmayacaktı. O zamana kadar İsrail ile siyasi durumların da yatışacağını umuyordum. Ayrıca kimseye bahsetmediğim bir şey daha vardı. Bir fırsatını bulunca, örneğin Halep’te, yani tam yerinde lafı açar, anlatırdım. Bir kaç senedir Zecharia Sitchin'in fantastik dünyasına dalmıştım ve dünyanın gizli tarihinin peşindeydim. İz sürmek için Halep iyi bir başlangıç olacaktı. Bunu da sonra anlatırım. Ben Şam, Halep filan deyince baldızım Emel, her zaman yaptığı gibi, geziyi şipşak düzenledi, önümüze koydu. Suriye'ye gidiyoruz. 

Cilvegözü'nden Suriye

Otobüsle içinden geçerken göz ucuyla gördüğüm kadarıyla gezimiz Adana'dan başladı. Ardından Antakya'ya yöneldik. İskenderun ve güzelim sahil boyunu es geçip uzun atladık. Antakya'yı daha önce görmüştüm. Kent merkezini, müzeyi tekrar görmek cazip gelmedi. Grup kısa bir tur atıp dönünceye kadar, bir köprünün üzerinden Asi nehrini seyrettim. "Biran önce Suriye'ye geçelim bari" moduna girmiştim. Vizeler kalktı diye sevinirken sınırdan geçişimiz vizeli geçişten farksız oldu. Adı Cilvegözü yerine bahşiş kapısı olsa daha iyi olurmuş. Pasaportlara Suriye damgası vurulmasın diye cilveler, ricalar filan... Böylece arap ülkesinde bahşişin ricadan daha değerli olduğunu daha sınırda öğrenmiş olduk.



Sonra uzun bir otobüs yolculuğu başladı. Geçtiğimiz kasabalar bizim güneydoğu kasabalarının, köylerinin daha cansız, daha kuru, daha terk edilmişleri gibiydi. En farklı yanları cami minareleriydi. Hemen bütün camilerin şerefeleri saçaklıydı ve minareleri gayet makul yükseklikteydi. Saçaklardaki oymaları, süsleme ve dış görünüşleri ile kesinlikle bizimkilerden daha fotojeniklerdi. En fazla iki katlı taş evleri, taşı toprağı, camisi, insanı hep aynı renkti. Önceleri toprağın rengi diye düşünürken, sonraları çölün, her şeye kendi rengini verdiğini anladım. Antakya’nın yeşilliğinden, tarlaların canlılığından sonra, geçtiğimiz yerler çölün çok uzakta olmadığını hissettiriyordu. Yolculuk zaman zaman esip gelen kum bulutları, yan yatmış sarımık ağaçlar ve tek düze, dağınık yerleşim yerleriyle giderek daha sıkıcı ve yorucu hale gelirken, rehber gayet lakayıt bir şekilde “buralarda bir de “Maalula” diye bir yer var gibi bir şeyler mırıldandı. Eski hristiyanlar, eski dil, eski özelliklerini koruyan filan… O kadar sıkılmıştık ki, bu sözcükler bizi uyandırdı. Görelim, görelim diye bağırdık. İyi ki de bağırmışız. Şam’a neredeyse 50-60 km. kalmıştı. Hava kararmak üzereydi ve muhtemelen bu saatten sonra Şam yolunda başka bir şey göremeyecektik. Günün son ışıkları bakalım bize neler vaat ediyordu? Geçip gitseydik, ve daha sonra bir yerlerde resmini görseydim üzülürdüm.

Maalula


Maalula 1500 metre yükseklikte, sarp kayalarla çevrili bir vadinin karşılıklı iki yamacında kurulmuş çok eski bir yerleşim yeri. Ana yoldan değil görülmesi, fark edilmesi bile olanaksız. Bu kasabada ve çevresinde hala eski Arami dili konuşuluyormuş. Fakat lehçelerinin birinci yüzyılda Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice’den farklı olduğu söyleniyor. Maalula da Aramice bir kelime ve “giriş” anlamına geliyor. Bu nedenle yöre, eski Arami dili hakkında araştırma yapan linguistik uzmanları için çok önemli. İnsanlar, ilk hristiyanlar, burada binlerce yıl gizli bir yaşam sürdürmüş ve bu sayede dillerini korumuşlar. Hepsi topu topu 2000 kadar insan, dillerini korumak için neden bu kadar uğraşmışlar, hayret (!). Ancak modern iletişim olanakları, araplarla ilişkilerin artması bu izolasyonu giderek zorlaştırıyormuş. Gelip giden turist grupları da cabası. Yavaş yavaş burası da diğer bir sürü benzerlerinden biri haline dönmeye başlamış.


Kasabaya girerken ana temanın din üzerine kurulduğu hemen anlaşılıyor. Daha girişte, çok sarp bir yere Meryem ana heykeli yapılmış. Böylece, daha kasabaya girmeden “kutsal bir yere geliyorsunuz haa” mesajı veriliyor. Dağ-tepe ışıklandırılmış hac ve ikonalar ile dolu. Kasabanın iki kilisesi çok ünlü. Yunan Katolik kilisesi “Mar Sarkis”eski bir pagan tapınağının üzerine, 5. veya 6. yüzyıldaki Bizans döneminde inşa edilmiş. Sarkis bey (Saint Sergius) hristiyan olduğu için (doğal olarak!) öldürülen Romalı bir asker. “Mar Taqla” manastırı ise ortodoks hristiyanlara ait. O da Aziz Paul’ün öğrencisi olan bir Seleucid prensesi. Bir ihtimal Aziz beyle evli ve inancı dolayısıyla babası tarafından dışlanmış! Belki de “benim kızım saraylara layık” diyen kralca bir sebeple babası onu, bu ne idüğü belirsiz adamdan “kurtarmaya” çalışıyor! Rivayete göre babasının askerleri tarafından tam yakalanacağı sırada sıkı bir dua etmiş, dağ ortadan yarılarak ikiye ayrılmış ve prenses kaçarak kurtulmuş. Kasaba da adını bu efsaneden almış. Bizde efsane çok! Dağ yarılır, tüneller açılır, denizler çekilir… Olan da zalimlere olur, ister firavun olsun, ister Seleukos kralı…



Maalula’yı süratle, adeta koşar gibi dolaştık. Kiliseler kapanmıştı, olsun, Mar Taqla’nın üst tarafından vadi çok güzel gözüküyordu. Kitapçısı ve hatta Maalula hakkında kitabı bile vardı. Akşamın daha geç bir vakitte geleceğini tahmin ederken vadi süratle karardı ve oradan ayrıldık. Yarım saat sonra Şam’daydık.

Eski Aremice dilinde Darmeseq "iyi sulanmış yer" demekmiş. Avrupalılar bu kelimeden gelen Damas veya Damascus’u kullanıyorlar. Kentin arapça ismi ise “Dimashq Ash-Sham” ve Araplar genellikle "Ash-Sham" veya sadece Şam demeyi tercih ediyorlar. “Ash- sham” kök olarak kuzey kelimesinden geliyormuş.



Hama, Humus, Şam, uğradığımız her yerde aynı şeyleri tekrarlayıp durduk. Cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı, cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı... Pejmürde insanlar, boyasız evler, tıklım tıklım çarşılar her yerde, pek az farklarla aynıydı. Boyasız evleri yadırgamamak lazım. Çöl rüzgarlarının etkisiyle evlerin duvarında boya filan durması zaten imkansız gibi. Renkli olan sadece, yerleşim yerlerindeki büyük camilerdi. Biz de renkleri izledik. Camilere girip çıktıkça kendimizi büyük bir "din turizmi" olayının içinde bulduk. Rehberimiz fırsatı bulmuş, anlatıp duruyordu. Tüm hazretler mezarlarından fırlayacak gibiydi. Birden arkamdan bir darbe aldım. Çarpılıyor muyum ne? Arkamda kara kara bir şeyler öne arkaya sallanıp duruyordu.. Hayırdır inşallah! Neyse ki İranlı turistlermiş! Her taraf İranlı turistlerle doluydu. Otobüsleri son derece bakımsız ve eski, karalar içinde kar yüzlü insanlar.. Duraklarda bagajlardan kap kaçaklar çıkıyor, tüp gazlarda kara tencereler kaynıyordu. Bunlar dünyaya "halimize şükredelim" diye gönderilmişlerdi...




Hicaz demiryolunun istasyon binası, Süleymaniye külliyesi, Sultan Vahdettin’in kabri, eşi, dostu ve çocuklarının mezarları, ehl-i beyt mezarlığı, Bilal Habeşi’nin kabri, camisi derken, cinler basmadan hemen önce mezarlıklardan kurtulup Hamidiye çarşısına girdik. Burası bizim kapalı çarşının bir türlüsü. 20. yüzyılın başında 2. Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Daracık sokaklar, ufak ufak yüzlerce dükkan, dükkanlardan sarkan giysiler, hediyelik ıvır zıvır, yiyecek büfeleri, ortalıkta gezen ve yük taşıyan eşekler, seyyar satıcılar, her köşede ayrı bir curcuna! Bu Hasan Şaş'ın şöhreti her tarafı sarmış. Kendisi farkında mı bilmiyorum ama, Tunus dahil en sık duyduğumuz ses "yavaş yavaş Hasan Şaş" sesiydi. Türk olduğumuzu anlayınca bunu tekerleme gibi tekrarlayıp duruyorlar. Önce hoşumuza giden bu sesler, bir süre sonra kabak tadı vermeye başladı. Anlamıştım ki Hasan Şaş tüm arap diyarında, maşrıkta ve mağripte peşimizi bırakmayacaktı.



Grubun çarşı içinde darmadağın olduğu bir sırada Jale’yle yavaşça (!) kaybolduk. Hamidiye Çarşısı’nın arka sokaklarına daldık. İyi ki dalmışız. Daracık, karşılıklı evlerin pencerelerinin öpüşecek kadar yakın olduğu loş sokaklarda dolaştık. Tonozlu geçit anlamına gelen gizemli kantaralardan geçtik. Sokak satıcısından çanta şeklinde simitlerden (!) alıp, keyifle (biraz da endişeyle) yedik. İçlerine bolca zahter koydurduk. Sokak çeşmesinde su içtik. Kapıları açıp içlerine baktık. Bakıp içeri daldık. Ve çok hoş bir sürprizle karşılaştık. Bu kapıların birisinin arkasında bir tekstil imalathanesi vardı. Trikoları filan dikip satıyorlarmış. Çalıştıkları yer iki katlı çok eski bir binaydı. Gençlerden birisi bizi ikinci kata da çıkardı ve övünerek, tavan süslemelerini gösterdi. Davranışları tavan süslerinden daha güzeldi. Aşağı kata inip trikolar arasındaki aygaz (!) ocağında demlenen çayı paylaştık. Onlar Arapça, biz İngilizce, uzun uzun konuştuk. Uzun zamandır içtiğim en güzel çaydı…



Ortalık kararınca otelden otobüsle ayrılıp şöyle bir dolaştık. Geniş caddeleri, ışıl ışıl meydanlarıyla çok hoşumuza gitti. Ardından panoramik manzaralı Kasiyun dağına çıkıp otobüsten indik. 10-15 dakika kadar şehre “şöyle bir tepeden baktık!” Bu tepe hakkında da enteresan bir rivayet var. Zaten bu inanç durumları hep böyle değil midir? Musa buraya değneğini vurdu, bu şurada dönüp arkasına baktı, şunun hanımı burada taş oldu, yunus yuttu, suya düştü, deniz yarıldı filan böyle uzayıp giden bir sürü hikaye. Aslında İştar’ın (Halep bahsinde yazacağım) astronot hikayesi de bunlardan farksız, ama güzel hikaye! Buranın hikayesi de Habil ve Kabil hakkında! Musevi kaynaklarına göre Kabil Habil'i bu tepede öldürmüş. Hikayenin diğer bir simgesel yönü de kıskancın iyiyi öldürmesi!


Çöl kumuyla tanışma


Bir sabah erken bir saatte Şam'dan ayrıldık. Yolumuz epeyce uzundu. Kuzeydoğuya doğru 215 km kadar gidecek ve Palmyra'da konaklayacaktık. Yol üstündeki evlerin çoğunun değil boyası, sıvası bile yok. Üst katlar da yeni çıkacak katların "filizleri" ile dolu. Böylece "ev daha bitmedi" diye vergi filan gibi dertlerden kurtuluyorlarmış. Ne de olsa eski Osmanlılar! Kent yavaş yavaş (evet yavaş yavaş) bitti. Evler azaldı, boyları alçaldı, ağaçlar bitti, insanlar bitti, toprak bitti, kuma döndü. tek tük çadırlar başladı, sonra onlar da bitti. Kumdan başka bir şey görünmez oldu. Zaman da anlamını yitirdi. Ne kadar gittik bilmiyorum. Birden rüzgar çıktı. Kumlar yerden 1-2 metre yükseklikte savrulmaya başladı. Derken rüzgar arttı, göz gözü görmez oldu. Ortalık kum kokmaya başladı. Çöldeydik...



Çölün ortasında bir benzin istasyonu! Durduk. başka bir dünyada gibiydik. Birden silkindim. Rüzgar kumları duvar diplerine toplamıştı. Otobüsten indim. Kum kulaklarımı bıçak gibi kesiyordu. Ceplerime kum doldurdum. Bu kadar kumu bir daha ne zaman göreceğim? Kumu avuçladığım yerler 1-2 saniyede tekrar kumla örtüldü. Benzinciden ayrılırken şimdiye kadar bildiğimiz her şey artık çok geride kalmıştı. Kum tüm geçmişimizi örtmüştü. "Farklı" bir evrendeydik. Herhalde fırtınayı geçerken başka bir evrene kaymıştık. Geriye dönebilecek miydik?

Çöl zamanıyla (normal saatle söylemek anlamsız) epeyce gittik. Fırtına yavaşladı. Hayır, otobüs yavaşlamış. Kumların arasında "Bagdad Cafe!!" Buzlu bir camın arkasından adeta bir Fellini filmi seyrediyoruz. 200 m ileride bir bedevi çadırı, bir kuyu ve "Cafe".. Hayret ki ne hayret! Kafenin içi hediye satış yeri. Çay-kahve bahane!... Kahve içtim. Ama burnuma kum kokusundan başka bir koku gelmedi! Tekrar fincana baktım, kahve mi bu?

Palmyra

Çöl ortasında bir vaha...

Güneş çölü yalnızlığına terk ederken Palmyra'ya geldik. Buraya gelinebilecek en güzel saatte. Gökyüzü maviden laciverde dönerken harabeleri aydınlatan ışıklar yandı. Uzakta, ufuk çizgisindeki bir tepede Ba'al tapınağı güneşin son ışıklarını alırken daha aşağılardaki eski mezar kubbeleri karanlığa bürünüyordu. Sırayla yanan ışıklar muhteşem Palmyra kalıntılarını yavaş yavaş aydınlattı. Sağdaki soldaki, ilerideki derken kendimizi eski bir Roma kentinde yürürken bulduk. Gün ortasında gelseydik aynı şeyleri hisseder miydim? bilmiyorum. Çölü aşıp gelmeseydik de bu kadar etkilenmeyebilirdim. Sonuçta antik bir kentteydik ve bir çok benzerini daha önce görmüştüm. Esas fark eden bir vahaya ulaşma duygusuydu. Buraya geldiğimiz akşamın gündüzünde çölde bir deve yarışı yapılmış. Bitiş noktası da burasıymış. Gündüz bunu seyretmek de ilgi çekici olabilirdi. Fakat öyle zannediyorum ki, o hay huy arasında, bu kadim kentin atmosferi develerin salyalarına bulaşır giderdi....



Ortalık kararıp deveciler filan kaybolunca, etrafta çöl soğuğundan başka bir şey kalmadı. Gündüzün sıcağından sonra biraz soğuk fena olmazdı. Fakat soğuğu çadırda karşılamak? Bu iyi bir fikir mi? Düşünmesi bile üşütüyor. Akşam yemeğini bir bedevi çadırında yiyeceğimizi öğrendik. Bu soğukta çadır mı? Neyse, turların sakıncası da bu, çaresiz, takılıp gideceğiz. Şimdi sıcacık bir sobanın başında olsak! Thanks god! 15 dakika sonra bir çadırdayız ve sobanın başındayız. Hizmet diye buna derim! Keşke başka bir şey dileseydim denir ya, işte öyle! Bulunduğumuz yer, salon salomanje epeyce büyük bir çadır. Duvarlar, yani çadır tentesi çift kat, çadırın orta yerinde upuzun bacaları çadırı delip çıkan sobalar, iki sıra upuzun alçak bir masa, etrafında oturacak minderler... Ortada harlı harlı yanan, kızıla dönmüş sobalar! Gel keyfim gel. Hemen etrafına tünedik. Bir de çay olsa, şöyle ince belli bir bardakta... Thanks god (again), çaylar geldi! Ölecek miyim ne? Biz sohbet ederken sobaların önüne bir dizi tabure kondu. Kapıdan giren uzun beyaz etekli bedevi müzisyenler temenna ile bizi selamlayıp taburelere oturdular. Dört kişiydiler. Bir beşinci ki anladığımız kadarıyla şefleri oydu, sırayla adlarımızı sordu. Ben buralarda Smail olarak tanınıyorum! Smail dedim. Mustafa, Smail, Serap, Emel derken müzik başladı. Sonradan kayıtları dinlediğimde aslında hep aynı müziği çalıp sadece sözlerini değiştirdiklerini anladım. Hele ritim hiç değişmiyordu. İsimlerimizi söyleyip güya kompliman yapıyorlar, sonra bir grup genç bedeviyle karşılıklı göbek attırıyorlardı. Amaç gönüller bir olsun, torbalar parayla dolsun! Epeyce eğlendik. En sonda bir grup bedevi hareketli bir gösteri yaptı ve gece bitti... Neş'e içinde otelimize döndük. pardon önce kasabaya uğradık. Eski görünümlü hediyelik eşyalar satan bir iki yeri dolandık, sonra yürüyerek otelimize döndük. Otel, kalıntıların hemen yanında tek katlı bir binaydı. Yanında değil, içinde bile denebilir. Anlaşılan mösyöler birilerini görmüşler (!). Allahın çölü işte, SİT alanı ne ola ki?








Fırat kıyısındaki Mari kentinde bulunan Babil tabletlerine göre Palmyra, MÖ 2000 yıllarından beri bilinen bir ticari ve dini merkez. Bir rivayete göre buradaki vahada ilk yerleşke Kral Solomon (Süleyman) zamanında kurulmuş ve "çölün gelini" diye anılır olmuş. Kent, zaman içinde gelişmiş, Pers, Yunan ve daha sonra, en yoğun olarak da Roma etkisinde kalmış. 

Y
ahudilerin kutsal kitabı Tanah’ta Kral Solomon (MÖ 970 – 928) tarafından kurulduğu yazılan Tadmor veya Tedmur, “Kralların ilk Kitabı” kısmında ise Tamor veya Tamar olarak geçen şehrin şimdiki Palmyra olduğu düşünülüyor. Arapça ismi de Aramicedeki gibi. Anlamı "Boyun Eğmeyen Kent" veya "Mucize" şeklinde yorumlanıyor. Yorumlanıyor, zira bu eski dillerin tercümesi biraz karışık. Türkçe kaynaklarda “Mucize” den bahsedilirken, İngilizcede “Town that Rebels” gibi karşılıkları var. Bunu tercüme etmeye çalışmadan, okuduğum gibi yazıyorum. Neden böyle dendiğini pek anlayamadım. Zaten kuruluş tarihleri de pek örtüşmüyor. Arkeolojik kanıtlara göre MÖ 2000 daha doğru bir başlangıç gibi duruyor. O zaman Tanah’taki isimler de hikaye oluyor.
Bu bölgeye yerleşen Yunanlar ise bu isimleri kullanmak yerine, kenti ve ismini Yunanlaştırmayı tercih etmişler. Bu da bizim yabancı olmadığımız bir fikir... Çöldeki palmiye ağaçlarından esinlenerek Palmyra demişler. Yunan kökenli olanlar da, Romalılar da, ticari öneminden dolayı şehri özerk olarak bırakmışlar. Şimdiki serbest bölge gibi bir konumda zamanın en zengin şehirlerinden birisi olmuş.
Tepede gördüğümüz Ba’al tapınağı, vaktiyle Kenan Ülkesinden buralara gelen Fenikelerin yaptığı Ba’al tapınağından geriye kalanlar üzerinde, milattan sonra ilk yüzyılın ilk yarısında yükselmiş. Mimarisi daha çok Helenistik, antik yakın doğu, Helen ve Roma karışımı. Kenan (Canaan) ülkesinde güneş ve ayla ilişkilendirilen Bel (Ba'al), Atina’da Zeus, Roma’da Jüpiter ayarında bir tanrı. “Lord of Heaven”, Cennetin efendisi, lord, master, sahip, artık ne derseniz... Palmyra’daki Baal Shamin Tapınağı, Bel’e adanan tapınaklar içinde en önemlisiymiş, Bunları kısmen rehberler anlattı, kısmen de internetten öğrendim. Sonuçta tüm kompleks1980'de Unesco'nun dünya miras listesine girmiş.



Bu yazıyı yazmaya çalıştığım sırada bir yandan elimdeki kaynaklara bakıyor, yoruldukça da Amin Maalouf romanlarından birisini okuyordum. Kitap milattan sonra üçüncü yüzyılda antik Hristiyan, Zerdüşt ve Budist inançlarını harmanlayarak kendi dinini kuran Mani'den bahsediyor; Işık bahçeleri... Güzel bir rastlantı, kitabın baş taraflarında şöyle bir diyalog geçiyor: "...Pattig devam etti; Palmyra! Orada heykelsiz bir tapınak olduğu ve bilinmeyen bir tanrıya adandığı doğru mu?" Burada Pattig'in sözünü ettiği tapınak tepedeki "Ba'al" olmalı...





Sabahın erken saatlerinde kalıntıları gezmeye başladık. Kurban alanlarını, tiyatrosunu filan dolaştık. O arada az kalsın biz de bir kurban veriyorduk. Bir arkadaşımız, hepimiz gibi, sütunlara, daha doğrusu havalara bakarken önündeki çukuru görmedi ve burun üstü kapaklandı. Düşmesine sebep olan oyuk, kurban kanlarının akıtılıp atık suyuna karışmak üzere aktığı olukmuş! Neyse ki kırıksız atlattı. Yandaki resimde "burada hep düşerler zaten!" diye burun kıvıran bir deve görülüyor...




Kalıntıların hemen yakınında mezar kulelerinin olduğu kısım bence kalıntıların en görmeye değer kısmıydı. 20m kadar yüksekliği olan bu kuleler kral Solomon (Süleyman) zamanlarında ölüler için yapılıyormuş. İçeride yerden tavana kadar, karşılıklı dört duvarda sıra sıra oyulmuş “cesetlikler” var. Ölülerini üst üste raflara koyuyorlarmış desem daha iyi anlaşılır herhalde. Bir de resim ekledim mi tamam!


Palmyra'dan sonrası, Hama ve Halep

Palmyra’dan ayrılıp, geldiğimiz yolun daha kuzeyinden, Humus’a doğru yola çıktık. Bu yolda çöl etkisi o kadar fazla değildi. Yahut da çöl yine çöldü de biz alışmıştık. Yolda sadece askeri tesisler gördük. Fotoğraf çekmek, her zaman ki gibi (nedense?) gene yasak! Eh, artık google’dan bakarız…


Humus’u geçelim, geçtik. Gelirken camisini gezmiştik, yeter. Hama’ya girdik. Su değirmenlerini görüp, çıkacağız. Gördük, çıktık.

Çölü geçtikten sonra bu kadar suyu bir arada görmek iyi geliyor.
Halep’teyiz. Halep Arapça'da ve diğer bazı Sami dillerinde “süt veren” demekmiş. Wikipedi’nin yalancısıyım! Hazır risk almışken, Aşık Emrah’ın sevdiğini Halep’te aradığını, Kerem’in Aslı’nın ateşiyle burada yanıp kül olduğunu da söyleyeyim bari! Halep oradaysa, arşın burada, isteyen aksini ispatlasın! Başka bir rivayete göre de Halep’in Yedi kapısı varmış. Birisinden girdik ama hangisi bilmiyorum.



Halep programında gene çarşı-pazar ve kale var. Bir rivayete göre bizim Atatürk Kültür Merkezi gibi 35 tane kültür merkezi varmış! Halep hakkında yazılanlarda, kapı sayısında bile tutarsızlıklar olduğunu gördüğüm için bu rakama da şüpheyle baktım. 35 veya 5, tabii ki hiç birisi bizim programımızda yok. Müze de program da yok. Fazla kalmayacaksak müzeyi ne zaman göreceğim? Halep çarşısı? Müze? Kale? Derken, doğal olarak kaleyi feda ettim. 5000 yıl beklemiş, biraz daha bekleyebilir! Ben illa ki arkeoloji müzesini göreceğim. Müzede ne var? Ortadoğunun arkeolojik tarihi ve Ishtar! Lafı uzatmadan İştar’a gelelim. İştar, İnana, kanatlı tanrıça, bereket tanrıçası veya vazolu tanrıça. Hangi ismini beğenirseniz! Bence en havalısı İştar! Kah uçan, kah konan bu tanrıçanın en ilgi çekici heykellerinden birisi, Sümer medeniyetinin onuncu ve sonuncu başkenti olan “Mari” kenti kalıntılarında bulunmuş ve Halep arkeoloji müzesine getirilmiş.

İştar

İştar ile ilk tanışmam Dustin Hofman’ın İştar filmi dolayısıyla oldu. Beni müzeye gitmeye zorlayan ise Sümerlerin Gılgamış destanı ve Zecharia Sitchin’in fantastik hayalleriydi. Lübnan’a gitmek istememin sebebi de aynıydı. Bu vesile ile onun “dünya tarihçesi keşif seferleri” başlıklı kitabından alıntılar yapmak istiyorum. Sitchin, dünyanın alternatif tarihçesinin izlerini ararken, Fırat nehri kıyısındaki, Mari kentinden ve müzedeki İştar heykelinden bahsediyor. Zaman milattan önce 4000-1760 yılları arası…

“… Kireç taşından yapılma o muhteşem heykele yaklaşırken kalplerimiz gümbür gümbür artıyordu.


… müze rehber kitabı “ellerinde yana eğilmiş bir vazo tutmaktadır, heykelin içindeki boru sayesinde su tanrıçanın balıklarla süslü elbisesinden aşağıya akıtılmaktaydı” diye açıklıyordu. Oysa içine suyun dökülebileceği böyle bir delik bulamamıştık. Hiç şüphe yok ki, tanrıça tarafından tutulan vazodan dışarı taşan su fikrine … bazı duvar resimlerindeki betimlemeler yol açmıştı. Halbuki duvar resimlerinde tanrıçalar, bu heykeli farklı kılan teçhizatla gösterilmedikleri gibi, heykel de yumuşak kireç taşının akan suyla aşınmasına ilişkin herhangi bir erozyon belirtisi taşımamaktadır. Heykeli ne kadar yakından incelediysek de miğfer, kulaklıklar, boyun kutusu, omuz yastıkları, çaprazlanmış bantlar ve hortum, bereket tanrıçasının işlevlerinden ve vasıflarından çok daha farklı bir şeyleri işaret etmekteydi.”

Müzede fotoğraf çekmeme izin vermediler. Hemen yanımızda biten bir rehber hem eserler hakkında bilgi verdi, hem de bizi kontrol altında tuttu. İştar’ın öyküsünü de aynen müze rehberindeki gibi anlattı. Ben tesir altındaydım, fakat gene de sabırla dinledim. Benim öyküm daha heyecanlıydı, fakat dinleyicim yoktu. Dünyaya gelen bir uzaylı astronot fikri çok cazip gelmişti. Olağandışının çekim gücü mantığımla savaşıyor, mantığımı eğip büküyordu. Zaten tanrılar da bu kadim ziyaretçiler değil miydi? İnanna’nın göklere yükselip süzüldüğünü anlatan Sümer metinleri vardı. Uruk’un ünlü kralı Gılgamış’ın destanı, İnanna’nın gök odasından aşağıya bakarak onu nasıl izlediğini anlatır. Bir Sümer metni İnanna’nın, büyük amcası Enki’den uygarlık formüllerini içeren tabletleri çalarak, göksel sandalına atlayıp nasıl kaçtığını anlatır. Ona adanan ilahilerde “kanatlı bir kuş gibi” göklerde nasıl süzüldüğü anlatılır. Asur’dan kalan bir betimleme onu miğferli bir pilot olarak göstermektedir. Bense, heykele baktığımda iki öyküyü birbirinden ayırt edemiyordum. Eh, ne de olsa Nasrettin Hoca’nın hemşehrisiyiz. O da haklı, o da haklı! Ama ya göklerdeki kanatlı kuş oysa?

Heykellerin çoğunun içleri boş, saçtan yapılmış taklitler olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Çıkıştaki mütevazi satış ofisinden İştar’ın yine kireç taşından yapılmış bir heykelini satın aldım. Hatta iki tane aldım. Diğeri Feyza için. Beni Marduk’la, Zecharia Sitchin’le tanıştırıp kanıma giren kadın! Yandaki resim, bendeki kopyanın İstanbul'da çektiğim bir fotoğrafı. Gerisi hayal gücünüze kalmış. Müzenin dışı içinden daha görkemliydi. İçerisi soğuk ve kişiliksizdi. Daha çok bir ardiye havasındaydı. Tenhaydı. Biz gezerken içeride başka hiç kimse yoktu. Dışarıya çıktığımızda kalabalık bir yabancı turist grubuyla karşılaştık. Bizim Türklerden buraya gelen pek olmuyor herhalde!



Halep'ten Türkiye...
 
Kale civarında grubumuzu yakaladık. Onlar da kaleyi gezmiş olmaktan mutluydular. Antep kalesinin bir eşi olduğuna göre bence fazla sorun yok. Gider Antep kalesini gezerim! Biraz dinlenip Halep çarşısına daldık. Burası içinde 15000 kadar işyeri barındıran, Şam’daki Hamidiye çarşısından 30-40 kat daha büyük bir labirent! Daracık sokaklarında kaybolmamak için son derece dikkatli olmak lazım. Bunun da yolu nirengi noktalarına ve çıkış kapılarına dikkat etmekten geçiyor. Tabii ki, bir dört yol ağzında sağa sola bakarken, bir yük eşeğinin çarpmasıyla fırıldak gibi dönmezseniz!

Halep’in başka bir kapısından kuzeye, sınır ve Türkiye… İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri!



Sınırla birlikte ortalık yeşerdi. Halep fıstığı Antep fıstığı, kantaralar bildiğimiz taş kemer oldu. Memleketimin her renkten evleri, her renkten insanları ve her renkten halleri birbiri ardına sökün etti. Radyodan bildik sesler bildik haberleri okumaya başladı. Hiçbir şey değişmemişti. Memleketin curcunasına geri dönmüştük ve her şey bıraktığımız yerdeydi.


Gezimizi Alevi ozanı, inançları yüzünden Halep’te linç edilerek öldürülen Seyyit Nesimi’nin dizeleriyle bitiriyorum.


Şol şem’i gör ki narına pervaneyim yine
Baş oynamakda gör nice merdaneyim yine

Saki lebinden esrimişim şol kadehten uş
Mestane gözlerin gibi mestaneyim yine

30 Temmuz 2009 Perşembe

JAMBO!


Kenya, Temmuz 2009

Maasai'lerin konuştuğu Swahili dilinde "Safari" kelimesi uzun yolculuk anlamına geliyor. Arapçadaki "safar" kelimesinden kaynaklanan bir kelime (Türkçede de "sefer" olmuş! Salami veya salama gibi, selam anlamına...) Kenya'da 3 müthiş safari yaptık. Vahşi doğa, okyanus ve kültür safarisi...

Devre değişim sisteminin Atina şubesinde çalışan, çok güzel Türkçe konuşan bir Rumun önerisini ev ahalisi ile paylaştığımda herkes değişik tepki verdi. Kızlar hevesle atılırken, Jale ne oluyoruz, nereden çıktı şimdi gibi tepkiler gösterdi. Temmuzda Afrika! Yazın sıcağında Afrika'da işimiz ne?

Karibu Kenya!

Nairobi'de uçaktan indiğimizde havaalanındaki herkes eldivenli ve atkılara sarınmış dolaşıyordu. Kara ikliminin soğuk bir gecesiydi. Nairobi 1660 metre rakımda olduğu için kıyı bölgelerine göre her mevsimde 5-6 derece daha soğuk. Mombasa'ya gidecek Kenya uçağının kalkışına 2-3 saat vardı ve etrafta her tarafı kapalı, korunaklı hiç bir yer yoktu! Bir kafenin köşesine büzülerek sabahın olmasını bekledik. Hedefimiz Kenya'nın en eski şehri, Hint Okyanusu kıyısındaki Mombasa.

Uçaktan indiğimizde pilotumuzun bir kadın olduğunu görmek hoşuma gitti. Vay canına dedim, aferin! Her tarafa merakla bakarken uykumuz ve yorgunluğumuz dağılır gibi oldu. Çıkış kapısında, kalacağımız "Royal Safari Beach Club" tatil köyünün servis şoförünü de karşımızda görünce rahatladık. İşler yolunda gidiyordu. Şoför son derece hoş sohbet ve espritüel birisiydi. Kenya'yı sevmeye zaten hazırdık. Geçtiğimiz her yer, her cadde, pazar yeri, teneke kulübeler, eğri büğrü barlar, bir aşağı bir yukarı yürüyen, koşan, bisiklete binen insan kalabalıkları, aralarda kırmızı giysileriyle hemen ayırdedilen Maasai yerlileri ve hatta cezaevi bile hoşumuza gidiyordu. Neden gitmesin? Şoförümüze göre Kenya'da kalınacak en ucuz yerdi ve tüm duvarları maymunlarla doluydu! Şoförümüzün sayesinde insanlarını da sevdik. Sonradan diğer tanıdıklarımız da en az onun kadar sıcak, samimi ve güleryüzlüydü. O günden sonra en sık işittiğimiz swahili deyişini de ilk ondan duyduk; "Hakuna matata". Hakuna, yok anlamında bir kelime. Matata da ingilizcedeki "matter" gibi. Kısacası problem yok! Dünyanın tüm sahil kentleri için slogan olabilecek bir laf!

Havuz keyfi, denizin, pardon, okyanusun gelgitlerini izlemek, palmiye ağaçları altında "Tuscer" birası yudumlamak, terastan yağmuru seyretmek, hepsi çok güzeldi. Dedim ya, herşeyi sevmeye zaten hazırdım. Fakat herşeyden çok birlikte olmayı sevdim. İlk defa olarak bir yurtdışı tatilinde dördümüz birlikteydik. Neyse, konu dağılıyor gibi. Uzatmadan tura başlayalım. Önce Mombasa'ya çok yakın iki yerden bahsedeceğim.

NGOMONGO 

"Ngomongo villages" adı verilen, Mombasa'nın 10 km kadar kuzeyinde ve kıyıdan 600-700 metre içeride olan bu bölge 1991'e kadar mercan madeniymiş. Sonra terk edilmiş. Belediye burayı çöp dökme yeri olarak göstermiş. Fakat çöp döküldüğü takdirde büyük bir çevre felaketinin kaçınılmaz olduğunu gören bir tıp doktoru, Frederick Gikandi (yaşasın tıbbiye!) bunu kendine dert etmiş. Zeminin 1-1,5 metre altındaki su tabakasının okyanusla irtibatta olduğunu, kirlenen zeminden sızan pisliğin kıyıda yeni oluşan mercan resiflerini yok edeceğini iddia etmiş. Ayrıca çıkan gazlardan oluşacak hava kirliliği de cabası...

Dr. Gikandi bakmış devletten bir yarar yok, 1998 yılında tek başına yola çıkmış. Bir yandan yoluna taş koyanlarla ve belediye ile uğraşırken, 16000 m2 araziye ağaç dikmiş. Bir yandan da halkı aydınlatmış ve kurtarılan alan 65000 m2'ye çıkmış. 2008 yılından sonra da üniversitelerin desteğini almışlar. Şimdi tüm bölge ekonomik değeri çok yüksek casuarina, baobab, palmiye, mango gibi ağaçlarla kaplı. Bu arazinin bir kısmını da turistik amaçlı kullanıyorlar. Kenya'nın çeşitli bölgelerinde yaşayan başlıca 9 kabilenin yaşam tarzını gösteren köy örnekleri sergiliyorlar. Bu örneklerin her biri, bir-iki kulübe ve ekim alanından oluşuyor. Göl kıyısında yaşayan kabileler için de ufak bir gölet yapıp içine timsah filan koymuşlar. Orada da nasıl balık tuttukları gösteriliyor. Burada kalan kabile mensupları genelde bekarlardan seçiliyor. haftanın her günü sırayla bir kişi gelerek köyünü tanıtıyor. Ateş yakıyor, yemek yapıyor, ok atıyor, balık tutuyor, yerel bir enstrüman çalıyor. Asıl yaşam alanlarında olduğu gibi, burada da beslenen hayvanların tek sayıda olmasına dikkat ediliyormuş. Kolay boşanmaları önlemek için paylaşımda bir zorluk olarak düşünmüşler! Bu kabilelerden birinde bir doktorla (!) karşılaştık. Doktor, büyücü, falcı, şifacı artık ne derseniz! Oturduğu yerin etrafında bir sürü kuru kafa vardı. Büyücü atalarının kafalarını yanlarında tutuyorlarmış (manevi destek vaziyetleri!). Benim falıma baktı. Ayağının baş parmağına geçirdiği ipe takılmış (ipin diğer ucu yukarıda bir yere bağlı) kuru bir kabağı önce ipin üzerinde yukarı itip, kabak aşağı doğru inerken bir şeyler mırıldandı. Dediğine göre benden büyük mevkide birisi (hayırdır inşallah!) benimle uğraşıyor ve aşağı doğru çekmeye çalışıyormuş!!! Sonucu da söyleseydi iyiydi ama, onu da BEN yaşayarak göreceğim (gördüm!). Konuşurken bir yandan da elindeki çakıyla küçük bir tahta parçasına şekil veriyordu. Ayrılırken bu tahta parçalarını birer ipe geçirerek herkese hediye etti. Uğur kolyesiymiş. Şartı da şu: tuvalete girerken ve içki içerken takılmayacak! 

AKAMBA KABİLESİ TAHTA İŞLERİ KOOPERATİFİ

Ngomongo'nun bir kısmı, tahta oymacılığında çok usta olan Akamba kabilesinin çalışma alanı olarak ayrılmış. 15000 civarında insan, 140-150cm yüksekliğindeki, yanyana, sırt sırta kulübeler içinde, yarı karanlıkta, ellerine geçen her cins ağaçtan, keser, keski gibi basit el aletleriyle oymalar yapıyorlar. Sert abanoz ağaçlarından 2-3 mm çapında bacakları olan upuzun maasai adamlarına şekil veriyorlar. Satış kısmına karışmıyorlar. Satışlar ayrı bir binada yapılıyor. Her bir eserin üzerindeki numaradan kime ait olduğu anlaşılıyor, satıldığı takdirde, hissesine düşen para hesabına geçiyor. Her akşam, dağılma saatinde insanlar bir tahtanın üzerine asılan listelerden nelerin satıldığını ve o gün kimin ne kadar para kazandığını öğreniyorlar. Sonra vezneye veya boyunlarını bükerek kapıya yöneliyorlar.

İmalat alanında pazarlık ve satış olmaması iyi bir şey. Satışla uğraşmayıp, sanatlarına yoğunlaşmalarını sağlayan, o kalabalık içinde ön sırada veya arka sırada olmanın önemini azaltan, ağzı iyi laf yapanla yapmayanın arasındaki farkları kaldıran bir sistem. Bir anlamda "fırsat eşitliği" sayılabilir. Fakat gene de insanın aklına bazı sorular takılıyor. Aslan payı kime düşüyor? Her satılan parçadan ne kadar pay alıyorlar? Kooperatif tarafından sömürülüyorlar mı? gibi...

MOMBASA

Mombasa Kenya'nın ikinci en büyük şehri. Hint Okyanusu kıyısında, bir ada üzerine kurulu, büyük bir limanı tarihi bir şehir. Anakaraya köprülerle bağlı. Ulaşım için ayrıca feribotlar kullanılıyor. Swahili dilinde adı "Kisiwa Cha Mvita = savaş adası". Tarihi boyunca Portekizlilerin, Çinlilerin, hintlilerin, Yemenlilerin, Umman emirlerinin, arapların ve de Osmanlıların ilgi odağı olmuş, üstüste sahip değiştirmiş. İbn Battuta da 1331'de gelmiş ve halkını şafi müslümanlar olarak tanımlamış. "...a religious people, trustworthy and righteous. Their mosques are made of wood, expertly built." Vasco de Gama'nın gelişi bölgeyi çok etkilemiş (1498). Portekizliler 16. yüzyılda burayı kolonize etmişler ve "fort Jesus" kalesini inşa etmişler (yukarıdan bakınca, şekli çarmıha gerilmiş bir adamı andırıyor!).

Burada uzun zaman kalan Portekizli denizciler sıkıntıdan duvarları boyamışlar, resimler yapmışlar, sevgililerinin adını kazımışlar. Osmanlıların en önemli işi de bu duvardaki resimlerin 20 cm kadar önüne başka bir duvar inşa etmek olmuş, görünmesin diye! Demek ki bir yandan da resimlerin güzelliğine kıyamamışlar...

Eski şehrin sokaklarında dolaşmak çok güzeldi. Yerel rehberin yapışkanlığından kurtulmak ise imkansız! Her yerde olduğu gibi burada da zenginler kendilerine kurtarılmış alanlar yaratmışlar. Yüksek duvarlar arkasında ayrıcalıklı bir yaşantıları olduğu belli. Lüks evler, geniş bahçeler, golf kulüpleri. Duvarlar ne kadar yüksekse, teller ne kadar dikenli ve camlar ne kadar keskinse içerideki adam da o kadar zengin demek. Dışarıdaki adam içinse her şey günlük! Günlük kazanıp günlük harcıyorlar. Kimin umurunda? Sonuçta Hakuna Matata!! Mombasa'da en çok duyduğumuz laf "hakuna matata". Deniz kıyısında olmak insanlar üzerinde her zaman bir fark yaratıyor. Nairobi'de bu deyişi duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Hindistan cevizi kesip satan da, kıyıda balık tutan da, garson da şoför de hep aynı, hakuna matata...


TSAVO ve İNSAN YİYEN ASLANLARI

Safari programını Zeynep ayarladı. Maasai Mara Mombasa'ya çok uzakmış. Sadece bunu söylese bana yeterdi. Bunu vurucu darbe olarak en sona saklayıp, daha bir sürü sebep sıraladı. Mara'ya gidilmezmiş, orası fazlaca turistik hale gelmiş, hayvanlar büyük bir hayvanat bahçesinde imişler gibiymişler filan. Tsavo çok daha güzelmiş. Kenya'nın en geniş, en doğal safari alanıymış. İnsan yiyen aslanlar varmış. Yani kendileri yoksa da hikayesi varmış. Filmi de varmış. Daha ne olsun?

Haklıymış. Tsavo gerçekten görülmeye değer bir yermiş. Rehberimize insan yiyenler nerede diye sorduk, yok dedi. Hikayesi varmış, ama aslanlar yokmuş. İnsan yiyen aslanları kast ediyorum. Ölmüşler ve efsane olmuşlar. Yelesiz iki erkek aslan şu anda içi doldurulmuş vaziyette, Şikago’daki bir müzede sergileniyor (Chicago Field Museum). Yelesiz erkek aslan Tsavo’da bulunan özel bir tip.  25 yıl Patterson’un oturma odasını süsleyen iki aslan postu, 1924 yılında, şimdiki değeriyle 66 bin dolara müzeye satılmış. Şimdi bu Patterson kimdir, insan yeme meselesi nedir, kimlerdendir, onu açıklayıp tekrar konumuza dönelim.

 
Bazıları Tsavo isminin “katliam yeri” anlamına geldiğini yazsalar da bunu pek inanılır bulmadım. Zira “insan yiyen aslan” efsanesi çıkmadan önce de burası Tsavo diye anılıyormuş. Maasai’ler bölgeden geçen nehre “Tsavok = büyük nehir” diyorlar. Ayrıca bunlar yelesiz aslanlar. Testosteron seviyesi düşük aslanlarda yele miktarı azalıyor. Bence olaya katliam demek hayvanlara haksızlık olur. Bir hipoteze göre o tarihlerde Zanzibar’a giden köle kervanlarının yolu Tsavo’dan geçiyormuş. Yolda bayılan veya ölen köleler yabani hayvanlara yem oluyormuş. Aslanların insan etine alışmaları bu yüzden olabilir. Biraz hazır yemek durumu var gibi. 1898 yılında, Uganda – Kenya demiryolunun Tsavo’dan geçen kısmının inşaatı sırasında iki erkek aslan şantiye kampına musallat olmuş ve aynı yıl, mart ve aralık ayları arasında yüzden fazla insan yemiş. Demiryolunun İngiliz mühendisi Yarbay Patterson uzun çabalar sonunda iki aslanı da öldürmüş. Daha sonra, emeklilik maaşı yetmeyince oturmuş, bir kitap yazmış; The Man-Eaters of Tsavo. Efsane böyle başlamış. 1996 yılında çekilen “The Ghost and the Darkness” filmi bu kitaptan esinlenmiş.

DOĞU VE BATI TSAVO


Sabah karanlığında otelden ayrıldık. Soğuktan mı yoksa heyecandan mı olduğunu anlayamadığım ürpermeler arasında yola koyulduk. Yaklaşık 240 kilometre sonra, öğlene doğru Tsavo’ya geldik. Üzerinde “Doğu Tsavo” yazan bir kapıdan geçtik. Kapının öncesi ve sonrası arasında, görünürde pek fark yoktu. Ama kapıda ödenen giriş parası artık doğal park bölgesinde olduğumuzun resmi kanıtıydı. Bunu dönüşte anlatacaklarımıza inanmayanlara gösterebilirdik. Kanıt no:1… Uçsuz bucaksız gibi gözüken ovada uzun süre bir sağa, bir sola dolaştık. Buradaki yön ifadesi, sağ-sol vs bir süre sonra gayet anlamsız bir hal aldı. Aynı yerde dönüyor da olabilirdik. Kızıl kırmızı kumluk arazide, daha önce aynı yoldan geçmiş araçların izinde, şoförümüzün içgüdülerine ve arada sırada telsizden gelen anlaşılmaz kelimelere güvenerek epeyce yol aldık. Şoför bazen yoldaki izlerden anlamlar çıkarmaya çalışıyor, bazen de telsizin öbür ucundan tüyo almaya çalışıyordu. Saatler geçti, kuru çalılar, tek tük akasya ağacı ve önceleri kum tepesi sandığımız termit yuvalarından başka bir şey görmedik. Termit yuvası görmüş olmak da iyi bir şey sayılabilirdi. En azından, daha önce bilmediğimiz bir şeydi…

 
Tavanı 40-50cm yükseltilmiş minibüste ayağa kalkmış, ne göreceğimizi bilmeden, etrafa bakınıyorduk. Ellerimiz kameraların tetiklerinde, her an ateş edecekmiş gibi hazırdık. 20-25 metre ilerimizde otlayan ufacık bir antilop birden hepimizi heyecanlandırdı. Antilop, antilop! Şoför onayladı; antilop. Devamlı “sessiz olun” diye uyarıyordu. Bir şey görürseniz "stop" diyeceksiniz! “OK” dedik. Bir antilop daha; stop, bir tane daha; stop, bir tavuk; stop, bir kuş; stop. Keyfimiz yerindeydi. Uzun süre başka bir şey görmedik. Ufağı, büyüğü, boynuzlusu, kıçı renkli olanı, bir sürü antilop, ilaveten bir kaç tavuk benzeri... Bir yandan da şoför yerdeki izleri anlatıyordu; buradan aslan geçmiş, bir şey sürüklemiş, şurada yemiş filan. Evet! Safari yapıyorduk (adı bile havalı!). Ama neredeydi bu hayvanlar? Aslan, maslan? İnsan yiyenine bile razıydık (!)

Arabada bizden başka bir de Avustralya'lı çift vardı. Doğrusu adam da, karısı da pek hoştu. Karısının bize fısıldadığına göre; adamın 75 yıldır tek hayali, bir gün Afrika'da safari yapmakmış. Bunun için timsah derisinden bir şapka alıp kenara koymuş ve yıllarca beklemiş! Kadın ise ciddi bir kuş fanatiğiydi. Kuşların çoğunu ezbere biliyordu. Bilemezse elindeki kitaptan, gördüğümüz kuşların adını filan buluyor, kocasına gösteriyordu. Sonra oyuna biz de katıldık. Malum, safariye "game" adı da veriliyor! Nasıl bir oyunsa? Zamanla samimiyet arttı. Biz de kitaba uzanıyor, karnı mavi, sırtı kırmızı, bu değil şu, şu değil bu, ne şirin filan deyip devam ediyorduk. Sonra bizim de kafamız karıştı, her gördüğümüz kuşun, böceğin önünde çığlıklar atarak durmaya başladık.


Önceleri şoförümüz bu çığlıkların sebebine anlam veremiyordu, ama sonra o da alıştı. bak kuş, bu da kuş, bu tavuk derken, küçücük dikdikler ortaya çıktı. Bayıldık! Ben "besin zinciri..." diye başlayınca hepsi üzerime yürüyecekti. Besin zinciri dedim de aklıma geldi. Öğle yemeğini Tsavo ovasını kuş bakışı gören bir yerde yedik. Epeyce yüksek bir tepenin üzerinde müthiş bir yerdi. Voi Safari lodge! Hemen önümüzdeki üç yapay gölete gelip su içen maymunları, "buffalo" denen bizonları izlemek de güzeldi ama, uçsuz bucaksız ovayı seyretmek bana daha cazip geldi.

Yorucu bir günün ardından gece kalacağımız yere geldik. Adını not etmemişim. Batı Tsavo'dayız. Ndewe yamaçlarındaki "Ngulia Safari Lodge" olabilir. Tepelere tırmanmadan önce, ovanın bitiminde, 80-90 yıl önce bu tepelere uçağıyla çakılıp ölen bir pilotun anısına dikili bir taş görmüştük. İleride oradan bulabilirim belki. Odalarımıza çekildik ve hesapladık. Başlangıçta oldukça kısır geçen saatlerden sonra bol bol fil, zebra, zebra şeyi, zürafa, üç-dört tane de (neredeyse 1 km uzaktan, hayal meyal) aslan ve akşama doğru, dönüş yolunda bir kaç sığır, pardon buffalo görmüştük. 5 büyük için daha yolumuz vardı. Birden kapı vuruldu. Bu aynı zamanda alarm anlamına geliyordu. Binanın ön tarafında bir leopar görülmüş! 

Doğrusunu isterseniz ortada bir hile vardı. Leoparları doğal halinde görmek çok zor olduğu için, burada bir düzen kurmuşlar. Seyir terası gibi bir yer yapıp, 20-30 metre önündeki kuru ağacın dallarına, belli saatlerde, yeni kesilmiş keçi asıyorlarmış. Leoparlar zamanla buna alışmış. Hazıra kim alışmaz ki? Kokuyu alınca geliyor, karınlarını doyurup, sularını içiyor ve gidiyorlarmış. Böylesini bile görmek son derece heyecan vericiydi. 1963 yılında, 13 yaşındayken, bir jaguarın yaşamını anlatan sinema filmi için iki defa okuldan kaçan birisi yazıyor bunu...

Ertesi gün tek hedefimiz bir gergedan görmekti (beşliyi tamamlamak için). Onun yerine bol bol gnu gördük. Maasai'lere göre tanrı tüm hayvanları yarattıktan sonra artan parçalardan gnuları yapmış. O arada "Mzima Springs" diye bir su kaynağı gördük. Burası da Batı Tsavo'nun çok özel yerlerinden birisiymiş. Volkanik Chyulu tepelerinden gelen yeraltı sularının beslediği bir kaynak bölgesiymiş. Ayrıca Klimanjaro'nun buzullarından gelen sular da burada birikiyor ve Kenya'nın en önemli içme suyu kaynağını oluşturuyormuş. Uzun, devasa akasya ağaçları arasında, kristal berraklığında bir göletle karşılaştık. Hipoları ilk defa bu kadar temiz bir su içinde gördük. Bunlar herhalde hipoların "yüksek cemiyet hayatına" karışmış olanlarıydı. Önümüzde silahlı bir muhafız (vahşi hayvanla karşılaşma olasılığına karşı), uzun bir yürüyüşten sonra göletin üzerine doğru uzanan bir gözlem yerine geldik. Merdivenlerle alt kata inerek önümüzden geçen balıkları vs seyrettik. Burasının esas numarası hipoları yakından, su altında görebilme olasılığı bulunmasıymış. Avlanırken, yüzerken filan. Bize denk gelmedi.Ayrılırken yolun kenarından biraz lav kalıntısı söktüm. Eh, ne de olsa Klimanjaro havası!

Daha sonra bütün gün rhino rhino diye sayıklayarak dolaştık. Sadece gergedanlar için ayrılmış koruma bölgesini bir aşağı, bir yukarı defalarca dolaştık. Öğrendiğimize göre burada sadece 50 kadar gergedan kalmış. Onun için son derece sıkı bir şekilde korumaya almışlar. Bölgede başka vahşi hayvan yok. Fakat biz zürafadan başka bir şey görmedik. Su aygırlarının gölgesine gergedan diye çığlıklar attık, fakat heyhat... Kırpmadan uzaklara bakmaktan gözlerimizin pınarları kurudu, bir tane bile göremeden akşamı ettik ve Tsavo'dan ayrıldık. Yorgun fakat mutluyduk. Beşte dört de fena değil!


MAASAİ YERLİLERİ VE BİR MAASAİ KÖYÜ

Kenya demek Maasai demek. Ünleri aslan avcısı olmalarından. Karizmalarının en önemli kaynağı da bu ünleri. Onları bavul taşırken, turist gezdirirken veya sirk modunda görmek kötü oluyor. Tanzanya ve Kenya arasında sınır çizilirken yaşam alanları da bölünmüş. İngilizlerle başlayan itilip kakılma halen devam ediyor gibi. vahşi doğayı koruyalım derken onların da bu doğanın bir parçası olduğu unutulmuş. Kültürleri de yozlaşmaya terk edilmiş. Korudukları sadece "show business!" Maasailer Engai adını verdikleri tek tanrıya inanıyorlar. Bu tanrının çift doğası varmış. Siyah tanrı yardımsever, kırmızı tanrı ise cezalandırıcı. Kırmızıya müthiş tutkunlar. Ben de Maasai kırmızısına (bu da klasik turist bakış açısı!).

Köyleri son derece basit. Etrafı yabancı hayvanlara karşı çitlerle çevrili. Köylerini gezmek için adam başı 10 dolar ödedik. Çocukların okul masrafı için istediklerini söylediler. Gelen giden turistlerden iyice bıkmışlar, bari para kazanalım diyorlar herhalde. Kadınları incik boncuk satarken daha hevesli, fakat erkekler bayağı bıkkın. Şarkıları da zıplama seremonileri de tamamen şova yönelik. Çocuklar da işin gırgırında. Kulübeler kadınlar ve çocuklara ait. Erkekler hep dışarıda. Geceleri herhangi bir kulübenin önüne mızraklarını dikip içeriye giriyorlar. Kapıda mızrak varsa içeriye başka erkek girmiyor. Eve kilometrelerce uzaktan su taşımak, çocuk bakmak, yemek hazırlamak, kısacası tüm iş kadınların omuzlarında. Erkekler avcı, fakat av yok! Av olmayınca ellerinde birer sopa, bütün gün ağaç gölgesinde pinekliyorlar. Tabii ki yeni bir turist kafilesi için zıplayıncaya kadar. Dolaşırken kadınlardan birisi Jale'ye yaklaşıp alçak bir sesle; bir Maasai çocuğuna sahip olmak isteyip istemediğini sordu. Diğer bir kadın turist de Maasai erkek teklifi almış. Muhtemelen bunlar da şova dahil.


RESİFLER VE HİNT OKYANUSU

Otelin önünde kilometrelerce uzanan bembeyaz bir kumsal vardı. Bu kumsalın bir zamanlar "canlı" olduğunu düşünmek çok farklı bir duygu. Kumsal denize doğru uzanıyor, suyun altında kaldığı yerlerde yeniden hayat buluyordu. Bazı mercan kayalarını bir gün canlı görüyorduk, sonraki gün ölü. Üzerlerinde su kalmayınca, kuruyor ve ölüyorlar. Med ve cezir günde iki defa tekrarlanan ve suyun seviyesini neredeyse 2 metreden fazla değiştiren bir okyanus hareketi, Türkçesi gel-git olayı. Kıyıdan uzaklaştıkça mercanların sağ kalma olasılığı artıyor. 

İşte bu resiflerin üzerinde, kıyıdan başlayıp okyanusa doğru, bir başka "safari" daha yaptık. Yanımızda yerli halktan rehberler vardı. Bu rehberler boyunlarında resmi (!) gibi gözüken bir belge taşısalar da, aslında bütün gün plajda dolaşıp turistlerden bahşiş koparmaya çalışan, yakın bir köyün gençleri. Önce resiflerde yürümenin tehlikelerinden bahsedip, bilen birisiyle birlikte gezmenizi tavsiye ediyorlar. Doğal olarak bilen kişi, size bunu söyleyen kişi oluyor. Bir kişiyle sözleşseniz bile iki kişi geliyorlar. Bu da rehberler arası sosyal dayanışma oluyor. Ayrıca ufak bir para karşılığında evlerini gezmek ve yaşam şartlarını görmek mümkün. Utanmanıza gerek yok, bunu kendileri teklif ediyorlar. İngilizce bilen, parasal beklentileri fazla olmayan, gayet dost insanlar. 

Biz de bu gençlerden ikisiyle, suyun en alçak olduğu saatte buluşarak yürüyüşe başladık. Suyun 10 santim altı, çeşit çeşit deniz yıldızları, solucanları, hıyarları ve kestaneleri ile doluydu. Açık denize, okyanusun tüm haşmetiyle resifleri dövdüğü yere kadar, aşağı yukarı 1 km yürüdük. O bölgede resiflerin arasında, 1,5-2 metre derinliğinde, ufak çapta bir havuz boyutunda gölcükler vardı. Gözlüğümü takıp daldığımda akvaryumda yüzer gibi hissettim. Arada nefes almak için dışarı çıkmayı unutacak kadar güzeldi! Duvarları canlı mercanlarla kaplı akvaryumda, suyun yükselmesiyle oralara gelip geri dönemeyen rengarenk balıklar ve ben... Kenya gezimizin en unutulmaz anlarından birisiydi...

Dönüşte Jale'nin ayakkabılarını rehberlerden birisine bıraktık Suya dayanıklı, altına da kestane dikeni batmıyor diye çok beğenmişti!

NAİROBİ

Uçağımız Mombasa'dan hareket ettikten biraz sonra solumuzda, bulutların üzerinde, Tanzania tarafındaki Klimanjaro'nun tepelerini gördük. Klimanjaro nedense (herhalde gördüğümüz filmlerin etkisiyle) bende hep farklı duygulara yol açar. Swahili dilinde adı Beyaz dağ, bizim dağımız. En yüksek tepesinin (5895m) adı ise UHURU yani "özgürlük tepesi" ve daima buzullarla kaplı. Bu buzullardan süzülen sular Kenya'nın en önemli içme suyu kaynağı ve buzulların giderek azalması ilerisi için büyük sorun! Biz gördüğümüzde üzerinde çok az beyazlık vardı. Umut ederim ki görmediğimiz tarafında daha çok vardır.

Nairobi büyük ve gelişmiş bir şehir. Lakabı "nairobery!" Hırsızlık olaylarının aşırılığı şehrin adına ve sanına kazınmış gibi. Hemen her an bu tedirginlikle dolaşıyorsunuz. Lüks bir lokantaya gidiyorsanız otelinize kadar rahat dönmeniz için özel servisleri veriyorlar. Biz yürümeyi tercih ettik (biz Türküz, bize bir şey olmaz!)

Nairobi'de esas hedefimiz dünyanın 2nci büyük "slam" bölgesi Kibera'ı görmekti. Yani yoksul yerleşim bölgesi. Otelde buraya gitmenin çok tehlikeli olduğunu söyledikleri için öncelikle otelden bir minibüs ayarladık. Sonra Kibera girişindeki bir karakoldaki polislerle 500'er şiline anlaştık. Yanımıza refakatçi olarak A3G3 makineli tüfek taşıyan 2 asker-polis verdiler ve Kibera'ya girdik!


Polislerden dolayı olsa gerek, hiç bir olayla karşılaşmadık. Fakat tedbirimizi de aldık. Hiçbir erkekle göz temasına girmemeye, yaklaşanlardan bir şekilde uzaklaşarak polislere yakın durmaya çalıştık. Çocuklardan uzak durmak ise imkansızdı. Müthiş güzel çocuklardı ve çok mutlu gözüküyorlardı. Burada yaşayanlar için hükümet yeni binalar yapsa bile insanlar ayrılmak istemiyorlarmış. Hatta yeni apartman dairelerini kiraya verip burada yaşamaya devam ediyorlarmış. Niye gitsinler ki? Herşey çok ucuz, ortam fıkır fıkır, hayat dolu. Tüm olanaklar eliniz altında, berberi, kuaförü, manavı, bakkalı ne isterseniz, ikişer metrekarelik dükkanlarda aradığınız herşeyi bulur, büyük bir sosyal dayanışma içinde sırt sırta yaşarken neden uzak beton yığınlarına mahkum olasınız? Hırsızsanız veya uyuşturucu kullanıyorsanız kolayca saklanabilirsiniz. Kibera sizi korur. Çalışmak isterseniz de biraz ileride büyük bir şehir sizi beklemekte. Giyersiniz pembe fistanı, ince ince örersiniz saçları, inersiniz şehre. Diğerlerinden hiç farkınız kalmaz. Hele çocuklar için hiçbir sorun yok. Doğur ve sokağa bırak. Trafik yok, beton yığınları yok, her yer oyun bahçesi.. o sokakta büyür gider, ingilizce bile öğrenir...


Kwaheri Kenya! tüm güzelliklerin için ahsante sana..


20 Nisan 2009 Pazartesi

TEPKİ

Türkan Saylan ve Mehmet Haberal'ın gözaltına alınmaları nedeniyle yazılmış ve 20 Nisan 2009 tarihinde  dijital ortamda yayınlanmıştır.

Gönderme tarihi: Pazartesi, Nisan 20 09:49:40 2009
Konu: tepki
Dostlarım,
Konumuz Ergenekon, ETÖ vb değil. Konumuz özgürlükler, demokrasi ve adalet, üniversitelerin ve ülkemizin geleceği…
Aşağıda bir metin göreceksiniz. Bu metinde son dönemde gündemimizden düşmeyen bir takım olayların sadece bir kanadıyla ilgili olarak görüş ve düşüncelerimi yazdım. Burada yazdıklarımın hepsine katılmayabilirsiniz, eksik veya fazla bulabilirsiniz. Ya da farklı görüşleriniz olabilir. Tamamen karşı da olabilirsiniz. Ben görüşlerimi dile getirdim. Siz de getirin, ama altına imzanızı da koyun. İlk metni bozmadan (çünkü, o bana aittir!), altına görüşlerinizi ekleyin. Aynen katılıyorsanız “katılıyorum” deyin. Eğer bütün bu olanları yok farzediyorsanız, bu yazıyı da silin.
Düşünüyorsanız, toplantılarda, arkadaşlar arasında konuşuyorsanız, artık yazmak zamanıdır. Ama karşı düşüncelere de saygılı olun, aşağılayıcı ifadeler kullanmayın. Bu gemide hep birlikte yol alıyoruz. Dipten sızan suyu da hep birlikte boşaltacağız. Biliyorsunuz tulumbalar bir aşağı bir yukarı hareket eder, sonunda su boşalır, tekne yüzmeye devam eder…
Siz de yazın! İlk metnin altına ekleyerek arkadaşlarınıza gönderin, tartışın ve gene düşünün...
                                                                                              
SÜREKLİ GÖZALTI
 Ülkemizin saygın Üniversitelerinin Rektörlerinin ve öğretim üyelerinin, ayrıca Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan’ın ve dernek organlarının karşı karşıya kaldıkları davranışlar antidemokratik ve hiçbir şekilde onaylanmayacak müdahalelerdir. Soruşturma ve arama, bilgi toplama yöntemleri evrensel hukuk esaslarına uymamakta, tarihte örneklerini görüp nefretle kınadığımız hukuk dışı uygulamaları anımsatmaktadır. Anayasamızda yer alan temel özgürlük ve haklar açıkça sınırlanmakta ve baskı altında tutulmaktadır.
Üniversite kavramı uzun bir süredir prestij kaybına uğramaktadır. “Biz yaptık, oldu” mantığıyla olanakları ve verimliliği düşünülmeden, plansız, programsız yeni üniversiteler (!) açılmakta, öğrenci kontenjanları hesapsız artırılarak işsiz ve mutsuz bir gençliğin tohumları atılmaktadır. Üniversiteler ve paralelindeki kuruluşlar bilimsel düşünce ve eylemlere önderlik eden, her türlü dogmadan uzak, tartışmalara açık, dünyadaki benzerleriyle yarışan bilim yuvaları olmaktan çıkmakta,  sorgulamayan, araştırmayan, ezberci, tek tip istihdam odakları haline gelmektedir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi kuruluşlar tarafından burs verilen öğrencilerin kimlikleri sorgulanarak ayırımcılık ve bölücülük yapılmakta, üniversitelerdeki seçimlerde mezhep farklılıkları bilimsel kimliklerin önüne geçebilmektedir.
Üniversitelerin geleceği ipotek altındadır. Normal şartlarda düşüncelerin özgürce harmanlandığı kurumlar olması gereken üniversitelerin ve çağdaş düşüncenin önüne set çekilmekte, sınırlar çizilmektedir. Bu çizginin dışına çıkan üniversiteler, rektörlerinin kişiliğinde saldırıya uğramakta ve kulağından çekilerek hizaya sokulmaktadır. Üniversitelere girerken yapacağı araştırmaların heyecanını taşıyan gençler, araştırma yerine “araştırıldıkları” bir ortamla karşılaştıklarında kafaları karışmakta, yüksek bürokratından sıradan insanlarımıza kadar herkes, sürekli izlenme ve dinlenme baskısı altına yaşamanın dayanılmaz zevklerini (!) tatmaktadır.
Bir üniversite mensubu olarak, bu sancılı dönemin sona ermesinde toplum sorunlarına duyarlı sivil toplum kuruluşları ile evrensel ilkelerin savunucusu hukukçularımızın büyük katkısı olacağına inanıyor, aydın insanlarımızın bu eziyetleri zerre kadar hak etmediklerini düşünüyorum. Adalete güveniyor, fakat suçlar kesinleşmeden yapılan tutuklamaları, özgürlükleri kısıtlayan, toplum vicdanını yaralayan her türlü akıl dışı yöntemi kınıyorum.


Şeriat istemiyorum. Fakat darbe tehditi altında, ya da bundan pek farkı olmayan bir polis devletinde yaşamak da istemiyorum. Çocukların polisten korkmalarını değil, onları sevmelerini istiyorum. Ellerinde taş izi aranmasın istiyorum. Toplumun tamamının temsil edildiği, adaletten kaçmak için değil, adaleti yüceltmek için kullanılan bir meclis, yolsuzlukların ört bas edilmediği, ülke zenginliklerinin yağmalanmadığı, inançların istismar edilmediği, üniversitelerin kuşku değil bilim ürettikleri, ezberci değil, düşünen ve soran insanlar yetiştirdiği bir Türkiye istiyorum. Ülkemin önündeki uzun yolun sadece evrensel hukuka, başkalarının hak, inanç ve düşüncelerine saygılı, lider sultasının olmadığı, sulandırılmış değil, gerçek "demokrasi" ile aydınlanacağına inanıyorum.