10 Kasım 2011 Perşembe

BODRUM ve KOS ADASI (İSTANKÖY)

5 - 9 Kasım 2011

Vapur gezimiz bitti, yaz da bitti. Bu sene geçti, gelecek sene nereye gideriz derken, kurban bayramı geldi ve benim antenler dikildi. Önümüzde bir yerlere gidebileceğimiz 4 gün vardı ve hiç bir hazırlığımız yoktu. Yurt dışı modunda değildik. Yorucu bir gezi de istemiyordum. Önümüz kıştı. Gideceğimiz yer sıcak olmalı, iliklerimiz ısınmalıydı. Şıkları alt alta yazınca cevabı bulmak zor olmadı.
Bodrum'a gidiyoruz! Bodrum'un içinde, deniz kıyısında bir yerde kalıyoruz ve günü birliğine Kos'a geçiyoruz...

Bodrum'a her sene gider, onbeş gün Kadıkalesi'nde kalırız. Bir sefer Bodrum'a ya ineriz ya inmeyiz. İnmekten kastim, bir-iki seferle sınırlı özel geceleri saymazsam, Penguen'de oturup sakız dondurmalı kazandibi yemek! Oraya varıncaya kadar da zorunlu barlar sokağı yürüyüşü yapmak. 93'ten beri bu böyle... Daha öncesi, Bodrum'un içinde konakladığım üç seferim var; ilki unutulmaz 1971 gezisi, ikincisi Jale'nin gelin telini Evin pansiyonun avizesine sardığımız 1977 yılı, üçüncüsü de 1979'daki mavi gezi dönüşü. Hepsi bu...

Bodrum kalesinin doğusunda kalan sahilde, Cumhuriyet Caddesi'ndeki Dinç Pansiyon'un birinci katında konakladık. Gecesini yazmayacağım. Yandaki barın gürültüsü ancak denizdeyken çekilir. Hatta denizin altındayken. Sabahı ve gündüzü güzeldi. Önündeki sahilde fok balıkları gibi miskin miskin yattık. 8 Kasım'da denize girip, yılın en son deniz banyosu rekorunu kırdık (daha önceki rekorum 29 Ekim'di). Güneşlendik, limonlu sodalarımızı içtik, tekrar girdik. Hava 23, deniz 22 dereceydi. Günler kısa olmasa uzun güneşlenme rekorunu da kırardık.

Bir başka gün su altı arkeoloji müzesini gezdik. Karya prensesi ile tanıştık. Bodrum adının, şövalyelerin verdiği Petronium isminden yuvarlandığını, Saint Peter kalesindeki taşlardan yeşil renkli olanların Mauseoleum'un kalıntıları olduğunu, bu antik mezarı çevreleyen frizlerin önce kale duvarlarını süslediğini, 1857'de mozoleyi keşfeden İngiliz arkeolog Charles Newton tarafından araklanarak İngiltere'ye götürüldüğünü, bizim müzede gördüklerimizin, birisi hariç, asıllarının alçı kopyaları olduğunu öğrendik. Antik tiyatroya çıkıp şehrin milattan öncesini seyrettik. Buradan bakınca, aslında tüm şehrin tiyatroya benzediğini gördük. Daracık sokaklarda dolaştık. Şehre ilk begonvil ağaçlarını getiren ve Neyzen Tevfik Caddesi'ndeki palmiye ağaçlarını diken balıkçıyı andık. Eski kiliseyi yıkıp yerine diktikleri ucubeyi tavaf ederek, arka sokaklarına daldık. "Hanende" lokantasında keyfimize keyif katıp, dönüp dolaşıp gene barlar sokağına döndük. Bildik yerlerden geçip sahilde bizi bekleyen rahat koltuklarımıza çöktük. Kahve vaktiydi, yorulmuştuk. Garson "nasıl olsun?" dedi, yorgunluk kahvesi olsun dedik...
Pazar günü Serap'ın ailesinin Tilkicik koyundaki evine gittik. Serap Mustafa'nın karısı, Mustafa Jale'nin kardeşi, Jale benim karım, Semih Serap'ın kardeşi... Semih bizi önce Sandima'ya götürdü. Yirminci yüzyılın başında yörenin en önemli yerleşim merkezi burasıymış. İncir ağaçlarıyla dolu, kekik kokan eski bir dağ kasabası. Eskiliği Venediklilere kadar gidiyor. Bizimkiler buraya 16. yüzyılda, muhtemelen Kanuni zamanında gelmişler ve hazıra konmuşlar. Cumhuriyet ve mübadele yıllarında, bölgenin haritası değişmeye başlamış. Yukarılarda Geriş varken, aşağıda Gerişaltı, sahil pek rağbette değilken Yalıkavak diye yeni yerler ortaya çıkmış. Süngercilik geçim kaynağı olmuş. 40'larda Kalinos adasından mandalinanın gelmesi inciri tahtından indirmiş. Tüm yalı çevresi mandalina ağaçlarıyla dolmuş. Yalı gelişirken Sandima kurumuş. Gerçekten kurumuş. Antik dönemden beri köye su taşıyan kanallar toz toprak dolmuş. Yerlisi yavaş yavaş dağı terketmiş, yalıya inmiş. 600 yıllık geçmişinden geriye taş yığınları ve ağustos böcekleri kalmış. Şimdi biz, geriye doğru, Yalı'nın geçmişine gidiyoruz. Yolu zorlu bir yokuş yol. Allahtan oldukça kısa. Yalıkavağa girmeden, mandalina bahçelerinin arasından geçip, zeytin ağaçlarının çevrelediği kötü toprak bir yolda, taşların üstünde zıplıyarak 2 km gidince, ya da çıkınca, Partipanas kayasının eteklerindeki Sandima'ya ulaşıyorsunuz. Daha doğrusu ev kalıntılarına. Söylentiye göre tüm evleri Yani adında bir usta yapmış. Evlerin bu halini görseydi üzülürdü. Köyün girişinde sizi 3 azman köpek karşılıyor. Hırlamaları pek dostça değil. Veya Bodrum'un uysal köpeklerinden alıştığımız tonda değil. Bunun benim için anlamı şu; hava kararıyor, geri dönsek iyi olacak...

Ben bir yıkıntının kenarına oturup manzarayı seyretmeyi tercih ettim. Bizimkiler köpeklerle anlaşıp köyün içlerine ilerlediler. Evleri restore edip yeniden oturulacak hale getirmeye çalışanlar varmış. Sanatçı bir çift, evlerden birini "sanat kafe" haline getirmiş. Diğer evleri kimlerin kimden aldıklarını bilmiyorum. Vaktiyle epeyce ucuza kapatmışlar. Yani Usta'nın kemiklerini sızlatmazlar, umarım!

İSTANKÖY (KOS)

Bodrum'dan ve Turgut Reis'ten İstanköy, nam-ı diğer Kos adasına haftada 3 gün feribot seferi var. Bizim için tek şans, bu seyahati pazartesi günü yapmaktı. Çarşamba İstanbul'a dönecektik. sabah erkenden kalktık, kahvaltı edip mendirekteki feribot iskelesine yürüdük. Hava çok güzel, deniz sakin, keyfimiz yerindeydi. Bizim yeşil pasaportlar burada da işe yaradı, vizeye gerek kalmadı. Adambaşı 20 Avro'ya bilet alıp feribota bindik. Gişeden biletle birlikte Kos hakkında hazırlanmış gayet kullanışlı bir broşür aldık. Cep boyutunda 8 sayfa içinde ihtiyacınız olan herşeyi özetlemişler. Görülecek yerler, yürüyüş rotaları derken, daha son sayfaya gelmeden yol bitti. Kos adasındaydık.

Kos adasının ismi uzun yıllar değişmeden bugüne kadar gelmiş. Diğer bütün adalarda olduğu gibi burada da isimler ve efsaneler atbaşı gidiyor. Efsanelere ne kadar uyduruk desek de gavurların bu konuda daha yaratıcı oldukları kesin. Bizimkilerin Sandima'nın adı için uydurdukları öykü buna iyi bir örnek. Kısaca anlatayım, uzunu ve diğer olasılıklar içinizi bayabilir;
“Gemiyle seyahat eden bir gezgin yamaçtaki beyaz evleri ve yeşillikleri görünce çok beğenir; Gemiyi demirletip evlere yakından bakmak için dik yokuşu tırmanırken yorularak ‘uzaktan gördüm de, cennet sandım ha’ der. Böylece adı Sandıma kalır.”

Yukarıdaki ada haritasına bakıp neye benzeteceğinizi bilmem ama, vaktiyle Karia'lılar bunu bir koyuna benzetmişler. Bakmışlar ki adada bir sürü koyun var, öyleyse buranın adı "koion" olsun demişler. Laf aramızda, Nişanyan bey katılmamakla birlikte, bizdeki koyun kelimesi ile bir ilgisi olabilir! Ama koion'un nasıl Kos'a döndüğünü anlamadım. Bir Karya prensesi olan Koos'tan türemesi kolay da, Koion?? Bir de yengeç olayı var. Yengeçler adada kullanılan eski madeni paralarda sıklıkla kullanılan bir simge. Kos kelimesinin Karya dilindeki anlamlarından birisi de, ne tesadüf ki: yengeç! Yandaki paranın (MÖ 285-258) ön yüzündeki portre Herakles'in... St John şövalyeleri adaya bir süre "Kos Lango" demişler. Sonra da Nerantzia. Kalenin adı buradan kalmış. Rumlara ait bir kaynakta, bizimkilerin gelmesiyle adının "Stanko" olduğu yazıyor. Bu nereden çıktı derseniz; aslı "Stin Ko" yani Kos'ta, Kos adasında demekmiş. Giderek dağılıyoruz, toparlayalım; Adaya Osmanlılar İstanköy, İtalyanlar Coo, İngilizler Stanchio demişler. Meraklısı araştırsın!

Gelelim Kos'a. Evet, 40 dakika sonra geldik Kos'a.

Kos'a gelmekle Kos'a girmek farklı şeyler. Gümrükten çıkmamız neredeyse birbuçuk saat sürdü. İki laubali gümrük memuru akılları sıra bize eziyet etti. Bavulları, çantaları açtırıp altüst etmeleri de cabası. Birara aynı feribotla geri dönmeyi bile düşündük. Ya sabır deyip bekledik ve sonunda salimen gümrükten geçtik. Artık Kos'tayız. Niyetimiz abartmadan sadece Kos şehrini gezmek. Broşürde görülmeye değer yerleri birer numara ile işaretlemişler. Numaraların sırası aynı zamanda yürüyüş güzergahını gösteriyor. 1 numara Nerentzia Kalesiydi ve feribot iskelesinden çıkışta yanından geçmiştik. Dışarıdan görmek yeter deyip 3 numaraya geçtik. Hedefte 4, 14, 13, 7, 8, Averof Caddesi, 10 ve yeniden 13 numara var. Sırayı biraz karıştırsak da, korniş yürüyüşü de dahil, hepsi iki saatte bitti. Gidişte ve dönüşte Elefterias meydanındaki kafelerde oturduk. Bir yere yetişme kaygısı olmadan, "Cold expresso", garsonun deyişiyle kut espeso içip, saat 15:30'da feribota döndük.

Ada tam anlamıyla "Hipokrat'ın adası". Her köşede bunu hissediyorsunuz. Siz hissetmeseniz de onlar iki adımda bir burnunuza sokuyor. Kalenin hemen arkasında, altında Hipokrat'ın ders verdiği yaşlı bir çınar ağacı var. Adı "Hipokrat ağacı". Artık oldukça yaşlanmış, kovukları büyümüş, neredeyse yarı yarıya çürümüş. Dile kolay, neredeyse 2400 yaşında. Etrafını çevreleyip desteklemişler. Hala inatla yaprak açan, dallarına yaslanıp ayakta duran, ulu bir çınar ağacı! Gölgesinde oturup aynı havayı solumaktan mutlu oldum. Kos'lu Asklepiades'in yeminiyle mesleğini sevmiş bir hekim olarak burada olmaktan gurur duydum.

Hipokrat ağacı, Gazi Hasan Paşa camisinin bahçesinde. Tersi, yani cami, ağacın bulunduğu bahçede demek daha doğru, ama şu anda gözüken bu... Caminin duvarları alacalı. Bunun sebebi farklı taşlardan yapılmış olması. Taşların bir kısmı caminin hemen yanındaki antik agoradan alınmış. Kapı üstündeki sundurma, bahçedeki çeşmenin sütunları da eski Yunan veya Roma mabedlerinden buraya taşınmış. Aynı durum Bodrum kalesinde de vardı. Anlaşılan ister Osmanlı, ister Venedikli olsun, hepsi kolayına kaçmış, işcilikten ve nakliyeden kar etmişler...

İstanköy'ü sevdik. Bir dahaki Bodrum seyahatimizde tekrar uğrarız diye düşünüyorum. Yazın daha hareketli, daha güzel olabilir. Ayrıca bir şanssızlığımız oldu. Onu da telafi edebiliriz. Bizim için pazartesi gelmekten başka çare yoktu. Fakat adaların hiç birisine, zorunlu değilse, pazartesi günü gidilmez. Muhtemelen burada olduğu gibi diğerlerinde de çoğu yer kapalı olur. O pazartesi günü arkeoloji müzesi, "Casa Romana" denen Roma evi dahil tüm antik alanlar "resmen" kapalıydı. Eski çarşıda çoğu dükkan açılmamıştı. Özellikle Roma evi kalıntılarını görmek isterdim, ama mümkün olmadı. Tekrar gidersem, pazartesi dışında bir gün giderim. Gümrüğü çabuk geçmek için daha feribottayken pozisyon alır, limana girmeden önce çıkış hazırlığı yaparım. Bu bana en az bir saat kazandırır. Bunları aslında sizin için, bu yazıyı okuyup Kos'a gitmeye heveslenecekler için yazıyorum. Ben, tekrar yolum düşerse, başka bir adaya, örneğin Kalimnos'a gitmeyi tercih ederim. maksat değişiklik olsun!