23 Şubat 2011 Çarşamba

TANZANYA ve ZANZİBAR


Mayıs 2011


Kenya’yı görüp sevdikten ve bir tutku şeklinde, her yıl yeniden “Afrika’ya gitme” arzusu duymaya başladıktan sonra elime güzel bir fırsat geçti. 2010’un bir sonbahar gecesi Gönül ve Yalçın’ın, özellikle de Yalçın’ın Alman arkadaşları ile keyifli bir gece geçirdik. Büyükada’da Fıstık Ahmet’in “Prinkipo”sundaydık. Yemek, rakı, oyun havası filan derken (müzik çok kötüydü), laf döndü dolaştı bizim Kenya tutkumuza geldi. Kenya ve Afrika konu olunca bana da Almanlarla konuşacak bir konu çıktı ve uzun lafın kısası, Pia ve Manfred, bizi de Yalçınlarla beraber Zambia’ya davet ettiler. 2011, Pia’nın Afrika’da, “German Developement Service (GİZ)”teki görevinin son senesiydi ve ayrılmadan önce bizi Lusaka’da misafir etmekten mutlu olacaklardı! Kaçırır mıyız hiç? Yalçın’ların kuyruğuna takılıp gittik ve onları mutlu ettik!

Zambia’daki belli başlı atraksiyon "Victoria" şelalesiydi. Geçen sene Zeynep’le birlikte oralara RCI kanalıyla gitmek için bir araştırma yapmış, fakat kolay bir yolunu bulamamıştık. Şelale bölgesi üç ülkenin sınırlarının birleştiği bir yerdeydi ve RCI bizi daha çok Zimbabwe’ye yönlendiriyordu. Sonra vazgeçip Tanzanya’ya yoğunlaşmıştık. Çok enteresan bir ülkeydi. Masai Mara’nın uzantısı olan Serengeti, dünyanın en romantik volkanı “Klimanjaro”, İnsanoğlunun ilk ayak izlerinin (malum ayakizim meselesi!) bulunduğu Rift vadisinin bir ucu, köle ticaretinin Afrika’daki iki merkezinden doğuda olanı, baharat cenneti Zanzibar adası, bir diğer dünya mirası “Stone Town”, hepsi oradaydı. Sonunda, Zambia’nın önüne bir de Tanzanya eklemeye karar verdim. Onu götürmeyeceğimize göre bu haber en çok Zeynep’i üzecekti.

Lonely Planet’e ve Tanzanya ile ilgili diğer gezi sayfalarına şöyle bir bakınca gezi programı aşağı yukarı belli oldu. Önce THY ile Dar-Es- Salaam’a gidecek, orada limana yakın bir otelde 2 gece konaklayıp, feribotla Zanzibar adasına geçecektik. Dar-Es-Salaam kısmı kolay oldu. “New Africa” oteli tam istediğim yerdeydi. Ayrıca, görülecek hemen her yere de yürüme mesafesindeydi. Organizasyonun Zanzibar kısmı biraz daha karışıktı. Adada 4 gün geçirecektik. Stone Town’da kalmayı pek düşünmedim. Orada kalırsak çevreye vakit ayıramayız gibi geldi. Kent dışında kalırsak sadece gidiş gelişlerde bile çevreyi tanıma fırsatımız olur diye düşündüm. İnternetten ilk beğendiğim yer, Stone Town’ın 10 km kuzeyinde, iki Alman’ın işlettiği bir tatil köyüydü. Fakat maalesef hazirana kadar açılmayacaklarını öğrendim. Mayıs ayında adada tatil köyleri vs yeni yeni açılıyordu. Tam o sıralarda bir gazetenin seyahat ekinde adanın en kuzeyindeki Nungwi köyü hakkında bir yazı çıktı. Bu köy kendi halinde, turizmle bozulmamış bir balıkçı köyüydü. Tek katlı, mercan taşı ve alçıyla yapılmış evleri, muhteşem bir sahili, ahşap tekne atölyeleri, candan insanları ve hemen dibinde bir deniz feneri vardı. Yazar, mutlaka “Dalla dalla” namlı “arabalara” binin diyordu. Demek ki Nungwi’de kalınacak ve Dala dala’ya binilecekti. Artık plan hazırdı. Oteli bulmak da zor olmadı. Fenerin bir tarafında Nungwi köyü, diğer tarafında “beach cottages” vardı. İsmi, Swahili dilinde deniz feneri anlamına geliyordu; “Mnarani”.

Heavenly father, grant us the strength to visit the museums and the parks, the goverment buildings and all the "must" in the guidebooks...

And if perchance we skip a historic monument to grab a sleep after lunch, have mercy on us, for our flesh is weak!

DAR-ES-SALAAM

Tanzanya’daki ilk sabahımızda çok yakınlarımızdan gelen “gospel” sesiyle uyandık. Saat 6-7 gibiydi. Ne oluyoruz diye kalkıp pencereden baktık. Tam karşımızda kolonyal mimarisiyle “Azania Front” Luteran kilisesini gördük. Bu saatte içeri giren bir sürü insan vardı ve ses oradan geliyordu. Binanın yan tarafından deniz ve limana giriş yapan bir feribot gözüküyordu. Tekrar yatıp, yarı uykulu, dinlemeye devam ettik. Huzura açılan kapı’dan içeriye girmiştik.

Kahvaltıda bizi ikinci bir sürpriz bekliyordu. Salonun piyanosunda keyifle müzik yapan yaşlı bir adam vardı. Kahvaltıda caz vaziyetleri! Kazablanka’da göremediğimiz “Sam” buradaydı. Uzun bir kahvaltı ve güzel bir kahveden sonra dışarı çıktık. Güzel ve farklı bir kahveydi. Sonradan içinde zencefil, karanfil, tarçın ve daha bir sürü baharat olduğunu öğrendim. Dar-Es-Salaam’dayız.

Dar-Es-Salaam, huzura açılan kapı demekmiş. Yürüyerek gezeceğiz.


Yürüyüş güzergahımız Lonely Planet’ten kopya. Önce sahil yolundan güneye inip, feribot iskelelerinin önünden geçtikten sonra (bu aynı zamanda ertesi gün için keşif olacak), bir sokak arkadaki Samora caddesinden geriye, kuzeye doğru döneceğiz. Dönüş yerimize yakın “askari” anıt var. Bunu birinci dünya savaşında hayatlarını (haybeden) kaybeden Afrikalıların anısına dikmişler. Sonraki gereksiz savaşlarda insanlara, “bak onlara ne güzel anıt yaptık, size de yaparız” diyebilmek için herhalde… Aynı yolun devamında, 1-2 km sonra, “Karimjee Hall” ve Ulusal müzeyi bulup gezeceğiz. Niyetim en fazla (ve mutlaka) “Ocean Road” hastanesine kadar gidip, Okyanus caddesinden, otele doğru geri dönmek, dönüş yolunda da hükümet binasını ve balık marketlerini görmek. Zaten enteresan ve tarihi binaların hemen hepsi de bu güzergahta toplanmış.

Otelden çıkar çıkmaz kendimizi insan kalabalığının içinde bulduk. Burası “Zanzibar Gate” denilen ve adalara giden feribotların bilet satış yerlerine ve iskelelerine çok yakın olduğu için oldukça kalabalıktı. Doğru dürüst yürümek veya fotoğraf çekmek çok zordu. Hemen iki adımda bir yanımıza gençten birisi gelip “yardım” etmeye çalışıyordu. Çoğu bilet simsarıydı. Bunlara Swahili dilinde kene anlamına gelen "papasi" deniliyor. Ancak bu kadar doğru bir tanımlama olabilir! Birisine herhangi bir şey veya yer sorduğunuz anda kene gibi yapışıyorlar, kendilerini zoraki rehber atayıp (!) bahşiş almadan bırakmıyorlardı. Bahşiş vermeden kurtulmaksa en zoruydu. Neyse ki kısa zamanda zoru başarmayı öğrendik. Gözlerinin içine içine bakıp, işaret parmağını tehdit eder gibi sallayarak, … defol git!” anlamına gelen (!) şeyler söylemek bunun bir yoluydu. Noktaları, Türkçe dahil, istediğiniz gibi doldurabilirsiniz. Diğer bir yol da bir arka sokağa geçmekmiş. Bunu biraz geç öğrendik.


Kıyı boyunca genel olarak, kırmızı kiremitleri ve tahta korunaklı geniş verandalarıyla dikkat çeken, genellikle çeşitli vakıflar tarafından kullanılan, kolonyal dönemden kalma evler ve aralarında yer yer daha yüksek ve yeni yapıldığı belli olan binalar, lüks oteller vardı. Arka yollarda ise, bizim yürüdüğümüz yollarda demek daha doğru, “duka” adı verilen küçük dükkanlar, hint usulü küçük çay evleri, bol miktarda “Exchange” bürosu, hiçbir tarife uymayan karmakarışık, bir yüksek, bir alçak, yarı bitmiş, bitmemiş, renkli-renksiz binalar ve tam Afrika usulü bir kargaşa vardı. Bisikletler, motosikletler, üç tekerlekli yük taşıyıcılar, dondurma satıcıları, minibüsler, otobüsler de ayrı bir curcunaydı. Ben hiçbir yerde, yollarda bu kadar fazla gazete-kitap satışı yapıldığını görmedim. Yol kenarlarında bol miktarda, bizim işportacılara benzeyen seyyar satıcılar vardı. Bunların çoğunun tezgahında gazete/mecmua satılıyordu. Sık sık tablaların önünde durup, sergilenen gazeteleri okumaya çalışan insanlara rastlıyorduk. İkinci sıklıkta gördüklerimiz ayakkabı tamircileri ve boyacılarıydı. Ulusal müzeye doğru yaklaşırken yol kenarında su satıcıları çoğalmaya başladı. Demek ki bizim gibi yürüyerek gezenlerin su diye inlemeye başlamaları bu civarda oluyormuş. Uyanık millet vesselam!

Ulusal müze geniş bir bahçe içinde oldukça iki binadan oluşuyordu. İçeride pek fazla bir şey yoktu. Olanların da teşhirleri kötüydü. Tanzanya’nın tarihini ve İnsansıların ilk gelişimini gösteren resimler dışında, eski tamtamlar, ağaçtan oyulmuş tekne ve kanolar, insan figürleri, duvarlarda içi doldurulmuş hayvan kafaları vardı. Şeyh Hussein'in (18. yüzyıl) oymalarla bezenmiş tahta yatağı ve yine tamamen tahtadan yapılmış iki bisiklet çok orijinaldi. Hele bu bisikletlerin tekinde zincir bile tahtadan yapılmıştı. Ünlü bir sanatçının AIDS olgusuna dikkat çekmek için yaptığı bir sandalye de dikkat çekiyordu. Yolda yürürken Australopithecus Afarensis dedemizin 3,7 milyon yıllık ayak izini görecek olmanın heyecanı, yanlarına gidince kayboldu. İngilizler, iki insansının ve bir takım küçük hayvanların çamurluk bir bölgede yürürken bıraktığı izlerin ancak 1-1,5 metrekarelik bir kısmını yerinde bırakarak, hemen tamamını Londra’ya taşımışlar. Biz sadece bu kısmını ve duvardaki, keşif alanının orijinal resmini görebildik. Hatta Jale bu izlerin bile alçı kalıp olduğunu iddia etti. Ben aslı olduğuna inanmak istedim. Fakat kafataslarının çoğunun ve diğer ayak izlerinin basit alçı kalıplar olduğu belliydi.
Tarih 21 temmuz 2011, Tanzanya notlarını karıştırıp, yukarıda okuduklarınızı yazmaktayım. Güncel (!) bir gazete haberi; Tanzanya’nın Laetoli bölgesinde bulunan ayak izleri, iki ayak üzerinde yürüyen ilk insanın sanıldığının aksine 1,9 milyon değil, 3,7 milyon yıl önce yaşadığını gösterdi… Bu gazeteciler de enteresan adamlar. İsa’nın çarmıha gerilmesinden 2000 yıl sonra, bir yahudiyi tokatlayan hristiyan misali, ne yapalım, o yeni duymuş!

Müzenin iki binası arasındaki bir alanda 1998 yılında Dar-es-salaam’daki ABD büyükelçiliğinin el-Kaide örgütü tarafından bombalanması sırasında ölenlerin anısına yapılmış bir anıt duruyordu. Anıtta kullanılan malzemenin, olay yerinden toplanan bisiklet ve metal parçaları olması terörün sıcaklığını (veya soğukluğunu) bugüne taşımış. Ölen insanları temsilen ortada bir çocuk ve zeminde 5 tane de beton veya toprağa karışıyormuş gibi gözüken yarım insan kafası vardı. Güzelim anıt, kötü mekan seçimi yüzünden zorla farkediliyordu. Hatta öyle zannediyorum ki, müzeyi gezenlerin bir kısmının bu anıttan haberi bile yoktur. Bir köşeye de tel örgüler arkasında eski başkanların kullandığı, Rolce Royce (yakışır!), Mercedes marka lüks makam arabaları sıkıştırılmıştı. Bunlar da Karimjee Hall bahçesinde sergilenseydi bence daha iyi olurdu. Karimjee Hall, hükümet merkezi 1973 yılında Dodoma’ya taşınmadan önce parlamento binasıymış. Güzel, kolonyal stilde yapılmış eski bir binaydı. Kapalı olduğu için gezmedik. Onun yerine, yüzyıllık akasya ağaçlarıyla dolu, geniş ve güzel bahçesinde biraz dolaştık. Binada ve bahçede, serbestçe dolaşan tavus kuşlarından başka kimseyi görmedik.

Rengarenk kangasına sarınmış bir kadını izleyerek botanik bahçesine doğru ilerledik. Bana kalsa yeşil elbiseliyi izlemeyi tercih ederdim. Ama acıkmıştık. Önümüzdeki kadının başının üstündeki tepside muhtemelen mango veya muz hevenkleri vardı. Açlık galebe çaldı ve muzları izlemeyi tercih ettik (!). Yolun sağında sıralanmış açık hava lokantaları vardı. Birisini gözümüze kestirip daldık. Burası bir açık hava lokantasıydı. En büyük lüksü, bir kenarda el yıkamak için kullanılan bir bidon su olmasıydı. Civardaki otellerde veya resmi dairelerde çalışanlar buralarda muhtemelen çok ucuza karın doyuruyorlardı. Örneğin 3500 şiline (3,5 TL) haşlama et, eti banmak için sos-çorba arası bir şey ve pilav yemek, kola içmek mümkündü. Biz de öyle yaptık. Masada yanımızda oturanlar parmaklarıyla tuttukları “maize” denen beyaz “şeyi” yiyorlardı. Sorduk, gene tam olarak anlamadık. Mısırın koçan kısmından yapılan un bulamacı gibi bir şey. Ama Swahili dili konuşulan her yerde önümüze çıkan, çok popüler bir yiyecek, ucuz ve besleyici. Kola şişeleri de bizimkilerden daha ince ve uzun. Tadı biraz daha baharatlı gibi geldi bana.

Karnımız toktu ve uzaktan okyanusun sesi geliyordu. O tarafa doğru yöneldik. Az sonra sahildeydik. Burası “Ocean Road” ise Ocean Road hastanesi de burada olmalıydı.

Hastane binası en fazla iki katlı, geniş bir alana yayılmış, arkasında yine geniş ve güzel bir bahçesi olan, burada çalışılır dedirten cinsten bir binaydı. Ana konusunun Kanser olması hariç! Uzun koridorlarında dolaşıp odalara göz attık. Çalışanlar sıcaktan mı yoksa kanser hastalarıyla uğraşmaktan mı bilmem, çok ağır hareket ediyorlardı. Zamanı yavaşlatarak hastaların ömrünü uzatmak ister gibiydiler. Zaten kanserin de acelesi yoktur. Doktor bulamadık. Önümüze çıkan hemşirelere Robert Koch’un laboratuvarını sorduk. Hiç kimsenin Koch’tan haberi yoktu! Robert Koch da kim?

Robert Koch 1897’de bu hastanede malarya ve tüberküloz üzerinde çalışmaya başlamış. Araştırmaları sonucu BCG aşısını burada bulmuş. Benimkisi bir saygı ziyareti olacaktı ama laboratuvarı bulamıyorduk. Koch’un adını bile duymamışlardı. Sonunda hastabakıcılardan birisi önümüze düştü, bilse bilse o bilir deyip bizi bir kimyacının yanına götürdü ve sonunda bulduk. Koch’un hastanesi, ana binanın arkasında, kubbeli küçük, beyaz, çok zarif bir binaydı. Odası kapalıydı. Laboratuvarları gezdik. Laboratuvarda her şey, yüzyılı aşkın zamandır aynı şekilde duruyordu. Etüv, cam kaplar, ispirto ocakları… Burayı bulmak için harcadığım zamana değdi. Şartlar ne olursa olsun, bütün keşiflerin insan beyninde başladığına güzel bir örnek.
Okyanusa paralel giden caddeden geri dönüş yürüyüşüne başladık. Az sonra yüksek duvarlarla çevrilmiş bir bahçe ve bahçenin ortasında, resmi duruşlu bir bina gördük. Burası “State House” olmalıydı. Duvarın üzerinden ve demir parmakların arasından birkaç fotoğraf çektim. Bir de Jale dinlenirken, arkasından sinsice yaklaşan maymunu… Tam tekrar yürümeye başlarken, yolun karşı tarafındaki adamlardan üçü bizim tarafa doğru seyirtti. El kol işaretleri kırmızı trafik ışıklarıyla aynı renkteydi.

- Fotoğraf çekmek yasak! Haydaa çattık dedim (içimden).
- Burası hükümet binası! Etrafımı sardılar.
- Yassah hemşerim, gibi bir şeyler söyledi kendi dilinde. Vücut dili daha okunaklıydı. Alın hükümetinizi ….’ne sokun diyemedim. Türkçesini kastediyorum. İngilizce söylesem kesin hır çıkardı. Önce; şu maymunu çektim, dedim. Doğal olarak inanmadılar. Karşı tarafta saf saf oturanlardan birisi beni kamerayla demir parmaklıklar arasından içeriye uzanırken görüp bu adamlara jurnallemiş. İnkara gerek yoktu. Ben de hücuma geçtim. Giderek sertleşerek (ne kadar sert olabilirsem!) hiçbir yerde yasak yazısı olmadığını söyledim (Blöf!). Eğer bana duvarlarda bir tane bile “fotoğraf çekmek yasaktır” uyarısı gösterirlerse kamerayı onlara vereceğimi, aksi takdirde şikayet edeceğimi söyledim (nereye edeceksem?). Elimi kolumu onlardan daha yükseğe sallayarak aynı cümleyi bir kere daha tekrarladım. Gözlerindeki çakmakların sönmesinden, aramızdaki ateşin harının soğuduğunu hissedip rahatladım. Blöfümü görmüşlerdi. Başka çekmeyin deyip gittiler. İlk yapacakları iş, bir yerlere “yasak” levhası koymak olacaktır!

Bu tartışma bana gayet iyi geldi. Adrenalinim yükselince yorgunluğum geçti. Yürümeye devam ediyoruz. Sahil tarafına geçtik. Önümüzde tekneler, insanlar, balıkçılar ve sesler giderek artmaya başladı. Balık pazarına geldik.
Balık pazarı dedimse, sadece balık değil, balıkla ilgili her şey. Tekneler, kanolar, balık ağları ve balıklar. Tam bir curcuna. Bir yanda sıkı pazarlıklar, bir yanda gölgeye uzanıp kestirenler, ahtapot dövenler, başlarında tepsilerle gidip gelen kadınlar… Okyanusun kokusu, yosundu, balıktı derken, hepsi bitip kesif bir balık kokusu kaldı. Burası pazarın merkezi, üstü kapalı bir alandı. Fotoğraflık bir şey kalmamıştı, balık da almayacağımıza göre, hızla ayrılıp yolumuza devam ettik. Zaten baştan beri fotoğraf olayına gıcık oluyorlardı. Yürürken sahil tarafından güzel bir müzik bize eşlik etmeye başladı. Seslerin karanlıklar içinde zorlukla seçilen barlardan geldiğini gördük. Araziye dağılmış masalarda taburelere çömmüş demlenenlere özenip, giriş kapısını aradık. Sonra vazgeçtik. Tabureler bizi (beni) daha da yoracak gibiydi. Ne yediğini de görmek imkansızdı. Bu bahane Jale’yi tatmin etmedi ama herhalde o da yorulmuştu. Dinlenip tekrar geliriz dedim (gelmeyecektim!), otele döndük. Gece için başka planım vardı.

Çok yorgunduk. Fakat bu şehirde geçireceğimiz tek gündü ve çok iyi dolaşmıştık. Şimdi günü taçlandırmamız gerekiyordu.

Biraz dinlendikten sonra, otelden tekrar ayrıldık. Hava kararmıştı. Sahil yolunda, bir 600 metre kadar ileride Kempinsky oteli vardı. Çok lüks bir oteldi. Girişi, lobisi filan çok havalıydı. En üst katında, tüm limanı ve okyanusu gören güzel bir bar vardı. Oraya çıkıp etrafa bakındık. Bar olarak güzeldi. Gece, sakin sakin demlenmek için iyi bir seçim olabilirdi. Fakat yemek servisi yoktu. Tekrar otelimize dönüp en üst kattaki Thai lokantasına çıktık. Aynı manzaraya bakan bir pencerenin önünde, titrek bir mum ışığında kırmızı şarabımızı yudumlayıp Thai yemekleri tattık. Afrika'nın orta yerinde uzak-doğu yemekleri yemek bazıları için tuhaf bir seçim sayılabilir. Ayrıca yukarıdaki "tattık" fiili de biraz yanlış oldu. Tattığımız sadece, garson kızın "içinde azıcık şili biberi var" dediği yemeğin ilk lokmasıydı. Azıcık dediği Şili biberi ağzımdan mideme kadar giden yolu kalorifer brulörü gibi yaktı. Yemeğin sonrası yanan mukoza artıklarından kurtulma çabasıyla geçti. Fakat biz hayatımızdan memnunduk. Kalbe giden yol yanmıştı ama, artık o yola ihtiyacımız yoktu. Mutluyduk. Garson kız iyi olup olmadığımızı sordu. iyiydik. Baktığı yerden mutluluğumuzu görmesi için bir mum ışığı bile yeterdi.

Ertesi sabah bavulları toparlayıp otelden ayrıldık. Feribot iskelesi "Zanzibar gate" yürüme mesafesindeydi. Biz de yürüdük. Bu sefer başımıza geleceği biliyorduk. İskeleye yaklaşırken simsarlar etrafımızı kuşattı. Biletimizi göstermek bile bizi kurtarmadı. Bizi ite kaka bir kenara götürdüler. Ben saf saf "biletimiz var" sağolun filan demeye çalışırken, adamın teki biletlerin numarasını bir kağıda yazmaya kalktı. O anda bende jeton düştü. Numaraları alıp, biletin üzerine bir işaret koyacak, şirketten "bu adamları size ben ayarladım" komisyonu koparacaktı. Adama bir fırça atıp, biletimi elinden kaptım, kaçar gibi uzaklaştık. Zaten giriş kapısı da yakındaydı. Kendimizi içeri atınca rahat bir nefes alır gibi olduk (!). Kapı görevlisine "şu hıyarlar şöyle böyle yapıyorlardı" diye dert yanıyordum ki adamın bir jesti suçun "örgütlü" olduğunu ele verdi. Bu memlekette vücut dilinin ağız dilinden daha okunaklı olduğunu bir kere daha anladım. O da avanta peşindeydi. Uzun lafın kısası, ancak bagajları kontrol ettikleri masayı geçtikten sonra rahatladık. Bavullarımızı kimseye kaptırmadan ikinci kata çıktık. Biletimiz lüks mevkiydi. Klimalı salonda, aşağıdaki kalabalıktan uzak, rahat koltuklarda oturup televizyon seyrederek Zanzibar'a gidecektik.

2 saatlik yolumuz vardı.

Ve biz yukarıda olduğumuz sürece aşağıdakiler-yukarıdakiler olayı iyi bir şeydi!


ZANZİBAR
Unguja, Zindanada, Baharat adası, Zinj el-Barr, land of blacks, Zanguebar

 


İlhan fuit hic...

Feribotumuz “Stone town”a yanaştı. Önceden ayarladığım minibüs ve adalı bir şöför iskelede bizi bekleyecekti. Feribottan inecek, elinde “Günay” yazılı kağıt tutan adamı bulacak ve otele doğru yola çıkacaktık. Bu karşılama olayını çok seviyordum. Her durakta bir akrabamız var da bizi özlemiş, karşılamaya gelmiş gibi oluyordu. Kapıya doğru ilerlerken adamın birisi, resmi üniformalı biri, arkamızdan seslenip bizi durdurdu.

- Pasaport? Vize? Aşı kağıdı?

Allah Allah ne oluyoruz? Nereye geldik? derken olay anlaşıldı. Orası Tanzanya Cumhuriyetiydi, burası “Zanzibar Cumhuriyeti!! Tanganika, anakaradaki Tanzanya kısmının diğer adıymış. Tanzanya aslında “birleşik bir cumhuriyetmiş! Zanzibar adaları özerkmiş ve ayrı bir devlet başkanı varmış. Lafın kısası; burası gümrükmüş filan. Etraftaki birşeye benzemeyen kulübeler şimdi bir şeye benzemeye başlamıştı. Madem ki gümrük olduğunu söylüyor, biz de gümrükten geçeriz. Bizi durduran adam pasaportlarımıza şöyle bir göz atıp, tamam geçtiniz dedi. Geçtiğimiz yer sadece bir kaldırımdı. Ama aşı olacaksınız. Neden? Aşı kağıdınız yok! Hay bin kunduz yavrusu! Kaç senedir yanımda taşıdığım aşı belgesini kimse sormuyor diye evde bırakmıştım. Aksiliğe bak! Doktorum dedim, doktoruz. doktorla görüşelim. Doktorla görüştük, kartımı verdim.Kartım Türkçeydi ama tanıdığı kelimeler, Prof, Doktor filan çok anlamlıydı. O da anladı ve salimen geçtik. Zanzibar'dayız...

Bizi iskele çıkışında Burhan karşıladı. Adada şoförlüğümüzü o yapacak. Eski bir minibüsü var. Geceleri de otellerde akrobasi gösterisi yapıyormuş. Sonradan gördüm ki, bu akrobasi işi gençler için iyi bir geçim kaynağı. Yolda polisler tarafından defalarca durdurulduk. Burhan'ın deyişi; rüşvet bekliyorlarmış. Tuhaf tuhaf minibüsler, dala dalalar durmaksızın geçip gidiyor, fakat turistik arabalar kontrol ediliyordu. Polislere göre, kontrollerin sebebi güvenlikmiş. Bir buçuk saat kadar sonra Nungwi'deydik. Köyün arkasını dolanan, çukurlarla dolu toprak yolda zıplaya zıplaya gittiğimiz son 5 dakikadan sonra otelimize geldik. Çevrede hiç kimse gözükmüyordu. Resepsiyonda da kimse yoktu. Yanlış yere mi geldik diye düşünürken şoförümüz birini bulup getirdi. Üstüne kalacağız diye korkmuştu zahir! Fakat gelen çocuk-adam da derdimize deva olacak gibi değildi. Ben rezervasyon belgelerini önüne koyup anlatmaya çalıştıkça anlamsız kelimeler mırıldanıyor, sağı solu karıştırıyordu. Biraz sonra birisi daha geldi. Bu daha iş bitirici bir tipti. Tamam filan dedi ama neyin tamam olduğunu pek anlamadım. Açık bir pencere ararken sağa sola çarpan kelebekler gibiydik. Jale pes deyip çöktü, kaldı. İkinci adam "beni takip edin" dedi. Pencere açılmıştı.


Zanzibar'da sezon haziranda başlıyormuş. Bizim otel mayısın ilk haftasında, yani bir hafta önce açılmış. Otelde bizden başka sadece bir aile vardı. Bizi ilk karşılayan çocuk-adam bir turizm öğrencisiymiş. Bizim şoför onu yakalayınca "ben bilmem" diyememiş. Kem küm etmesinin sebebi, otel müdürünün sıkı sıkı "müşterilerle konuşup ortalığı karıştırma" diye tembih etmesiymiş. Sonradan yanıma gelip bunları anlattı. Özür kısmını kısa kesip yerel tur tekliflerine atlayınca müdürün henüz bu konuda kulağını çekmediğini anladım. Jale ilk şoku atlatamamış gibi gözüküyordu. Şekerinin düştüğünü düşünmüş olmalı ki "yemek yiyelim" dedi. Restoranın ön tarafında, denize doğru uzanan tahta verandada üç masa vardı. Birini seçip oturduk. Rezervasyonumuzun "full" pansiyondu. Fakat garson olması muhtemel kişi (!) bize "alakart" muamelesi yapmaya başlayınca "çattık" dedim. Uzatmayalım, halkla ilişkiler memuresi gözlerini ovuşturarak geldi ve olayı çözdü. Jale pizza ısmarladı. Ben ne yediğimi unuttum. Hatırlamak da istemiyorum. Zira her ikisi de üzerlerindeki kalın bir sinek tabakasıyla geldi ve masamıza kondu. Afiyet olsun! Sol elimizi devamlı sallayarak açılan koridordan tabaklarımıza ulaşmaya çalıştık. Olmadı, üzerini peçeteyle örtüp, hafifçe aralayarak lokmaları koparmaya çalıştık. Gene olmadı. Kurtulmak imkansızdı. Sonunda yenildik. İskemlelerimizi gölgeye çekip doymalarını seyrettik. Etrafta yarasa boyunda kelebekler uçuyordu. Hava alabildiğine sıcaktı. Yalnızdık, şaşkındık ve doyup doymadığımızı anlayamamıştık. Karnımda ricat boruları çalıyordu. Her türlü plan ve program yerle bir olmuştu. Jale'nin üstüme çıkıp beni yumruklayacağından korkuyordum. Yüzündeki renklerden başıma gelecekleri anlamaya çalıştım. "Hayatım" desem alışık değildi, "balım" desem küfür gibi gelirdi. Mimiklerinin glukometresi alarm hattına yaklaşıyordu. Fakat korktuğum başıma gelmedi. Adrenalininin yükseldiğinden olacak, kan şekeri uygun bir yerlerde durdu. Odamıza dönüp yerleşir gibi yaptık. Uyumalı ve bugünü unutmalıydık.

Bir yeri gördüm diyebilmek için orada en az bir sabah uyanmak lazım. Gecenin seslerini dinlemek ve gün ağarırken uyanmak. Kapıyı veya pencereyi açıp nerede olduğunu hatırlamaya çalışmak.

NUNGWİ
Ertesi sabah sihirli bir değnek değmiş gibi herşey (aşağı-yukarı) normalleşti. Güzel ve zengin bir kahvaltı, bol meyve, nefis bir baharatlı Zanzibar kahvesi ile keyfimiz yerine geldi. Ortalık daha hareketliydi ve sinekler (nedense) ortalıkta yoktu. Bütün gece kıyıyı döven dalgalar 250-300 metre uzağa çekilmişti. Geniş mercan resifi üzerine yürüyen çocuklar, balıkçılar ve kadınlar vardı. İnsanlar biraz ilerimizdeki fenerin arkasından geliyor ve resif boyunca yürüyerek her gün yaptıkları aynı işleri yapıyorlardı. Sular çekilirken buralara geliyor, deniz tekrar yükselmeden önce köylerine dönüyorlardı. Karasız adımlarla aylak aylak dolaşıp, etrafa şaşkın bakışlarla bakmadıklarına göre aralarında hiç turist yoktu. Deniz biraz yükselip yürüyecek yer kalmayınca, fenerin arkasından, yelkenli ve yelkensiz balıkçı tekneleri gelmeye başlıyordu. Yelkensiz olanlar daha kıyıdan seyrediyor ve kürekle değil de, sahibinin deniz dibine doğru uzattığı uzun bir değneği itmesiyle yol alıyordu. Yelkenli olanlar ise daha büyük, dhow adı verilen teknelerdi. Bunlar Nungwi köyünün, hayatını denizden kazanan yerlileriydi.

Nungwi köyü 1000-1200 kişilik nüfusuyla adaların en büyük balıkçı köyü. Köyün kenarında adanın en kuzey ucunu işaret eden bir fener var. Burası sadece deniz kenarında bir köy değil. Kenarına yerleştikleri denizi yaşamlarının tam ortasına koymuşlar. Tüm yaşantıları bir ucundan denize bağlı. Örneğin hindistan cevizinden ip yapılmasının yolu bile denizden geçiyor. İp yapımı kadınların üstlendiği bir iş. Bizim sabah gördüğümüz kadınların hemen hepsi bu nedenle kıyı boyunca yürüyor, bazıları otellerden veya ağaçlardan hindistan cevizlerini toplarken, bazıları da resiflerde bunları koyacakları veya koydukları çukurları kontrol ediyorlarmış. toplanan Hint cevizlerinin kabukları suyun altında hazırlanan çukurlarda 3-5 ay bekletiliyor. Böylece diğer kısımlar tuzlu suda çürürken lifler etkilenmiyor ve gereksiz dokulardan kolayca ayrılıyormuş. Rivayet o ki; kadınlar son aşamada lifleri bacaklarında ovalayarak ip haline getiriyorlarmış. (Ovalamasalar şaşardım!) Deniz suyunun etkisiyle iplerin içinde hiçbir parazit veya böcek yaşamıyor, böylece çürümüyormuş. Son derece sağlam olan iplerin üçlü sarmalıyla yapılan halatın metresi 100 kuruş, yani 1 Tanzanya Şilini (TZS), o da eşit 0,1 Türk kuruşu! 3 metre halat parası ile bir ekmek alınabiliyor. Bu halatlar geleneksel tekne yapımında ve yelken ipi olarak da kullanılıyor. Kadınlar ayrıca şeritler halinde kesip kaynattıkları muz yapraklarını kuruttuktan sonra örüyor ve kilim yapıyorlarmış.

Üç tarafı suyla çevrili bu köyde içme suyu yok. Su 10-20 km uzaktaki bir kaynaktan kamyonla taşınıyor. Köyün kıyı kısmıyla, iç tarafları arasında büyük farklar var. Palmiye ve mango ağaçları altında, tek katlı, ağaç, mercan taşı ve kerpiçten yapılmış ufacık evlerde yaşıyorlar. Daha doğrusu önünde yaşayıp içinde uyuyorlar. Kadınların boş durduğunu görmek mümkün değil. Hiçbir şey yapmıyor gibi gözüken bile ya çocuk emziriyor, ya da önündeki havanda buğday veya mısır dövüyor. Köyün içinden geçen yollar gelişigüzel, toprak ve çamur. Etrafta karasinekten sonra en bol olan şey çocuk! Sahile yakın bir yerde, ağaçların arasında nasılsa boş kalmış bir alanda top koşturan çocuklar her geçen yabancıya Real Madrid menajeri gibi bakıyorlar. Kıyıda başka bir grup sabah jimnastiği yapıyor. Bunlar akşamüstü otellere dağılıp akrobasi gösterisi yapacak olanlar. Çocukların geri kalanı sokak aralarında küçük çeteler halinde dolaşıyor. Kız çocukları ise daha kızsal işlerle meşgul. Tek askılı elbisesinin eteklerini çamur içinde sürüyenler, on numara büyük bir topuklu ayakkabı üzerinde kırıtarak dolaşanlar... Bunların keyfi yerinde. Temizlik görevlisi olanlar ise sahilde. Kumsalın denize yakın bir yerinde oturan üçlü bir grup, hem konuşuyor, hem kap kaçak yıkıyorlar. yakından bakınca, metal kapları denizde yıkayıp, kumda ovarak parlattıklarını anlıyorum. Bir çeşit kalaylama gibi bir iş!
Yaşları daha büyük olan genç kızlar, "kanga" adı verilen rengarenk çiçekli ve desenli örtüleriyle sahilde yürüyüşe çıkmış, köyün bir ucundaki akvaryuma doğru yürüyorlar. Çekirdek çıtlamıyorlar ama belli ki piyasaya çıkmışlar. Bu kangaların üzerinde bazen yazılar da oluyormuş. Yazılar enteresan mesajlar içeriyor; Mke mwenza!! Haa!! Mezea!” Bir kadının ağzından kocasına gözdağı;

İkinci bir hanım almayı asla aklına bile getirme

Akvaryumda deniz kaplumbağaları var. Köyün gençleri (bir de yabancı kız) sırayla burada rehberlik yapıyorlar. Fazla turist olmadığı için daha çok akvaryum önündeki kafede vakit geçiriyorlar. Turist yok dediysem şimdilik. Köyün iki yanında ve adanın tüm etrafında büyük otel kompleksleri, tatil köyleri uzanıyor. Doğu tarafındaki Mnemba adası derin deniz ve dalış meraklıları için ünlü bir yer. Kilometrelerce uzunluğunda sahillerde dalış, dip seyri, yelken, paraşüt, her türlü turistik numara var. Ama dedim ya, gelecek ay. Mevsim haziranda başlayacak (çok şükür!).

Halk oldukça muhafazakar(mış). Çoğunluk müslüman. Otelimizin resepsiyonunda "dini inançlarına saygı gösterin, ramazanda giysilerinize dikkat edin, fotoğraf çekmeyin vs" gibi uyarılar vardı. Kız çocukları gündüz genellikle beyaz uzun başörtüleriyle dolaşıyor, kalabalık gruplar halinde okula veya medreselere gidiyorlar. Kuran kursları ve din eğitimi pek revaçta. Başlık parası gelenekleri de bizdeki gibi. Bunlar benim gördüklerim ve Burhan'dan (bizim şoför) öğrendiklerim. Gerisini bilemem, ben bir turistim!

Sahil ve deniz teknelerle dolu. Bunlar genellikle sert mango ve suya dayanıklı subasar ağaçlarından yapılan, fellukalardan biraz daha büyük, arap tarzı tekneler (dhow). Geleneksel swahili teknesi ise 300 yıldır aynı yöntemle yapılan Mtepe! Bu tarz teknelerde kalaslar, ağaç çiviler ve hint cevizinden elde edilen iplerle birbirine tutturuluyor. Bunların çok iyi bir örneğini "house of wonders" lobisinde gördük. Balıkçılar teknelerini basit aletlerle kendileri yapıyorlar. 12 metrelik bir teknenin yapımı 4-6 ay sürüyor. Teknenin alt kısmı bitince dualar eşliğinde bir keçi kurban ediliyor. Üstü kapatılınca bir keçi daha. Tekne ufaksa tavuk da idare ediyor. Tekne bitince tüm köyün davet edildiği bir tören yapılıyor. Suya indirilmeden önce tekneyi yapan, bir çekiçle gövdesine 3 defa vuruyor. Her defasında teknenin adını söylüyor. Daha sonra tekne, şarkılar ve danslarla suya indiriliyor. Ardından oturulup yemek yeniyor.

Biz dolaşırken 3-4 tanesinin altında, kuru palmiye yaprakları yaktıklarını ve diğer bir yaprağı sallayarak alevleri ve isi teknenin gövdesine doğru yönlendirdiklerini gördük. Bunun bir bakım işlemi olduğunu söylediler. Deniz suyuyla bozulan ve kabaran tahta yüzeylerin daha rahat kazınması için yapıyorlarmış. Bu geleneksel yöntem her ay tekrarlanıyor ve daha sonra tüm yüzey köpek balığı karaciğerinden elde edilen bir pelteyle sıvanıyor.

Kumsalın topraklaştığı yerde balıkçılar ağlarını tamir ediyor, bir kaç ihtiyar (emekli) balıkçı yere oturmuş (torunlarıyla birlikte) deniz kabukları satıyordu. Ortam muhteşemdi. Kumlara oturduk ve denizi, gelip geçen ve durup duran tekneleri ve bulutları seyrettik. Deniz yükselmiş, ayağımıza gelmişti. Soyundum ve kendimi sulara bıraktım.


BAHARAT TARLALARI ve JOZANİ ORMANI

Bizi Nungwi'ye getiren şoförümüz Burhan'la bir ada turu için anlaşma yaptık. 140 dolara bizi tüm gün minibüsüyle dolaştıracak, sonra otele geri getirecekti. Aşağı yukarı 210 km.lik bir tur. Hedefimiz baharat tarlaları, "Colobus" maymunları ve "Stone City".

Büyük baharat bahçeleri adanın orta kısmındaki Kizimbani bölgesinde yer alıyor. Son zamanlarda bizde de kök zencefil veya çubuk tarçın modası çıkmıştı. Ama genelde tozlarını kullandığımız baharatları ağaçlarda filan görmek, tarçın ağacının kökünde vicks koklamak çok ilgi çekici geldi. Adeta bir botanik dersi gibiydi. Örneğin vanilyanın bir bitki olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Kullandığımız bir çok toz baharatın kaynağını bilmediğimizi farkettim. Meğerse vanilya sarmal bir bitkiymiş. Karanfilin ağacı varmış. Kafama "Jack fruit" düşse ölürmüşüm. Limonla ilgisi olmayan limon diye bir otsu bitki varmış. Bunun sabunuyla yıkanınca sivrisinek ısırmazmış.

Turistleri genellikle iki rehber birlikte gezdiriyor. Bunlardan birisi hoca tavırlarıyla; hazmı kolaylaştırır, soğuk algınlığına iyi gelir, papaya iyi gelir (burada papa dediği ben oluyorum!!) gibi tıbbi bilgiler verip sizi imtihan ederken, diğeri ağaçlara tırmanıyor, yapraklardan çanta, bilezik, kolye yapıyor, gözlük imal edip gözünüze takıyor. Turun sonunda da bahşişi paylaşıyorlar. Bizim hocanın dediğine göre; baharatların kraliçesi tarçın ağacı, kralı ise karanfilmiş. Herhalde en fazla para kazandıranlar bunlar olsa gerek.

Baharat bahçelerinden çıktıktan 15 dakika kadar sonra Jozani ormanının bir ucuna geldik. Burada da ücret karşılığı yerel rehber alıp, sıkıcı bir orman yürüyüşü yapmak zorunlu. Bizimki bahşişi hakketmek için yolu uzattıkça uzattı. İşte örümcek ağ örmüş, ne büyük salyangoz, şurada bir kuş var ama yok gibi lüzumsuz bir yürüyüşten sonra asıl konuya geldik. Yani dünyada yalnız bu bölgede yaşayan kırmızı saçlı maymunlara...

Burada biraz mola verip, maymunlar uğruna neleri kaçırdığımızı anlatacağım. Aşağıda ...mış ...mış diye yazdıklarım bir dahaki sefere bıraktıklarım.

Ormanın bizim gitmediğimiz deniz tarafı çok daha orijinalmiş. Bunu maalesef döndükten sonra, ağaçları tekne yapımında kullanılan Jozani ormanına Türkçe'de neden "subasar ormanı" dendiğini araştırırken öğrendim. Ormanın Chwaka körfezinin kıyılarındaki kısımlarında, üzerinde yürürken altınızda sürüp giden yaşamı izleyebileceğiniz uzun tahta köprüler varmış. Bir anlamda tropikal bir adanın nasıl oluştuğunu görebileceğiniz, canlı bir organizmanın üzerinde olduğunuzu hissedebileceğiniz bir yer! Daha önce Kenya'da okyanus kıyısındaki resiflerde dolaşırken, hayatımda ilk defa canlı bir mercan gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Şaşkınlıkla heyecan arası bir duyguydu. Aralarında yüzdüm, üzerlerinde yürüdüm. Atolleri, mercan adalarını düşündüm. Benim kadar canlı, dünyadaki her canlıdan daha yaşlıydılar. Fakat ne kadar yaşadıklarını kimse bilmediğinden, yaşsız yaşlılardı.

Bu ormanda tuzlu suda yetişebilen ve kökleri toprak ve resiflerin üstünde sarmaşık gibi yayılan dokuz ağaç türü varmış. Bu kökler bir yandan adayı getgitle yükselen sulardan, tsunamilerden korurken, sular yükseldiğinde aralarına dolan balık ve yengeç gibi canlılara da üreme ortamı sağlıyormuş. Bunlar büyük bir olasılıkla, mangrov veya mangal (mangrove) adı verilen ormanlar. Dünyada bu sınıfa giren 70 kadar ağaç türü var. Önceki yıllarda National Geographic dergilerinden birisinde okuduğum bir makale bu ormanları; bir ayağı karada, bir ayağı denizde olan bitkisel amfibiler olarak tanımlıyordu. İç kısımlar adanın daha yaşlı kısımları olduğundan, resifler üzerine dökülen yapraklar ve bitki artıkları zamanla toprağa dönüşmüşler. Bizim sıkıntılı yürüyüşümüzde rehberin söyleyip benim es geçtiğim, "ormanın altı denizle irtibatlı..." gibi bir lafta kastedilen de muhtemelen buymuş. Biz işte, ormanın daha yaşlı kısmında dolaşıp esas olayı kaçırmışız. Yani doğumunu!

STONE TOWN "Mji Mkongwe"

Oymalı tahta kapılar, esir pazarı, dar sokaklar, kale, mercan kayalarından yapılmış evler ve "Stone Town"...

Stone Town buraya İngilizlerin verdiği isim. Bu toprakların çocukları, Swahili halkı, bu eski şehre "Eski şehir, Mji Mkongwe", karşı sahile de "Karşı Sahil, Ng'ambo" demişler. Karşı sahildekilerin karşı sahile ne dediklerini bilmiyorum. Bu toprakların çocukları derken, doğu Afrika'dan geldiklerini düşünüyordum. Evet, oradan da gelmişler, fakat bu adanın Zangibar olarak asıl kurucuları İran'dan gelen Şiraz'lı göçmenlermiş! Zangibar, Farsca "zencilerin sahili" demekmiş. Ada, 16 ve 17nci yüzyılları Portekiz egemenliğinde geçirmiş. Daha sonra "Umman Sultanlığı" dönemi başlıyor. Bu dönemde, Umman Sultanları bu güzel (ve zengin) adada daha uzun süre kalabilmek için, Muscat'taki yönetim merkezlerini Stone Town'a taşımışlar. Böylece hem baharat, hem de köle ticaretinin parsasını toplamışlar. Zenginlik başlarına vurunca birbirlerine düşmüşler. Burada bir ihtimal Zanzibar'lı Lawrence (!) devreye girmiş. Ummanlılar bir gün uyandıklarında bakmışlar ki, başlarında İngiliz bir vali var, hayırdır inşallah!
Stone Town, Zanzibar şehrinin sadece ufak bir kısmı. Adanın batı, yani ana kıtaya bakan kenarında denize doğru çıkıntı yapan, aşağı yukarı üçgen şeklinde bir alanda yer alıyor. Eski bir balıkçı kasabası olan kentin taşlaşması, ondokuzuncu yüzyılın başlarında, Umman emirliğine bağlıyken olmuş. Basit balıkçı kulübelerinin yerini mercan resiflerinden kesilen, taşlaşmış mercanlarla inşa edilen evler almış. Üçgenin tepesinde yine Ummanlılar tarafından onyedinci yüzyılda yapılan küçük bir kale, tabanında da meşhur meyve-sebze pazarı "Darajani Market" var. Dar ve karışık sokaklarında kaybolmazsanız yarım günde her tarafını görebilirsiniz. 2001'de UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış. Sebep; Hint, arap ve Swahili dili konuşan halkların birlikte yaşadığı bölgede kültürel açıdan sıradışı bir örnek olması. Bu resmi ifadeye gayri resmi olarak orta Afrika ve kolonyal mirası da katabilirsiniz. Yüzyıllarca her yıl 50000 civarında Afrikalı kıtanın içlerinde yakalanıp zincire vurularak bu adaya getirilirse bunun bir mirası kalmaz mı?
Bu konuya tekrar döneceğim.

Katip Çelebi Cihannüma’da (1654), Zanzibar yapımı kapıların İran’da servet denebilecek fiyatlara satıldığını yazmış. Halen buna benzer bir fark Nungwi köyü ile Stone Town arasında mevcut. Aynı kapıyı köyde dörtte bir fiyatına almak mümkün. Yeni bir ev yapılacağı zaman önce kapısı sipariş edilir, "Kişiye özel" kapı, evin sıradan bir parçası değil, sahibinin statüsünü ve varlığını gösteren bir alamet olurmuş. Şehri dolaşırken kapıların şeklinden ve oymalarından, o mahallede hintliler mi yoksa araplar mı oturuyor anlaşılabiliyor. Örneğin; lale, fil şekilleri ve bakır mahmuz kullanılan, üst kenarı yarım daire şeklindeki kapılar Hint kökenli ev sahiplerine ait. Müslüman Swahili halkına ait evlerin kapılarında grafik desenler hakim. Kapıların üst kenarları düz ve üzerinde kafesi andıran oymalar var. Sıklıkla Arapça yazılmış ayetler görülüyor. Bazı kapılara da bizim kilimlerdekine benzeyen anlamlı mesajlar kazınmış. Balık resmi ev sahibinin çoluk çocuk isteğini, lotus motifi yenilenme ve üreme gücünü, zincir güvenliği, ters "S" işareti varlığı ifade ediyormuş, vs vs... Yalnız Cihannüma'da yazılanlar kafamı biraz karıştırdı. Demek ki kapı olgusu taş evlerden daha eski. İlk taş evler bin sekizyüzlü yılların başlarında görülmeye başlandığına göre, balıkçı kulübelerinden taş evlere geçiş arasında, bu güzelim kapıların kullanıldığı, bir de ahşap dönem olmalı. Buna ansiklopedilerde ve elimdeki kitaplarda rastlamadım. Adanın tarihini İngilizlerden öğrendiğimize göre bu da gayet normal.


Tarihi kapılardan ancak 277'si bugüne erişebilmiş. Barış müzesinin arka çıkışındaki kapı 1701 tarihinde yapıldığı bilinen en eski kapıymış. Biz en büyük ve güzel kapı örneklerini halen müze olarak kullanılan dört katlı "acaip" güzel bir binada gördük. bu binaya ingilizler "House of Wonders" araplar "Beit el-Ajaib" adını vermişler. Hangisi hangisinin tercümesi bilmiyorum. Sarayın tarihi Zanzibar'ın tarihi gibi. Binayı Seyyid Barghash kendisi için 1883'te yaptırmış. O zamanlar ada Umman ve Zanzibar sultanları arasında pay edilmiş durumdaymış (solda, eski bir fotoğrafta Ummanlı kadınlar görülüyor!). İngiliz amcalar böyle uygun görmüş. Bargash ve kızkardeşi Seyyida Salme İngilizlerin başını epeyce ağrıtmış. Sonra Salme Almanya'ya kaçmış. Otobiyografi yazan ilk müslüman Afrikalı kadın olarak ünlenmiş. Bunu müzede de gördük. Bargash'tan sonra yerine geçen oğlu Khalid otonomi isteğiyle İngilizlere savaş açmış. Onlar da yetti artık deyip sarayı bombalamışlar! 1896'daki bu savaş 45 dakika sürmüş ve tarihin en kısa savaşı olarak kayıtlara geçmiş. İngilizler biraz değiştirerek sarayı yeniden yapmış ve bir süre kendileri kullanmışlar. Eh ne de olsa kendi mahalleleri! Kıtadaki ilk asansör ve İlk elektrik donanımı da bu binadaymış. Asansör hala çalışıyor. Adamlar harikalar sarayı demekte haklı.

Doğu Afrika’nın en ünlü esir pazarı da bu adadaymış. Bu işe önce Umman'lılar başlamış. Ummanlıların adaya ne getirip ne götürdükleri yandaki resimlerde rahatlıkla görülebiliyor. Tatlı parayı gören Avrupalılar esir ticaretine el koyup devam ettirmiş. Afrikanın ortalarından kaçırılan insanlar buraya getiriliyor ve adeta depolanıyormuş. Yılda yaklaşık 50000 köle! Bu depo yerlerinden birisini görmek istedik ama kapalıydı. Kapısından döndük. İnsan ne yapar eder, o kapıyı açık tutar. Livingstone'un çabalarıyla, esir ticareti 1807'de yasaklanmış (güya). Bu korkunç ticaretin tam olarak bitişi ise 1964. Şaşırdınız mı? Aklınızı biraz daha karıştırayım: Kölelerin bağlanıp kırbaçlandığı ağacın bulunduğu tepede bugün bir Anglikan kilisesi bulunuyor. Yahu, bu günahları kim işlemişti? Kim kimin günahını çıkartacak? Burada bir Swahili atasözü yazmanın tam zamanı:

Nyyani halioni kundule huliona la mwenziwe
(Bir maymun kendi kıçını görmez...)

Evet, tekrar maymunlara dönelim...

PROCOLOBUS KİRKİİ
Onları bulmak için en kestirme yol önce badem ağaçlarını bulmak. Tabii ki bizim, kendi kendimize bu ağaçları kendi kendimize tanımamız mümkün değil. Rehberin söylediğine inanmak zorundayız. Ayrıca günün erken saatlerinde veya akşam üstü, yani beslenme saatlerinde ormanda olmak ve sessizlik gerekiyor. Baskın basanındır. Parola badem, işareti Colobus! Rehberimiz; "badem" deyince mesajı aldık ve gördük. Ağaçların dallarında kırmızı gözleriyle bize bakan bir sürü kırmızı tüylü maymun vardı. Bunlar kırmızı Colobus maymunları. Özellikle sırtları kırmızı tüylerle kaplı. Erişkini, çocuğu, her yaştan ve her boydan çok güzel hayvanlar. Küçüklerin saçları henüz kızarmamış. Dünyada sadece Zanzibar'da yaşayan bu maymunların tek yaptığı bütün gün badem yaprağı ve meyva yemekmiş. Çocukların sayısına bakılırsa, biraz da seks filan... Sindirim sistemleri hassas olduğundan, arada rahatlamak için de ağızlarına kömürleşmiş odun parçaları atıyorlarmış. Eucarbon durumları anlayacağınız. Meyvalara zarar veriyorlar diye bir aralar katliama uğramışlar. Soykırımdan geriye kalanların sayısı bin küsura yeni ulaşmış.


DALLA DALLA
Anlatırken olduğu gibi gezerken de hepsi birbirine karıştı. Tüm hedefleri aynı gün içinde tüketmek pek akıllıca değilmiş. Zaman olarak bir sorun olmadı. Akşam vakitlice otele döndük. Pek yorgunluk da olmadı. Fakat ne ormanın ne de şehrin tadına varabildik. Orman olayını yukarıda yazmıştım. Turu tek günde tamamlayabilmek için yanlış seçim yapmış, ormana ters tarafından girmiştik. Bunu sineye çektik. Geriye kent merkezi kalıyordu. Otelin barında oturup içkilerimizi yudumlarken kararımızı verdik. Burhan'ı ekip, Stone Town'a kendi kendimize gidecek, aylak aylak gezecektik. Öyle de yaptık.

Ertesi sabah erkenden otelden ayrıldık. Köyün arka sokaklarında on dakika kadar yürüyüp durağa geldik. Köylü hemşerilerimizin arasına karışıp bir minibüse yerleştik. İki kişi 3 TZS (bir kuruş bile değil) ödeyerek, özel araçların 100 dolar istediği yolu 1,5 saatte katettik, şehre geldik. Tüm minibüslerin son duraklarının sebze-meyve pazarının yakınında olması büyük kolaylık. Marketin arkasında şehrin başladığını önceden biliyorduk. Önümüzdeki sokaklardan birisini rasgele seçip labirente daldık. Hep batıya gidersek deniz kenarına varacağız.


Kentte Freddy Mercury'nin adıyla anılan iki yer var. Birisi sahildeki bir kafe. Buraya gidilebilir. En azından kocaman vantilatörleri ve güzel bir manzarası var. Freddy'nin Faruk Bulsara olarak doğduğu ev diye gösterdikleri yer ise sadece bir plakadan ibaret. Postanenin yanındaki evde hediyelik eşya satışından başka birşey yok. Onun için Mercury olayını geçelim. Kentte görülecek yerlerin hemen hepsi sahil tarafında. Beit el-Ajaib mutlaka görülmeli. Tam olarak gezmek 1-1,5 saati alıyor. Sarayın tam önündeki Frodhani bahçeleri akşamüstü çok güzel oluyor. Bu ikisinin hemen yakınındaki kalenin içi de güzel dükkanlar ve kafelerle dolu. Ayrıca bir de, sonradan eklenmiş olan amfi tiyatrosu var. Burada da müzik-dans şovları yapılıyormuş. Biz görmedik. Genellikle bir aşağı bir yukarı dolaştık. "Buni" kafede öğle yemeği, "Archipelago"da dondurma yedik. Bol bol (nefis) baharatlı Zanzibar çayı, Zanzibar kahvesi içtik. Akşamüstü tekrar başladığımız yere geldik. Dönüşü dala-dala denen kamyonetten bozma bir arabayla yaptık. Herkes kamyonetin kasasında, kenarlardaki tahta sıralarda oturuyordu. Biz de bir kenara sıkıştık. Bu araçların yolcular için avantajı, kasanın üstünde ayrıca her çeşit yük, çuval, inşaat malzemesi veya hayvan taşınabilmesi. Kısacası gayet turistik bir hizmet! Bu da Zanzibar'ın "must"larındanmış. Atlaya zıplaya iki büklüm Nungwi'ye döndük. Bir ara daracık yerde 28 kişi saydım. Rehberlerin "ille de yapılmalı" meraklıları binebilir. Ben bir daha binmem. Şöför ilkönce bize turistik tarife çekmeye kalktı. Allahtan fiyatları biliyorduk. İtiraz ettik. Biz de Nungwi'liyiz dedik. Köyden geldik, köye dönüyoruz dedik. Birden tüm yolcular bizi savunmaya başladı. Hop mop dediler, fiyat normale indi. Bizde böylece Nungwi'nin yerlisi olmuş olduk. Benim için en güzel tarafı, her tarafı açık olduğundan, yol boyunca baharat kokuları koklamaktı. Zaten adada nereye gitseniz bu koku sizinle geliyor. Ta ki uçağa binene kadar.

HAVA ALANI ve UÇAK
Dönüş günü hava alanına giderken şöförden, "Stone Town" içinden geçerek gitmesini istedik. Bu kent son bir kere daha görülecek kadar hoşumuza gitmişti. Son elveda gibi bir şey. Hava alanı ile şehrin arası 7 km kadardı. Şurası ne güzeldi, burası şurasıydı derken, şehir bitti, yeşillikler uzadı ve birden şoför durdu; hava alanı, dedi. Etrafta bu tanıma uyan hiç bir şey yoktu. Ufak dükkanlar, tek katlı bir bina, hepsi o kadar. Tekrar, burası hava alanı dedi, indik. Bavullarla nasıl, nereden gireceğiz diye bakınırken bir pencerenin önünde kısa bir kuyruk gördük. Pencerenin üzerinde de Kenya Havayolu yazıyordu. Allah allah, burası mı? derken anladık ki, burası. İşlemler hızla tamamlandı, allaha emanet bir bavul kontrolünden geçtik ve içeri girdik. Pardon, birara birisi de pasaportumuza bir göz attı. Binanın arka tarafında bir pist ve pistte pervaneli bir uçak bizi bekliyordu. Nairobi'ye gidiyoruz.

Zanzibar'a tekrar gelmek isterim. Şubat aylarında Doğu Afrika'nın önemli müzik festivallerinden "Bilgelik Sesleri, Sauti za Busara" kalenin içinde yapılıyormuş. Tüm sokak araları dansçılarla doluyormuş. Bu çok güzel olabilir. Temmuz ayında da "Stone Music Festival" var. Bu festivallerin tarihlerini kontrol ederek gelmeli. Ayrıca bir süre de merkezi bir yerde kalmak gece hayatını yaşamak açısından tercih edilebilir. Otel tavsiyem "Tembo House" veya biraz daha pahalı olan "Serena"... Meraklısına gündüzleri "Dhow Countries Music Academy"de perküsyon dersleri de var.

Tekrar gelirsem Jozani ormanına Chwaka körfezi tarafından girerim. Nungwi'de yaptığım gibi, yağmur altında resiflerde yürürüm. Bakarım ki deniz yükselmiş, gelmiş, denize girerim. Akvaryum balıklarının arasında yüzerim. Nungwi'ye gider çocuklarla top oynarım. Yorulunca gider bir mango ağacının altında baharatlı kahvemi içerim. Gün batımını o salaş kahvede seyrederim. Gidemezsem, gidenlere anlatırım. Gidin, bulutları Zanzibar'da seyredin derim....


18 Şubat 2011 Cuma

Feyza'dan...

SAKA KUŞUNUN AKLIMA GETİRDİKLERİ..


Saka Kuşu denemeni okuyunca - bu arada seyahat ve bu tarz yazılarını çok keyifle okuyorum - benimde aklıma yaşadığım iki kuş hikayesi geldi..Paylaşayım dedim..

971 Haziranında Ankara'da sıcak bir gece ,.. Eskişehir yolundaki Devlet mahallesi lojmanlarının giriş katında Üniversite 1.sınıf talebesi olan kız çocuğu finallere hazırlanıyor,.. dalmış , harıl harıl ders çalışıyor . Evde yalnız, babasıyla annesi komşularda , kardeşi her zamanki gibi sokakta..
Bir anda salonda bir gürültü patlıyor , kocaman bir kedi Fransız balkondan içeri atlıyor.. Kafesteki Kanarya'nın çığlıklarıyla , Kızın çığlıkları birbirine karışıyor ve Kız kendini odasına kapatıyor. Niye ?.. Tavuklar dahil bütün hayvanlardan korkuyor, annesini çocukken ısıran köpeğin sayesinde !! ..
Bir süre sonra sakinleşip dışarıyı dinliyor ve seslerin kesilmesiyle de salona çıkıyor,.. bakıyor , kedi gitmiş ama kafes yerde, neyse ki Babasının sevgili Kanaryası ölmemiş kafesin bir köşesinde büzüşmüş kalmış, hemen kafesi düzeltiyor ortalığı toparlayıp, sıcak mıcak dinlemeden bütün kapıları pencereleri kapatıp yatıyor ve uyuyor..

Sabah kalkınca - muhtemelen bir Pazar günü sabahı herkes evde zira - bakıyor ki babası ve kardeşi pek üzgün , - annesi !?.- Ne oldu ?.. diye sorunca, kuşlarını kafeste ölü bulduklarını söylüyorlar , O ' da akşam olanları anlatıyor ,.. Babası acı acı bakıp -eh be Kızım,. bir kediyi kovamadın mı , demek ki ödü patlamış hayvancağızın - diyor..

Bir daha hiç kuşları olmuyor, havadakiler dışında !!..

Ama Kız ahdediyor hayvanlarla dostluk geliştirmeye , yıllar süren çabaları sonucunda , şimdilerde komşuların Kedileri kapı açtırıp evin zilini çalmak üzere onun işten gelişini bekliyorlar ,..Sokak köpekleri taksiden inince yanına gelip hoşgeldin selamı veriyorlar,.. Kumrular penceresinde doğurup yavrularını büyütüyorlar,. Martılarla uzun yıllara dayanan dostluğu artık bir başka boyuta taşınmaya hazırlanıyor !!..

Bu öykü ise 977'nin soğuk bir Ankara akşamında geçiyor..

Kız çocuğu büyümüş ,. evlenmiş,. kocasının bir akrabalarına özel bir yemek için davet edilmişler.
Gidilmiş ,sohbet edilmiş, yemek odasına sofraya davet edilmişler , kalabalık bir akşammış uzun bir sofra kurulmuş ve sofranın orta yerindeki koca bir tepside ise küçük küçük 20-30 tane kızarmış tavuk benzeri hayvanlar varmış..

Ev sahibesi hadi hadi oturun soğutmayın devamını getiriyorum deyip herkesi masaya oturtmuş , Kız ise şaşkın şaşkın bakınıp, bunların ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş , tam o sırada misafirlerden birinin "bu Güvercin ziyafetini yeni Geline borçluyuz ne zamandır yemiyorduk" demesiyle olayın farkına varıp ,.. kendini önce yemek odasından sonra da evden dışarı atmış.

Anadoluda Kuş yemekleri yapıldığını üstelik hatırlı misafirlere sunulduğunu o gece öğrenen İstanbullu Kız !!. O gece den sonra yıllar boyu hiç bir yerde kendi pişirdiği tavuk dışında tavuk yemediği gibi ,.. hâlâ gittiği restoranlarda Denizden çıkanlar ya da Köfte dışında bir şey yememeye çalışmaktadır sürprizlerle karşılaşmasın diye..

Feyza Dinç, 18/şubat/2011 http://wwwfeyza.blogspot.com/

17 Şubat 2011 Perşembe

BİR KAZADAN ALINAN DERSLER ve HAYYAM

1.  Bir daha kaza yapma!
2.  Yol güzergahını, yola çıkmadan önce planla (planlamıştım)
3.  Yolda giderken yol planını değiştirme (işte bunu yapma!)
4.  Arabayı çizmişler diye üzülme
5.  Kaza günü araba yıkatma
6.  Benzin deposunu "full"leme
7.  Bagajda odun taşıma
8.  Bir kaç dua öğren
9.  Bahçeye çuha çiçeği dik
10. Alaska planlarını hızlandır
11. (veya) Alaska'yı göremedim diye üzülme
12. Sevdiklerine, son defa sarılır gibi sarıl
13. Arabada bir çikolata bulundur
14. İşsiz kalıp evde oturmak kötü bir şey değil...

Ben olmayınca bu güller, serviler yok
Kızıl dudaklar mis kokulu şaraplar yok
Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok
Ben düşündükçe var dünya, ben yok, o da yok.
                  
                                                       HAYYAM

16 Şubat 2011 Çarşamba

YARISINI BİLMEK!

Her şeyin yarısını bilmek iyidir.
(veya bazı şeylerin)
Ne gibi?
Yola çıkmışsan
geri döneceğini zannetmek,
Hastaysan, kanser olmadığını
Kansersen, metastaz olmadığını
Karaciğerde varsa, akciğerde olmadığını,
Sol akciğerinde varsa, sağda olmadığını...
Öleceksen, henüz ölmediğini
bilmek
veya
ne zaman öleceğini
bilmemek gibi...



13 Şubat 2011 Pazar

FEYZA'YA

Duyduğuma göre kanserinle tutkulu bir aşk yaşıyormuşsun! Tutkular zamanla insanı esir alır, hasta eder. Ne zaman, nasıl kurtulacağını bilemezsin. Eline yapışmış bir koli bandı gibidir. Ne kadar sallarsan salla seni bırakmaz! Ama artık kurtulma zamanı! Ayrılık vakti geldi. O seni terketmediğine göre (manyak aşık!), sen onu terket. Aldat onu, sana ihanet ettim de, sana layık değilim de, sevmiyorum de, terket! Terket ve geri dön!

3 Şubat 2011 Perşembe

KARDEŞLER!

Devlet Meteoroloji Müdürlüğünden aldığımız bilgilere göre hava durumları hava-cıva olmuş.
Herkes başının çaresine baksın. Ayvalar bu sene çok mu bol? Kirazlar ne alemde? Çiçekler erken mi açmış? Mandalinalar dalında mı donmuş?

Bazı yazarlar Mısır'daki ayaklanmanın bize umut olduğunu yazıyorlar; Yaşasın Mısır isyancıları! İsyan Türkiye'nin demokrasi savaşına da hizmet ediyor (muş!). Türkiye'nin asıl umudu, ve de bu umudun kaynağındaki güç, laikliktir. Ampulun sıcağı biraz ılıdıysa, laik Türkiye'nin soğuk kanlılığındandır. Türkiye'nin demokrasi savaşına diğer hiç bir müslüman ülke, hele bir Arap ülkesi umut veya örnek olamaz!

Bugünü anlamak için geriye, çok değil, 32 yıl öncesine bakalım. Yetmişlerin sonunda İran'da olan neydi? Şahın benzer diktatoryası sona ererken bütün dünya devrimi alkışlamıyor muydu? Devrim özgürlükler için yapılmamış mıydı? 32 yıl önce de İran halkı ekmek, refah ve demokrasi istemiyor muydu? 32 yıl önce de şah diktasının alternatifi müslüman kardeşlerimiz değil miydi? Demek ki bazı şeyleri alkışlarken, arkasından gelecekleri de düşünmek gerekiyor. Ya da öğüt verirken...

Başbakan Erdoğan, Mübarek'e öğüt verirken "halkın sesini dinle" diyor. Halk dediği insanlar müslüman kardeşler olmasaydı aynı öğütü verir miydi? Kulakları kendi halkının sesine sağırken, başkasına nasıl öğüt verebiliyor? Laiklik yorumları ya da adalet anlayışı mı kulakları sağır kılan? Pardon, bizdeki gürültüyü çıkaranlar ergenokoncuydu, unutmuşum. Konumuza dönelim:

Çok uluslu sermayenin çağdaş diktatörlerinin koltukları neden hep birlikte sallanmaya başladı? Arkasındaki sebep sadece yoksulluk ve yolsuzluk mu? Yoksa bizim politikacıların çok sevdiği o laftaki gibi; tüm bu kalkışma, demokrasi amacıyla değil de, başka şeyler için "araç" filan mı? Tunus, Mısır, Lübnan, Suriye, Ürdün... Neden hepsinin arkasında benzer örgütlerin, hatta aynı örgütün adını duyuyoruz? Yeşil kuşak, BOP mop,  filan derken, asıl kuşatılan Türkiye mi? Bütün bu sallanan yönetimler, laf gelişi demokrasiler daha önce "Osmanlı" idiyseler, "Yeni Osmanlı" dedikleri bu mudur? 

Ortadoğu cennet mi olacak, cehennem mi? 32 yıl sonra bakıp kendimize ne soracağız? Yoksa önce ulemaya mı sorsak?