16 Mayıs 2014 Cuma

GÜNDÜZÜN KARANLIĞINDA



Soma Kömür İşletmesi'nde bir felaket yaşandı. Yetkili yetkisiz herkes konuşmaya başladı. Televizyondaki emekli albayların yerini maden mühendisleri aldı. Bu ülkenin en organize sektörü, cenaze hizmetleri her zaman hayran kaldığım düzeniyle çalışmaya başladı. Hacılar, hocalar devreye girdi, hatimler indirildi, hutbeler okundu. Madenci hikayeleri dilden dile dolaştı. Baş sağlığı dilekleri havada uçuştu, günlerdir havalandırma bacalarından yükselen kara ise bulaşıp göğün bilmem kaçıncı katına ulaştı. Gündüzün kararması bundandır.

"Somasonolsun" diye bir kampanya başladı. İmzaladım. "Son olsun" demekle olmuyor, neden son olmuyor, onu araştırdım. Yazımın karanlık olması ondandır.

Önce çok ölümlü maden kazalarına baktım. Avrupa'da son 1913 yılında, Galler'de olmuş. Diğerleri Rodezya, Hindistan ve Çin'de. Çin'de yedi milyon maden işçisi olduğunu hesaba katmak lazım. Japonya'da da en son 1963'te bir maden felaketi yaşanmış. Sonra son on yıldaki tüm kazaları araştırdım. Çin, Kongo, Pakistan, Yeni Zelanda, Şili, Meksika, Sovyetler Birliği kazaları daha az kayıplarla atlatmış. Amerika Birleşik Devletleri'nde 2006, 2007 ve 2010 kazalarında toplam 47 madenci ölmüş. Demek ki her yerde olabiliyormuş dedim. Bu gerçek beni teselli etmedi. Ayrıntıya girince nerede, ne zaman insan hakları sorunu varsa, orada daha fazla ölüm olduğunu gördüm. Fıtrattan bahsedenlere kızmam ondandır.

Avrupa'ya özeniyorsak, hani muasır medeniyet filan, Avrupa'ya baktım. Maden işçisi sayısında bize en yakın olanın Almanya olduğunu gördüm. Ayrıca Almanya, dünyadaki kömür madeni rezervlerinde birinci sırada yer alıyor. 2012 yılı istatistiklerine göre tüm maden ocaklarında yaklaşık kırk bin işçi çalışıyor. Kurtarma ekipleri ve yöneticilerle birlikte sayı elli iki bine çıkıyor. Bizdeki maden işçilerinin sayısı 48706. Almanya'daki son çok ölümlü kaza 1988 yılında olmuş ve 51 kişi ölmüş. Bundan sonra, düne kadar sadece 3 kişi hayatını kaybetmiş. Hiç kaza olmamış değil, ama insanlar bir şekilde kurtulmuşlar. Aynı süreçte bizdeki kayıp sayısı 1599! Son otuz yılda yukarıda saydığım ülkelerin tümünde, Çin dahil, kazalar belirgin şekilde azalırken bizde tam bir istikrar göze çarpmakta (!). Belli ki adamlar emekçileri koruyacak tedbirler almışlar. Sayıların içimi karartması bundandır.

1999 Marmara depreminden sonra Veli Küçük günah keçisi ilan edilmiş, imar planlarında fay hatlarının yerini keyiflerine göre değiştirenler, çürük inşaatlara imza atanlar ve bilumum ahlaksız zevat kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırıp ortalıktan toz olmuştu. Bu olay da muhtemelen şirketin bir kaç mühendisine veya güvenlik uzmanlarına mal edilip, mağdurlara ödenecek cömert tazminatlarla kapanıp gidecek. İnternette kuru bir istatistik olarak kalacak. Aynı şirket hiç bir şey olmamış gibi başka bir yerde, mesela bir nükleer santral inşaatında önümüze çıkacak. Sorulunca da "deneyim kazandıkları" söylenecek. Karanlıkta suratımıza yapışan örümcek ağlarından kurtulmak kolay kolay mümkün değil. Umudumun karanlıklarda hapis kalması ondandır.

Bu küreselleşme ve özelleşme yalanında, hiç bir özel şirket maliyet hesabı yapmadan güvenlik önlemi almaz. İnsan haklarını hiçe sayan bizimki gibi devletler de özel şirketlerle aralarındaki menfaat zincirini kıracak tedbirler almaz. Bizim uyanık siyasetçiler bu denklemi çok önceden çözdükleri için bu noktaya gelindi. Önce güçlü sendikaların üzerine gidildi. Yönetimler el değiştirdi. Kalanlar sarı sendika oldu. Güvenlik tedbirlerini sorgulayacak, emeğini savunacak, işverene karşı dik duracak sendikalar yok edildi. OECD Türkiye'yi sendikasızlaşma birincisi ilan edince kimsenin umurunda olmadı. Olan işçi ve emekçilere oldu. Soma madenlerine o gün kaç kişinin indiği hala bilinmiyor. Sayılar saklanıyor. Yaşı küçük işçi yok derken, kaç kişinin sigortasız çalıştırıldığı söylenmiyor. Kömür çıkarmanın maliyetini 140 dolardan 24 dolara indiririm diyerek ihale alan şirkete kimse bunun neye mal olacağını sormuyor. Tarımın ve hayvancılığın öldüğü, sanayinin ithalata kurban edildiği ülkede insanlar duble yollarda ve madenlerde ölmeye mahkum ediliyor. Çaresizlik ve çözümsüzlük halkımın kaderi oldu. Yavaş yavaş ısınan tenceredeki kurbağalar gibi olduk. Popomuzdan yükselen yanık kokusu ondandır.

Yazımı yazarken Fado dinliyorum. Fado Portekiz dilinde alın yazısı veya kader gibi bir anlama geliyor. Sevgililerini denize uğurlayan ve geri dönmelerini umutla bekleyen Portekizli kadınlar denize bakıp ağıt yakarlarmış. Kaderci olduğumdan değil, o kadınları sevdiğimden dinliyorum. Artık geri gelmeyecekler için söylenen anlamadığım kelimeler odada dolaşıyor. Anlamasam da seslerin tınısındaki hüznü, acı ve özlemi hissediyorum. Lakin hissettiklerimin onlara bir faydası olmuyor. Ne Portekizli, ne de Somalı kadınları teselli edebilmem mümkün değil. Kömür madeninin kara boğazından kara dumanlar çıkıyor. Daha fazla duman, daha fazla acı demek. Umutlar azalıyor. Duman arttıkça hiddetim de artıyor. Somalı kadınların yüreklerini yakan kor, başkalarını da yaksın istiyorum. Onların yüreğindeki kor gündüzün karanlığını aşıp, öyle bir yere düşsün ki, gecemizin aydınlığı olsun, başka acılar olmasın. Kızgınım. Sermaye - iktidar iş birliğini okuyorum. Dumanın isi gerçekleri örtmeye yetmiyor. Öğrendikçe kızıyorum. Kızgınlığım karanlığa değil, aydınlığın önündeki perdeye. Perdeyi yırtıp atmak istiyorum. Uzanıp tüm gücümle çekiyorum. Biliyorum ki gündüzün karanlığı ondandır.


ANLAMADIĞIM ŞEYLER


Anlamakta zorlandığım şeyler oluyor.

Geçen ay Güney Kore'de bir feribot kazası olmuş, çoğu öğrenci, üç yüz kadar yolcu ölmüştü. Öğrencilere izin veren okul müdürü denizdir, normaldir, fıtratında vardır dememiş, intihar etmiş. Kardeşim, sen kaptan mısın? sana ne? Bu kadarla kalsa iyi. Başbakan da durumdan vazife çıkarmış, istifa etmiş. Olay siyasi değil, gemi oğlunun değil, ölenler resmen gezide (!) ölmüş, kimse çıkıp onu suçlamamış, ama adam olayı kendine dert etmiş. Dış mihrak, yan dalga dememiş, kimseye ders vermeye kalkmamış, bu işi beceremedim deyip istifa etmiş! Neden dik durmamış anlayamadım.

Daha önce de Japonya'da, tsunami bölgesinde inceleme yapan bir bakan yetkililere kaba davrandığı için eleştirilince istifa etmişti. Kaba davranmanın açılımını bulamadım. Yumruk mu atmış, beddua mı etmiş bilmiyorum. Ama bu kadar alınganlığı da anlayamadım.

Bu çekik gözler böyledir, her şeyi abartırlar derken Letonya'dan bir haber geldi. Bir süpermarketin çatısı uçmuş, elliden fazla insan ölmüş. Başbakan; "yaşanan trajedinin siyasi sorumluluğunu üstleniyorum" deyip istifa etmiş. Laf çok havalı geldi, ama olayın siyasetle ilgisini anlayamadım. Vicdandır, halka karşı mahcubiyettir dedim, geçtim. Çatıyı yapanı hapse atsalardı daha pratik olurdu.

Demek ki halkının güvenliğini sağlamayı görev sayan yöneticiler var. Muhtemelen demokrasilerin "bucket" listesinde yazılı bir şeydir. Böyle bir listeyi ne gördüm, ne de işittim. Ama ortak bir "temayül" olduğuna göre bir şekilde evrimleşmiş bir davranış şeklidir, insanı insan yapan bir mutasyondur diye düşündüm. Anlamadığım şeyler; Ne diyeyim, ne ad vereyim, tam demokrasi midir, ileri demokrasi midir, diye kararsızlık içinde en uygun kelimeyi ararken (önümdeki alet benden daha akıllı olsa gerek), ekranda şubat ayından kalma bir haber gözüme ilişti; gariban Mısır'da grevler ve elektrik kesintileri üzerine Başbakan ve kabinesi istifa etmiş! Demokrasisine burun kıvırdığımız Mısır'da!!!

Demokrasilerde önemli olan dimos, halk, yani insanın kendisi. Bütün düzen halkın mutluluğu, huzuru ve güvenliği, insanca yaşam şartlarının sağlanması için organize ediliyor. Bunu sağlayan da gene halk! Halk bu organizasyonu yapacak, yapılanları denetleyecek ehil insanları kendi içinden seçiyor. Denetim kısmı önemli. Bu iş sadece devlete bırakılmıyor. Sivil toplum kuruluşları, emekçi sendikaları vesaire devreye giriyor. Teoride böyle... Seçilen insanların ve denetçilerin ortak paydası ahlaklı olmak. Teoride bu da böyle...

Bir örnek verip lafın başıyla sonunu birbirine bağlayayım. Lafa bir feribot kazasıyla başlamıştım. Güney Kore'de olmuştu. Yetkililer olayı talihsizliğe bağlamaya çalışırken, ki bu talihsizlik denen şey bizdeki kader ve fıtrat gibi şeyler oluyor, başbakan istifa etmişti. İlk "Turkish" refleksim doğal olarak "ne alaka?" olmuştu. Benzer reflekslere sahip olsaydık, onlar da muhtemelen "Allah'ın emri" der, geçerlerdi. İkinci "Turkish" refleks öğrencilerin neden geziye (!) gittiklerini sorgulamak olabilirdi. Fakat olmamış. Halk için var olan tüm demokrasilerde olduğu ve "Turkish" aklımla pek anlayamadığım şekilde kaza (derinliğine) araştırılmış ve "alaka" netleşmiş; Hükümetin sağlık ve güvenlikle ilgili düzenlemeleri gevşetmesi, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi vesaire...

Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!!


10 Mayıs 2014 Cumartesi

ENDÜLÜS


Endülüs-Lizbon gezimizden sonra, önce Lizbon'u yazdım. Lizbon'dan sonra, zihinsel olarak Endülüs'e geçmem pek kolay olmadı. Başlamakta biraz zorluk çektim. Hemen her şeyin olduğu gibi yazmanın da en zor kısmı başlangıcıydı.


Bölge ayırt etmeksizin, İspanya hakkında bir yazı yazacak olsaydım herhalde kastanyetle giriş yapardım. Coşkulu flamenko müziğini veya kastanyet tıkırtısını yazıya dökmenin zorluğu karşısında, bu giriş büyük ihtimalle kastanyetin etimolojisiyle sınırlı kalırdı. Kastanyet kelimesinin kökü kestaneymiş derdim. Bu giriş muhtemelen en az benim kadar, okuyucunun da ilgisini çekerdi. İspanyolca "castana" kestane, "Castaneta" kestanecik demekmiş. Aynı anlama gelen bir de çalpara varmış. Farsçadaki car ve pare yani dört parça, bir şekilde "çalpara" olmuş, Türkçemize bir ucundan dahil olmuş. Hüseyin Rahmi'den sonra kullanan olmuş mu bilmiyorum, ama çalparanın Büyük Türkçe Sözlükteki karşılıkları başımı döndürdü.

Bu arada, Endülüs'te izlediğimiz flamenko sanatçılarının ellerinde ne kastanyet, ne çalpara, ne de zil gördüm. Şal ve gül tamam, ama zil yoktu. Neden bilmem. Zil olmayınca zil, şal ve gül trilojisi de iflas etmiş oldu. 


Halbuki Endülüs hakkındaki yazımın nasıl başlayacağı daha yola çıkmadan önce belliydi; zil, şal ve gül! Döndükten sonra da durum değişmedi. Ne zaman yazmaya otursam aklıma Yahya Kemal geliyordu. Şartlı refleks gibi bir şey. Bir fikir almak için internete girip şöyle bir turladım. Baktım ki milletçe aynı durumdayız. Bu üç kelime, her mutfakta bulunması gerekli bir pasta kalıbı gibi, Endülüs'ü anlatan her yazıda karşıma çıktı; zil, şal ve gül. Mecburen bu yazının da kaderi değişmedi. Anlaşılıyor ki zilsiz flamenko oluyor, Endülüs yazısı olmuyor!


ENDÜLÜS NOTLARI

"Gözlerini avucumdan ayırmadan bu güne değin unutmadığım şu sözleri söyledi: Biz Granada kadınları için özgürlük, köleliğin aldatıcı bir biçimidir, kölelikse özgürlüğün kurnazca bir biçimi..."


Bir Granada kadını olan Süslü Sara, Leo'nun müstakbel annesinin el falına bakarken böyle mırıldanmıştı. O sırada Leo henüz doğmamış. Sara olmasa doğma ihtimali de yok. Ağzı tıpalı küçük şişeden orjat şurubu içine damlatılacak üç damlanın, hakkındaki kumpastan habersiz babası tarafından içilmesinden dokuz ay ve birkaç hafta sonra doğan Leo! Adının kitapta geçtiği şekliyle; Afrikalı LeoBu Amin Maalouf romanı Endülüs'ün Endülüs olduğu son zamanlarda başlıyor ve büyük göç dönemi, Müslüman ve Yahudilerin İspanya'dan ayrılışları ile devam ediyor. Geziye çıkmadan önce aldığım notların en başında onun ismi var. Yeniden okunacak anlamına... Altına "Endülüs ve Sevilla" yazmışım. Thomas Cook'un gezi rehberi. Üçüncü sırada "Endülüs'ten Kutsal Topraklara" diye bir kitap var. Konuyu dağıtır diye almamıştım. Onüçüncü yüzyılda İbni Cübeyr yazmış. Bu kitabı keşfettiğim kitabevinde, isminde Endülüs geçen 37 kitap olduğunu gördüm. Az bir ilgi değil. 


Altına "Tarık bin Ziyad" yazmışım. Gemileri yakan adam! Ardından turun İspanya'da uğrayacağı şehirleri not etmişim; Malaga, Granada, Cordoba ve Sevilla. Sevilla'dan sonra Lizbon'a geçeceğiz...


İBER YARIMADASINDA 781 YIL


“Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden sahip olabileceğiniz vardır.”
Müslümanların Avrupa macerası Emeviler devrinde, Berberi asıllı Tarık bin Ziyad'ın yaptığı bu konuşmayla başlamış. İleride İspanya fatihi olarak anılacak komutan askerlerine tek bir seçenek bırakmış; Bulundukları karaya tutunmak. Kendilerini Kuzey Afrika'dan buraya getiren gemiler artık yok, denizde yanmaktalar. Yıl 711.


Bu tarihleri İber yarımadasındaki arap egemenliğinin süresine dikkat çekmek için yazıyorum. Çünkü ilk hesapladığımda oldukça şaşırmıştım. Süre tahmin edemeyeceğim kadar uzundu, tam 781 yıl! Osmanlı saltanatından 157 yıl daha uzun. Dolayısıyla İber yarımadasında olup bitenler sadece bir fetih ve müslümanlaştırma olgusu değildi. Oymalı kapılar ve renkli fayanslardan ibaret de değildi. Araplar yeni ülkelerine kendi inançları yanında, dil, sanat ve kültürlerini taşımışlardı. Ayrıca dönemin özelliklerinden dolayı, Avrupa'nın antik Yunan felsefesi ile tanışması da Endülüs'lü hezarfenler aracılığı ile olmuştu. Örneğin Aristo'yu Avrupa'ya tanıştıran İbn Rüşt'ün tercüme ve yorumlarıydı. Sonuçta geriye kalan da dinleri değil, sanat ve kültürleri oldu. Ustamın söylediği gibi; Hayat kısa, sanat uzun "Vita brevis, Ars longa"...

Geçtiğimiz yıllarda Ortadoğu'daki müslüman ülkelerin bir kısmını görmüştüm. Bunlar vaktiyle, Abbasi hanedanının 750 yılından başlayarak, yaklaşık 500 yıl hüküm sürdüğü ülkelerdi. Bu açıdan bakınca, Endülüs ve Ortadoğu arap dünyasının paralel evrenleriydi. Yapacağımız yolculuk bir evrenden diğerine, adeta bir zaman yolculuğu olacaktı. Aynı dönemde yaşamış benzer kafa yapısında, aynı inançtan insanların iki farklı coğrafyada ve farklı iklimlerde yarattıkları yaşam ortamını ve kültürlerini karşılaştırma imkanı bulacaktık. Böyle bir karşılaştırmanın tabii ki bilimsel bir tarafı yok. Olsaydı iyi olurdu, ama biz tarihçi veya sosyolog filan değil, sıradan turistleriz.


PABLO DIEGO JOSE FRANCISCO DE PAULA JUAN NEPOMUCENO MARIA DE LOS REMEDIOS CIPRIANO DE LA SANTISIMA TRINIDAD RUIZ Y PICASSO



Notlarıma bakmaya devam ediyorum. Malaga yazıyor, yanında parantez içinde "Pablo Picasso"! Pera Müzesindeki Picasso sergisinde, küratörün giriş yazısını beğenerek fotoğrafını çekmiştim. Malaga'ya gideceğimize göre bu yazıyı yanımda götürmeliyim diye düşünmüş, sonra unutmuştum. Serginin özelliği, Picasso'nun 14 yaşında Barcelona'daki Güzel Sanatlar Akademisi'ne gidinceye kadar ailesiyle birlikte yaşadığı evden getirilen özel eşyalarını da içermesiydi. Resimleri, ilk çizimleri yanında patikleri, çocukluk elbiseleri ve kurşun askerleri...

Hoşuma giden, Picasso'nun kendini anlatış şekliydi. Güya Picasso'nun doğduğu evin önünde durup Jale'ye okuyacaktım. Yazı şöyle başlıyor;
"Ben beyaz bir babadan ve Endülüslü küçük bir bardak can suyundan doğdum. Ben Malaga'nın benim soyumu sürdüren başı yasemin çiçeklerinden taçla bezeli güzel boğası Percheles'te on beş yaşında bir kızın kızı olarak dünyaya gelen bir anneden doğdum."
Küratör Arroyo benzer bir üslupla devam etmiş; Yaklaşık 2500 yıllık geçmişe sahip bir kentin merkezinde, Malaga'daki Merced Meydanı'na bakan bir evde 1881 yılında dünyaya gelen Pablo Ruiz Picasso, kız kardeşler, teyzeler, ilk oyunlarını oynadığı meydanda uçuşan güvercinler ve duvarlarına resim kokusu sinmiş evlerinin anılarıyla konuk oluyor...

Evin önündeki Merced Meydanı'nda Picasso'yu gördüm. Ayağında burunsuz terlikler, bir elinde eskiz defteri, diğerinde kalemle bir bankta oturuyor, muhtemelen ilham bekliyordu. "İlham yerine İlhan geldi" deyip yanına oturdum. Ses etmedi. Gözlerini bir noktaya dikmiş, heykel gibi duruyordu. Elime bir kalem ve not defteri aldım. Picasso'yla aynı bankta oturmak herkese nasip olmaz. Bu anı ölümsüzleştirmek için kamerayı Jale'ye verip, arkadaki ev de çıksın dedim, "Museo Casa Natal"... Omuzuna dostça dokunarak, fotoğrafın bir kopyasını göndereceğime söz verdim. Dönüp de bakmadı bile. Meydanda uçan güvercinlere dalmış, başka bir dünyaya geçmişti. Muhtemelen sonraki resmi güvercinler hakkında olacak dedim, yanından ayrıldım...


Endülüs notlarım devam ediyor. Malaga'nın altına ekstra turları not etmişim...


EKSTRA TURLAR


Standart tur şirketleriyle yapılan geziler bazen aynı yere giden uçakların ekonomi tarifesinden bile ucuza geliyor. Bundan da para kazandıklarına göre bizim için sorun yok. Fakat ekstra turlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bunlar tıpkı adları gibi "ekstra" pahalı oluyor. Onun için seçimleri akıllıca yapmak lazım. Böyle diyorum, ama genellikle turun genel havasına kendimizi kaptırıp, sürüden ayrılmamak için o paraları ödemeye razı oluyoruz. Ana turun ucuz olması bu konuda biraz teselli veriyor. Bu turda da öyle oldu. Notlarım ekstra turlarla devam ediyor.

Granada'da El Hambra Sarayı 45 Avro, Sevilla'da nehir turu 35, gene Sevilla'dan Ronda ve Marbella turu 60, flamenko gecesi 55 Avro. Alt alta yazıp iki tanesinin üstüne çizik attım; Nehir turu gereksiz, Marbella gereksiz. Flamenko gecesi çekimser. Bunların çoğu turistik gösteriden öteye geçmiyor. Orada karar veririz. El Hambra olmazsa olmaz, kalın bir daire içine aldım. Ronda? Ronda'yı hiç duymamıştım. Araştırdım.

RONDA

Ronda, Sevilla'nın iki saat kadar güneyinde bir ortaçağ şehri. İsa'dan altı yüzyıl önce, gayet korunaklı ve ulaşılması zor bir yerde Keltler tarafından kurulmuş. İspanya'daki ilk Boğa güreşi arenası 1785 yılında burada açılmış. Tam ortasından geçen derin "El Tajo" Kanyonu, uçurumlarla iç içe, her an aşağı uçacakmış gibi duran evleri ve dik sokakları ile son derece etkileyici, özel bir yer. Bunu ben demiyorum, Rilke diyor: "Dünyada eşi benzeri olmayan yer". Başkaları da aynı fikirde ki, sapa bir yerde olmasına rağmen uğramadan edememişler:
“Kent, ırmağın üzerinde yüksek bir bayırın üzerine kuruludur. Bir meydanı vardır çeşmesi olan; banklar vardır meydanda ve bankları gölgeleyen kocaman ağaçlar. Evlerin balkonları meydana bakar. Altı sokak açılır meydana. Meydanı çevreleyen evler bir kemer altı oluşturur. Öyle ki, güneş cayır cayır kavurduğunda insan kemer altının gölgesinde dolaşabilir. Meydanın üç yanı da kemerlidir, dördüncü yanında da ağaçların gölgelediği bir kaldırım vardır. Bu ağaçlar ırmağın aktığı yarın kıyısındadır. Yarın yüksekliği 300 kademdir.”
Hemingway "feet" demiştir. Okuduğum tercüme benden biraz genç. Tercüman onun için kadem diye tercüme etmiş. 300 kadem  91-92 metre oluyor. Gerçek bir uçurum. İspanya iç savaşı sırasında tutsak edilen faşistler elleri arkadan bağlanıp bu yarlardan aşağı atılmışlar. Bir cumhuriyetçi, ceza yöntemini şöyle açıklamış etrafını çevirenlere: “Kurşunları ziyan etmek istemiyoruz. Daha çok faşist öldürebilmek için onlara ihtiyacımız olacak” Hemingway'in yalancısıyım. “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanında böyle yazmış.


El Tajo kanyonunun iki tarafını bağlayan üç köprü var. En son köprüyü en yükseğe yapmışlar. Adı "Yeni Köprü, Puento Nuevo". Adı yeni, ama mazisi eski. 1793'te açılmış. Yeni ismi biraz da aynı yerde yapılan ikinci köprü oluşundan geliyor. Zira ilki açıldıktan 6 yıl sonra, 1741'de yıkılmış. Bu köprüyü o yıllarda nasıl becermişler, hayret! Köprüden bakınca, Rio Guadalevin yaklaşık 120 metre kadar aşağıdan akıyor. Eski köprü 11. yüzyılda yapılmış, Arap köprüsü de deniyor. Bir de en alt seviyede Roma Köprüsü var. Adı Roma, ama onu da araplar yapmış. Neden "Puente Romano" denmiş bilmiyorum.



Bu arada Setenil de las Bodegas'tan bahsetmek istiyorum. 3000 nüfuslu bu köy Ronda'dan sadece 18 km mesafede, fakat tur programında yok. Olsaydı iyi olurdu. Tur otobüsü Ronda'nın yanından geçip Marbella'ya götürüyor, sonra tekrar Ronda'ya dönüyor. Sevilla'dan Marbella'ya gitmek için 3 - 3,5 saat harcıyorsunuz. Göreceğiniz şey zengin bir marina, lüks tekneler, uzun bir kumsal ve arkasında yükselen bir tatil şehri. Biraz Marmaris'i andırıyor. Parkındaki oturacak banklar ve eski çarşı girişinde bulunan ufak meydana dikilmiş sudan fırlayan at heykeli Gaudi replikaları... Hepsi o kadar.


Bence Setenil de las Bodegas, Marbella'dan daha orijinal bir yer. Üstelik tarih ve görsellik açısından Ronda'yı tamamlayan özellikleri var. İnsanlar taş ve kayaların içine, altına gömülü evlerde oturuyorlar. Bunlar bizim Kapadokya evleri gibi kaya içine oyulmamış. Evler görünüşte normal, beyaz badanalı, bir-iki katlı basit evler. Kayalar bazılarına çatı olmuş. Yetmemiş, çatılardan uzanıp sokakların üstünü örtmüş. Yol kenarında, kayalar altında kafeler var. Ronda ve Setenil birlikte gezilebilirdi. Rehbere sorduk, fakat tur öyle belirlendiği için programı değiştiremeyeceğini söyledi. Meraklısı ve de tur organize eden firmalar bilsin diye yazıyorum. Bu tarz yerleşim yeri, benim bildiğim bir de Portekiz'de var. Monsanto Köyü! Orası da enteresan bir yer. Ayıptır söylemesi, böyle yazıyorum ama ikisini de görmedim.

Notlarımda Granada var. Parantez içinde; Elhamra! Dolayısıyla Malaga'dan sonra Granada'yı yazacaktım. Granada veya Gırnata! Fakat ekstralar bir şekilde turu o kadar domine etti ki bir türlü Granada'ya sıra gelmedi. Daha doğrusu Granada'yı anlatmak içimden gelmedi. Fark edildiği gibi, Granada'yı atlayıp Ronda'ya geçtim. Durum böyle olunca yazımın dengesi bozuldu. Ağırlık ister istemez ekstra turlar, tur şirketi ve rehberlere doğru kaydı... Bir dizi olay, kara bulutlar gibi Endülüs anılarımın üzerine çöktü. O nedenle notlarımın bundan sonrasında iyi ve kötü anılarım bir arada olacak. Fakat kötülerin esiri olup Endülüs'ün güzelliklerine halel getirmeyeceğim. 

TUR REZALETİ? FİYASKO


Buraya kadar yazdıklarım arasında pek dikkat çektiğini zannetmediğim bir konu geçti; Marbella ekstra turunun gereksizliği. Fakat gereksiz bile olsa programa bir şekilde girmiş ve uygulanıyor. Buna bir itirazım yok. Çünkü turu sırf Marbella için satın alanlar da var. Benim itirazım başka şeylere. Bu kısımda sorunları sıralayıp, örnekler vereceğim. Malaga'dan başlayayım.

Önemsiz gibi gözüken bir detayı şöyle bir mizansenle açıklayayım; Turun ilk günü uçaktan inilen Malaga'da yarım gün gezme imkanı var. Rehberli gezi katedralin önünde başlayıp Plaza de la Merced'de bitiyor. Bu meydanda Picasso müzesi var. Rehber burada "şu kadar saat sonra inilen yerde buluşuruz" deyip sizi serbest bırakıyor. Turun verdiği listede, göreceğimiz (!) yerler arasında Cervantes Tiyatrosu da var. Bu listeyi yanınızda taşıyıp rehbere sormazsanız iki adım ötedeki tiyatro binasını göremeden dönüyorsunuz. Biz tesadüfen gördük.

Buna benzer bir olayı kızlarım Tunus gezisinde yaşadılar. Tur programında "Kartaca" gezisi var. Kartaca! İlk öğretimden beri adını bildiğiniz bu antik şehri göreceğiniz için mutlusunuz, fakat göremeden dönüyorsunuz. Çünkü rehberlerin elinize verilen programı uygulamak gibi bir dertleri yok. Üstelik bu programı okuyup sözleşme imzalıyorsunuz. Ama maalesef sözleşmeler sizi değil, şirketi koruyor.


Ekstra turlara geçelim. Ekstra diye geçen her şey para tuzağı. Örnek vereyim; Programda flamenko gecesi ekstrası Sevilla'da olacak diye bildiriliyordu. Fakat rehber keyfi bir kararla bizi Granada'daki bir gösteriye götürdü. Nedeni belli değil (!). Belli de, değil diyelim. Daha iyi olacağını söylediği gösteri son derece turistik, basitten öte, kötü bir seçimdi. Üstelik bunun için 55 Avro para ödedik. Daha sonra, başka şehirlerde çok daha iyi örnekleri maksimum 25 Avro'ya izleme imkanı olduğunu öğrendik. Bitmedi. Sevilla'daki nehir turu için 35 Avro toplandı. Şans eseri ekstraya katılmadık. Aynı gün nehir kenarına gidip, kendimiz başka bir tekneye bindik. Aynı tur için 16 Avro ödedik. Üstelik rehberli bir turdu.

Can yakan organizasyon hatalarına geliyoruz. Lizbon'dayız. Elimizdeki programda "Geronimos Manastırı görülecek yerler arasındadır" yazıyor. Rehber önümüze düşüyor, manastırın önüne geliyoruz. O ne? Rehber manastırın kapısını zorluyor, kapı açılmıyor. Çünkü o gün pazartesi ve rehber manastırın o gün turistlere kapalı olduğunu bilmiyor. Bunu İstanbul'da turu satan şirket de bilmiyor. Akıl edip anlaşmalı yerel tur şirketine sormamışlar veya internete bakmamışlar, hangi günler açık diye! Çünkü öncelikli amaçları turu satabilmek. Turun programlandığı gibi uygulanıp uygulanmaması umurlarında değil. Esasında bir iki kişi dışında tura katılanların da umurunda değil. Böylece kazandıkları vakti bir alışveriş merkezinde kullanmak gibi planlar yapıyorlar. Sorunların kalıcı olmasının en önemli sebebi bu...

Fiyasko... Bu bölümde anlatacaklarıma, hayal kırıklığımı ifade edebilecek başka bir ad bulamadım. Anılarımdaki kara bulutların en kara olanları da diyebilirim. Anlatayım:

ELHAMRA'SIZ ENDÜLÜS


Malaga'da katedralin bitmemiş güney kulesinin macerasını dinleyerek önündeki meydana geldiğimizde rehber durdu ve ertesi günkü program hakkında bilgi vereceğini söyledi. O akşam konaklama için Granada'ya geçilecekti ve ertesi günün programındaki çilek Elhamra'ydı. Rehber Elhamra turundan bahsediyordu. Önce sadece 30 kişilik kontenjan var dedi. Pek anlamadım. Sadece 30 kişi gidecek anlamına mı? Turda 42 kişi var. Diğerleri ne olacak? Gitmek istemeyen var mı? Bir kişi el kaldırdı. Hayret. Endülüs gezisine çıkıyor ve Elhamra'yı görmek istemiyor. Yazık! Kadına kocaman bir sıfır verdim. Diğerleri? Rehber "merkez dedi ki" deyip devam etti; Denizli'den katılan grup toplu olarak tüm ekstraları 4 ay önce satın almışlar. Onlar gidecek, geri kalanlar kur'ayla seçilecek!... 

Merkezle rehberin "tapeleri" muhtemelen şu şekildedir; Denizli grubunu götür, onların paralarını aylar önce aldık, yedik bitirdik. Diğer gidecekler için kur'a çek. Nasılsa millet lotaryaya alışık.. Peki, geri kalanlar? Boş ver. Onlar kuzu gibidir. Ses çıkarmazlar. Çıkartırlarsa onları bir alışveriş merkezine bırak. Daha olmazsa dönüşte 50 Avro bahşiş göndeririz, olur biter. Memnun bile olurlar. 

Bu duruma düşeceğimi bilseydim kesinlikle, evet kesinlikle uçağa dahi binmezdim.  Endülüs'e gideceğim ve adı Endülüs'le özdeşleşmiş Elhamra Sarayı'nı görmeden döneceğim. Bu mümkün mü? O sırada bir çizgi film içinde olmayı diledim. Rehberi boynundan tutup ayaklarını yerden kesiyor ve arkadaki duvara çarpıyorum. Hıncım geçmiyor. Rehberi bırakıyorum, bu turu düzenleyen merkezdeki adamı alıyorum. Onu da çarpıyorum. Sonra tekrar rehberi alıyor bir daha çarpıyorum. Hıncımın geçmesi mümkün değil. Bir daha, bir daha... Rehber "what's up doc?" diyor, canım hiç acımadı ki! Onun yerine benim canım acıyor. Fakat henüz hikaye bitmedi. Devamı var...

O gece turculardan birisi yanımıza gelip "Rehber aslında iyi çocuk, bütün gece sorunu çözmek için uğraştı" dedi. Bizim milletin "iyi çocuk" kriterlerini hiç anlamamışımdır. "Tabi uğraşacak", dedim. "Bizi bu duruma düşürenler onlar. Çareyi de onlar bulacak". Ve buldular (!).

Ertesi sabah haber bir müjde gibi süratle yayıldı. Merkez devreye girmiş, allem etmiş kallem etmiş, olayı çözmüş. Elhamra'ya gidiyoruz!

FASON ÇÖZÜMLER, BAHÇE TURU, ÇAKMA ELHAMRA


Sarayın önünde epeyce bekledik. Nihayet yerel tur rehberi geldi, biletler ortaya çıktı, gruplar bölündü ve salimen içeriye girildi. Saat 17! Elhamra'dayız. Bunun da bir aldatmaca olduğunu bir bahçeden diğerine yürürken anladım.

Elimizdeki bilet için 50 Avro ödemiştik. Biletin üzerinde vergisi dahil 8,40 Avro yazıyordu. Sonra gözüm altındaki yazıya takıldı: VISITA A JARDINES... Bu cümleyi anlamak için Portekizce bilmeye gerek yoktu.
Yaptığımız tur neyse adı da oydu. bahçe turu yapıyorduk! Kapıda oturup rehberleri beklerken turları kontrol etmiştim. Alhambra turu üç şekilde yapılıyordu. Normal tur Alcazaba, Nasrid Sarayları, Generalife, Medina ve bahçeleri içeriyordu. Ayrıca sadece Nasrid Saraylarının gezildiği gece turu ve sadece bahçelerin gezildiği bahçe turu vardı. Bizimkisi bu sonuncusu oluyordu. Benzetmek gerekirse Topkapı Sarayını göstereceğini söyleyen sahtekar, bizi götürüp Gülhane Parkı'nda dolaştırmıştı!..


Rehberin bu seferki bahanesi saray kısmının restorasyon dolayısıyla kapalı olmasıydı. Bu kesinlikle yalandı. Restorasyon dediğiniz şey aylar önceden ilan edilir. Belli bir tarih için millete tur satarken, ziyaret edilecek yerler açık mı kapalı mı diye sorulmaz mı? Rezervasyonlar ona göre ayarlanmaz mı? Daha bir sürü şey sorulabilir, ama maalesef bunlar derdimize deva olmuyor. Dönüşte Elhamra'nın web sitesini kontrol ettim. Aslanlı çeşmede bir restorasyon hazırlığından bahsediyor. Ayrıca sarayın çeşitli yerlerinde zaman zaman bakım çalışmaları yapılıyormuş. Fakat sarayların tamamı hiç bir zaman kapatılmıyor.  Demek ki rehber ya beceriksiz, ya yalan söylüyor, ya da aymazın teki veya üçü birden. Turu satın aldığımız şirket ve yerel tur şirketi de suç ortakları! 

Sonuç olarak Elhamra'ya kadar gittik, sarayı görmeden döndük, geldik. Bu rezalet için bir de üstüne para verdik.


TURİSTLER İÇİN MASALLAR, İYİ REHBER - KÖTÜ REHBER

Turun son gününün gecesi rehber bir anket formu dağıttı. Her zamanki formlardan. Varsa şikayetler yazılacak, tur şirketi olan biteni bilecek, ona göre tedbir alacak, amaç bu. Kısaca yazdım. Olaylar çok taze olduğu için kötü ifadeler kullanmış olabilirim. Fakat önemli olan şikayetlerin bir-iki kişinin yazdıklarıyla sınırlı kalmamasıydı. Kalktım, lobide oturan diğerlerinin arasında dolaşarak " Buraya kadar gelip Elhamra'yı görmeden dönmekten mutluysanız, çok iyiydi, güzeldi, rehber de muhteşemdi diye yazın" dedim. "Yok, nasıl bir kazık yediğinizin farkındaysanız, olan biteni yazın. Belki aklı başında birisi çıkıp bu tip hataların bir daha olmaması için bir şeyler yapar"... Bir umut işte. Ne yazdılar bilmiyorum. Çünkü grubun çoğu rehberden gayet mutluydu. Burada iyi rehber tanımını doğru yapmak gerekiyor.


"Tur rehberinin asıl görevi nedir?" veya "İyi bir rehber nasıl olmalıdır?" sorularının cevabını bulmak için bizim rehber deneysel bir örnek olabilir. İlle de dört dörtlük "atlet komple" olsun demiyorum. Ama rehberlik yapmaya kalkışanlarda görmek istediğim asgari nitelikler var. "Olmazsa olmaz" olanlar. Onu sorgulamak istiyorum. Bizim rehber hakkında özet bilgi verip kararı okurlara bırakacağım. Kendisi belli ki okumuş bir arkadaş. Dil bilgisi iyi, bir kaç dil biliyor ve tarih konusuna ilgili. Bu bilgisini aktarmayı da seviyor. Yol boyu Şarlman'la başlıyor, Şarlken'den çıkıyor, bu arada muhteşem yüzyıla uğruyor, oradan tapınak şövalyelerine atlıyor, tarikatlere dalıyordu. Milletin aklı dumura uğramış, Şarlken'le Şarlman arasında bocalarken Rosslyn Şapelinin kapılarını açıyordu. Muhteşem değil mi? Her şeyi bilen adam bir müzenin hangi gün kapalı olacağını bilmiyor. Elhamra turu diye bahçe gezdiriyor, ama tüm sarayı gezdirmiş gibi para topluyor. Bahçedeki Beşinci Carlos (kendisi Charles Quint, yani Galatasaray Sultanisi ağzıyla Şarlken olur) Sarayı'nı es geçip, görülecek bir şey yok diyebiliyor. O sırada sarayın hemen yanındayız ve boş boş oturup tuvalete gidenleri bekliyoruz...

15-20 gün sonra bir anketör telefon etti, tur hakkında görüşlerimi sordu. Sıradan, rutin bir ankete cevap vermeyeceğimi, orada birisi bu işle ciddi şekilde ilgileniyorsa, tur sonunda yazdığım kağıdı okumasını ve sorun çözme niyetindeyse beni aramasını söyledim. Hatta merkezlerine gidip orada açıklama yapabileceğimi ekledim. Birisi gerçekten aradı. Fakat sorunları dinlemeden lafı özre filan bağlayıp adam başı 50 Avro geri ödeme yapacaklarını söyledi. Sonraki bir rezervasyonda da %5 indirim! Kabul etmedim. Hayal kırıklığımı satın alamayacaklarını söyledim.

Yazarken tekrar geriliyorum. Böyle durumlarda konuyu değiştirmek gerekiyor. Örneğin durumu karikatürize ederek mizah yoluyla rahatlayabilir veya çizgi romanlardan bahsederek sakinleşebilirim.


ÇOCUKLARA ANLATILAN ELHAMRA


Çocuklar için hazırlanan tanıtıcı kitaplar son zamanlardaki favorilerim. Bu kitaplarda tarihi olaylar çizgi roman şeklinde anlatılıyor veya ünlü mekanlar şemalar ve karikatürlerle açıklanıyor. Bence büyükler için hazırlanan kalın ve pahalı kitaplardan daha güzeller. Bunların çoğu okunmadan, sadece resimlerine bakılarak geçilir ve kitaplıklarda süs olarak durur. Bahsettiğim çocuk kitapları ise son derece ilgi çekici. Bunda doğal olarak kullandıkları dil ve üslubun da etkisi var.

İlgimi çeken diğer bir konu da tarihlerini çocuklara ne şekilde aktardıkları. Daha kestirmeden açıklayayım; Müslümanlarla ve Türklerle çatışma içinde geçen tarihlerini çocuklara nasıl aktardıkları... Bir dereceye kadar taraf olmaları normal, fakat nefret söylemi içerip içermedikleri...

Rodos'tan aldığım kitaptaki resim ve metinler çok espriliydi. İnce ince dalga geçen espriler hem şövalyeler, hem Osmanlılar hakkındaydı. Beni rahatsız eden bir şey olmamıştı. Endülüs'ten aldıklarıma da o gözle baktım. Cordoba kitabı da Elhambra kitabı da aynı ortak söylemle başlıyordu; Biraz tarih...


"... İspanya'ya bir çok yabancı halkın geldiğini ve işgal ettiğini söyleyerek başlayalım. Fenikeliler ve Yunanlar ticaret için geldiler; Kartacalılar da ticaret için geldiler ve yıllarca kaldılar; Romalılar Cordoba'yı bu bölgedeki krallıklarının başkenti yaptılar; sonra Vizigotlar geldiler ve Araplar gelinceye kadar burada kaldılar. Bütün bu halklardan bize kelimeler, gelenekler, mimari eserler ve sanatları kaldı."

Özellikle kelimelerin macerası ilgi çekici. Örneğin İspanyolca bir kelime "Al" ile başlıyorsa mutlaka arapçadan mirastır. Al, İngilizcedeki "the" gibi bir nesne ön takısı... Sonradan Alcazar'a dönüşen "Al-Qasr" kasır veya saray, "Alqala al hamra" ise kırmızı kale demek... Bir de benzetilerek üretilen kelimeler var. Bunlara en tipik örnek Guadalquivir. Bu akarsu, Cordoba ve Sevilla'dan geçip Cadiz'in biraz kuzeyinde Atlantiğe dökülüyor. Araplar bu nehre Al-wadi al-kabir veya Vad'il Kebir diyormuş. Büyük vadi demek. Tıpkı kulaktan kulağa oyunundaki gibi nehrin ismi zamanla bugünkü haline gelmiş. Diğer bir örnek de Elhamra'daki Generalife bahçeleri. Bu "generalife" kelimesi sadece Elhamra'da değil, ilgili ilgisiz her köşede, bir büfede veya kafede önünüze çıkabiliyor. Bahçenin orijinal ismi; Jannat al-Arif! Arif (veya Bilgin) Cenneti.. Dönmüş dolaşmış, Generalife olmuş!

Güzel değil mi? Kitapların genel havası böyle. Endülüs'ün el değiştirişini de oldukça yumuşak bir şekilde geçmiş. Bununla beraber resimler arasında bir tanesi özellikle dikkatimi çekti. Elhamra'da güzelliği ve efsanesiyle ünlü "Hall of Abencerrajes"ın anlatıldığı sayfalarda, başı palayla uçurulan adamlar ve sepete atılmış kesik kafalar resmedilmiş. Abancerrajes, arapçada "Saraçoğulları" demekmiş. Efsane, bu salonda zalim Muley Abul Hassan'ın emriyle, Saraçoğulları ailesinin boyunlarının vurulduğundan bahsediyormuş.

Kitabın bu kısmında efsaneye bir açıklama getirilmiş; Bu söylentinin sebebi salonun ortasındaki havuzun beyaz mermerlerinin üzerindeki renk değişikliğiymiş. Yazar şöyle devam ediyor; "... Bazı lekeler kana benziyordu. Bu lekeler bir infaz olayına ait olabilir mi? Hayır, ve tekrar hayır, dostlarım. Gerçek; Bu rengin mermerin oksidasyonuyla ortaya çıktığıdır. Şüphesiz ki, Alhamra'nın hiç bir köşesinde fanteziden kaçmak mümkün değildir."


ÇOCUKLARA ANLATILAN KURTUBA CAMİSİ


Aldığım diğer bir kitap Kurtuba Camisi hakkında, nam-ı diğer "La Mezquita". Bu da çok güzel hazırlanmış. İçindeki krokiler son derece detaylı ve kolay anlaşılır şekilde çizilmiş ve açıklanmış. Aralarına çocukların (ve benim gibi emekli çocukların) ilgisini çekecek şekilde anekdotlar serpiştirilmiş. "Biliyor musunuz? sevgili arkadaşlar; bu avludaki zeytin ağacının altındaki çeşmeden su içenler mutlaka evlenir!" Caminin ana kapısı olan "Bağışlanma, Af Kapısı"ndan (Puerta del Perdon) girilen "Portakal Ağaçları (veya turunç!) Avlusu"nda dört tane çeşme var. Bahsedilen çeşme, önünde en uzun kuyruk olan çeşme olmalı!

Kral Birinci Abd al-Rahman, 751 yılında Vizigotlarla bir anlaşıp, altıncı yüzyıla tarihlenen bazilikanın bir kısmını cami olarak kullanmaya başlamış. Bundan sonra yapılan ilavelerle sürekli büyümüş ve bugünkü boyutlarına erişmiş. Uzunluğu 175, genişliği ise 134 metre! Dünyada sütun sayısı en fazla olan mabetmiş. Orijinalinde 1293 adet sütun varmış. İki katlı, kırmızı - beyaz boyalı kemerleri, mihrabı ve granit sütunlarıyla çok etkileyici ve farklı bir mimarisi var. Üçüncü Ferdinand 1236'da Kurtuba'yı alınca cami kiliseye, avludaki minare de 93 metrelik bir çan kulesine dönüştürülmüş.


Yirmi beş, otuz bin kişinin ibadet edebileceği son derece geniş alanın kenar kısımlarında yan yana odalar halinde şapeller var. Hepsi 55 taneymiş. Önlerindeki demir parmaklıklar şapellere girmeyi engelliyor. Fakat içleri, kıyı köşe görülebiliyor. Her şapelin ayrı bir özelliği olmalı. Ziyaret için gelenler, şapellerden birisini seçip parmaklıklara dayanarak dua ediyorlar. Santa Teresa Şapeli tamamen açıktı. Oraya girip biraz dinlendik. Bir kenarda, Kardinal Salazar'ın siyah ve beyaz mermerden yapılı anıt mezarının alt tarafındaki boşlukta duran, gene beyaz mermerden kanatlı kuru kafa dikkatimi çekti. Önündeki kemikler korsan bayraklarından bildiğimiz gibi yerleştirilmişti...  Artık ne mesaj veriyorsa?


Sütunların çokluğundan nerede ne olduğunu bulmak pek kolay olmuyor. Ortada resmen bir kaos var. Şehri gezerken gayet iyi çalışan yön duygusu, caminin içinde iflas ediyor. Ne aradığınızı bilmezseniz aynı yerde dönüp durmanız mümkün. Örneğin lacivert zemine altın işlemeli kufi yazıların çevrelediği at nalı şeklindeki kemeri ve benzersiz süslemeleriyle muhteşem mihrabını mutlaka görmek lazım.  Bizim başımıza geldiği gibi tesadüfen önünüze çıkmamışsa, GPS filan boşverip birisine sorun. Ayrıca mescitin tam ortasında, "El Libertador" Şarlken zamanında yapılan katedral kısmı var. Katedrale yer açmak için epeyce sütunu kesip kaldırmışlar, fakat sonuç biraz kötü olmuş. Bununla ilgili kelebekli bir deyim aklıma geldi, fakat yazmak ayıp olacak... 

Sonuç Şarlken'i bile mutlu etmemiş ve oldukça kibar şekilde eleştirmiş; "Dünyada eşi olmayan bir şeyi almış, her hangi bir şehirde görülebilecek bir şey yapmak için onu mahvetmişsiniz!" demiş. Doğru söze ne denir?

Kurtuba camisi de efsanelerden nasibini almış. Şapel kısmındaki sütunlardan birisinin üzerinde ufak bir bir haç şekli var. Söylentiye göre bu haçı buraya hapsedilen bir hristiyan esir tırnaklarıyla kazımış. Yazar çocuklara durumu şöyle açıklamış; "...Camilerde esir tutulan hristiyanlara dair bir çok hikaye anlatılır. Fakat bunlar sadece rivayettir. Hepimiz biliyoruz ki insanlar esirlerini kutsal yerlerde tutmazlar..."


ENDÜLÜS'TEN KALANLAR, CORDOBA 


Tüm gezide en çok nereyi sevdiğimi sorsalar Cordoba (Kurtuba) derim. Sonra Ronda gelir. Marbella sınıfta çakar. Malaga Picasso'nun torpiliyle anca geçer. Granada'yı hatırlamak istemiyorum. Hem flamenco gösterisi, hem de Elhamra olayı fiyaskoydu. Şehirden aklımda kalanlar Albaicin mahallesi, Arap Çarşısı ve bir kafede otururken tesadüfen önümüze tezgah açan sokak flamenkocuları oldu. Generalife bahçeleri ise tek numarayla kaybettiğimiz büyük ödülün küçük bir tesellisiydi. Amorti diyebilirim.


Kurtuba ilk görüşte hayranlık uyandıran bir şehir. Otobüsler Guadalquivir nehrinin yeni şehir tarafında duruyor. Eski şehre, iki bin yıllık tarihi Roma köprüsünden yürüyerek geçiliyor. Köprü, milattan önce birinci yüzyılda yapılmış. Daha köprüye adım atmadan şehri sevmeye başlıyorsunuz. Silüetin en önemli detayı Mezquita denen cami-katedral. Adı her yerde cami-katedral olarak geçmekle beraber müslümanların ibadetine müsaade edilmiyor. Turistler bu konuda sıkı sıkı uyarılıyorlar. İçeride secdeye varmak bile yasak.


Şehir sadece bundan ibaret değil. Faytonla veya yürüyerek gezebilirsiniz. Biz yürümeyi tercih ettik. Yahudi ve mahallesi, seramik ve çiçeklerle bezeli beyaz duvarlar, avlulu evler, şirin kafeler, her köşede önünüze çıkan heykeller sizi şaşırtıyor. Onlarcası içinde Seneca, İbn Maimon ve Latincesi Averroes olan İbn Rüşd biraz aşina olduklarım... İbn Maimon heykelinin biraz ilerisinde karşımıza Boğa Müzesi, Museo Torreo çıktı. Onca filozoftan sonra garip bir rastlantı! Güzel, sakin ve ücretsizdi, girdik, dolaştık. 


Müzenin zemin kattaki salonlarında gayet zengin bir porselen koleksiyonu sergileniyordu. Tabaklar, fincanlar derken gayri ihtiyari hızlanarak, kendimizi boğalarla ilgili kısma attık. 

Duvarlarında boğa güreşleriyle ilgili tablolar olan koridorlardan geçip silindir şeklinde bir salona girdik. Burası müzenin video odasıydı. Film başlayınca, tavana çepeçevre yerleştirilmiş projektörlerden çıkan ışık huzmeleriyle salon bir anda arenaya dönüştü. Biz de tribünlerdeki diğer seyircilerin arasına karıştık (!).Yerde ve çevresinde 360 derece dönen ekranda güreşin değişik açılardan görüntüleri akıp gitmeye başladı. Ortada boğa güreşi yapılıyor, biz de seyrediyorduk. Teknik etkileyici, görsellik güzel, sonuç felaketti. Filmin sonunda doğal olarak, doğal olmayan bir şekilde öldürülen boğa, atlar tarafından yerde sürüklenerek götürüldü.   



Sonu belli olan bütün filmlerden sonraki hayal kırıklığının burukluğuyla müzeyi gezmeye devam ettik. Yörenin en meşhur matadorları kendilerine ayrılan köşelerde onurlandırılmış. Bu arada boğalar da unutulmamış. Yarım tonluk boğaların yanında durunca arenalardaki güreşin (neden güreş deniyorsa?) pek adil olmadığı hemen anlaşılıyor. Adil olsaydı sonuçlar dengeli olurdu. Görünen o ki oyunun kuralları hep boğaların aleyhine kurgulanmış. Arenada veya mezbahada, kılıçla veya satırla ölmeye mahkumlar. Şansları yaver gitti diyelim, kazandıkları ünden (!) bile haberleri olmuyor. Örneğin Manolete'i öldüren boğa en az onun kadar ünlüymüş. Ünlenmiş de ne olmuş derseniz; Lamborghini bir modeline o boğanın adını vermiş; Islero!



Müzesini gezmek, arenada canlısını izlemekten daha keyifli oldu. Matadorlar kısmında öykülerinin anlatıldığı posterler ve "ışıklı kostüm, traje de luces" adı verilen, altın ve gümüş simlerle işli özel giysileri sergileniyordu. Bunların bir tanesinin pantolon kısmında, sol bacakta geniş bir leke farkettim. Kasıktan aşağı doğru yayılmış ve kurumuş kan lekesi! Fotoğrafını çekerken vizörden gözüme arkadaki poster ilişti. Adrien Brody'ye benziyordu. O anda bütün hikaye gözümün önünden geçti. Bu Manolete'ti! Filmini görmüştüm. Son güreşinde 500 kiloluk bir boğanın boynuzu sol kasığından girmişti. Posterde ölüm tarihi de var; 29 Ağustos 1947. Ardından General Franco 3 gün yas ilan etmiş. 




Müzeden çıkıp dolaşmaya devam ettik. Sinagogu ve dar, labirent gibi sokaklarıyla yahudi mahallesi "La Juderia", aynı bölgedeki Almodovar kapısı ve çevresi en fazla zaman geçirdiğimiz bölge oldu. Kapının dışındaki havuz başında, ıhlamur ağaçları altında kahvemizi içtik. Tazelenmiş olarak Yahudi mahallesine geri döndük. Burada eski bir Endülüs evinin havasını teneffüs etmek fırsatını bulduk. Judios Sokak 12 numara! Adamların onikinci yüzyılda yaşadıkları yere bakıp bugünkü evlerin haline esef etmemek elde değil. Onlarınki ev ise bizimkilere başka bir şey demek lazım. Bizim eski evlerle ortak olan tek yanı evin bir köşesinde bulunan derin kuyuydu. Derin olduğunu bir çocuktan öğrendim. Kenarında durmuş, "Profunda, profunda" diye bağırıyordu.

Mayıs aylarında en güzel avlu yarışması yapılıyormuş; "Patios Cordobes". Kurtuba'ya bir daha gidersem, mayıs ayında gideceğim. Sevilla'da da her yıl nisan sonu veya mayıs başlarında atlı sığır çobanları panayırı "Feria" düzenleniyormuş. Bu iki bahar olayını birlikte görmek enteresan olabilir. 

VE SEVILLA

Sevilla çok güzel bir şehir. Araplar vaktiyle bu şehre "Ishbiliyya" diyormuş. İspanyolca ve İngilizcedeki Sevilla adı bu kelimeden türetilmiş. Açıklaması şöyle: İspanyolcada iki "L" harfi yan yana gelince "Y" şeklinde telaffuz ediliyormuş. Anlayan beri gelsin! Demek ki bu türeme olayı sınırsız bir şey. Saffet Tonguç bir makalesinde şehrin ismini "Izvilla" şeklinde yazmış. Nereden bulduysa?


Sevilla, okyanusa 90 km mesafede olmasına rağmen tam bir liman şehri. Nehrinin genişliği ve derinliği gemilerin buraya kadar girmesine izin veriyor. Kolomb ve onu izleyen denizciler denizaşırı talanlardan sonra yüklerini bu limana boşaltırlarmış. Fakat şehrin ortasından geçen nehir Guadalquivir'in kendisi değil. Şehri su baskınlarından korumak için nehrin bir dalını reserv kanal haline getirmişler. Bu kısma Alfonso XII Kanalı deniyor. Almohad döneminde yapılan (1220-21) 12 kenarlı “Altın Kule, Torre del Oro"  bu kanalın girişinde bulunuyor. Önceleri hapishane olarak kullanılırmış. Rivayet o ki buradan karşı kıyıya çekili bir zincir varmış. Kule bu şekilde hem gözetleme kulesi olarak, hem de girişi kontrol ederek şehrin savunmasını sağlıyormuş. Adının ne zaman altına dönüştüğü meçhul, fakat Kolomb’dan sonra olduğu kesin.

Zavallı Kolomb! Hindistan zannettiği yeni dünyadan İspanya'ya gemiler dolusu köle ve altın gönderdi. "Ey muhteşem altın! Altını olan her istediğini satın almasını sağlayan bir hazineye sahip olur; onunla dünyaya isteklerini kabul ettirir, hatta ruhunun cennete girmesini bile sağlar" diye yazdı. Sonunda eklem iltihabından iki büklüm olmuş bir bedenle, yoksulluk içinde öldü...



Kara yoluyla şehre girerken ilk dikkati çekenlerden birisi Altın Kule oluyor. Altın Kuleyi geçince Maria Luisa Parkı ve İspanya Meydanı geliyor. Bu park ve meydan, 1929 EXPO fuarının şehre hediyesi. Hatta yirminci yüzyılın şehre 1929'da geldiği söyleniyor. Sevilla, EXPO fuarlarının iki kez düzenlendiği şanslı şehirlerden birisi. İkincisi 1992'de olmuş. Fuarlar şehrin hem gelişimine hem güzelliğine belirgin katkı yapmış. Fuar için yapılan bir çok şey, pavyonlar, havuz, köşk ve saraylar ile yeşil alanlar Maria Luisa Parkı içinde günümüze ulaşmış. Park, şehir merkezinin hemen yanında yer alıyor. Parktaki bazı pavyonlar daha sonra ait oldukları ülkelerin elçiliği olarak kullanılmış. Rönesans mimarisinin yeniden canlandırıldığı yapılar, hem temsil ettikleri ülkelerin gelenekleriyle, hem de şehrin tarihi dokusuyla uyum içinde... 


Park içindeki İspanya Meydanı, 1929 EXPO'sunda İspanya'nın teknoloji ve endüstrisini sergilemek için yapılmış. Çapı 200 metre kadar uzunlukta, yarım daire şeklinde büyük bir meydan. Ana caddeye açılan yüksek bir kapıdan, bir hükümet binasına girer gibi geçip bir anda meydana çıkıyorsunuz. Çünkü bina derinliğine değil enine uzanarak, adeta bir yarım ay gibi meydanı sarmalıyor. Binanın meydana bakan tarafında, hemzemin olarak boylu boyunca uzanan, birbirinden alçak setlerle ayrılmış nişler var. Loca da diyebiliriz.. Elli adet locanın her birisi İspanya'nın illerini temsil ediyor. Yerde ilin haritası, arkasındaki duvarda bir takım özellikleri resmedilmiş. Bütün bunlar için tabii ki rengarenk seramikler kullanılmış. Meydana girerken geçilen köprüler, kenar korkulukları, her köşe seramiklerle bezenmiş. Müthiş bir görsellik dört yanınızı sarıyor. Her zamanki gibi "neden bizde yok" diye düşünmemek mümkün değil. Nerede o ünlü seramiklerimiz? Neden ortalıkta yoklar?


Bir su yolu tüm meydanı kuşatıyor. Burada kayıkla gezinti yapanlar var. Bazıları da, özellikle çocuklar, eşeklerin koşulduğu ufak çekçekleri tercih etmiş. Yaylı faytonlarla dolaşanlar da var. Geniş meydanın zeminine ufak parke taşlarıyla motifler işlenmiş. Ortadaki fıskiyeli, büyük havuz diğer bir ilgi alanı. İnsanlar mutlu, harıl harıl fotoğraf çekiyorlar. Ortalıkta şenlik havası, havada bahar kokusu var. Aklıma gene memleketim düşüyor. Memleketimin biber kokulu meydanları...

Uzaktan müzik sesi geliyor. Meydanın bir köşesinde açık hava konseri var. Şık giyimleri içinde bir klasik müzik orkestrası çalıyor. Gidip oturuyoruz. Bütün iskemleler dolu. Yer bulamayanlar bisikletlerinin selelerine dayanarak dinliyorlar. Çocuklar bağdaş kurmuş, yerde oturuyorlar. Memleketimdeki sokak müzisyenlerini hatırlıyorum. Mal ve hizmet satmak için başkalarını rahatsız eden, müzik aleti çalarak yaya yolunu işgal eden... Dilenci kategorisine sokulup ceza kesilen, sazları parçalanan, bonus olarak da dövülen... Bu ceza hepimize...



Meydan ve onu çevreleyen bina bir çok filme mekan olmuş. Fakat esas ününü "Star Wars" serisinde kazanmış. "Naboo" planetindeki "Theed" şehri burasıymış! Serinin hayranları buraya gelip binanın birinci kat verandasında yürüyüş yaparlarmış. Tıpkı Anakin Skywalker ve Kraliçe Amidala'nın yaptığı gibi. Arkalarında R2-D2...


Bu tarz şehirlerde katedrallere göre yön tayini yapınca kaybolmak mümkün değil. Sevilla Katedrali ve Giralda kulesi de bizim nirengi noktamız oldu. 12. yüzyıldan kalma Almohad Camisi katedrale, minaresi Giralda Kulesine dönüşmüş. Bittiğinde Ayasofya'yı geçerek dünyadaki en büyük dini yapı olmuş. Şimdi üçüncü sıraya inmiş. Birinci sırada Vatikan'daki St Peter's, ikinci sırada Brezilya'nın Aparecida şehrindeki katedral var. Büyüklük deyince ben de Giralda'nın yüksekliğini merak ettim. Bu konuda rivayet muhtelif (!). İnternette 82 metreden 104 metreye kadar değişik ölçüler verilmiş. Şehrin kendi seyahat rehberi 97,5 metre ile ortasını bulmuş. O da tepedeki heykele 4 metre diyor! 

Kulenin tepesinde "Hristiyan İnancının Zaferi"ni simgeleyen, aynı zamanda şehrin sembolü olan bir heykel var; El Giraldillo. Bir elinde kalkan, diğer elinde palmiye dalı tutan, tünik giymiş, üç buçuk metrelik bir kadın. Rüzgarın yönünü göstermesi için kaidesini hareketli yapmışlar. Bir nevi rüzgar gülü... Heykelin bir kopyası katedralin girişinde, Prens Kapısı'nda (Puerta del Principe) duruyor. Yukarıdaki bakıma alındığında yerine bu kopyasını koyuyorlarmış. Meraklısı kuleye çıkıp etrafı seyrediyor. Çıkışı merdiven değil, bir rampadan yapıldığı için kuleye sonradan Giralda adı verilmiş. Eskiden müezzinler ezan okumak için kuleye at sırtında çıkarlarmış...


Katedral'in çevresini tavaf edip, hemen arkasındaki "Real Alcazar"a girdik. Real Madrid'in Reali, yani Kraliyet Sarayı. Lonely Planet'e göre "Dünyadaki Cennet!" Avrupa'nın karanlık çağında Kastilya kralları tarafından araplardan kalma bir saray kalıntısının üzerine inşa edilmiş. Avrupa'daki en eski kraliyet sarayı. Üst katları halen kraliyet ofisi olarak kullanılıyor. Bahçesi (...leri), sarayları ve içerdikleri tüm güzellikleri, harika işlemeleri, renk renk fayans ve seramiklerdeki göz nurunu, taş ve ahşap işçiliğindeki el emeğini görmek Jale'ye de bana da çok iyi geldi. 


Giriş kapısındaki kuyruk ne kadar uzun olursa olsun çabuk eriyor. Bileti alınca ilk girilen kısım Aslanlı Kapı, Puerta del Leon. Buradan bir yanda muhafız birliğinin bulunduğu avluya geçiliyor. Yan tarafta Adalet salonu "Sala de la Justica" ve karşıda eski adıyla Al-Muwarak, sonraki ve şimdiki adıyla Kastilya'lı Peter Sarayı. Tabii ki hepsi bu kadar değil. Kızlar avlusu ve diğerleri... Şehrin en güzel yapısı, tek ve eşsiz... Pedro, sultan diye de anılıyormuş. Bu sarayı yaptırmaya karar verince Granada'daki emir Beşinci Muhammet'ten yardım istemiş. Muhammed'in adı Elhamra Sarayının dekorasyonunda da geçiyor. Emir ve kral arasındaki ittifak ortaya yeni bir şaheserin çıkmasını sağlamış. Mohammed en iyi sanatçılarını Sevilla'ya gönderip Pedro'ya yardım etmiş. Toledo'lu ve Sevilla'lı sanatçılar da onlara katılınca ortaya İberya islam sanatının eşsiz bir sentezi çıkmış. Sarayın Monteria Avlusu'na bakan yüzünde bu sanatsal işbirliğinin kanıtları var. Bunların birisi İspanyolca olarak binanın yaratıcısını anons ederken; "Tanrının Lütfuyla, Kastilya ve León Kralı, Yüce, Asil ve Fatih Don Pedro", başka bir metin nisbet yapar gibi, Arapça olarak "Allah'tan başka fatih yoktur" diyor. Tıpkı Elhamra'nın tüm duvarlarında yazdığı gibi; Allah'tan Başka Galip yoktur...


Salondan salona, bahçeden bahçeye geçerek tüm bu güzelliklerin tadını çıkardık. Hayran olmamak elde değildi. Biz de hayran olduk! Yorulduk, ama değdi.


BİR DAHA GİDERSEM


Bütün yazılarımın arkasına böyle bir bölüm eklesem iyi olacak. Tur şirketi ve rehberden kaynaklanan aksaklıklar bir yana, bu satırları yazarken farkına vardığım detaylar, tamamlanmamış bir orgazm duygusu yaratıyor. O zaman da tekrar yaparsam, tekrar gidersem gibi bir telafi ihtimaliyle kendimi avutuyorum.

Tekrar gidersem; Önce Gırnata'ya ve hiçbir yerde oyalanmadan, direkt Elhamra'ya gideceğim kesin. Hatta iki kere gideceğim. İki seferinde de bahçeye uğramayacağım. İlk gidişim gündüz olacak. Sonraki gün hava kararınca tekrar gideceğim. Çünkü bu seferki gece yapılan saray turu olacak. Hem gecesini hem gündüzünü göreceğim ve ikisini aynı güne sıkıştırmayacağım.


Sonra Kurtuba'ya geçeceğim. Doğrudan camiye girip mihrabı tekrar görürüm. Buna değer. Sonra gideceğim üç yer daha var. Birincisi Hristiyan Kralların Sarayı "Alcazar of the Christian Monarchs", kısaca Alkazar. İkincisi Plaza de las Tendillas, üçüncüsü Plaza del Potro. Önce Alcazar. Neden derseniz, biraz Elhamra Sendromu diyebilirim. Burası tarihi merkezin batısında bir 14'üncü yüzyıl sarayı. Sonradan yapılan tüm Alcazar'lar gibi onun derdi de Elhamra'ya benzemek. Geçmek söz konusu olmadığı için benzemek diyorum. İçindeki arap hamamları, Roma mozaikleri ve 3'üncü yüzyıldan mermer mezarları ile görmeye değecek bir saray. Üstelik Kolomb Amerika seyahatinin parası için İsabel'i burada ikna etmiş.

Tendillas Meydanı ise göze değil, kulağa hitap eden bir meydan. Dünyada her saat başını gitar sesiyle duyuran başka saat kulesi ve başka meydan yok. Oraya hangi parçayı çaldıklarını öğrenmeye gideceğim. Yoksa her saat aynı parçayı mı çalıyorlar? Aydan aya değişiyor mu? Gitarist Juan Serrano çalıyormuş, ne çalıyor? Bir sürü sorum var. Yılbaşını o meydanda kutlamak da enteresan olabilir. Gideceğim son meydan "Potro" meydanı olacak. Burayı nasıl kaçırdım? Don Kişot'u daha geçen ay bitirmiştim. Bu meydandaki hanlardan birisinde kaldığını ne bileyim? Şimdi romanı yeniden gözden geçirmem gerekecek. Orada ne olmuştu? Bunu öğrenmeden Kurtuba'ya gitmeyeceğim!!!


Bu sefer Setenil de Las Bodegas'ı görmeden dönmeyeceğime göre, Sevilla'ya tekrar uğrayacağım. Bu da iyi olacak. Bu sefer altın olmayan Altın Kule'yi de gezeceğim. Sömürgelerden getirilen altınları nasıl depolamışlar, göreceğim. Altın yoksa denizcilik müzesi var, onu görürüm. Dönüşte Giralda'ya çıkıp yüksekliğini ölçeceğim. Sonra katedrale girip içerideki heykelleri sayacağım, gerçekten 1400 tane mi diye (!). Kristof Kolomb'un buradaki anıt mezarını sulayamasam da, hak ettiği fatihayı ondan esirgemeyeceğim. Ayrıca, Lizbon'da Vasco De Gama'yı görüp, Sevilla'da Kolomb'u görmemek bayağı ayıp oldu. Ondan özür dileyeceğim.

Öyle anlaşılıyor ki bu gezide yapmadığım epeyce şey, görmediğim epeyce yer kalmış. Tekrar bir Endülüs seferine çıkmak farz oldu. Beş günlük bir tatile ihtiyacım var.