28 Ağustos 2012 Salı

HOLLANDA


The March Hare
took the watch (from the Hatter)....
then he dipped it into his cup

Jale ve ben, Rotterdam'da bir kafedeyiz. Kafenin adı "Ten to Three", üçe on var. Neden üçe on var diye düşünüyorum. Üçe on var da beşe onbeş yok, veya altıya on yok! Bir yandan kahvemi içip mini keklerimi yiyor, bir yandan fincan ve tabanındaki şifreyi çözmeye çalışıyorum. Saat ikiyi yirmiüç geçiyor. Üçe on vara yirmi yedi dakika var. Üçe on kala kalkın demek istiyor olabilir. Yirmiyedi dakikada yer, içer kalkarız. Schouwburg meydanına gideriz. Yürüyerek 20 dakika. Yerdeki delikler de nedir diye bakarken, yükselen fıskiyelerden kaçarız. Gece olursa ışıkların samanyolunda dansederiz (Buraya ortalık karardıktan sonra gelmeli). Geçerken Lijnbahn caddesinde dükkanlara bakarız. Surinam yemeği yeriz. Fazla vaktimiz yok. Akşam olmadan Amsterdam’a dönmeliyiz. Çarşıda oyalanırsak bir saatimizi alır. Saat? Fincanın üzerinde bir saat resmi var. Eski köstekli saatlerden. Fincanın kenarına asılmış gibi duruyor. Aslında bu resim fincanın iç kısmında olmalıydı. Madem ki March Hare saati Hatter'dan aldı ve fincanın içine attı! O zaman fincanın dibinde olsaydı! Zaman fincanın dibinde dursaydı. Saat olmasaydı zaman olur muydu? Saat ölürse zaman durur muydu? Saat durursa zaman ölür müydü?  Zamanı öldürmek sonsuz çay partisine son verir miydi? Yoksa sonsuz çay partisinin kendisi miydi zaten zamanı öldürmek?


Harikalar diyarındayız. Mini kekimin üzerindeki havuç bana "sen bir tavşan mısın?" diye soruyor. "Seni yemem için tavşan mı olmam lazım?" deyip ağzıma atıyorum. Bu kafeyi tesadüfen bulduk. Asıl hedefimiz Dudok Kafe'ydi. İçeride kitapların arasında oturup önce hamburger sonra "appeltaart" yiyecektik. Zeynep programı ve haritayı çizip elimize vermişti. Blaak istasyonunda inilecek, küp evlere bakılacak, kütüphane geçilecek, biraz kuzeye, biraz batıya, bir kanal geçilecek, ikincisi geçilmeyecek, Meent caddesi, köşede Dudok kafe bulunacak, içeriye girilecek. Dışarıda oturulmayacak. Zaten dışarısı oturulacak gibi değildi. Önünde yol çalışması vardı. İçeri girdik ve çıktık. Zeynep'e söylemeyiz dedik. Aynı yolda ilerledik. Solda bir kafe; Ten to Three. Beyaz koltuklar, pembe minderler. Minderler rahat olmalı. Oturduk. İkiyi yirmiüç geçiyor. Kahve ve kek söyledik. Bilseydik çay söylerdik.


Bilmediğimiz şey fincanın üzerindeki yazının anlamıydı. Amsterdam'da bindiğimiz tren kara deliğe düşmüş ve bir masal ülkesine gelmiştik. Yazı bir kitaptan alınmış gibiydi. Kimin kitabı? Hangi kitap? Trenden indiğimiz anda ilk gördüğümüz şey, üstümüze düşecekmiş gibi duran küp şeklindeki evlerdi. Amsterdam'dan çok farklı bir yerde olduğumuzu anlamıştık. Buradaki kanallar ağaçlardan dökülen yeşil mercimek gibi bir şeyle kaplıydı. Yeşil kanallarda ördekler yüzüyor, yavrular bu mercimeklerle (!) oynuyordu. Kara deliğin öteki ucunda Rotterdam vardı. March Hare kimdi? Yolda rastlamış mıydık?

Geçtiğimiz yolları düşündüm. Trenden Blaak istasyonunda indik. Merdivenleri çıktık. Dışarıda bir tuhaflık vardı. Sarı küp şeklinde evler, sivri köşelerinin üzerinde duruyor, düşmemek için birbirine yaslanıyordu. Birisi düşse hepsi düşecekti. Aralarına daldık. Yoksa onlar düz duruyordu da biz mi eğriydik? Trende içtiğimiz su yüzünden mi çarpılmıştık? Evlerden birisine girdik. Merdivenleri çıktık. Evet, biz düz, onlar eğriydi. Pencereden bakınca kapının önü gözüküyordu. Öbür pencereden de gökyüzü! Mimarın neden böyle bir şeye kalkıştığını anlamadım. Anlayanlara sordum; Şehrin çatısında yaşamak gibiymiş... Her ev bir ağaç, hepsi birden bir ormanmış... Benim gördüğüm şu; Mimar çizimler sırasında muhtemelen otu fazla kaçırmış veya T cetvelinin ne işe yaradığını unutmuş. Kendine geldiğinde de iş işten geçmiş. Proje aşaması eğlenceliymiş. 28 tane küp almış, hepsini sarıya boyamış, eğmiş, bükmüş, sivri uçlarından yere dikmiş, düşmesin diye birbirine yaslamış, araya perçin filan, çok orijinal olmuş. İçine de üç kat koymuş... Evleri görenler vay be! demiş. İnsanlar da "vay be" demek için bölgeye hücum etmiş. Uyanık biri bakmış ki evler oturulacak gibi değil, evini turistlere açmış, adam başı 4 Avro toplamış! Adamın adı March Hare değildi, başka bir şeydi. Bize Türkçe teşekkür etti. Yurt dışında Türkçe duyan her Türk gibi gözlerimiz yaşardı.

İlk fırsatta internete girip March Hare diye yazdım. Gerisi çorap söküğü gibi geldi.  Fincan tabağında okuduğum cümle “Alis Harikalar diyarında” kitabından alınmış. Kitabı Lewis Carroll, bir İngiliz, öğretmen, fotoğrafcı ve matematikçi, ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yazmış. Yazılarının ana özelliği kelime ve mantık oyunları ile dolu olması.  Adamın kafasında bilim ve hayal dünyasını birleştiren bir kara delik varmış! Bu deliğin bir ucu Oxford'da, diğer ucu harikalar diyarında... March Hare de harikalar diyarındaki yaban tavşanı… Bu durumda delik de bir tavşan yuvası oluyor. Neyse, uzun uzun anlatmamak için kendimi zor tutuyorum. Meraklısı açsın baksın. Benden bu kadar! Hollanda’ya gelmişim, etraf cennet gibi, ben bir İngiliz kafesinde oturmuş delikle melikle “zaman öldürüyorum!”… Tabakta tavşanını bekleyen son havucu ağzıma atıp kalktım.

Rotterdam’da bula bula bir İngiliz kafesini bulmuştuk. Benzer bir olayı Amsterdam’da da yaşadık.

AMSTERDAM

Rotterdam’dan saat sekiz civarında döndük. Günler uzun, ortalık henüz oldukça aydınlıktı. Jale’yle ikimizdik ve bu saatte otele dönmek istemiyorduk.  Amsterdam’ı keşfedelim dedik. Lafa böyle başlayınca arkadan kırmızı ışıklı sokaklar, “Red Light District” gelecek gibi anlaşılıyor. Fakat öyle olmadı. Bizim rehber orayı gündüz gözüyle gezdirdiği için tekrar gitmeye heves etmedik. Aslında heves ettik ama denk getiremedik! Bahanemiz havanın aydınlık olmasıydı. Bizimkisi, daha doğrusu Jale’ninki daha masum bir istekti. Vondelpark’ı gezmek, Leidseplein’da oturup canlı müzik dinlemek, en fazla Spui meydanına gidip “Pussy Riot” protestocuları tarafından kafasına kar maskesi takılan heykeli -heykelciği- tavaf etmek… Bunların hepsi yürüyüş mesafesindeydi. Yapmamız gereken Santral istasyondan 2 numaralı tramvaya binmek, Emmastraat durağında inmek, hemen yanındaki kapıdan parka girmek ve kuzeydoğuya doğru aylak aylak yürümekti. Telefonun navigasyonu açıkken kaybolmamız mümkün değildi. 

Vondelpark, ortasında ince uzun bir göl olan yemyeşil bir vaha. Müthiş güzel bir park. İnsanlar yollarda koşuyor, bisiklete biniyor, yürüyüş yapıyor, çimlere uzanmış yatıyor... Biz park aktivitesine dondurmacıdan başladık, biraz yürüdük, çimlere oturduk. Çimlere oturmayı, uzanmayı unuttuğumuzu hatırladık. Picasso'nun heykelini seyrettik. Yürüdük, tekrar oturduk. Burada yaşayanlara bir kez daha gıpta ettik. tekrar yürüdük... Çıkışa yakın, etrafında gençlerin sere serpe yayıldığı, çok hoş bir kadın heykeli gördük. Üzerindeki deliklere taze çiçekler takılmıştı. Parktan çıktık, Leidesplein'a gittik. Gittik ama durmadık. "Aylak aylak" kısmını tam olarak uyguladığımız programın bu kısmında bir değişiklik yaptık. Spui'ye gitmedik. Jale "Spui'ye gidecektik ya, 2 kanal, 3 köprü..." hamlelerimi ustaca savuşturdu. Gözleri, üzerinde "Pylon" yazan bir mağazaya fikse olmuştu. Burası cicili-bicili (ıvır zıvır anlamına!), ne arasanız bulabileceğiniz bir aksesuar (ıvır zıvır) dükkanıydı. İçeride her şeyi en az bir kere eline alıp bakmak zorunda olan ve ne yapabileceğini anlamaya çalışan onlarca kadın vardı. Burayı dolaşmak benim 5 dakikamı aldı. "Çok enteresan" şeklinde özgün bir yorum yapıp kendimi dışarı attım. Bunalmıştım ve bir yere varabileceğimize dair umudum kalmamıştı (!). Oturacak bir yer bulamayınca kaldırıma çöktüm. Jale pilondan kayıp tavşan deliğine düşmüştü. Çıkması biraz zaman alacaktı...

Çıktığında çok mutluydu. Nasıl olmasın? Bardak kenarına asılan kuşlardan almış! Artık bardaklarımız karışmayacakmış! Çok sevindim. Şimdi acilen bu kuşları kullanmalıydık. Biraz daha yürüdük. Kanal kenarında, Keizersgracht köşesinde, çevresine dizilmiş uzun çubukların uçlarında mumlar yanan bir kafe gördük. Jale gördü. Programın geri  kalanının üstünü çizdik, kafeye girdik. Şarap ve peynir tabağı söyledik. Masanın Hollanda peynirleri, portakal renkli her çeşit "gouda" ile donanacağını beklerken, önümüze buralarda hiç rastlamadığımız tipte peynirler geldi. Şarapta da (ismi lazım değil) bir İngiliz markası vardı. Bu ne iştir? deyip garson kıza sorduk. Cevap kısa ve özdü:  ama burası İngiliz kafesi! Adı da "Greenwood!" Kardeşim nedir bu? Her delikten bir İngiliz çıkıyor! Bu sırada garson kız başına gelecekleri henüz bilmiyordu. Servisin yavaşlığı Jale'yi gerdi. Arabulucu tavırlarımı es geçip anti-emperyal bir duruşla dikildi. Garson kızı sesli ve sessiz olarak, bakarak ve daha dik bakarak taciz etmeye başladı. Kız sonunda yanımıza gelip sormak zorunda kaldı: sizi mutlu etmek için daha ne yapabilirim? Aslında onun özel bir şey yapmasına gerek yoktu. Yaptıklarını yapmaması yeterdi. Anlaşıp gevşedik. Başka bir garson geldi, gerilim düştü, hava karardı, ışıklar yandı. Hava sonunda karardı veya kararır gibi oldu demek daha doğru olur. Şarabın kokusu ve ortamın güzelliği etrafımızı sardı.

Önümüzdeki kanaldan tekneler, teknelerde insanlar geçiyordu. Profesyonel.gezi tekneleri dışında onlarca küçük tekne. Su savurmadan, sakin bir yavaşlıkta, seyrin keyfini yaşayarak, bir yere varırcasına değil de, zamanı uzatırcasına, zamanı ve hayatı tadarcasına, sadece o anı yaşarcasına... İkili, üçlü beşli gruplar halinde kızlar-erkekler, teknenin ortasında bir yerde yanan mumlar, şarap kadehleri, bir iki atıştırmalık, arada iyice teferruatlı akşam sofraları, gitar çalan gençler, güzel kızlar, bir aşağı, bir yukarı... Teknenin baş üstünde Emmanuel yengemiz! Emmanuel kim bilir kaç kere geçmiştir bu kanaldan? Şu köprünün altında biraz uzunca durmuştur, maksat fantezi olsun! Veya altında eski bir zindan olan  Torensluis köprüsünün kuytusunda, Singel kanalında... 
DAMSIZ GİRİLMEZ
Hollanda'ya damsız girilmez. Bunu geçelim. Yazımızın konusu yolculuk, müzeler, parklar filan. Kırmızı ışıklarda durmamış veya duramamıştık, rahmetli Emmanuel'i de saygıyla andık, bu kadar yeter. Açık vermeyelim. Damlar ve madamları kırmızı ışıkta bırakıp, Amstel'in "dam"ına gelelim. "Dam" bent, baraj filan demek. Amsterdam'ın asıl adı Amstelredamme. Yani Amstel nehrinin üzerinde baraj olan şehir gibi bir şey. Amsterdam, Rotterdam, Volendam... Amsterdam'ın orta yeri "Dam" meydanı... Peki kardeşim nedir bunca bent, bunca baraj? Buraların barajlar kralı kimdir? Hollanda'nın Süleyman'ı kimdir, kimlerdendir?

Bu konu kafama takıldı. Dönüşte baktım ki olay o kadar basit değil. Bulacaksın vadiyi, vadinin ortasında suyu, önüne taşları yığacaksın, doğal yaşamın içine edeceksin gibi bir bend-baraj olayı değil. Bu kadar basit olmadığı ülkenin isminden belli. Nederland veya eski deyişle Niederland "aşağı, alçak, çukur ülke" anlamına geliyor. Sadece alçak yazsam yanlış anlaşılır diye hepsini ekledim. Ne kadar alçak? Ülkenin yarısının rakımı 1 metre bile değil. Yüzde yirmisi deniz seviyesinin altında. En alçak yeri nakıs 6,76 metre ile Rotterdam civarında bir yer. Ortada ne dağ var ne de vadi. En yüksek tepesi 300 küsur metre. Ona da cami bile sığmaz. Halkın %21'i deniz seviyesinin altında yaşıyor. Su biraz yükselse üstüne çıkacak tümsek yok! Bunun sebebi sadece doğal olaylar değil. Toprak kaybı büyük ölçüde insan kaynaklı. Bizim balıkçılar denizlerin dibini tarayıp balıkların kökünü kuruturken, onların ataları da benzer tarama yöntemleriyle turba çıkarıp üstünde yaşadıkları toprağı yok etmişler. Tarım için kontrolsüz ve aşırı su drenajı toprak seviyesini düşürmüş, Meşhur yel değirmenleri de 13'üncü yüzyıldan beri, deniz seviyesi altındaki bölgelerden su pompalayarak tarım alanları açmak için kullanılıyormuş. Tekrarlayan doğal afetler, sel ve su baskınları zamanla toprak kaybını artırmış. Bu felaketlerden memleketin coğrafyası bile etkilenmiş. Güneybatıdaki Zeeland bölgesindeki adacıklar onikinci yüzyılda bu şekilde meydana gelmiş. Memleketin haritası devamlı değişince adamlar; "burası bize yetmez, karın doyurmaz" deyip, uzak ülkelere yelken açmış, keşif ve kolonilerden paylarını almışlar. Meydan Montafon ineklerine kalmış.

Hollandalının doğa güçleriyle mücadelesi hiç bir devirde bitmemiş. Bundan sonra da bitmeyecek. Yurtlarının varlığı bu mücadeleye bağlı. Zira kıyıları dünyanın en sert denizlerine, kuzey denizine ve dolayısıyla okyanusa komşu. Başlangıçta doğanın kendi dengesi insana yardımcı olmuş. Gel-git dalgaları kıyılarda doğal setler oluşturmuş. Bu kum setleri ekili alanları bir ölçüde koruyabiliyormuş. Fakat insanoğlunun soktuğu çomak dengeleri bozmuş. Dolayısıyla değneğin bir ucu da insanoğluna değmiş. Üstüste gelen felaketlerde binlerce insan hayatını kaybetmiş. Yapılan bentler, drenaj sistemleri vs pek işe yaramamış. Önce yok edip sonra kurtarmakla maruf ve de mağrur insanoğlunun Hollanda şubesi "Delta Works" diye büyük bir proje hazırlamış. Amaç tüm nehir ağızlarının ve deniz girintilerinin bentlerle kapatılması ve böylece kıyı şeridinin kısaltılmasıymış! Proje 1958'de başlayıp 30 yılda tamamlanmış. Projenin en can alıcı kısmı Rotterdam limanını ve dolayısıyla şehri koruyan 22 metre yüksekliğinde, 210 metre uzunluğunda iki devasa kapak, "Maeslant Barrier"! Bu kapakların herbiri Eyfel kulesinin iki katından daha ağır! Eklem mekanizmaları ve bilgi-işlem yönetimi ise diğer özellikleri. Modern dünyanın yedi harikasından birisi olarak kabul edilen bu mühendislik şaheserinin detayına girmeyeceğim. Ne de olsa gezi yazısı yazıyorum (!) Meraklısı açsın baksın veya gitsin baksın....

Yukarıda Volendam dedim ya, orası da Amsterdam'a 20 km mesafede, görülesi bir kasaba. Merkez istasyonundan 110,112, 118 veya 373 numaralı otobüslere biniyorsunuz,  6 Avro'ya günlük bilet alıp, turistik turların 50 Avro istedikleri geziyi özgürce yapıyorsunuz. Volendam "dolgulu baraj" anlamına geliyor. Bir de sinir sistemi ile ilgili "nörodejeneratif Volendam Hastalığı" var ama bizden uzak dursun!

İşte bu "dolgulu baraj" kasabası, ufak balıkçı limanı, klasik balıkçı tekneleri, plajı, ucuz lokantaları, küçük dükkanları ve dolgun satıcı kızlarıyla (!) çok şirin bir yer. Deniz aşağı-yukarı seyreden yelkenlilerle dolu. İnsanlar mayolarla çimlerin üzerine yayılmış, güneşleniyor. Güneş dediğime bakmayın, lafın gelişi! Kasabanın bir ucundan diğer ucuna yürümek en fazla 30 dakika alıyor. Ama burada yıllarını geçirmiş bir sürü ünlü sanatçı var, Renoir, Picasso gibi. Yeni evli gençler için de cazip bir yer. Dondurma yiyip sahilde fotoğraf çektiriyorlar. Kıyıdaki yükseltinin arkasındaki evler ve tarım arazisi bir kaç metre çukurda kalıyor. İstanbul'daki evimin terasında, her sağanak sonrası bozulan drenaj ve göle dönüp kapıları zorlayan suyla mücadelemi hatırladım. Moralleri bozulmasın diye "boğulup gideceksiniz" filan demedim. Bu kötü senaryo. Bir de iyi senaryo var. Hemen önlerinde tekneler duruyor...

Marken adası da Volendam'ın hemen  karşısında. Adanın karayolu bağlantısı da var. Volendam IDO'suna binip adaya geçtik. Burası daha da küçük, geleneksel yaşam tarzını koruyan bir yer. Kazıklar üzerinde duran tahta evleri ile tanınıyor. 5 dakika limandaki tahta sette, 15 dakika da evlerin arasında dolaşıp köyü bitirdik. Bol bol örümcek fotoğrafı çektik. Adalıların kutsalı mı bilmiyorum, tüm çalılar koca koca örümceklerle kaplıydı. İçerlek bir yerde bir tencere kum midyesi yiyip bira içtik. Tabii ki Heineken! Adadan otobüsle ayrılıp Amsterdam'a döndük. Yolda bisikletle seyahat eden bir sürü insan gördüm. Bunların hepsinin turist olması mümkün değildi. Yemyeşil çayırların arasındaki dar patikalarda, gruplar halinde pedal çeviriyorlardı. Bir yanda bu güzellikler, bir yandan olası felaketler beynimde gelgitlere yol açmaya başladı. Düşünmeden duramıyordum. Hollanda'daki takıntım da bu oldu. Dönüşte en kısa zamanda Venedik'i de görmeye karar verdim. Ne de olsa "bugün var, yarın yok!"

 OTSUZ YAŞANMAZ
Türkiye’ye döndükten sonra Hollanda gezimizi ne zaman anlatsam, en fazla andığım olayın bir sigara izmaritiyle ilgili olduğunu fark ettim.

Bir başka gün tur arkadaşlarımızı ekstralarına uğurlayıp otelden çıktık. 2 numaralı tramvaya bindik, Spui Meydanı'nda indik. Amsterdam müzesi üzerinden yürüyerek Rembrandt’ın evine doğru gidiyorduk. Zaten Amsterdam'ı ya yürüyerek, ya da bisikletle, yavaş yavaş gezmek lazım. Yürümek, kanaldan geçenleri seyretmek, arada bir kafede oturmak, tekrar yürümek veya pedal çevirmek. Bir müzeye girmek, çıkmak, bira içmek, bir Arjantin lokantasında biftek yemek, şarap içmek, kanalda gezmek, çıkıp tekrar yürümek gibi.... Çevresiyle birlikte nüfusu ancak birbuçuk milyon olan şehirdeki bisiklet sayısı neredeyse bir milyon. Kıyıda köşede, her tarafta sizi bekleyen sürüyle bisiklet var. Ufacık bebekler bisiklet kullanmayı ön selede otururken öğreniyorlar. Çekin altınıza bir tane, laf olsun diye değil, gerçekten bisiklet için yapılmış yollarda keyifle ve emniyetle dolaşın.

Biz yürüyerek gidelim. Daha zevkli ve daha yavaş. Rembrandt'ın evine doğru yürürken kanalın kenarında bir yerde, oturup keyif yapacak çok güzel bir köşe gördük, oturduk. Önümüzdeki kanal Amstel'e doğru uzanıyordu. O sırada yanımıza pejmurde kılıklı bir adam yanaştı. Birşey mi isteyecek diye beklerken, baktık ki bizimle hiç ilgisi yok, yerde birşeyler arıyor. O yere bakınca biz de baktık. Oturduğumuz yerin altı izmarit doluydu. Demek ki bulduğumuz köşe epeyce popüler bir köşeymiş. Adam uzandı, yerdeki izmaritlerden birini aldı, cebine attı. Az içilmişleri seçiyor herhalde diye düşündüm. Ben de hemen yakınımdaki bir başka izmariti gösterdim, yardımcı olmak için. İzmarite baktı, "o sigara" dedi, "asla içmem, sağlığa zararlı, ben sadece marihuana içerim!"
Şehirde bisikletten daha koyu olan bir alışkanlık "ot" alışkanlığı. Reklam olmasın (!) diye çeşitlerini yazmıyorum. Sigaradan daha rahat bulunduğu ve içildiği bir gerçek. Mal ve insan hareketliliğinin yoğunluğundan, ülkeye giren çıkanı kontrol edemeyen hükümetler önceliği bağımlılıkla mücadeleye vermişler. Bunu da ne ölçüde başardıkları tartışılır. İnsanların neden otsuz duramadığını bilmiyorum. Muhtemelen neden içtiklerini unutmak için içiyorlardır. Ben Hollanda'lı olsaydım, deniz seviyesinin her yıl ortalama 3,1 mm yükselmesini ve buzulların giderek daha hızlı erimesini dert ederdim. Greenpeace örgütünün merkezinin Amsterdam'da olmasının bir anlamı olmalı.
BİLETSİZ GİDİLMEZ
Gene Rembrandt'ın evine dönelim.

Amsterdam'da görmek istediğim bir kaç müzeden birisiydi. Diğerleri Ann Frank evi, Rijkmuseum ve Van Gogh müzesiydi. Stedelijk Müzesi bakım için kapatılmıştı. Bu müzelerin giriş biletlerini Hollanda'ya gitmeden önce, internetten almaya çalıştım. Yolculuğa daha 20 gün olduğu halde Ann Frank evine ve Rijk Müzesine bilet alamadım. Önlerine kadar gidip tekrar baktık. Yüzlerce metrelik bilet kuyrukları vardı. Kös kös uzaklaştık. Van Gogh müzesinin önünde de benzer bir kuyruk vardı. Fakat bu sefer biletlerim hazırdı. Kuyruktakilerin kıskanç bakışları önünden geçerek, havalı bir şekilde içeri girdik. Çok doyurucu bir gündü. Van Gogh'un tarzı tam kafama göreydi. Bıraksalar içerde 2 gün kalabilirdim. Onlarca tablonun içinde özellikle Fransa'da Saintes Maries-de-La Mer'de yaptığı tekne resimlerini aradım. Bu kasabada, deniz kenarını resmettiği 5-6 tablosu vardı ve birisinin ufak bir reprodüksiyonunu liseden beri gittiğim her yere taşımıştım. Aynı sahilde suluboya ve mürekkeple yaptığı, aynı teknelerin daha sıcak bir resmiydi. Müzede bu tablonun yağlıboya olanını gördüm. Sonradan öğrendim ki bende olanın aslını görmek için St.Petersburg'a gitmem gerekiyormuş.   

Rembrandt'ın evi daha özel bir yer. En azından adamın gerçek evi. Bu evde 20 yıl yaşamış, resim ve baskılarının çoğunu bu evde yapmış. Enteresan da bir hikayesi var. Rembrandt evini 1656'da satın almış. "Gece Bekçisi, Night Watch" isimli meşhur tablosundan kazandığı paranın üstünü bir bankadan kredi alarak tamamlamış. Fakat daha sonra borcunu ödememiş veya ödeyememiş, farketmez. Banka ne var ne yok el koyup, evi ve eşyaları, evdeki resimleri açık artırma ile satmış. Sonraları, yirminci yüzyılın başlarında evi restore etmek ve müze haline getirmek istemişler. Rembrandt evden ayrıldıktan sonra farklı insanların yaşadığı ev oldukça harap olduğu için, ilk haline nasıl getirecekleri konusunda bir sorun çıkmış. Bu sorunu Banka arşivi çözmüş. Ev ve eşyalar, tablolar haraç mezat satılırken, haciz memurları herşeyi detaylı bir şekilde kaydetmişler. Bu kayıtlara bakılarak ev, içindeki eşyaları ile birlikte yeniden yapılmış. Evin en üst katında bir baskı makinesi ve orijinal baskı kalıpları var. Burada bir görevli tarafından, geleneksel yöntemlerle baskının nasıl yapıldığına dair demonstrasyon yapılıyor. Şansınız ve yanınızda ufak bir çocuğunuz varsa, bu baskılardan bir tanesini yanınızda götürebilirsiniz. Biz, bizim Mehmet'i, "çocuk bari bir sanat öğrensin" diye baskı makinesinin önüne iteledik. O da önündeki çarkı Rembrantvari bir ustalıkla çevirdi ve çıkan baskıyı son çizgisine kadar hak etti. Ne de olsa el emeği!

Not: Gece bekçisi isimli tablo Rijkmuseum'da, bizim giremediğimiz...
SONSUZ ÇAY PARTİSİNİN SONU
Gittiğim her ülkeden ufak tefek bir şeyler almayı seviyorum. Mikonos’tan yavru Petrus biblosu, Alaska’dan Mors dişinden yapılmış bir heykelcik gibi. Bazen de biraz toprak, deniz kumu, çöl kumu, kaya parçası, lav kırıntıları, zeytin dalı filan… Bunların hepsi çalışma odamdaki bir setin üzerinde duruyor. Orası dolunca odanın diğer duvarlarına yayılmayı planlıyorum. Hollanda’dan getirdiğim “şey” ise bir çaydanlık. Van Gogh müzesinde beğenip aldığım, 8-9 cm yüksekliğinde porselen bir çaydanlık. Üzerinde Van Gogh’un Fransa’da yaptığı, benim de çok iyi tanıdığım bir tablonun baskısı var. Saintes maries-de-La Mer kıyısındaki balıkçı teknelerinin… Aynı baskı kupa bardakların üzerinde de vardı, ya da kartpostalların… Çaydanlığı seçtiğimde bu yazının bir çay partisi ile başlayacağına ve biteceğine dair hiçbir fikrim yoktu. Müzede satılmayı beklediği rafta ilk gördüğüm an, yıllar geçse de bana Hollanda’yı hatırlatacak “şey”i bulduğumu hissetmiş ve almıştım. Hepsi o kadar. Resim Fransa kıyılarının resmiymiş, çaydanlık Hollanda’ya özgün değilmiş, çay İngilizmiş, March Hare bir tavşanmış, hiç önemli değildi. Çaydanlığımı ve Hollanda’yı seviyorum...
Yolculuğumuzu anlatmak için bilgisayarın başına oturduğumda kafamda bir yazı planı yoktu. Not defterimi açtım ve uzun bir süre boş boş baktım. Aklıma ilk gelen şey Rotterdam’daki kafede çay içtiğim bardağın üzerindeki yazı oldu. “March Hare took the watch…” yazdım. Saati aldım ve bardağa attım. Zaman durdu. Rotterdam’da bir kafede oturmuş, çay içiyordum. Saat üçe on vardı. Akrep ve yelkovan kımıldamadan duruyor, ne yazacağımı bekliyordu. Ortada acaip bir durum vardı. Hollanda’nın hikayesi bir İngiliz masalıyla başlamıştı. Hollanda’ya uçarken düştüğümüz hava boşluğu belki de bir tavşan deliğiydi ve paralel bir evrene geçmiştik. Saat üçe on vardı ve ne kadar düştüğümü hatırlamıyordum. Gözlerimi benim yaşadığım ülkeden çok farklı, geçmişini koruyan ve yaşatan, yaşamla barışık, TOKİ’siz bir ülkede açtım. Burada yaşayabilirim diye düşündüm. Sonra kanalları ve geniş düzlükleri, öbür yanda coşkulu kuzey denizini tanıdım. Sonu “dam” ile biten her kelimede varlıkla yokluk arasındaki seti gördüm. Ciddi bir gelecek kaygısı duydum. Her şeyi değil ama unutmak istemediklerimi yazdım. Yazının sonuna geldiğimde saat hala üçe on vardı.
Çaydanlığımı elime aldım ve sordum: sonsuz çay partisi nasıl bitiyor?


2 Ağustos 2012 Perşembe

MAVİ BALIK YEŞİL BALIK BEYAZ ADAM


Yeşil balık mavi balığa sordu;
- İnsanlar neden hem seviyoruz derler, hem terk ederler?

Mavi balık cevap verdi;
- Çünkü hep onları beklediğimizi bilirler.
Yeşil balık sordu; Ya balık hafızalıysak, ya unutursak?
-       Biz unutsak, onlar unutmaz, çünkü özlerler…

-      Özlem nedir?
Mavi balık dedi ki; özlem mavidir. Yeşil balık anlamadı.

Mavi balık devam etti; Ne zaman maviye gelseler, çok özlemişiz derler. Bak bu gelenler, özlemle gelenler!


Yeşil balık gelenleri tanımadı. O zor tanır, kolay unuturdu. Her şeyi bilen maviydi. Denizlerin bütün sırları ondaydı. Kancaların yenmeyeceğini ona mavi balık öğretmişti. 

      -       Nereden biliyorsun? diye sordu...
-      Bilirim dedi, mavi balık. Beynim yalnız bana yeteni bilir. Ama kalbim ondan ötesini bilir. Kalp bilinmeyeni bilir, görünmeyeni görür. Her insanın kalp atışı farklıdır.  Kalplerinden yayılan dalgalar onların kimliğidir. Teknelerin ardındaki iz gibidir.

-       Zamanla sönüp kaybolmaz mı?

-       Hepsinin değil. Ne kadar tutku varsa kalplerinde, o kadar kalıcıdır izleri de…


     Evet, 33 sene sonra tekrar Gökova'dayız. Kara bir ten, kapkara sakallar ve gümrah saçlarla ayrıldığımız Gökova’ya, beyaz saçlar, beyaz sakal ve beyaz bir tenle geri döndük. Bu cümlenin öznesi erkeklerdir. Kadınlar gittikleri gibi döndüler. Hacım olarak da hiçbir fark görülmemiştir. Bu son, fakat en tehlikeli cümlenin öznesi hem kadınlar, hem erkeklerdir. Zaman geçse de dikkat çeken bir hacım artışının olmamasının sebebi, son teknenin “Büyük Yunus” nam tekneden, Büyük Yunus’un da rahmetli Elçin kaptanın “Ali baba” adlı sünger teknesinden birer sıklet daha büyük olmasıdır. Hepsine aynı rahatlık ve keyifle sığdık. Görecelik kuramını hizmetimize sunan Einstein ustayı saygıyla andık. 


Yeşil balık mavi balığa sordu:
- İnsanlar bizi sever mi?
Mavi balık; severler, dedi. Hem severler, hem yerler. Yedikçe daha çok severler.
Yeşil balık irkildi, yüzgeçleri diken diken oldu; nasıl yani?
Mavi balık; İnsanlık hali, dedi. İnsanlar sevdiklerini “yerim seni” diye severler.
Yeşil balığın kafası karıştı.
- Seviyorlarsa neden kafamıza patlıcan attılar?
Mavi balık; görmedim dedi. Ben o sırada pilav yiyordum…


İtiraf ediyorum. Yemekte karnıyarık vardı. Patlıcanı, ama sadece dibini, balıklara ben attım. Kafasına atmadım. Kafasına deyince kötü oluyor sayın hakim. İtiraz ediyorum sayın hakim. Sonra bir tane de Ayşe attı. Önce Kamile başladı, tam kafasına attı sayın hakim, şikayetçiyim. Pilavı da İnci döktü. Pilavın hepsi dibe indi. Suçluyuz, pişmanız, hayır suçluyuz ama pişman değiliz. Hakim bey, veya hanım, sayın hakim, bizi hapsedin. Ama Gökova’ya hapsedin. Ömür boyu olsun. Şartlı tahliye olmasın. İyi hal de olmasın. Yanımdaki hücrede Jale olsun. Ömür boyu hapis olsun. Ama illa ki Gökova’da olsun.


Gökova’da hapis fikrine aklım iyice yattı. Hep beraber yatarsak dert olmaz. Fena fikir değil. Çakıl taşlarından “upwords” yapar oynar, oltamızı ekmekle, voltamızı kefal, akya ve karagözle atarız. Demokratik hak ve özgürlükler için tutsak yunuslarla dayanışma yapar, yunus balığı gibi yüzeriz.  Kaçış planı yapmayız. Her gece mehtaba çıkar, cezamız neyse çekeriz. Patatesleri damıtıp kaçak votka yaparız. İçine de limon katarız. Kafayı bulunca Halil’im, Çökertme’den çıkarız Halil’im, ipek de mendilimi Halil’im, mor rüzgara salarız Halil’im…