29 Kasım 2010 Pazartesi

MISIR


Kasım 2010

İşten atıldıktan sonra, fırsat bu fırsat deyip, devamlı yolculuk yapar oldum. Bir gece sayın hocam (!) rüyama girip;
- Kardeşim! dedi (sesinde ille de dinlenecek patron tonuyla),
- Biz çalıştık da ne oldu? Bak, hapislerde çürüyoruz. Bari sen kendini kurtar, gez, dolaş, parası neyse verelim!


Ne yalan söyleyeyim, kabus görüyorum sandım, sırtımdan aşağı terler boşalırken, ne "şefaat" demek geldi aklıma, ne de "seyahat". Zaten ne istediğimi de sormamıştı. Direkt "ben gidiyorum" dedim. Önce niyetim sadece kabustan kaçmaktı. Basitçe "gitmek" istiyordum. Fakat ok yaydan çıktı bir kere. Yola çıkınca duramadım. O zamandan beri yollardayım. Evliya Çelebi'den farkım kalmadı. Madem ki Çelebi de gitmiş, Nil nehrini gezmiş, görmüş, gördüklerini yazmış, benim ne eksiğim var dedim ve gittim, gördüm, yazdım.

Mısır'a gidiyorum.


Mısır'ı tanımaya önce halkından ve dolayısıyla isminden başlayalım. Eskiden, Nil boyunca yaşayan halklar İbraniler tarafından (Aramice) "Mizraim" diye anılırmış. Mişrayim diye okunuyor. Genesis'te Mizraim'in Nuh peygamberin soyundan geldiği yazılıymış. Bir rivayete göre de Mısr kelimesinin yazımında kullanılan 3 harf tarihi bir süreci anlatıyormuş. Buna göre mim (M) meşakkat, sad (S) sabır, üçüncü harf olan ra (R) ise refahı simgelemekteymiş. Özetle; Mısır halkı tarih boyunca gördüğü eziyetlere sabretmiş ve sonunda mükafatını görmüş! Mısır deyince böyle şifrelerin devreye girmesi son derece doğal geliyor gelmesine de, biz dil bilimcilere bakalım. Yukarıdakiler, halklar üzerinden yapılan isimlendirmeler. Bir de bölgenin coğrafyasından gelen isimlendirme hikayesi var. Mizraim kelimesi çoğulluk ifade eden dual bir anlam içeriyor ve "iki bölge" gibi yorumlanıyor. Vadi-delta, veya aşağı-yukarı gibi. Bu uyar. Hititler de tarihleri boyunca yakın ilişki içinde bulundukları bu halka “Mizri” demişler. Hitit ve Yahudi dillerindeki isimleri arapçada “Mısr/Masr” haline dönüşmüş. Sami dilinde Mizraim ile aynı kökten gelen Mısr, medeniyet veya büyük şehir anlamına geliyormuş. Biz de (Osmanlı veya Türk), bu ülkeyi Mısr olarak bellemişiz. Sonraları ses uyumu filan derken Mısır olmuş.


Buraya kadarı zamanla iyiden iyiye araplaşmış Mısır hikayesi! Biz madem ki bugünü değil, eskinin izlerini görmek istiyoruz, o zaman Kemet'ten bahsedeceğiz. Eski Mısır, kendi halkının dilinde Antik Kemet, aşağı Kemet, yukarı Kemet, dili de koptça! MÖ 6. ve daha yoğun olarak 4. yüzyılda yöreye gelmeye başlayan Grek tarihçiler bölgenin geçmişinin koptça'da yaşadığını farketmişler ve "Kopt/El-kopt" sözcüklerinden üreterek ülkeye “Egypt” adını vermişler. Bundan sonra batı dillerinde bu sözcüğün varyantları olan Agypten, Egipto kullanılmaya başlanmış. Bir yanda Mısr/Masr, diğer yanda qıpti/kıpti! Bu ayırım zamanla müslümanlar ve hristiyanlar arasındaki farka dönüşmüş. Halen Mısır'da yaşayan hristiyan azınlığa kıpti (qıpti) deniliyor.


Bir de yediğimiz mısırın hikayesi var. Onun da hatırı kalmasın. Mısır bitkisi orta Amerika ve Meksika'dan alınıp Avrupa'ya ilk getirilişinde, önceleri İspanya ve Portekiz'de yem niyetine hayvanlara yedirilmiş. Mısır-Suriye bölgesinde yetiştirilmeye başlanınca kıymete binmiş. İstanbul, şimdilerde kısaca mısır dediğimiz "mısr buğdayı" ile 1600 yıllarında tanışmış. Özellikle Nil vadisi Osmanlının tahıl ambarı olmuş. Diğer bir deyişle yediğimiz mısır, Mısır'dan geldiği için, adı mısır olmuş!


PS: Ansiklopedilere bakarken mısırın latincesinin "zea mays ..." diye başladığını gördüm. üç nokta yerine konan indurata, everta gibi ekler mısırın cinsini gösteriyor. Kenya, Tanzanya ve Zaire'de halkın en favori yemeği "mays" denen, mısırdan mamul, püre görünümünde bir bulamaçtı. Biraz lüks bir gezi yaptığımızdan olsa gerek, Mısır'da rastlamadım, ama büyük ihtimalle orada da vardır. Demek ki mays adı buradan geliyormuş. Artık mısırın "mays"ı nereden geliyor bilemem, ona da siz bakın..



Mısır hakkında okurken, bu dil konusu ilgimi çekti. Düşünün ki aynı topraklarda devamlı aynı rutini yaşayan bir halk, sırf iktidardaki hakim güç değiştiği için, gün geliyor kendi dilini unutuyor ve tarihini öğrenmek için yabancılara muhtaç kalıyor! Tabii ki durup dururken olmuyor bunlar. Tıpkı Roma İmparatorluğuna durduğu yerde "büyük" denmediği gibi. Romalılar firavunlar devrini sona erdirirken, Kemet halkına en büyük kötülüğü dillerini unutturarak yapmışlar. Yani büyük balık, küçük balığı hem yutmuş, hem de iyice sindirmiş! Antik Mısır dili, yazıtlarıyla birlikte, çöl kumlarının altında gözden ve akıllardan kaybolmuş.

Mısır’ın son helenistik kraliçesi yedinci Kleopatra'nın ölümü ile başlayıp ve Büyük Roma İmparatorluğu ile devam eden ve yaklaşık onaltı yüzyıl süren kayboluş, Nil deltasında bulunan simsiyah bir bazalt taş ile sona ermiş. O zamana kadar hiyerogrifle yazılı hiçbir yazıt, hiçbir papirus belge okunamıyormuş. MÖ 196'ya tarihlenen bu taşın (Rosetta taşı/Reşit taşı) üzerinde, aynı konunun birisi eski Yunanca olan üç farklı dilde yazıldığı farkediliyor. Hiçbir Mısırlı bu yazılardan birisinin atalarının yazısı, dilin kendi antik dili olduğunu anlamıyor. Taş üzerinde çalışanlardan bir Fransız, Champollion, 1822'de hiyeroglifin ilk cümlesini tercüme ediyor; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Bu taşı yerinde görmek isterseniz, boşuna rehberlere sormayın. Mısırlılara da. Taş şu anda Londra'da British Museum salonlarında...

Biz Kemet'i görmek, hazır gelmişken tanrılarıyla da tanışmak için bir Kasım günü yola çıktık. Üç gün Kahire'de Marriott Otelinde kalıp uçakla Abu Simbel'e gittik. Kara yoluyla Aswan'a geçtik. Orada bizi bekleyen "Sun-Ray" isimli tekneye bindik. Dört gün Nil'de kuzeye doğru seyrettik. Horus ve timsah tanrı Sobek'e adanmış Kom Ombo'yu gördük, Nilometreye bakıp "vay anasını" dedik. Edfu'da tekneden inip, hiç bozulmadan kaldığı söylenen (!) antik kalıntıları gezdik. Esna'da, nehrin akışını ayarlayan bentlerden oluşan Nil kilitinden geçtik. Yeni Krallık döneminin başkenti, saraylar şehri Luxor'a geldik. Tekneden ayrılıp şehri, "souk" denen eski çarşısını, Karnak antik kentini, 63 mezarın bulunduğu Krallar Vadisini, Memnon anıt heykellerini, Hatchepsut (Al-Deir Al-Bahari) ve Üçüncü Ramses tapınaklarını, 63 mezarın bulunduğu Krallar vadisini gezdik. Ancak 10-15 metre gidebildikse de bir fellukaya bindik. Deveye binmedik! Gece Karnak'ta ses ve ışık gösterileri izledik. Yine Luxor'dan uçağa binip İstanbul'a geri döndük. Hepsi bu.

Döndükten sonra uzun süre hiç bir şey yazamadım. Bir hayal ülkesinden dönmüş gibiydim. Şimdi, aradan neredeyse 6 ay geçtikten sonra bile, anılarımı yazarken aklım oradan oraya uçuşuyor. O nedenle gezimizi sadece bir kaç konu başlığı altında özetleyeceğim.


 


BİR TAPINAK
Antik Mısır deyince ilk aklıma gelen; Abu Simbel!

Kahire’den kalkan uçağımız sabaha karşı 3 sıralarında Abu Simbel’e indi. Otobüslerimize binip 20 dakika kadar uzaktaki turistik tesislere geldiğimizde hava henüz aydınlanmamıştı. Mısır’a kurban bayramında gitmiş olmanın bir sıkıntısını da burada yaşadık. Yerel acentelerin elinde fazla otobüs kalmadığı için, bir otobüsü birden fazla kafile için kullanmak istiyorlardı. Burada da bizi indirip, başka bir kafileyi hava alanına bırakmak istediklerini söylediler. Bavullarımız, raflardaki eşyalarımız otobüste kalacak, diğer kafile bavullarıyla otobüse binip uçağa yetişecek, sonra otobüs bizim eşyalarla geri gelecekti. Artık ne kadarı geri gelirse? Diğer kafilenin neden araçsız kaldığı ve bizimkine neden muhtaç kaldıkları da ayrı soru! Herkesin siniri gerildi. Otobüsü terk etmemek için haklı bir direniş başladı. Görünüşe bakılırsa acente bizim tur şirketini aldatmıştı, bizden önce tur şirketinin buna itiraz etmesi gerekiyordu. Fakat onlar bu duruma itiraz edecekleri yerde, acentenin işini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Kimbilir belki iki taraf da bu şekilde anlaşmıştı ve nasıl olsa turistleri de kandırırız diye aralarında bir karar almışlardı! Bizim rehberin taraflı davranışından bu olasılık daha ön plana çıkıyordu. Neyse, sonuçta şoför ikna oldu ve otobüsümüzü yabancılara kaptırmadık. Kargaşanın çıktığı yerden kalkıp 250 metre kadar daha gittikten sonra durduk. Tapınağın otopark alanındaydık. Rehberimiz biraz daha kurnaz olsaydı, geldik deyip bizi burada indirir, otobüsü de diğer turistler için geri gönderebilirdi. Neyse ki o kadarını akıl edemeyip sabah sabah milletin asabını bozmakla kaldı. Otobüsten indiğimizde gecenin karanlığı azalmış, gün yeni yeni ışımaya başlamıştı. Abu Simbel'deydik. Burada da yerel rehberin lakayıt bir şekilde yaptığı kahvaltının bitmesini beklerken epeyce vakit kaybettik (yerel rehber yanınızda olmadan hiçbir tesise girilemiyor). Herkes sinirden gerilmiş, bağırıyordu: güneş doğacak, güneş doğacak!

Güneş doğacak veya doğdu diye neden sinirlerin gerildiğine gelince; Abu Simbel’in özelliği buydu. Ramses, tapınağı Horus’la birleşen güneş tanrısı Ra “Ra-Harakhty” ile paylaşıyordu. Tapınak tanrı GÜNEŞ TANRISI için yapılmıştı. Ön duvarındaki heykellerin yüzleri doğuya dönüktü ve Nil nehrinin öte yakasından gün doğumunu izlemek gerçekten müthiş bir duyguydu! Nil nehri dediysem, o eskidenmiş. Şimdi Assuan barajının arkasında oluşan Nasser gölünü bir nehir olarak algılamak çok zor. Hele asıl Nil yatağının 140 metre daha derinde olduğunu düşününce bu daha da zorlaşıyor.

Tapınağın içinde ne olduğu, hangi tanrıların resmedildiği, önündeki devasa heykellerin kimler olduğu pek önemli değil. Diğer tapınaklardan pek fazla farkı yok. Benim ilgimi çeken, resimlerin anlattığı öyküler. Evet, resimleri tercüme etmek için tipleri tanımak lazım, ama öykülerini bilmeden resimlere bakmak, bir albümün sayfalarını rastgele çevirmeye benziyor. Ayrıca başka meraklarım da var; bu uzak Nil kıyısının II. Ramses tarafından neden seçildiği, ithaf edildiği tanrılarla tapınağın mimarisi arasında ilişki olup olmadığı ve bütün bu devasa tapınağın baraj gölünün altında kalmaktan nasıl kurtarıldığı! “Bu derece büyük bir baraj (Aswan) yapılmasına gerek olup olmadığı (baraj gölünün uzunluğu 500 km, eni yer yer 10-15 km)” veya “suların altında daha nelerin kaldığı” veya “ömrü sınırlı bir barajla, ölümsüz eserlerden daha kaçının yok edildiği” gibi diğer sorular ise ayrı bir makale konusu olur. Bu da bir anlamda bizim “eski eserleri koruma” kurulunun, Allinoi’yi korumak için (!) üzerini kumla kapatıp baraj suları altında bırakma kararını anımsatıyor!

O sırada 22 yaşında olan 2. Ramses, Nubia’lıların üzerine yaptığı bir seferden sonra, onlara gözdağı vermek için bu tapınağı yaptırmış. Bu, kendi iktidarı açısından bir güç gösterisiyken, bir yandan da karısı Nefertari’ye aşkını gösterme fırsatı olmuş! (tapınağın üzerinde “güneşin parladığı kadın” diye yazdırmış. Fakat Nefertari, açılış törenine gelirken Nil’de boğularak ölmüş!) Tanrılar açısından da başka bir öyküsü var. Buna göre Ramses tarafından Nil boyunca inşa edilen, Abu Simbel dahil, toplam 6 Nubia tapınağı, “Elephantine” adasından yola çıkan ve Nil boyunca yelken açıp Mısır’a geri dönen Amun-Ra için yapılan duraklardı. Ramses, Ra’nın kendi vücudunda yeniden doğduğuna (güneşin yeniden doğuşu gibi) inanıyordu. Altın ülkesi ve güneşe en yakın yer olarak bilinen Nubia da firavun ve Tanrı Ra’ya tapınmak için en uygun yerdi. Kısacası “bir taşla 3 kuş” olayı…


Tapınağın yapımı 20 yıl sürmüş. Büyük ve küçük tapınak diye adlandırılan 2 kısımdan meydana geliyor. Görünüşte eski Mısır’ın 3 büyük tanrısı Amun-Ra, Ra-Harakhty ve Ptah’a (bir başka yerde de Ra, Amun, Harakhkes yazılıyor) adanan büyük tapınak, gerçekte firavunun kendisinin yüceltilmesi amacını taşıyor. Bu tapınak, kayalar içine 55 metre oyularak yapılmış. İçinde birbirini izleyen 3 salon var. Bu salonların tüm duvarlarında Ramses’in meziyetleri, tanrılara sunduğu hediyeler ve savaşları resmedilmiş. Özellikle de Kadeş savaşı... Resimlerde “zafer” dönüşü olarak anlatılanın aslı ise böyle değil. Savaşın tam bir galibi olmamış. Savaşın sonuna doğru, Mısır ordusu güç durumdayken güneş tutulması oluyor ve savaş yarıda kalıyor, barış imzalanıyor. İki taraf da ülkelerine “muzaffer” olarak dönüyorlar.

Büyük tapınağın hemen yanında bulunan küçük tapınak ise, Kraliçe Nefertari ve Tanrıça Hathor'a adanmış (Hathor, Yunan mitolojisinde Afrodit'e denk düşüyor!). Ön cephedeki 6 heykel de yine doğuya bakıyorlar. Bunlardan 2 tanesi Nefertari’ye ait ve kocasınınkiler ile aynı boyda! Eşe verilen değerden mi, yoksa Nefertari’ye torpil mi bilemiyorum. Belki de Ramses, sevgililerinden birisini Nefertari suretinde yaptırmıştır (sadece ikisinin arasındaki sır! Malum, Ramses’in 105 ila 200 arasında çocuğu olduğu söyleniyor). Diğer dört heykel firavunun kendisine ait. Burada Ramses tekrar üstünlüğünü göstermiş (birisi kulağını çekmiş olmalı!) “İnek başlı” olarak temsil edilen Hathor’a adanan tapınakta, Ramses ile Nefertari’nin tanrılara adak sunduğu ve firavunun ilahlaşan karısına tapındığı odalar bulunuyor.


Tapınakla ilgili diğer bir özellik, belki de en çarpıcı olanı güneşle olan ilişkisi. Ra için yapıldığını düşünürsek bu çok doğal. Kitaplarda tapınak 1813 yılında İsveçli bir araştırmacı (Burckhardt) tarafından bulunduğu yazıyor!. Buna bulunmuş da pek denemez, çünkü zaten daha önce hem yerli halk, hem de Napolyon’un ordusu bu tapınağın farkındaymış. Farkında olmayan sadece bizim Osmanlılardı herhalde! Bulunduğu sırada heykellerin sadece birisinin başı kumların üzerinde tam olarak görünüyormuş. Tapınağın içine ilk defa giren (1837) Giovanni Belzoni buraya, ona yolu gösteren bir çocuğun ismini (Ebu Simbel) vermiş. İşte tapınak bu ilk konumunda içi boşaltılıp (Giovanni’nin götürdükleri dahil) temizlendikten sonra, en dipteki kutsal odada “güneşin mucizesi” fark edilmiş. Bu küçük odada yüzü yine doğuya dönük olarak oturan 4 heykel var. Heykeller Ptah, Amun-Ra, Ramses ve Ra-Harakhti’ye ait. Yeni doğan güneşin ilk ışınlarının yılda bir kere, tüm koridor boyunca direkt olarak uzanıp bu odaya giriyor ve 20 dakika kadar süreyle 4 heykelden üçünü aydınlatıyor.


Karanlıkta kalan dördüncü heykel, Ptah diye adlandırılan karanlık tanrısı! Bu olay bazı yazarlara göre, Ramses’in doğum günü olarak kabul edilen 21 Haziran’da, Lonely Planet’e (LP) göre de yılda iki kere, 22 ekim ve 22 şubat tarihlerinde gerçekleşiyor. LP bu tarihleri neden böyle vermiş anlamadım. Çünkü bu tarz, güneşle ilgili olaylar tarihte ya gün-tün eşitliği (ekinoks), ya da gündönümü (solstice) zamanlarında olur. Ekinoks günleri kuzey yarıkürede 21 mart ve 23 eylüldür. Yaz gündönümü ise 21 hazirandır ve güneş ışınları yengeç dönencesine dik geldiği için (yengeç dönencesi Abu Simbel’in biraz kuzeyinde) güneşin en uzun süreyle parladığı gündür. Ramses güneş tanrısıyla ilişkili olduğuna göre, bu tarihin 21 Haziran olması bence daha doğru gibi…

Yapımı 1964’te başlayıp, 1968’de biten Assuan barajı Nil’in sularını 140 metre yükselteceği için Birleşmiş milletlerin önayak olmasıyla (kalan sağlar bizimdir hesabı), Abu Simbel ile birlikte 14 Nubia tapınağının yerinden taşınmasına karar verilmiş. Böylece bu toplam 300000 ton ağırlıkta olduğu hesaplanan bu tapınak orijinal yerinden 400 m. uzağa ve 64 metre daha yükseğe taşınarak adeta yeniden yapılmış. Bütün taşıma işlemi 5 sene sürmüş ve 1968’de tamamlanmış. Burada bana enteresan gelen diğer bir şey de öndeki 4 heykelden birisiyle ilgili. Her biri Ramses’e benzeyen heykellerden ikincisinin başı, Napolyon’un askerleri tarafından açılan top ateşiyle yerinden kopmuş ve tapınağın önüne, yere düşmüş. David Roberts tarafından yapılan bütün eski çizimlerde de yerde gözüküyor. Tapınağın taşınmasından sonra da bu kopuk baş yine bulunduğu gibi, heykelin ayağının dibine konulmuş, esas yerine, omuzlarının üstüne konulmamış. Doğrusu hangisiydi, fırsat varken en orijinal haline mi getirmek, yoksa taşınmadan önceki halini mi korumak?

Kayaların kesilmesinin heykellerin görünüşlerine zarar vermemesi, yüzlerde iz kalmaması için estetik cerrahlarından destek alınmış. Yeni tapınak başka bir dağ oyularak yapılmamış. Her biri yaklaşık 30 tonluk parçalar halinde kesilen parçalar düz bir arazide eski konumlarında yeniden bir araya getirilmiş. Sonra tapınağın üstü ve arkası çelik konstrüksiyonla basınçtan korunarak, üstüne çimentodan orijinaline benzer şekilde yapay bir dağ inşa edilmiş. Muazzam bir çaba. Kutlamamak elde değil. Fakat benzer sorunlar bizim de başımıza geldiği için, bu konuyu eşelemeden geçemeyeceğim: Bu çabayı, bu denli büyük bir barajı yapmak için değil de yapmamak için harcasalardı daha iyi olmaz mıydı? Biliniyor ki tüm bu tip barajların ömürleri sınırlıdır. Farzedelim 100 yıl ömürlü bir şey yapıyoruz diye 4000-6000 yaşında bir tarih yok edilir mi? Nil’in hemen iki yakası ve ortasındaki adacıklar bu kadar önemli eserlerle doluysa, ve daha kimbilir kaç tanesi henüz yer altındaysa, buna değmez miydi? Ekonomik gelişme filan gibi bir sürü sebep ileri sürülebilir, fakat neden aynı seferberlik başka çareler üretmek için düşünülmez? Her biri daha küçük birden fazla baraj, kanallarla suyun yönünü değiştirmek falan filan gibi. Örneğin yenisinden biraz daha kuzeyde, İngilizler tarafından 20nci yüzyılın başında yapılan eski Assuan barajının bu tapınaklara bir zararı olmamış. Bu sorunu “okuduklarımdan alıntılar, felsefeci ne işe yarar?” kısmında da bir şekilde dile getirmiştim.

Tekrar tapınağa dönelim. Taşıdıktan sonra fark edilmiş ki gün ışığı artık eskisi gibi düşmüyor heykellerin üzerine. Taşıma sonrası tapınağın yüksekliği değiştiği için, hesaplar uymamış ve gün ışığı ancak 20 Haziran’da heykellere düşmeye başlamış (Lonely Planet’e göre yukardaki tarihlerden bir gün önceye geliyor). Artık nasıl, ne zaman, nereye düşüyorsa? Neyse, o kadar kusur kadı kızında da olur!

BİR İNSAN!

Bu da kim? Bir şöför…
Sakara bölgesine gittiğimiz gün, geri dönüş yolunda eski Kahire’ye, eski Roma eserleri ve kiliselerle dolu “coptic Cairo” denen yere uğradık. Vakit oldukça geç olmuştu. Onun için fazla bir şey göremedik. Bir kiliseye, biz Türk’üz filan deyip kapanma saatinde girdik, süratle dolanıp çıktık. Ortalık kararınca yapacak bir şey de kalmadı ve otele dönmeye karar verdik. Fakat nasıl? Geziyi yaptığımız güzelim minibüsü vakit geç oldu diye şoföre acıyıp göndermiştik (sabahtan beri dolaşıp toplam 200 mısır lirası ödedik, yani 50 TL). Şimdi bir taksi çevirmemiz gerekiyordu. Genelde tembih edilen, taksimetre açılmasını istememiz ve sadece beyaz taksilere binilmesiydi. Kalabalık olduğumuz için ikiye ayrıldık. Çocuklar bir tane taksi çevirip atladılar. Onları daha sonra yarı yolda, yolun kenarında gördük. Taksimetre açılmasını isteyince şoför bizimkileri kışkışlamış! Biz inatla beyaz taksi aradık, fakat bir türlü bulamadık. Bu arada yanımıza pejmürde kılıklı bir adam yaklaştı, taksi taksi diye. Arabası bizim eski Murat 124’lere benziyordu. At arabaları gibi, orasından burasından bir sürü “şey” sarkan 4 tekerlekli bir şey! Yanındaki adam da “iyi şoför, iyi şoför” diyordu! Önce binmemekte direndik. Parasına itiraz ettik. Fakat sonuçta çaresiz kalıp bindik. Araba şahlandı ve uçmaya başladı. Diğer arabaların arasından türlü cambazlıklarla sıyrılıyor, yolun ortasında sallapati avare avare gezen insanlara sürtünerek geçiyorduk. Bir şey olsa durup duramayacağı da belli değildi. Hepsinden kötüsü geveze mi geveze bir adamdı. Devamlı konuşuyor, araba giderken yandan geçen şoförlere laf atıyor, dönüp arkaya bakıyor, yarı beline kadar camdan sarkıyor, şarkı söylüyor, bağırıyor, araba durunca aşağı inip oynuyor, artık aklınıza ne gelirse! İlkönce biz de biraz suyuna gittik fakat baktık ki adam zıvanadan çıkmış! Birden elimi alıp sağ bacağını tutturdu. Elime gelen adeta bir tahtaydı, doğrusu femur kemiğinin ta kendisiydi! Hiç kası yoktu. Çocukken kalçadan iğne yapılınca bacağın tüm kasları erimiş! Bu arada sol ayağıyla gaza basıp sağ ayağını suratıma doğru tutuyordu! Haydaaa…

Bir on dakika sonra duruma el koydum. Neden on dakika? Baktım ki şöyle veya böyle yol alıyoruz. Ve kaç gündür şehirde bu manyak şoförlerin yaptığı tek kaza görmedik (bir at ölüsü hariç). Demek ki otelimize bir şekilde varacağız. Bir kelime daha söylerse, oturduğu yerde oynarsa ve direksiyonu iki eliyle tutup tüm dikkatini yola vermezse ona hiç para vermeyeceğimi söyledim, elimle de sıfır işareti yaptım. Allahtan problemi hemen anladı! Eliyle ağzına bir fermuar çekip sustu. Direksiyona sarılıp üstüne yattı. Dünya varmış.

BİR PİRAMİT

Mısır’da gezdiklerimiz içinde en hoşuma giden piramit kırmızı piramit oldu. Dahshur’da alabildiğine boş bir arazinin, yani çölün ortasında tek başına! Ne bir satıcı, ne de pozcu bir deve! “bahşiş, bahşiş” diye peşimize takılanların olmadığı veya “yavaş yavaş Hasan Şaş” seslenişlerini duymadığımız tek yer. Burada bir gölgeliğe oturup piramitle baş başa kalma fırsatı bulduk. Bu piramit dünyanın en eski gerçek piramiti. Firavun Sneferu yaptırmış. Daha önce yapılan piramitlerdeki (eğri piramit gibi) hatalardan öğrendikleriyle bunu tam piramit şeklinde yapmışlar. 63 metrelik dar, basık ve dik bir giriş tünelinden aşağı doğru inerek iki ara odadan sonra gömü odasına giriliyor. Biz de girdik ve çıktık. Bu piramiti unutamamamın bir sebebi de iki büklüm yaptığım bu iniş çıkış olsa gerek. Sonraki 3 günü ağrı kesici hap ve pomatlarla geçirdim!



Mısır deyince Nil'den bahsetmemek olmaz!


BİR NEHİR
6650 km. uzunluğuyla dünyanın en uzun nehri. Güney Afrika'da, Burundi sınırlarında Kagera nehri olarak doğuyor. Viktoria gölüne katılıyor, buradan Victoria Nil'i olarak yeniden yola düşüyor. Albert Nil'i, Mavi Nil, beyaz Nil, Atbera Nehri derken, Nasır gölüne geliyor. Nasır gölü de, neredeyse 500 km uzunluğunda, devasa bir baraj gölü... Abu Simbel'den bakınca nehri algılamak hemen hemen olanaksızdı. Gerçek Nil ile ancak Aswan'da tanıştım. İlk görüşüm demiyorum. Zira Akdeniz'e döküldüğü deltasını uçaktan, kendisini de bizzat yanından, Kahire'de görmüştüm. Kahire'de kaldığımız otel Nil kenarında, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan yadigar bir saray eskisiydi (Marriott Oteli). Fakat şehri ikiye bölen bu büyük nehir, zihnimin bir köşesinde yer etmiş "Nil" algısından çok farklıydı. Ben, Agatha Christie'nin "Death on the Nile" romanındaki Nil'i arıyordum. Peter Ustinov'u görmesem de olurdu.

Abu Simbel'deki keyif anlarından sonra tekrar otobüsümüze bindik. Aswan'a gidiyoruz. Teknemiz bizi Aswan'da bekliyor. Karayolu için fazla bir beklentim yok. Bildiğimiz çöl (!). Fakat bütün çöl yolculuklarının güzel bir vaha bulma umudu taşıdığını biliyorum...


Rusların yaptığı (1972) Büyük Aswan barajının (Saad el-Aali) üzerinde kısa bir mola verdikten sonra nehrin doğu yakasına geçtik. Bu baraj, Nil'e vurulan ikinci zincir oluyor. İlkini İngilizler daha önce (1902) yapmışlar. Daha alçak ve küçük hacımlı olan baraj ömrünü doldurunca ikincisine Ruslar talip olmuşlar. Anlayacağınız düdük kimin elindeyse o çalıyor... Adamlar barajı kendi ruhsuz binalarına, nehri de Rusya'daki geniş yollara benzetmişler. Artık altında ne kalırsa! Memleket ekonomisi (!) diye başlayan nutukların sedası hala duyulabiliyor.

İki baraj arasında, üzerinde antik kalıntılarıyla Philae adası var. Küçük barajdan itibaren de Nil!


Ticaret anlamına gelen bir kökten türeyen ismiyle Assuan veya Aswan, tam Nubia sınırında yer alıyor. Nub, altın demekmiş (nbw). Nubia, veya yukarı Kemet, tarih boyunca firavunların başta altın olmak üzere, pembe granit, baharat, fildişi, devekuşu tüyü ve asker kaynağı olmuş. Şimdilerde en önemli işlevi Nil üzerinde seyreden teknelerin son durağı olması. Bu tabii ki turistik bakış açısı!


Nil deyince, burayı sadece bir nehir olarak düşünmek yanlış olur. Nil tarih boyunca hem bir yaşam kaynağı olmuş, hem de astronomi, astroloji, matematik, felsefe gibi bilimlere yataklık yapmış. Antik dönemde bu yörede yaşayan insanlar doğal olayların döngüsünü farketmiş, yıldız hareketleriyle ilişkilendirmişler. Sirius'un heliak doğuşunu izleyip, Nil'in taşma zamanlarını, kurak ve bereketli geçecek mevsimleri belirlemişler. Sirius döngüsüne, aya ve Nil'deki değişimlere bakıp kendilerine bir takvim yapmışlar. Milattan dörtbin yıl kadar öncesine tarihlenen bu takvimin otuzar günlük oniki ay ve beş tamamlayıcı günden oluşan 365 günlük bir takvim olması ilginizi çekebilir. Konumuz bunlar olmadığı için daha yeni (!) bir örnekle konuyu tatlıya, pardon Assuan'a bağlamak istiyorum.


Antik devirde yengeç dönencesi (tropic of cancer, crab) tam olarak Assuan'dan geçiyormuş. Sonraları biraz daha güneye kaymış. Ne alaka, bize ne? diye soruyorsanız; bu paragrafı atlayabilirsiniz. Fakat paragrafın yarısına geldiğimize göre, bence okumaya devam edin, benim ilgimi çekti. Yaz gündönümü olan 21 Haziran'da güneş ışıkları yengeç dönencesine dik geliyor. Örneğin, bu dönence üzerinde bir kuyu olsa, öğle vakti güneş ışıkları kuyunun içini bütünüyle aydınlatır, kuyu içinde hiç gölge olmaz (mış). Grek filozof ve matematikçi Eratosthenes, Mısır'da yaşadığı sırada bu gözleme dayanarak dünyanın çevresini hemen hemen tam olarak hesaplamış.

Gözleme dayalı bilgi ilk defa bu nehrin kıyılarında güç ve iktidarın kaynağı haline gelmiş. Bilginin gücünü, görünmeyenin esrarıyla birleştirip yönetime taşıyanlar, gün gelmiş rahip ve firavun, veya ikisi birden olmuş. Bu her şeyi bilen adamların diğer bir uyanıklıkları da "baktım da bunu gördüm, düşündüm de bunu buldum" demek yerine, herşeyi bir ucundan tanrılara bağlamak olmuş. "İşler kötü giderse benden bilmesinler" gibi bir korunma içgüdüsü herhalde! Sonra da bakmışlar ki insanlar iyice cahil ve korkularla yaşıyorlar, bundan yararlanmayı öğrenmişler. Korkularla beslenen cehalet sıradan insanları gücün kölesi haline getirmiş. Kahire'de Ulusal Müze'yi gezerken tahtadan oyulmuş bir yılan görmüştük. 1 metre kadar yükseklikteki bir kutunun kapağı açılıyor ve bir mekanizmayla kapağın hareketine bağlı olan yılan öne doğru fırlıyordu. Sergideki haliyle kötü bir oyma yılan taklidi olan bu "şeyin" antik devirde insanlara, korku salmak için kullanıldığını öğrendik. Şöyle bir sahne hayal edin; bir dua törenindesiniz. Duvarlardan yankılanan seslerin ve müziğin esrarına kendinizi kaptırmışsınız. Dört yanda yanan tütsülerle kafanız uyuşmuş, her şeyi bir pus perdesinin ardında zorlukla seçerken, dumanlar arasından hızla çıkan bir yılan size doğru bir hamle yapıyor! Baş rahibin her dediğini yapmaz mısınız? Çarpılırsınız alimallah!!




Bilgelik tanrısı Hermes, öğrencisine sordu:
"Mısır'ın göklere benzer yaratıldığını bilmiyor musun, ey Asklepius?"

Bu topraklarda (veya kumlarda) yürürken gördüğünüz hiçbir piramit sadece bir piramit, hiç bir anıt, sadece bir anıt, çölü aydınlatan yıldızlar sadece yıldız değildi! Nil nehri de sıradan bir ırmak değildi. Nil nehri, “göksel ırmak” ile özdeşti. Göksel ırmak Eridanus'tu. Tanrılar o ırmakta doğar, ölünce yine o ırmağa dönerlerdi. Fiziksel dünya ile ruhsal dünya iç içe geçmişti. Hangisi nerede başlar, nerede biter, belli değildi.



Tanrıların evi Orion'da! (Bauval R, Gilbert A., Milliyet Yayınları 1998)

... Kral odasının güney şaftının, tanrı Osiris'le ilişkili olan Orion kuşağını işaret ettiğini, Kraliçe odasının aynı tarafındaki şaftın (yani kapıyla tıkanan şaftın) da Sirius'a (tanrıça İsis'in yıldızına) doğru işaret ettiğini söyledim. Bu yönlenmeler rastlantı değildi, piramitin amacıyla açıkça bağlantılıydı.

...Sorulacak soru bellidir: Gize nekropolü ve özellikle büyük piramitle şaftları, zamanın önemli bir işaretleyicisi olarak, Osiris dönemini ve özellikle onun ilk dönemini işaretleyen bir tür yıldız-saat olarak mı iş görmektedir?... Bu şaftı ve herhalde piramitin tümünü yapan mimar, neden bizim dikkatimizi MÖ 10450 tarihine çekmek istiyor?

Bu kitabı ilk okuyuşumda "Mısır'a gitmeliyim" diye düşünmüştüm. Evet, sonunda gittim. Keops, Kefren ve Mikerinos piramitleri arasında dolaştım. Fotoğraflarını çektim. Fakat her turistik organizasyonda olduğu gibi, kitaptan aldığım tadı alamadım. Gene de piramitlerin arasında dolaşırken, piramitlerin yer seçimindeki özellikleri birilerine anlatmadan duramadım.

"İşte dedim; bunlar herkese göre yan yana duran 3 piramit. Birisi daha küçük ve diğer ikisiyle aynı doğrultuda değil. Tıpkı Avcının Kuşağı gibi. Aslında gördükleriniz Avcı'nın, yani Orion'un yeryüzündeki izdüşümünden başka bir şey değil! Şu üçünün dizilişine bakın, aynen avcının kuşağındaki üç yıldızın dizilişine benzemiyor mu?"

Anlatırken, aslında kitabı burada bir taşın üzerinde otururken okumanın daha iyi olacağını düşündüm. Artık bir daha ki sefere...

Tabii ki Gize piramitlerini gezerken bunların hiçbirisini algılamak mümkün değil. İlk şaşkınlık ve “geçiş anı”nın sersemliğini atlattıktan sonra etrafta aylak aylak dolaşmaktan başka bir şey yapamıyorsunuz. Üstelik vaktiniz de dar. Rehberden bir saatlik izni ancak kapmışsınız! Vaktiniz olsa bile, teknik olarak piramitin içine girip şaftları filan görmeniz imkansız. Piramitlere girip de çıkanların yüzlerinden, koku, nem, pislik ve boğulma hissinden başka birşey okunmuyor. Dolayısıyla okuduklarınızın sihirli atmosferi bir süre sonra kayboluyor ve sıradan turistlere dönüyorsunuz. Ben (hayranlıktan doğan) ilk şaşkınlığımı atlattıktan sonra her zaman yaptığım gibi (!) kayboldum. Telefonumu kapadım ve gruptan ayrıldım. Keops ve Kefren'in arasındaki yoldan ilerleyip kendimi duygularıma bıraktım. İyice uzaklaşınca piramitler, çöl ve sadece ben kaldım. Bir de kum kokusu. Bu kum kokusu zaten Suriye'den beri beni izliyordu.


Yol güneye doğru hafif bir kavisle ilerledi. Giderek alçalıyordu. Havada asılı duran kumların etkisiyle herşey bir pus perdesinin arkasındaymış gibi gözüküyordu. Birden bire pus perdesi bir yerinden yırtıldı, bir deve, devede bir adam ve adamın arkasında hayal meyal bir silüet belirdi. Sfenks! Sfenks oradaydı. İlkönce arkadan gördüm, sonra yanına geçtim. Işık arkadan geliyordu. Sfenks üzerinde derin gölgeler vardı. Tam aydınlanmamıştı ve arkasındaki fon hayal meyal seçilebiliyordu. Işığın ve gölgelerin her anının tadını çıkarıp sfenksin yanıbaşına kadar yürüdüm. Muhteşemdi. Oturup seyrettim.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyorum. Silkinip kendime geldim. Gerçek dünyaya döndüm. Şimdi beni arıyorlardır diye düşündüm. Telefonumu açtım. Bütün azarları tolere etmeye hazırdım.

Bu turistik gezilerin kötü tarafı o muhteşem anıtların arasında, ya da sevdiğin hiç bir ortamda kafana göre takılamamak. 
- On dakika sonra otobüsün yanındayız!
- Sopamı izleyin!
- Beş dakika serbestsiniz!
- Geç kalmayın!

Ama ben geç kalmak istiyorum. Otobüsü kaçırmak istiyorum. Kaybolmak istiyorum. Bazen fotoğraf çekmek bile olayı mekanikleştiriyor, ortamdan keyif almayı unutmanıza yol açıyor. Fotoğrafa konsantre olurken çevrede olup biteni kaçırıyor, kamerayı ayarlayacağım derken, bir ibis kuşunu izlemenin hazzını tadamıyorsunuz.

Nil nehrinde bir gemi yolculuğunun en güzel tarafı hiç bir yere yetişmek zorunda olmayışınız. Görülecek yerler, antik kalıntılar genellikle Nil'in hemen kıyısına sıralanmış. Edfu gibi biraz daha uzakta olanlara da faytonlarla gidiliyor. Rehberler sizi alışveriş için oradan oraya sürükleyemiyor. Terlemiyorsunuz. Güneşten bunalmıyorsunuz. Omuzunuzda veya boynunuzda kiloluk bir çanta taşımak zorunda değilsiniz. Kameranız bir masanın üzerinde sakin sakin oturup keyfinizi bekliyor. Genellikle güvertedesiniz, ayaklarınızı uzatmış, içkinizi yudumluyorsunuz. İbis kuşları, fellukalar, küçük nubia köyleri, balıkçılar, her şey sizin önünüzden geçiyor. Nil sakin sakin akıyor, duru bir sesle size kendi hikayesini anlatıyor. Akşamları grileşen suyu, eflatuna dönen göğüyle sizi hayal alemine götürüyor. Gece boyunca istediğiniz kadar yıldız sayabiliyorsunuz. Ya da içlerinden sadece birisine takılıp, dalıp gidiyorsunuz. Göksel ırmağın neden Nil'le özdeşleştiğini, tanrıların oturmak için neden Orion'u seçtiğini anlıyorsunuz.

Osiris ayağını uzatsa Nil'de yıkanabilirdi.



BİR DİLEK; YENİ BİR ROTA

Eğer tekrar Mısır'a gidecek olursam önce Mısır'ın kuzey batısındaki Siwa çölüne giderim. Adrere Amellal otelinde kalırım. Büyük İskender'in firavunluğunu ilan ettiği Siwa kentinde ıssız Amon tapınağını gezerim. Şali tepesindeki, 1926'da üç gün süren yağmurla eriyen hayalet şehri, altın mumyalar vadisini, 2500 yıl önce bir kum fırtınasının yok ettiği, mumyalanmış Pers askerlerini görürüm. Bahariya vahası üzerinden Nil kıyılarına giderim. Yolda belki Küçük Prens'in küçük çöl tilkisi ile karşılaşırım. Assuan'da, Nil'e tepeden bakan "The Old Cataract" otelinde kalırım. Otelin kayalar üzerindeki rahat koltuklarında Agatha Christie'yle bir tek atar, nargile dumanları arasından gün batımını seyrederim. Sonra ufak bir fellukaya atlar, Luxor'a geçerim.
Neden "ufak" derseniz, Nil'e yakın olmak için derim. Neden "Luxor" derseniz, adını sevdiğim için derim.

4 Kasım 2010 Perşembe

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ


Bugün Türkiye’de demokrasi hakkında tartışmalar yapılıyor. Herkes “tam demokrasi” talebinde. Bu ifadenin tek açıklaması, demokrasi uygulamamızda eksiklerin, tutarsızlıkların bulunması.  Herkesi olmasa bile çoğunluğu tatmin edecek demokratik bir yönetim arayışı var. Peki bunun gerçekleşmesine neler engel oluyor? İdeal bir demokrasinin önündeki engeller nelerdir?
Demokrasi yolunda aşılması gereken engeller konusunda bir sürü şey sayılabilir. Sayılıyor da! Burada ben de aynı kolaycılığa saparak bir sürü maddeyi altalta sıralayacak değilim. Benim tercihim sadece tanı koymak değil, tedavisini de yazmak olacak. Sadece yazmak. Çünkü ben bir doktorum, yapmak işi ise siyasetçilere ait…

EĞİTİM SİSTEMİ

Düşünbilim veya felsefe; varlık, bilgi, gerçek, adalet, güzellik, doğruluk, akıl ve dil gibi konularla ilgili genel ve temel sorunlarla ilgili yapılan çalışmalardır. Temelinde bir düşünce bilimidir. Anlamının içinde hikmet arayışı da vardır. Fakat bu hiçbir zaman bilginin önüne geçmez.
Orta öğretim için yenilenen eğitim programının ilk ünitesinde, girişteki felsefeyle tanışma kısmını, hikmet kavramı ve felsefe ile hikmet arasında bağ kurma konuları izlemektedir. Hikmet, genel anlamıyla vahiy yoluyla edinilen bilgidir ve böyle bir bilgi sadece kabullenilir, üzerine düşünülmez ve sorgulanmaz. Bu da felsefenin ruhuna ve düşünce sistematiğine aykırıdır. Diğer yandan program içeriğinde din felsefesi, açık bir şekilde bilim felsefesinin önünde gelmektedir. Bu bakış açısıyla yeni yetişen, bilgiye aç, her türlü dış etkiye açık genç beyinlerin özgür düşünme ve sorgulama yeteneklerini kazanması olası değildir. Yapılması gereken; öğrencilere düşünmesini, araştırmasını, soru sormasını öğretmek, bilim felsefesini öne koyarak, inanç dünyasının esaslarını göstermektir. Bu sağlam zemin üzerine siyaset, inanç ve din felsefeleri kolaylıkla inşa edilebilir.
Pedagojide çocuğun yaşına göre verilecek eğitimin şeklinin önemli olduğu vurgulanmaktadır. 12 yaşından küçük çocuklar için soyut kavramların bir anlamı yoktur. Dünya somut gerçeklerden ibarettir. Bir şeyin var olması onu görmesi veya tatmasıyla olasıdır. Kasım ayındaki 18inci milli eğitim şurasında alınan kararlarda ise eğitimcilerimizin bu gerçeği (bilerek) göz ardı ettiklerini görüyorum. 8 yıllık eğitimin imam hatip ortaokullarını ortadan kaldırmasını hazmedemeyenler, 1+4+4+4 gibi tuhaf bir öneriyle din eğitimini küçük yaşlara çekmenin mutluluğunu yaşıyorlar. Kuran kursları (yatılı-yatısız), tarikat okulları, okul olmadıkları halde, yine tarikat destekli özel yurtlar gençlerimizin geleceğini çeşitli inanç gruplarına bağlamaktadır. İktidardakilerin işine geldiği için sürüp giden bu eğilim son bulmalıdır. Devletin tarikatlara bırakılan bu alanı denetlemekten (veya denetler gibi yapmaktan) öte, inanç odaklı kurumların elinden mutlaka kurtarması gerekmektedir. Din dersleri seçmeli olmalı, belli bir mezhebin öğretisi olmaktan çıkmalıdır. Derslerde ibadet uygulamaları değil din felsefesi konu edilmelidir. 

Gençlerimiz önce öğrenmeli, belli bir düşünsel gelişmeye ulaştıktan sonra, kendi seçimleriyle inanmalıdır. İnanç, bilinçli olarak seçilen bir yol olmalıdır.
Bu öneriler sırasında eğitimi ilk sıraya koymamın sebebi, demokrasinin olmazsa olmazının “laiklik” ve önündeki en önemli engelin insanların kafalarının içinde olduğunu düşünmemdir. Demokrasinin özünde denetleme ve sorgulama vardır. Başkalarının hakları vardır. Çoğunluk hegemonyası yoktur. İtaatkar ve dogmatik eğitim, hikmeti bilimin önüne koyan öğretim laik demokrasinin sadece bugünü değil, yarını için de tehlikedir.
Eğitimin güncel durumu ile ilgili bazı rakamlar, notlar:
  • 1,78 milyon üniversite öğrencisinden sadece 217 bini devlet yurtlarında kalıyor.
  • 150000 öğretmen açığı var. 400000 öğretmen atama bekliyor
  • 150000 sözleşmeli öğretmen düşük ücretlerle çalışarak kadro bekliyor.
  • din kültürü öğretmenlerinin sayısı fen ve sosyal bilim öğretmenlerinin sayısından fazla
  • imam hatip lisesi öğrencileri sayısı 198bine çıktı.
  • kaçak kuran kursu açanlara hapis cezası kalktı. kaçak kursların kapatılması hükmü de kalktı
  • Ders kitapları bedava dağıtılırken, içerikleri manuple edildi. 
  • 100 temel eserin tercümelerinde dini ifadelere ağırlık verildi.
Ve diğer rakamlar...
Bu rakamlar şu anda değişmiş olabilir. Fakat oranların değiştiğini veya uzun süre değişeceğini zannetmiyorum.  İstediğiniz kombinasyonu, ikili eşleştirmeyi yapabilirsiniz. Yorumunu size bırakıyorum.
Türkiye'de 67. 000 okul, 1220 hastane,  6300 sağlık ocağı,  85000 cami , 270 kilise, 100 cemevi, 77000 doktor, 90000 din görevlisi, 1435 kütüphane, 13 kentte devlet tiyatrosu, 81 kentte 3852 kuran kursu var.

Her 60 bin kişiye 1 hastane, 350 kişiye 1 cami, her 900 kişiye bir doktor, 780 kişiye bir din görevlisi düşüyor. Diyanet İşleri Başkanlığının 2009 bütçesi 22 üniversitenin toplam bütçesi kadar...


LAİKLİK ANLAYIŞI

Dünyada dini otoritenin siyasal ağırlığının azalması ve parlamentoların monarşik iktidarlara karşı durması birbirine paralel bir seyir göstermiştir. On altıncı yüzyılda ilk emarelerini görmeye başladığımız bu eğilimin meyvelerini vermesi yüzyıllar sürmüştür. Din olması gereken sınırlara çekilirken, eşitlik ilkesine dayanan “halk egemenliği” kavramı aynı zamanda laikliğin ve demokrasinin de başlangıcı olacaktır.
Ülkemizde de hilafetten laikliğe, monarşiden demokrasiye geçiş kolay olmamıştır. Daha 1919 yılında, Mustafa Kemal'in notlarında, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devletin yönetim şeklini “cumhuriyet” olarak tanımladığı halde, 1924 anayasasının 2. maddesine “devletin dini islamdır” yazılmıştır. Hilafet 1926 yılında kaldırılmış, son halife yurdu terk etmiş, fakat laiklik anayasaya ancak 5 Şubat 1937’de girebilmiştir. Her şeyi ince ince planlayan Mustafa Kemal demokrasinin laiklikle ilişkisini bilmiyor muydu? Tabii ki biliyordu. Fakat cumhuriyetin kuruluş sıkıntılarını da biliyordu. Şeriat özlemiyle yanan, ilk fırsatta halifeliği tekrar canlandırmak isteyen, halkın din duygularını istismar etmeye hazır onlarca milletvekili vardı. Çok partili demokrasiye geçiş için her teşebbüs genç Cumhuriyet’in temellerini sallıyordu. Bence CHP’nin 6 okunun içinde özel bir yeri olan laikliğin ilk defa 1927 yılında parti programına girmesine rağmen, anayasaya girmesi için 10 yıl daha geçmesinin sebebi de budur. Öncelikle din ve inançların güvence altına olduğu gösterilmeliydi. Bunu daha başlangıçta sağlayan da cumhuriyetçilik ve içeriğindeki demokrasi ilkesi olmuştur.
Laiklik demokrasinin kilit taşıdır. Demokrasiye şekil veren, onu ayakta tutan en önemli unsurdur. Bununla beraber, laikliğin demokrasinin ön koşulu olarak görülmesi bazen yanlış yorumlara yol açmakta ve demokrasimizin olgunlaşmasını önlemektedir. Bunu askeri darbeler sırasında hep beraber yaşadık. Laiklik elden gidiyor bahanesiyle demokrasinin canına okundu. Demokrasi sekteye uğradıkça, sorunlar kendi iç dinamikleri içinde çözülmedikçe, hep baştan başlamak zorunda kaldık. “millet isterse hilafeti bile geri getirir” mantığı ile devleti yönetenler iktidarlarını sürdürebilmek için din tacirliğine soyunup laikliği din düşmanlığı ile bir tuttular. İnanç ve din hegemonyasına giden yolun önü açıldı. Kasıtlı olarak laiklik din ile karşı karşıya getirildi. Demokrasiyi kurtarmak adına dışarıdan yapılan girişimlerden en büyük zararı yine demokrasi ve laiklik gördü.

Laik devlet, yönetme yetkisini halktan alır. Yetki kaynağına yönelik tehdit potansiyeli taşıyan her şeyi kontrol etmek zorundadır. Bu nedenle halkın bireysel din ve vicdan özgürlüğünü de güvence altına almalıdır. Devlet bunu kanunlarla yapar. Dinsel yapılanma ve örgütlenme din temelli cemaatlere bırakılırsa bireysel vicdan özgürlüğü tehlikeye girer. Devleti yönetenler, kamu hukukuyla çözülecek bir konuda diyanetten görüş istemez. Devletin kurumları bir mezhebin sözcülüğünü yapmaz. Dini liderlerden fetva beklemez. Sosyal ve kültürel politikaları laiklik çerçevesinde düzenler. Belli bir mezhebi değil, tüm inançları, sadece oy verenlerin değil, tüm yurttaşların haklarını hesaba katar. Çünkü esas olan insan hakları ve özgürlüklerdir. 

SEÇİM SİSTEMİ

Eski Yunancada "Demos" Halk, "kratia" iktidar anlamına gelir. O devirde demos halkın tümünü değil belli bir sınıfı ifade ediyordu. Bugün ise demokrasi tüm halkı ilgilendirir. İktidarını seçtiği "vekiller"ine belli bir süre için verir. Peki halk iradesi seçimlere tam ve doğru olarak yansıyor mu? Yansıması için ne nasıl bir seçim sisteminin nasıl olması daha iyi olur?

Seçim sistemimizin en anti-demokratik yanı %10'luk baraj oranıdır. 1980 darbesinden sonra siyasi istikrarı sağlamak için askeri yönetimin aklına gelen çözüm meclise az sayıda partinin girmesi, tercihan bu iki partinin de merkeze yakın olmasıydı. O nedenle seçime girebilecek partilerin sayısı bile sınırlanmıştı. Ülke barajına ek olarak seçim çevresi barajı da vardı ve bazı bölgelerde barajın daha da yükselmesine yol açıyordu. Bundan sonra yapılan her seçimde seçim sisteminde değişiklikler yapıldı. İktidara ortak olan her parti kendine avantaj sağlayacak şekilde seçim sistemiyle oynadı. Bu durumda barajı aşamayacağı kesin olan partiler değişik yollara başvurdular. Önce bağımsız olarak aday olup, seçildikten sonra mecliste grup oluşturmak gibi.

2002 yılında meclise girebilen iki parti seçmenlerin ancak %53,5'unun oyunu almıştı. Bu seçimde halkın yarıya yakını mecliste temsil edilememişti. 2007 seçimlerinde ise temsil oranı %81,4'e çıkmakla beraber, oyların dağılımı gene anormal bir sonuç verdi. Çünkü
sistem daha çok oy alan partiyi ayrıca kollamaktadır. Bu tuhaf düzen sayesinde %46,5 oy alan birinci parti mecliste %62'lik bir çoğunluk elde etti (341 vekil). Birinci partinin yarısına yakın oy kazanan ikinci partinin mecliste temsil oranı yaklaşık %20 oldu (112 vekil). Darbe anayasası işe yaramış, güya istikrar sağlanmıştı.

Diğer sorun da bölgesel haksızlıklardır. Giresun’dan milletvekili seçilmek için ortalama 48,000 oy almak yeterlidir. İstanbul 2. Bölgede ise seçilmek için gereken oy sayısı yaklaşık 79,000’e yükselmektedir. Türkiye’de kırsal ve kentsel alandaki seçmenlerin temsil olanakları arasında uçurum vardır. Yüksek tarım destek fiyatları vererek seçim kazanmak isteyen “köylü (veya ağa) tabanlı” partilere ek avantaj sağlanmaktadır. Teoride çağdaşlaşma, sanayileşme ve kentleşmeden bahsederken seçim sisteminin kentlerin aleyhine işlemesi, kentlerin temsil oranını düşürmesi demokrasimizin asıl defektidir ve öncelikli olarak düzeltilmelidir. Eşitlikten, halkların eşitliğinden, eşit temsilden bahsediyorsak, basit bir matematik hesabı doğru yapılmalı, 48000=79000 gibi bir yanlışlığa son verilmelidir. Bu oranın bozukluğu bazı bölgelerde daha da çarpıcıdır.

Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu'nun 11 Mart 2010 tarihindeki toplantısında Avrupa'da seçim barajının yüzde 3-5 arasındaki bir orana düşürülmesi resmen kabul edilmiştir. Ülkemizde bu baraj bence en fazla %3 olmalıdır. Böylece meclise girmek için aranan yapay çözümler son bulur. Kürt sorunu için bir yandan "siyasi çözüm" den bahsedilirken, mecliste temsillerinin engellenmesi gibi bir paradoks da ortadan kalkar. (X) partisine verilen oy, onu hiç hak etmeyen (Y) partisine kaydırılmazsa, halkın gerçek iradesinin meclise yansıması sağlanır, meclis gerçekten "Türkiye Büyük Millet Meclisi" olur.


Bir söz: Demokrasilerde, halkı kendini yönettiğine inandırmak sanatına politika denir (Louis Latzarus)



DOKUNULMAZLIK


Demokrasimize zarar veren uygulamalardan birisi de "dokunulmazlık" kuralının gayet geniş kapsamıdır. Bence dokunulmazlık, olması gerekenden çok daha geniş bir çerçevede uygulanmaktadır. Evet, suçu kesinleşmemiş olan bir kimse, soruşturma ve davasının devam ettiği süreçte suçlu sayılamaz. Fakat adi suçlardan şüphe altında olan bir insanın sizi mecliste temsil etmesini ister misiniz? Gerçekten suçsuz olması da bir şey farkettirmez. Milletvekilliği süresince bu "şüphe" her zaman onu izleyecektir. Umurunda olup olmaması onun kişilik sorunudur. Her yeni seçim ülke için yeni bir umut, ileriye doğru atılmış bir adımdır. Meclisin güvenirliği ve şeffaflığı herşeyden daha önemlidir. Çağdaş, demokrat ve refah içinde bir Türkiye için meclise yürüyen vekillerimiz omuzlarındaki bu şüphe yükünü neden meclise taşıyorlar?

Son bilgilere göre; seçimlerin temel hükümleri ve seçmen kütükleri hakkında kanuna muhalefet, Dernekler Kanununa muhalefet, Basın yoluyla halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek açıkça tahrik etmek, toplantı ve gösteri kanunlarına muhalefet, suçu ve suçluyu övmek, terör örgütü hakkında propaganda ve diğer suçlar ile birlikte mecliste işlem gören veya görecek dokunulmazlıkla ilgili dosya sayısı 634! Beni bu "diğer suçlar" kısmı daha çok ilgilendiriyor. Bu dosyalarda yer alan suçlar şu şekilde:
  • Siyasi Partiler Kanununa muhalefet`
  • Devlet İhale Kanununa muhalefet
  • Vergi Usul Kanununa muhalefet
  • Kooperatifler Kanununa muhalefet
  • Hakaret, görevli memura hakaret ve tehdit, kamu görevlisine görevinden dolayı alenen hakaret, basın yoluyla hakaret, avukata hakaret, telefonla tehdit
  • Görevi kötüye kullanmak
  • Avukatlık görevini kötüye kullanmak
  • Gerçeğe aykırı mal beyanında bulunmak
  • ihaleye fesat karıştırmak
  • zimmet,
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • Bir kısım kooperatiflere usulsüz arsa tahsis etmek
  • Özel evrakta sahtecilik,
  • evrakta sahtekarlık ve kamu kurumunu dolandırmak,
  • resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik
  • kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık,
  • dolandırıcılık,
  • cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak
  • Havaya silahla ateş etmek
  • Taksirle ölüme sebebiyet vermek
  • Taksirle yaralama
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamaya sebebiyet vermek
  • Tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu ölüme sebebiyet vermek
Bu suçları işledikleri şüphesi olan bazı milletvekillerimiz şu anda yasama görevlerini sürdürüyorlar. Üstelik çoğunluğu iktidar partisinin üyesi! Bu listenin anlamı şu: kanunları bir yerde hiçe sayan, görevlerini kötüye kullanan, hakaret ve tehditi alışkanlık edinen, doğru dürüst ihale yapamayan, sahtecilik, dolandırıcılık, zimmet, kalpazanlık, çeşitli usulsüzlükler, adam yaralama, öldürme gibi suçlardan henüz aklanmamış vekillerimiz demokrasimizi temsil ediyor ve bizim yaşamımızı düzene sokacak, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek kanunların yapımında rol oynuyorlar! (Bu suçların nitelikleri ve çoğunluk gibi nicelik ifadeleri meclis kayıtlarından kopyalanmıştır!!!)

Dokunulmazlık, sadece meclis çatısı altında ifade özgürlüğü sağlayan bir kural olmalıdır. Bunun dışındaki suçların soruşturma ve davaları vekillik süresince ertelenerek zaman aşımına bırakılmamalıdır. Bu hem davacıların mağduriyetini artırır, hem de davalının sırtında bir kambura yol açar. Seçime giren adayların mahkemeleri sonuç alınıncaya kadar kesintisiz devam etmelidir. Aday bu süreç içinde milletvekili seçilirse, vekilliği askıya alınmalı, ancak aklandıktan sonra meclise girebilmelidir. Dava belli bir sürenin üzerine uzadığı takdirde, aynı partiden bir sonraki sırada bulunan aday onun yerine geçebilir. Böylece dürüstlük ve kanunlara saygı ödüllendirilmiş olur. 



YASAMA, YÜRÜTME, YARGI

Devlet yönetiminde genel bir kural olarak Yasama, Yürütme ve Yargı erklerinden oluşan üçlü kuvvet ayrılığı ilkesi temel alınmıştır. Yasama organı TBMM'dir. Yürütme organı cumhurbaşkanı ve bakanlar kuruludur. Yasalara bağlı olarak ülkenin ve hükümet icraatlerini gerçekleştir. Yargı ise yürütmeyi denetleyen ve vatandaşların yasal haklarını kanun önünde koruması için çalışan erktir. Bu üç unsur birbirini devamlı olarak denetler. Birbirinin sahasına girmez. Amaç demokrasidir. Halkın huzuru, güvenliği ve refahıdır. Teorik olarak herkesin kolaylıkla sayabileceği bu özellikler kağıt üzerinde gayet iyi durmakla beraber, pratikte işler nasıl yürüyor, ona bakalım. Bu konunun en yoğun şekilde gündemimize oturması ve tartışılması "anayasa" referandumu sırasında gerçekleşti. "Demokrasi" için bir takım değişiklikler yapılacaktı ve bunların bir kaç tanesi de yasama, yürütme ve yargı erklerini ilgilendiriyordu. Sorun yoktu. Demokrasi gelecekse eğer, boynumuz kıldan inceydi...

Fakat gerçekler neydi? Gerçekten sorun yok muydu? Ya da bir takım sorunlar mı ortadan kaldırılmak isteniyordu. Evet referandum yapıldı, değişiklikler gerçekleşti ve hemen ilk bir iki ay içinde esas değişikliklerin, iktidar için (muhtemel) sorunların ortadan kaldırılması amacını taşıdığı anlaşıldı.
 
Şimdi, lafı uzatmadan, yeni anayasa taslağı oylanmadan önce yazdığım (başlıklar; anayasa referandumu ve referandum sonrası ) notlardan alıntılar yaparak başlayacağım:
  • Madde 159... Bu maddedeki tuzak bence bakan ve adalet müsteşarının yetki sınırları. HSYK'nın adalet bakanının istemediği bir kararı alabilmesi mümkün olacak mı? Bence olmayacak. Adalet bakanı ve müsteşarı istedikleri savcı hakkında soruşturma açtırabilecekler. Tamamen siyasallaşmaya yatkın bir kadrolaşma! Ayrıca "erklerin ayrılığı" prensibiyle de çelişiyor.  Diğer taraftan, cumhurbaşkanı tarafından atanan ilk 4 üyenin ne kadar gerekli.olduğunu da anlamadım. Bu kurulda bir iktisatcı veya yöneticinin ne işi olabilir? Zaten siyasi ağırlığı temsil eden adalet bakanı ve müsteşarı var. Neden cumhurbaşkanı her kuruma karışmak zorunda? Başkanlık sistemine hazırlık mı? 
  • ...12 Eylül anayasası temel olarak, rejimi korumak bahanesiyle, yasaklarla dolu, devlet otoritesini ve bürokrasiyi bireysel özgürlüklere hakim kılan bir anayasadır. İnsan değil, devlet odaklıdır. Siyasi partiler üzerindeki baskılar, seçim sistemi, barajlar, YÖK, dokunulmazlıklar, işci ve emekçi haklarındaki sınırlamalar hep bu anayasanın sonuçlarıdır. 
  • ...Dolayısıyla anayasanın temel karakteri, hangi parti olursa olsun, istikrar (bu da diğer bir aldatmaca) adı altında, tek parti otokrasisine yol açacak, halen içinde yaşadığımız bu durumun sakıncaları giderek derinleşecek, içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. 
  • Yeni taslak, çoğunluğu elinde tutan partiye (bu parti şimdi AKP'dir, uygulanan baraj sistemi, seçim sistemi  devam ettiği sürece yarın bir başka parti olacaktır) büyük olanaklar sağlamakta, yargı denetimi zayıflamakta, bir anlamda bürokratik egemenliğini pekiştirmektedir. Azınlık, çoğunluğa karşı korumasız kalmakta, hukuk siyasetin etki alanına girmektedir.
Yazımın en başında çözüm önerilerimi yazacağımı söylemiştim. Çözüm; yeni bir anayasa! 
Yeni bir anayasa yazmak, eskisine yamalar eklemekten daha kolay olacaktır...


Şimdi de son 15 gün içinde yayınlanan bazı gazete haberlerinden alıntılar yaparak referandum sonuçlarının günlük hayatımıza yansımalarını görelim:
  • Bir devlet bakanı ve Ergenekon; …bunların hiç eylemi yok, bunlar oturup konuştular demek olmaz. Zaten bunların eylemi olsaydı yargılamayı onlar yapacaktı…Yorum (İG); İşsiz ve yoksul insanların suç işleme olasılığı yüksek olduğuna göre onları da toplayıp sağ ellerini şimdiden keselim (mi?) 
  • Bir diğer devlet bakanından TV dizileri üzerine; …cezayi müeyyidelerle, yeni cezalarla bu işi önleyemezsiniz… ; içinde sivil toplum kuruluşları, dernekler, kanaat önderleriyle şikayet sahibi vatandaşların da görev alacağı sivil inisiyatif, bu konuda ilerleme sağlayabilir. Kamuoyunun hassasiyetlerini baskı unsuru olarak yayıncıların üzerinde hissettirecek bir inisiyatif de başarılı olur… Biz bakanlık olarak sekreterya görevi yapacağız…Yorum (İG); sivil inisiyatif, STK vs diyerek toplumcu havası verilen mekanizmanın aslında hükümet kontrolünde bir linç aracı olacağı çok açık. Kanaat önderi de mahallemizin imamı filan olsa gerek!!! 
  • Bir başbakan; "başörtüsünü ulemaya sormak lazım!" Yorum (ulemadan birisi, bir din adamı); "ben bu tür konuların diyanetten görüş sorularak çözüme kavuşturulması değil, özgürlükler paketi olarak çözülmesi gerektiğini söyledim. Dini bir konuda yasal düzenleme yapılırken, diyanetin görüşünün sorulması laiklik ilkesine aykırıdır. Örneğin alkol kullanmak günahtır. Ama içkinin hangi durumlarda suç olacağı siyasetin işidir."
  • Ve yorumu kendi içinde olan haberler:
    • Bir savcı; …istihbarat amacıyla yapılan telefon dinlemeleri mahkemelerde delil olarak kabul edilmeli… 
    • Bir mahkeme; 18 üniversite öğrencisi bir yıl üç ay hapis cezasına çarptırıldılar. Suçları; okullarında (İTÜ) basın açıklaması yaparak başbakanı protesto etmek!…
    • bir rapor: TMMOB Şehir plancıları odası İstanbul Şubesinin hazırladığı 3. köprü projesi değerlendirme raporu. Bu raporda projenin ulusal ve uluslararası hukuka aykırılıkları, geçiş yollarının yer alacağı bölümlerle ilgili sit kararları var. Fakat yapacak fazla bir şey yok. Anayasadaki değişiklikler Danıştay faktörünü de ortadan kaldırmış durumda.
    • Bir siyasi parti; Bir dizi yolsuzlukla ilgili "deniz feneri" davasında kuryelikle suçlanan RTÜK başkanının yargı karşısında hesap vermesini engellemek için yasa teklifi hazırlayan iktidar partisi, Hrant Dink cinayetinde MİT görevlilerinin ihmali ya da sorumluluğu olup olmadığının araştırılması istemine onay vermedi.
Türkiye'de demokrasi anlayışı, uygulamaları ve yasalar ile ilgili diğer (tuhaf) haberleri, öğrendikçe bu yazının (demokrasinin engelleri) sonuna ekleyeceğim. İleride yazacak haber bulamamak dileğiyle...

Haberlere devam:
  • Hükümet tabiat ve biyolojik çeşitliliği koruma yasası ile yapamadığını, yenilenebilir enerji kaynakları yasasını değiştirerek gerçekleştirdi. Yasa ile milli parklar, doğayı koruma alanları, özel çevre bölgeleri ve su koruma alanları, hidroelektrik santralleri gibi enerji yatırımına açıldı (7 ocak 2011)
  • İslamcı çevrelerde sözü dinlenir bir ilahiyat profesörü (HK); Demokrasi ve islam arasında uyuşma ve uzlaşma olamaz... bunlardan biri varsa diğeri en azından tam uygulama bakımından yoktur... bu sebeple eğer böyle bir düzende yaşamak mecburiyeti varsa müminler, inanç ve telakkilerini muhafaza ederler, uygulamayı ise imkan dahilinde yaparlar... (Yeni Şafak, 9 Ocak 2011)
  • Başbakan, Kars'ta yapılmakta olan "insanlık anıtı" için ucube dedi, ve kaldırılmasını istedi... görüşülmekte olan RTÜK yasası kesinleşirse istediği TV programını da yasaklatabilecek...
  • Mersin Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Meslek Lisesi'nde kız-erkek öğrencilerin 45 santimden fazla yakınlaşmaları yasaklandı (2010-2011 eğitim yılı başı), yemekhaneler ayrıldı. Not: Mersin doğumlu Nüvit Kodallı opera ve bale müziği bestecisidir
  • Elazığ belediyesindeki yolsuzluk iddialarına içişleri bakanı "yok"diyor, soruşturmaya da gerek olmadığını söylüyor (2010 sonu). Bir savcı "var" diyor, danıştaya başvuruyor. Sonuç: meğerse varmış!!