Okuduklarım 2020-21

BÜYÜLÜ DAĞ (Der Zauberberg, 1924)

Thomas Mann, 1929 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ

Can Sanat Yayınları A.Ş., 1. basım: 1998
18. basım: Ocak 2020, İstanbul

İkinci Cilt:

Bu sessiz, resim kadar güzel yerde otururken kafasından geçen sorumluluk dolu düşüncelere bir de ad takmıştı: kralcılık oynamak. Çocukluğundan kalma bir oyundu bu ve her ne kadar beraberinde korku, baş dönmesi ve yüzünün daha da kızarmasına neden olan değişik türde kalp çarpıntıları getirse de hoşlandığı bir eğlence olduğu anlamına geliyordu. Bunların verdiği gerginlik yüzünden çenesini desteklemek gereksinimi duyuyordu ve bu eski yöntemin 'kralcılık' oynarken ve yüce olgunun gözünün önünden gitmeyen resmine bakarken duyduğu onura çok uygun olduğunu düşünüyordu.


Naphta yüce olguyu İngiliz toplum savına karşı savunurken 'Homo Dei' terimini kullanmıştı. Sivil sorumluluk duygusu ve 'kralcılık' oynamaya ilgisi olduğuna göre Joachim'le birlikte ona kısa bir ziyarette bulunmaları gerektiğini düşünmesinde şaşılacak bir şey var mı? Bu düşünce Settembrini'nin hoşuna gitmemişti - Hans Castorp bunu hemen anlayabilecek kadar zeki ve duyarlıydı. Hümanist karşılaşmalarından rahatsız olup yinelenmesine açıkça engel olmak istemiş ve kendisinin onunla düşünce alışverişi yapıp tartışmasına karşın gençleri, özellikle de onu, farkına vardığı kurnaz sorunlu çocuğu eğitsel bağlamda ondan uzak tutmaya çalışmıştı. Eğitmenler böyledir işte. Yetişkin olduklarını iddia ederek ilginç şeylerden kendileri zevk alırken gençlere bunları yasaklarlar ve hatta ne kadar toy olduklarını kabul etmelerini beklerler. Laternacının Hans Castorp'a herhangi bir şeyi yasaklama hakkının olmayışı iyiydi; buna kalkışmamıştı da. Sorunlu öğrencinin yapacağı, duygusallığını yenip masum rolü oynamaktı ve bunu yaparsa küçük Naphta'nın davetini içtenlikle kabul etmemesi için bir neden kalmıyordu ve bunu, ilk karşılaşmalarından hemen birkaç gün sonra, bir pazar günü ana dinlenme küründen sonra gerçekleştirdi ve ister istemez Joachim de onunla gitti.



BÜYÜLÜ DAĞ (Der Zauberberg, 1924)

Thomas Mann, 1929 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ

Can Sanat Yayınları A.Ş., 1. basım: 1998
18. basım: Ocak 2020, İstanbul

Birinci Cilt:

Settembrini'nin dediğine göre, bu düşünceler hem ilke hem de iradenin çabası olarak ailenin geleneğinden geliyordu. Üç kuşak -büyükbaba, baba ve oğul-yaşamlarını ve zihinlerini, her biri kendi tarzında, bunlara adamıştı. Baba, bir ajan ve bir barış savaşçısı olmadığı, hümanizmi kürsüsünden yürüten sessiz ve yumuşak huylu bir alim olduğu için büyükbabaya her ne kadar benzemese de, ondan aşağı kalır yanı yoktu. Neydi hümanizm? İnsanlığı sevmekten öte bir şey olmadığına göre, babanın yaptığı da siyasaldı ve insanlığın ilkelerini kirleten ve alçaltan her şe ye başkaldırmak demekti. Hümanizm biçimin önemini abartıyor diye eleştiriliyordu ama aslında o, güzel biçimi yalnızca insan onuru adına önemsiyor ve yalnızca insan nefreti ve batıl inançlara gömülmekle kalmayıp alçakça sayılabilecek bir biçim yoksunluğu içindeki Ortaçağ'a karşı parlak bir karşı sav oluşturuyordu. Ta başından beri, babası, insanlığın amacı, yeryüzünün çıkarı, düşünce özgürlüğü ve mutluluk için savaş vermiş ve gökyüzünü fazla umursamadan kuşlara terk etmemiz gerektiğine yürekten inanmıştı. Prometheus! İlk hümanist oydu ve Carducci'nin ilahisinde değindiği Satana'yla özdeşti. Ah Tanrım, keşke kuzenler Bologna'ya gelip Kilise'nin o yıllanmış düşmanının Romantiklerin Hıristiyan duyarlılığıyla nasıl uğraştığını ve ona nasıl sataştığını bir duyabilselerdi! Manzoni'nin Kutsal İlahilerine ve 'Luna, gökyüzünün o solgun rahibesine benzettiği Romanticismo'nun gölgemsi ay ışığını da. Per Bacco, ne büyük bir zevk olurdu! Keşke Carducci'nin Dante yorumunu da duyabilselerdi! Onu, büyük bir kentin, asetizm ve dünyayı yadsımakla savaşan ve insanlığın devrimci ve yenilikçi atılımlarını savunan bir sakini olarak göklere çıkarışından haberleri olsaydı! Çünkü şair aslında, 'donna gentile e pietosa' dediğinde, hasta ve mistik Beatrice'in gölgesini değil, dünyevi bilgilerin ve yaşam boyu süren pratik çalışmanın bedene dönüşmüş hali olan karısını kastediyordu.


Artık Hans Castorp da Dante'yle ilgili bir şeyler öğrenmişti; hem de en güvenilir kaynaktan. Bilgi bir laf ebesin den geldiği için söylenenlere tümüyle inanmıyordu ama Dante'nin uyanık bir kentli olduğunu dinlemeye değerdi. Settembrini'nin kendinden söz etmesine gelince; ona torun Lodovico'da, ondan hemen önce gelen iki atasının eğilimleri birleşmiş ve büyükbabasının siyasi eğilimiyle babasının hümanistik eğilimi birleşince edebiyatçı ve serbest yazar olmuştu. Edebiyat zaten hümanizmle siyasetin birleşmesinden başka bir şey değildi ve bu birleşim çok kolay gerçekleşmişti çünkü zaten baştan beri siyaset hümanizm, hümanizm de siyaset demekti
.

Fahrenheit 451 Çizgi Roman Uyarlaması

Ray Bradbury's Fahrenheit 451: The Authorized Adaptation Ray Bradbury - Tim Hamilton 2009
Epsilon, Nisan 2019


ROGER ACKROYD'U KİM ÖLDÜRDÜ?
Agatha Christie'nin Büyük Yanılgısı, Qui A Tué Roger Ackroyd? 1998
Pierre Bayard, Doğan Kitapçılık, 2003

Bugün birçok okur, Roger Ackroyd'u kimin öldürdüğünü bilmektedir. Bunlardan birçoğu, özellikle de polisiye edebiyat meraklıları, Agatha Christie'nin romanının kurgusunu bilirler ve doğru yanıtı söylerler: katil anlatıcıdır. Daha fazlasını bilenler adını bile verirler: Doktor Sheppard.


Kurgunun orijinalliği esere çok büyük bir başarı sağladı ve onu edebiyat tarihinin en ünlü romanlarından biri yaptı. Kitabın getirdiği servet, polisiye türünün sınırlarını aştı. Kitap, insan bilimleri alanındaki birçok araştırmaya da konu oldu, bu araştırmalar insanın yapısının özelliklerini ortaya çıkaran teorik sorunları incelemek için bu kitabı dayanak noktası yaptılar.

Roman Agatha Christie'ye hemen büyük bir ün sağladıysa da, yayınlandığı andaki çoğunluğun görüşü böyle değildi. Birçok eleştirmene, hatta yakın zamanlardaki bazılarına göre de, yazarı kural ihlali yapmıştı, anlatıcıyı katil yaparak bir polisiye roman yazarı ile okurları arasında var olan üstü kapalı anlaşmaya karşı gelmişti, hatta kimilerine göre hile yapmıştı.

AMOK
Stefan Zweig

First published in German as Der Amokläufer in 1922 © Atrium Press
This edition published by Pushkin Press in 2017

"Not that I want to make excuses, justify myself, clear myself of blame... but otherwise you won't understand. I don't know if I have ever been what might be called a good man, but... well, I think I was always helpful. In the wretched life I lived over there, the only pleasure I had was using what knowledge was contained in my brain to keep some living creature breathing... an almost divine pleasure. It's a fact, those were my happiest moments, for instance when one of the natives came along, pale with fright, his swollen foot bitten by a snake, howling not to have his leg cut off, and I managed to save him. I've travelled for hours to see a woman in a fever and as for the kind of help my visitor wanted, I'd already given that in the hospital in Europe. But then I could at least feel that these people needed me, that I was saving someone from death or despair and the feeling of being needed was my way of helping myself.


But this woman I don't know if I can describe it to you she had irritated and intrigued me from the moment when she had arrived, apparently just strolling casually in. Her provocative arrogance made me resist, she caused everything in me that was how shall I put it? Everything in me that was suppressed, hidden, wicked, to oppose her. Playing the part of a great lady, meddling in matters of life and death with unapproachable aplomb... it drove me mad.

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE (Creators of Life, 1923)
Grigory Petrov, Remzi Kitabevi 2021

Uzun yıllar, yazın ve kışın, baharın ve güzün, Finlandiya'nın birçok yerinde bulundum. Zengin ticaret şehirlerine de gittim, göller ve ormanlar arasında gizlenmiş kuş uçmaz köylere de. Finlerin hayatını her açıdan gördüm. Günlük çalışmalarını da gördüm, bayramlarını ve eğlencelerini de. Müziklerini, edebiyatlarını, resimlerini, tiyatrolarını, mimarilerini inceledim. Açıkça söyleyeyim; bütün bunlara hayran kaldım. Finlandiya'yı her ziyaret ettiğimde daha çok değer verdim ona, bu sessiz, kederli görünen, çalışkan, nüfusu az halka daha çok saygı duydum, onu daha çok sevdim.


Bir defasında Helsingfors'a gittiğimi ve orada, şehir tiyatrosunda üç perdelik "Ikuinen Taistelu" (Ebedi Mücadele) adlı dramanın sergilendiğini okuduğumu hatırlıyorum.

Afişte, oyunun kişileri de yazıyordu: Adem, Havva, Kabil, Habil, onların karıları, şeytan ve yüzlerce iblis. Yerime oturduğumda, itiraf edeyim ki, herhalde dindar-pastoral bir mevzu üzerine olan oyundan sıkılacağımı düşünüyordum. Ama tamamen farklı bir şey oldu. Derin felsefi anlamları olan, son derece uygar bir piyesti bu.

"Taistelu"nun Finlandiyalı yetenekli yazarı Linnankoski, güçlü ve özgün bir düşünürdü. Kabil'i mutat olduğu gibi yarı hayvan, kaba bir kötülük sembolü, iblis, kardeş katili olarak almamıştı oyununda.

Linnankoski’nin oyununda Kabil, kendine has bir Promete idi: her tür zulme karşı ebedi bir protesto, ezici hakikate karşı eğilip bükülmeyen bir uzlaşmazlık. Kabil, hayatın bütün darbelerini sadece melercesine şikâyetlerle karşılayan ve başını bıçağın altına uysallıkla uzatan acınası bir koyun değildi, öyle olamazdı. Kabil, büyük yaratıcı kuvvetler hissediyordu kendisinde, kendine inanıyordu ve insanın ve toprağın daha iyi bir geleceği için dünyanın bütün güçleriyle dövüşmeye hazırdı.

Günlük Yaşamın Bilimi
The Science of Everyday Life, 2015
Marty Jopson,
Maya Kitap 2020

Evimizin Çevresindeki Bilim Mucizeleri

Geleneksel akkor ampuller, genelde zannedildiği gibi Thomas Edison ya da Joseph Swan tarafından değil, 1835'de İskoçya'daki Dundee şehrinde James Bowman Lindsay tarafından kullanıma sunulmuştur. İcat, günümüze dek son derece geliştirilse de icadından yaklaşık iki yüzyıl sonra bile akkor ampule koyduğunuz enerjinin sadece yaklaşık yüzde 2'si görülebilir ışığa dönüşüyor. Bunu şu anda neredeyse hepimizin kullandığı kompakt floresan ampullerle kıyasladığımızda, floresanların enerjisinin yaklaşık yüzde 10'unu ışığa çevirdiğini görürüz. Bizi bu değişim konusunda neden cesaretlendirdiklerini anlamak hiç de zor değil.


Kompakt floresan ampul temelde kıvrılmış ve bazen de dışı bir camla sarılmış floresan bir borudur. Bunun ardında yatan bilim 1856 yılından beri bilinmektedir, ancak bu yolculuğun evlerimize taşınması 1976'da kıvrılıp küçültülmesiyle olmuştur.

Kompakt floresan ampullerin tam parlaklığa ulaşması on saniye ila bir dakika arasında değişir, nedeni de şudur: Floresan ampulü yakmadan önce, borunun içerisinde çok az miktarda cıva gazı bulunur ve neredeyse SIVI haldedir. Dahası, borunun içerisindeki argon gazı elektriği iletmez. Elektriğin borunun içerisinde akmasını sağlamak için, her uçta küçük tel sargısına ihtiyaç vardır. Elektrik bu tellerden geçerken teller ısınır ve yüzeylerinden argon gazına elektron fırlatmaya başlarlar. Bu da civa gazini ısıtır, buhara çevirir ve bu önemli bir noktaya ulaştığında elektrik gerçekten tüp içerisinde akmaya başlar. Böylece cıva morötesi ışık üretir... Morötesi ışık, cam tüpün içindeki beyaz, tozsuz fosfor kaplamaya çarpar; bu da morötesi ışıktan enerjiyi emer ve aynı cıva gibi enerjiyi çabucak bırakır ancak bu sefer görünür bir ışık halinde.

Tüm bunların gerçekleşmesi biraz zaman alır ve bu yüzden sıradan kompakt floresan ampuller dışarıda çok da iyi çalışmaz. Hava eğer soğuksa, bunların tam parlaklığa ulaşması beş dakika kadar sürebilir. Teknolojinin günümüzde peşine düştüğü şey, floresan ışığın, tam aydınlığa kavuşma süresini kısaltmaktır. Ancak bir diğer teknoloji sırada bekliyor: Işık yayıcı diyotlar. Günümüzde bu ampuller diğerlerine göre son derece pahalı ancak verimlilikleri kompakt floresanların iki katı ve sıcaklık ne olursa olsun anında ışık veriyorlar. kompakt floresanlar 200 yıllık akkor ampulleri tahtından ediyorken sahnelerdeki yerlerini çok da uzun süre koruyamayabilirler.

İçimizdeki Şeytan
Sabahattin Ali,1998 YKY (2015)

"Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar. Hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. Kafaları, zekâ itibarıyla olsun, yarım yamalak bilgileri itibarıyla olsun, merhamete muhtaç bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi. Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti... Basit bir insan, mesela hiç okuması yazması olmayan bir köylü, bir amele, lalettayin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü o adam, mesela Hasan Ağa, Hasan Ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri hayatın verdiği birtakım tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir. Konuşurken karşısında Hasan Ağa'dan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rasgele doldurdukları hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş şekillerinden ibarettir. Mesela Mehmet Bey'le asla Mehmet Bey olarak konuşmaya imkân bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan karşında şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun... Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya hangi Müslümanın makalesiyle karşılaşırsın... Beğendiği yemeği söylerken bile Mehmet Bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellifin fikirleri ise, tesadüfen, müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibarıyla ona taban tabana zıt bir başka muharrirden edinmedir. Bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. Çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır. Onun için bu nevi insanlardan bahsedilirken boyuna birbirine uymaz sözler duyarız. Biri aptaldır derken öteki akıllı, biri ahlaksız derken diğeri haluk* der. Şu tarafı iyi ama bu tarafı çürük diye hükümler verilir. Bir insanın, bilgisi, düşünceleri, mantığı, ahlakı, hülasa her şeyiyle bir kül** olduğunu henüz anlayan yok. Bu muhtelif taraflar bir insanda ne kadar ayrı çehre gösterirse göstersin, bir noktada birleşir ve bir ahenk vücuda getirirler. O nokta da şahsiyet dediğimiz şeydir. İşte bunun için ben bu yarım, bu iğreti, bu zavallı ve gülünç adamlarla ahbaplık etmekten sıkılıyorum..."

* Temiz huylu, iyi ahlaklı, ** bütün


50 Tarihi Anekdot
50 drôles d'Anecdotes historiques, pour se la raconter dans les diners, 2017
Frede Royer, Orenda Kitap - 2020

Çatal Kullananlar Öldüklerinde Tanrı Tarafından Cezalandırılacaklar

BUNU İDDIA (VE UMUT) EDEN HERHALDE BİR PAPAZDIR
KİME ANLATILIR: Çatal kullananlara
TARİH: 1075
YER: Venedik
İDDİA EDEN: Theodora Doukaina - Pier Damiani

İnsanın kullandığı en eski araç olan balta bıçağa ve sıvıyı al maya yarayan kaşığa (cuiller Latince deniz kabuğu anlamındaki cochlea kelimesinden gelmektedir) dönüşürken, çatal yemek takımlarından en yenisidir. Bilinen en eski yemek çatalları antik Mısır'a dayanıyor. Ayrıca Çin'in bir bölgesinde yaşayan Qijia döneminde, M.Ö. 2000 yılları civarında varlığı biliniyor.


İki bin yıl sonra çatal kullanımı İpek Yolu vasıtasıyla Venedik'e geliyor ama burada açıkçası hiçte hoş karşılanmıyor. 1075 yılında, Venedik Doçu'yla evliliği dolayısıyla, Bizans Prensesi Theodora Doukaina çeyizinde altın çatalları da getirdi. Bu büyük bir skandal oldu. Din adamları ve inananlar bu dişlileri, insana yemek yemek için mükemmel parmaklar bahşetmiş olan Tanrı'ya karşı gelmek olarak gördüler.
Kardinal Pier Damiani mırıldanıyor: "Bilgeliğiyle Tanrı doğal çatal olarak insana parmaklar verdi. Bu nedenle yemek yemek için doğal olarak verdiğinin yerine yapay metal çatalları koymak O'na hakarettir". Prenses iki yıl sonra gizemli bir hastalıktan öldüğünde, Damiani gayet memnundu. Sonunda o, Tanrı tarafından cezalandırılmıştı.


GÖRMEK
Ensaio sobre a Lucidez, 2004
José Saramago, Can Yayınları 2017

Ölü sayısı şimdiden yirmi üçe ulaştı, yıkıntıların altından daha ne kadar ceset çıkarılacağı da bilinmiyor, şu anda en az yirmi üç; sayın içişleri bakanı, diye yineliyordu başbakan, sağ elinin ayasını masasının üzerine yayılmış gazetelere vurarak, Medya saldırıyı beyaz-oycularla bağlantısı olan terörist bir grubun gerçekleştirdiği konusunda neredeyse hemfikir, sayın başbakan, İlk olarak, benim huzurumda bir daha asla beyaz-oycu sözünü kullanmamanızı rica ediyorum ve bunu yalnızca incelik göstermiş olmak için yapmanızı istiyorum, o kadar, ikinci olarak da sizin için "neredeyse hemfikir" sözü ne anlama geliyor, bana onu açıklamanızı istiyorum, Yalnızca iki istisna, kamuoyunda yayılmaya başlayan düşünceye karşı çıkan, o konuda derin bir soruşturma yapılmasını isteyen iki küçük gazete olduğu anlamına geliyor, İlginç, Şu gazetenin sorduğu soruya bir bakın, sayın başbakan. Başbakan yüksek sesle okudu, Buyruğun Nereden Geldiğini Bilmek İstiyoruz, bir de önceki kadar doğrudan değil ama aynı kapıya çıkan şu başlık, Birilerine Neye Mal Olursa Olsun Gerçeğin Ortaya Çıkarılmasında Israr Ediyoruz, içişleri bakanı sözünü sürdürdü, Telaşlanacak bir şey yok, kaygılanmak gerektiğini düşünmüyorum, hatta böyle kuşkuların belirtilmesi, insanların duyduğu her şeyin "sahibinin sesi" olmadığını düşünmeleri açısından iyi, Bu yirmi üç ölünün ya da daha fazlasının öyle ya da böyle sizi hiç etkilemediğini mi söylüyorsunuz bana, Önceden hesaplanmış bir risk söz konusuydu, sayın başbakan, Olup bitene bakılırsa, çok kötü yapılmış bir hesap, Olaya bu açıdan da bakılabileceğini kabul ediyorum, Tahrip gücü düşük, etrafa yalnızca biraz korku salacak bir düzenek düşünmüştük, Ne yazık ki öyle olmadı, Emir-komuta zincirinde bir hata yapıldığını düşünüyorum, Tek nedenin bu olduğundan emin olmak isterdim, Sözüme güvenin sayın başbakan, buyruğun bizden gerektiği gibi çıktığından kuşkunuz olmasın, Sözünüze güveneyim, öyle mi, sayın içişleri bakanı, Yani benim denetlediğim kısma kadar olan bölümüne, Evet, o bölüme, Öyle ya da böyle birkaç kişinin ölebileceğini biliyorduk, Tamam ama yirmi üç kişi değildi herhalde, Yalnızca üç kişi olsaydı, onlar da aynen o yirmi üç kişi gibi ölecekti, sorun ölü sayısında değil, Sorun aynı zamanda ölü sayısında, Amaca ulaşmak isteyen araçlara razı olur, bunu size anımsatmama izin verin, Bu tümceyi şimdiye kadar çok sık işittim, Evet ama bu sonuncusu olmayacak, gelecek defa benim ağzımdan işitmeseniz de, sayın içişleri bakanı, derhal bir soruşturma komisyonu kurun, Hangi sonuca varmak için, sayın başbakan, Komisyon çalışmaya başlasın, gerisini sonra düşünürüz...

KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER
SINAN CANAN, tutikitap 2021

Cemil Meriç, "Mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu fikir hayatımız. Kavga insanla kader arasında değil artık, insanla kelime arasında..." diyor "Bu Ülke"de. İlk okuduğumda zihnimde çok fazla yankı yapmamıştı bu ifadeler, ta ki yaşım biraz kemâle erip de kelimelerin düşünceyi ifade etmedeki anlamını kavramaya başlayana kadar.


Özellikle etrafımdaki tartışmalara taraf olmadığım o mesut zamanlarda, fark ettim ki insanlar kavramların değil, kendi zihinlerindeki taraflı ve muğlak, çoğu kez üstünkörü didiklenmiş ve şüphe edilmemiş temsilleri üzerinde kavga ediyorlar. Tarifini nesnel olarak yapamadığımız kavramlar, düşüncelerimizi ifade etmediği gibi yeni kavgalar için de adeta zemin hazırlıyor ve bizleri sonuçsuz tartışmalarda takatsiz, etkisiz ve bilinçsiz bırakıyor.

Meriç'in yukarıdaki ifadelerinden de ilham alarak sıklıkla duyduğumuz birçok kavrama ve onların etrafında dönen tartışmalara baktığımızda, tartışmaların çoğunlukla kavramın anlamındaki belirsizlik (muğlaklık) nedeniyle sürdüğünü görebiliriz. Dahası bu belirsizlik, çoğu zaman adeta istemli olarak korunur gibidir. Biri çıkıp da "Yahu önce şu kavramın bir tarifini yapalım, ondan sonra tartışalım" dediğinde kızgın sesler yükselir ve "Ne lüzumu var canım, var ya tarifi işte!" gibisinden kestirme kurnazlıklara başvurulur. Çünkü tartışmacıların birçoğu bu belirsizlikten, bu puslu havadan beslenir. Yani istenen çözüm değil, tartışmanın veya kavganın bizzat kendidir.

ÜMİT KAFTANCIOĞLU ÖYKÜ ÖDÜLLERİ 2020-2021
İlhan Günay ve diğer yazarlar, PİA Yayın 2021

DENİZ OLUP GİTTİN.../ YUSUF TURAN (Mansiyon)

Yüksel henüz küçük bir çocukken annesine anılarını sorduğunda annesi ona şöyle diyecekti: "Anılar acılı sarmaya benzer oğlum... Kimisi az acılı kimisi çok... Yerken hepsi güzeldir; ancak hepsinin ardından biraz acı kalır... "O günden sonra Yüksel, insanların anılarının olması mi iyi yoksa olmaması mı diye düşünmüştü bir süre. Ancak kısa bir tereddütten sonra akıp giden zamandan geriye kocaman bir boşluk kalmasındansa acı ya da tatlı anıların olması daha iyidir diye bir sonuca varmıştı. Böylece anıları biraz olsun temize çıkardıktan sonra bu sefer de zamana takmıştı aklını. Ancak bu konu, şırıl şırıl akan sığ bir derenin üzerinde birbirini kovalayan gölgelerin dansına ve günışığının yansımalarına öylesine benziyordu ki takip etmekte ve anlamlandırmakta oldukça zorlanıyordu. Hem öyle bir dönemde yaşıyorlardı ki adeta zamanın adı yoktu. Günlerin adı yoktu. Ayların, mevsimlerin adı ya yoktu ya da başka başkaydı. Öyle evvel zaman içinde değildi; develer tellal, pireler berber de değildi. Ama zamanın herkes için farklı aktığı ve farklı adlarla anıldığı bir dönemdi. Örneğin tütünlerin dikildiği gün vardı; babasının gittiği gün vardı... Çapaların yapıldığı gün vardı; babasının geldiği gün vardı... Tütün kırımının başladığı ve bittiği günler vardı; okulların açıldığı bir de kapandığı gün vardı... Babasının bir daha gittiği ve mevsim kadar uzun bir zaman sonra geldiği gün vardı.

EMPEDOKLES'İN DOSTLARI
Amin Maalouf, YKY Yayınları 2021

"Tüm bu yıllar, hatta
"Tüm bu yıllar, hatta yüzyıllar boyunca sizlerin varlığının nasıl oldu da farkına varamadık?"

Derin düşüncelere dalmış gibi bir tavır takındı ama sorumun onu hiç şaşırtmadığını, cevabının uzun süredir hazır olduğunu hissedebiliyordum. Sonunda bir girizgah kabilinden şöyle dedi: "İnsanların körleşme arzusu hep hafife alınır. Var olduğunu bilmek istemiyorlarsa, ömürleri boyunca yanından geçip seni asla görmeyebilirler."

Sonra hiç ara vermeden ekledi: "Komşunla daha çok yaşlı Empedokles'ten söz ediyoruz. Uzun süredir ona ilgi duyuyor, hatta bazı metinlerini ezbere biliyor."

Ve hem dediklerini örneklemek hem de az önce sorduğum soruya cevap vermek için, metnin hakkını vererek ezberden okumaya başladı:

"Nasıl ki fırtınalı bir gecede dışarı çıkmaya hazırlanan adam rüzgår almayan bir köşede mumunu yakarsa, antik ateş de mağaralara sığınmak zorunda kaldı..." Bir ara verdi, sonra da bana ıstırapla gurur karışımı gibi gelen bir tavırla devam etti:

"Bununla birlikte, sağaltan alevin payına çok küçük bir toprak parçası düştü."

"Seninkilerden mi söz ediyordu?"

Misafirim başını olumsuz anlamda salladı. "Agrigentum'lu Empedokles takipçisi olarak ortaya çıkan insanları tanımadı. Ama onun kaderi bizimkisinin habercisiydi. Dünyadan elini ayağını çekmek istediği için kendisini alevlerin içine attı. Tıpkı bizim gibi." Düşüncelere dalan kayıkçı yine sustu. Kafamda bin bir soru vardı ama bu defa suskunluğundan tek başına çıkmasını ve sözcüklerini yavaş yavaş seçerek konuşmaya devam etmesini bekledim. "Empedokles, gerçek dünya ile mitler dünyasının şahsında yan yana geldiği ender rastlanan kişilerdendir. Bizim aramızda adı kutsaldır, canını feda edişi sık sık zikredilir. Ama metinlerine birer vahiy gibi yaklaştığımızı da düşünme! Ondan sık sık alıntı yapıyoruz ama bu senin Shakespeare'den iki dize, Nietzsche'den bir cümle veya Einstein'dan bir espri aktarmandan farklı değil. Bütün bunlar bir yana, bazı sözlerinin atıldığımız bu macerayı sanki haber verdiği veya en azından teşvik ettiği de bir gerçek."

BİR YOLCULUK NE ZAMAN BİTER
Aslı Erdoğan, Can Yayınları Düşünce Dizisi 2000

Okurlar, neden kadın yazarların metinlerinde yazarı daha çok, neredeyse ısrarla arar? Yalnızca kendi kulaklarına fısıldanan, sır dolu bir yaşam öyküsü düşü mü? Sonra da suçüstü yapmanın keyfiyle, işaret parmağını çevirir: Seni tanıdım! Bir erkeğin, yazdıklarının öznesini yüklenmesi, 'Bu Ben'im!' demesi, kendi düşlerinin içine kendini yerleştirmesi daha az bedel ister. Sonuç bence bir açmaz: Üzerine yapışmış onca kemikleşmiş maskenin ardında soluk almaya, kendi gerçeğini mırıldanmaya çalışan kadın, kendini kurgulamaktan hüküm giyer.


Kadınlık kavramıyla, kadın olmanın gerçeği arasındaki boşlukta biçimlenir gerçek öykümüz. Tahakkümün şaşmaz kuralı dilsizleştirmek, tarihin, sözün, aklın taşıyıcısı karşısında, kımıltısız, suskun bir nesneye çevirmektir. Geriye kalan tek şey ayağa kalkmak: "Ben bir özneyim, sizin kavramlarınıza sığdığım ölçüde var olmayı reddediyorum, üstelik kendi varlığımı dünyaya yansıtmak ve dünyayı kendi varlığımın bir ifadesine dönüştürmek istiyorum."

Son söz: 'Özgürlük hiçbir şeydir, özgürleşmek her şey."


BUNU HERKES BİLİR
Tarihteki Yanlış Sorulara Doğru Cevaplar

Emrah Safa Gürkan, Kronik Kitap 2020


Osmanlıların geri kalmasına yol açan faktörler nelerdi? Bu, geri dönülemeyecek bir süreç miydi? Eğer değilse, kabahat kimindi? Ülkemizin düştüğü en acıklı durumlardan biri de bu sorulara cevap arandığında ortaya sürülen savların basitliği ve tekdüzeliğidir.


Dünyadaki ilmi gelişmelerden bihaber, antikacılıkla gazetecilik arasında garip bir yerde duran, malumatfuruşluğu vezir, tetkiki rezil eden bu anlayışı Türkiye'nin dünyaya kapalı olduğu yıllarda affedebilirdik. Ancak, bilgiye erişimin bu kadar kolay olduğu, yurtdışındaki eğitim olanaklarının her geçen gün daha da arttığı şu 2019 Türkiye'sinde hiçbir bilimsel kıstasa dayanmayan bu sebeplerin hâlâ papağan gibi tekrarlanması kabul edilemez. "Olmaz Öyle Saçma Tarih" diyoruz ve "nunchaku"muzu alıp teker teker girişiyoruz.

Sistemleri değil bireyleri konuşmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Amerika ya da Fransız İhtilali'nin tarihi genelde idealler ve kavramlar etrafında yazılırken, ülkemizin maceralı kurulu şunun tek bir kurucuda tecessüm etmesi bu lider kültünün en güzel göstergesi. Roger Chartier'nin Les origines culturelles de la révolution française'inin muadili boşu boşuna Şükrü Hanioğlu'nun Atatürk: An Intellectual Biography'si değil, Osmanlı tarihinin en merak edilen konularının hemen hepsinin padişahların şahsiyetleriyle ilgili olması da.

Ülkemizde tarihin geçmişle değil günümüzle ilgili bir uğraş olarak görüldüğü düşünüldüğünde, bu eğilim tarihe sirayet etmeseydi şaşırtıcı olurdu. İyi ya da kötü giden her şeyin faturasını bir kişiye çıkarmanın verdiği dayanılmaz hafifliğe kapılanlara göre, Osmanlıların yıkılması bir liderlik ve yönetim sorunu. Buna bir de ataerkil bir toplumun ve nizamperest bir devletçiliğin önyargıları eklenince, ortaya üç kurban çıkıyor: Kadınlar saltanatı, zayıf sultanlar ve azgın yeniçeriler.

YILDIZIN PARLADIĞI TARİHSEL ANLAR
(Sternstunden der Menschheit 1927)
Stefan Zweig, Yordam Kitap 2012

"De officiis", Cicero''nun oğluna ithaf edilmiştir. Cicero çocuğuna bütün açık yürekliliğiyle, kamusal hayattan keyfi olarak ayrılmadığını itiraf ediyor, kendini geri çekmesinin asıl nedeni, özgür ruha sahip, Romalı bir cumhuriyetçi olarak, bir diktatöre hizmet etmeyi onuruna ve itibarına yedirememiş olmasıdır: "Devlet, kendi seçtiği adamlar tarafından yönetildiği sürece, gücümü ve fikirlerimi 'res republica’ya (devlete) adadım. Ama ne zaman ki her şey dominato unius' (tek bir kişinin hâkimiyeti) altına girdi, artık kamusal hizmete ya da kamusal otoriteye hareket alanı kalmadı." Senato lağvedilip mahkemeler de kapatılınca onun Senato'da ya da Forum'da ne işi olabilirdi ki artık? O güne kadar bütün zamanını kamusal ve siyasi faaliyetlere yeterince vermişti zaten. "Scribendi otium non erat" (kalem oynatana zaman bırakılmamıştır) ve o dünya görüşünü asla kapalı formda kâğıda dökemezdi. Ama şimdi, hiçbir şey yapmamaya mecbur bırakıldığı şu anda, hiç değilse Scipio'nun müthiş özdeyişinden yararlanmak istiyor. Kendisi için şöyle demişti Scipio: "En faal olduğum zaman, hiçbir şey yapmadığım zamandır, en yalnız olduğum zaman ise kendimle baş başa kaldığım zamandır."


Marcus Tullius Cicero'nun oğluna aktardığı, bireyin devletle olan ilişkisine dair düşünceleri yeni ve hiç duyulmamış orijinal fikirler değildir büyük ölçüde. Bu düşünceler, okuduklarının birikimleri ile birleşmesiyle ortaya çıkmıştır: Bir hitabet ustası, altmış yaşına gelmiş de olsa birdenbire yazar, bir derleyici ise bir anda yaratıcı bir dâhi olamaz. Ama Cicero'nun görüşleri bu kez yaşadığı üzüntü ve hayal kırıklığının sonucu olarak yeni bir heyecan ve coşkuyla zenginleşiyor. Roma muhafız sürüleriyle parti çetelerinin iktidar için çekiştikleri kanlı iç savaşların ortasında -böyle zamanlarda her zaman, her bireyin yaptığı gibi- gerçek bir hümanist ruh olarak Cicero da etik bir anlayış ve uyumlulukla dünya barışının hayalini kuruyor. Ona göre devletin en sağlam temel direkleri, sadece yasalar ve adalettir. Devlet hukukuna ve gücüne demagoglar değil, gerçek dürüstler ve namuslular sahip olmalıdır. Kimse kendi şahsi isteklerini, dolayısıyla iradesini halka zorla kabul ettirmeye kalkışmamalıdır ve halkın egemenliğini elinden almak isteyen bu hırslı insanlara hiç kim senin itaat etmemesini sağlamak, bir görevdir: "hoc omne genus pestiferum acque impium.” Böylece boyun eğmeyen, özgür biri olarak, bir diktatörle işbirliğine ve ona hizmet etmeye şiddetle karşı koyar.

ARİFE, EVDE CAT BAŞINA
Orada bir AŞK var bence
Rewhat Arslan, Alfa Yayınları 2020


Pekiy niye istiyor bu insanlar ölümümü benim? Kimdir bu insanlar? Elli altmış kişiden oluşan şu kalabalık mı? Tanrı bunların isteklerince mi veriyordu cezayı? Ama Tanrı'nın evrenselliğine sığmazdı bu. Onun gizine, yaratma gücüye aykırıydı bu? O bilmiyor muydu, insanın yapısı toprak değil ruhtur, ruh? Et ve kemik değil yürektir; seviyle sevgiyle dolu. Hem sevgisini, coşkusunu ver, sonra olmaz bu, de... Olacak şey miydi? Madem ki sevmesini öğretti insana, onun sevgisine de katlanmak gerek değil miydi? Pekiy, Peygamberimizin, evlatlığı Zeydin karısı Zeynep'e gönlü düşmemiş miydi? Tanrı biliyordu bunu. Onu, o sevgili kulunu üzmemek için, 'Sana Zeydin karısını helal kılmadık mı' diye buyurmuştu.


Öyleyse, sevgi insanın son aşaması ve Tanrı'ya yakınlaşması olarak tanımlanabilirdi. Tanrı da insanları, kendini tanıması, sevmesi için yaratmamış mıydı? Öyleyse kabahatim ne benim?

SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM
I Never Promised You a Rose Garden, © Hannah Green, 1964, Joanne Greenberg. 1992
Joanne Greenberg, Metis Yayınları, 1997

Aile Hikâyesi: Doğum Chicago, Ill. Ekim 1932, 8 ay emzirilmiş. Bir kız kardeş, Susan, doğumu 1937. Baba, Jacob Blau, ailesi 1913 yılında Polonya'dan göç etmiş bir muhasebeci. Doğum normal. 5 yaşındayken üretradaki bir tümörün alınması için iki kez ameli yat edilmiş. Aile geçim sıkıntısı nedeniyle büyükanne ve büyük babayla birlikte Chicago'nun bir kenar mahallesine taşınmış. Sonra durumları düzelmiş, ama babada ülser ve yüksek tansiyon ortaya çıkmış. 1942'de savaş nedeniyle kente göçmüşler. Hasta çevresine uyum sağlamakta güçlük çekmiş, okul arkadaşları onun la sürekli alay etmiş. Fiziksel açıdan ergenlik dönemi normal, ama hasta 16 yaşındayken intihar girişiminde bulunmuş. Uzun bir hipokondria hikâyesi var, ama tümör dışında hastanın fiziksel sağlık durumu iyi.
Dr. Fried sayfayı çevirip çeşitli istatistiksel kişilik faktörleri ölçümlerine ve test rakamlarına göz gezdirdi. Bugüne değin hiç on altı yaşında bir hastası olmamıştı. Hastanın kendisini incelemenin yanı sıra, böylesine kısa bir yaşam deneyimi olan bir insanın terapiden yararlanıp yararlanamayacağını ve bu yaştaki biriyle çalışmanın daha mi kolay daha mı zor olduğunu öğrenmek yararlı olabilirdi.

Sonunda, raporu doktor toplantılarındaki görevinden ve yazacağı makalelerden daha önemli kılıp ona karar verdiren şey, kızın yaşı oldu.

"Aber wenn wir... Başarırsak..." diye mırıldandı anadilinden kurtulmaya çalışarak, "daha yaşanacak güzel yıllar."

Yeniden önündeki olgulara ve rakamlara baktı. Bir keresinde, buna benzer bir rapor nedeniyle hastanenin psikoloğuna, "Bir gün, hastalığın olduğu kadar sağlığın da nerede olduğunu bize gösterecek bir test yapmalıyız," demişti. Psikolog da, hipnotizma, ametyl ve pentothal ile böyle bir bilginin daha kolay elde edilebileceği yanıtını vermişti ona.

"Ben öyle düşünmüyorum." demişti Dr. Fried. "O gizli güç, çok derinlerde saklı bir sır. Gene de, eninde sonunda... eninde sonunda, tek yardımcımız o güç."

Uyuyan Ölüm (SLEEPING MURDER, 1976)
Agatha Christie, Altın Kitaplar 2011

"O beni buraya kadar izledi. Dün gece." Gwenda gözlerini kapadı ve o an hatırlayıp yutkundu.
Miss Marple, "Dün gece mi?" diye sordu.

Gwenda, "Eminim buna inanmayacaksınız," diye hızlı hızlı konuştu. "Benim isterik biri ya da akıl hastası falan olduğumu düşüneceksiniz. Her şey çok ani oldu. Oyun hoşuma gitmişti. O arada evi hiç aklıma getirmedim. Derken hiç beklenmedik bir anda, aktör o sözleri söyleyince."

Gwenda alçak ve titrek bir sesle o sözleri tekrarladı: "Yüzünü örtün, benim gözlerim kamaşıyor, o genç öldü."

"Ben evdeydim... merdivenlerde, tırabzanların arasından hole bakıyordum ve işte o zaman onun yerde kolları ve bacakları iki yana açılmış bir halde yattığını gördüm. ölmüştü. Saçları altın sarısıydı ve yüzünü gördüm tümüyle morarmıştı, mosmordu. Ölmüştü, boğazı sıkılarak öldürülmüştü ve birisi korkunç sözleri söylüyordu- o sırada adamın ellerini gördüm- kurşuni renkte buruşuk eller hayır eller değil maymun pençeleri. Şu kadarını söyleyeyim, korkunçtu. Kadın ölmüştü."

Miss Marple yavaşça sordu. "Ölen kimdi?" Cevap hemen mekanik bir şekilde geldi. "Helen...."



PANİK (İki kitap birlikte)
A Study in Scarlet (Kızıl Soruşturma - İlk Sherlock Holmes Romanı 1887)
Sign of Four - Dörtlü İttifak 1890)
Sir Arthur Conan Doyle, Tutku Yayınevi 2012

Beni en çok şaşırtan şey, onun Kopernik Teorisi ve Güneş Sistemi konusunda hiçbir şey bilmemesi oldu. On dokuzuncu yüzyılda yaşayan uygar bir adamın, Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü bilmemesine inanmakta güçlük çektim doğrusu. Holmes yüzümdeki şaşkınlık ifadesine bakarak gülümsedi ve "Şaşırmış gibi görünüyorsun." dedi. "Şimdi bunu öğrendiğime göre, unutmak için elimden geleni yapacağım."


"Unutmak için mi?"

"Şimdi beni dinle." diyerek bana açıklama yaptı. “Ben insan beynini küçük bir tavan arası odaya benzetirim. Oraya istediğin eşyayı koyabilirsin. Aptal bir insan, beynini gereksiz bir sürü şeyle doldurur ve işine yarayacak bilgi için yeterince yer bulamaz ya da aradığı zaman onu zor bulur. Akıllı bir adam ise, tıpkı tavan arasına koyacaklarında olduğu gibi, beynine neler sokacağı konusun da da çok dikkatlidir. O sadece, çalışırken işine yarayacak olan aletleri toplar; ama çok çeşitli aleti vardır ve bunların hepsi de belirli bir düzene göre saklanır. Bu küçük odanın duvarlarının esnek olduğunu ve gerektiği zaman genişleyeceğini düşünmek doğru değildir. İnan bana, öyle bir zaman gelir ki, her yeni öğrendiğin bilgi için eski öğrendiğin bir şeyi unutursun. Bu nedenle, gereksiz şeyleri beynine sokarak gerekli olanları unutmak iyi olmaz, bu konu çok önemlidir."

"Evet, ama Güneş Sistemi önemlidir!" diye itiraz ettim.

Sabırsızlanmış gibi bir ifadeyle, "Bana ne ondan!" diye söylendi. "Kalkmış bana Güneş'in etrafında döndüğümüzü söylüyorsun. Ay'ın etrafında bile dönsek benim ya da işim için hiç fark etmez."

Tüfek, Mikrop ve Çelik (Guns, Germs and Steel 1997)
Jared Diamond, Tübitak Popüler Bilim Kitapları 2010

Alfabenin evrimini, 24 Mısır dili ünsüzü
için tam 24 göstergeye sahip olan Mısır hiyerogliflerinden başlayarak izleyebiliriz. Mısırlılar bütün logogramlar, tamamlayıcılar, ikili, üçlü ünsüz bileşikleri için kullandıkları göstergeleri kaldırıp atmak, yalnızca ünsüzlere dayanan bir alfabe kullanmak gibi (bizce) mantıklı bir girişimde bulunmadılar. Buna karşılık Mısır hiyerogliflerinden haberli olan Samiler MÖ 1700 dolaylarında bu mantıklı adımı atma denemesinde bulundu.

Alfabeleri öteki yazı sistemlerinden ayıran en önemli yenilik, göstergelerin tek bir ünsüzü göstermesiydi. Bir ikincisi de kullanıcıların alfabeyi kolay öğrenmelerini sağlamak için harfleri değişmez bir sıraya göre dizmek ve her birine hatırlanması kolay adlar vermekti. Bizim İngilizcede verdiğimiz adlar anlamsız tek hecelerden oluşur ("ey", "bii", "sii", "dii", vb.). Ama Sami dillerindeki adlar bir anlamı olan adlardır ve iyi bilinen nesnelerin adlarıdır (aleph-öküz, beth=ev, gimel-deve, daleth=kap. vb.). Sami dillerinde nesne için kullanılan sözcüğün ilk harfi ile o nesnenin adıyla anılan harf aynıydı (a, b, g, d, vb.). Ayrıca en eski Sami harflerinin aynı nesnelerin resimleri biçiminde olduğu görülür. Bütün bu özellikler, Sami alfabesindeki harflerin biçimlerinin adlarının ve sıralarının kolay ezberlenmesine yardımcı olur. Bizim alfabemiz de içinde olmak üzere çağdaş alfabelerin birçoğu 3000 yıldan fazla bir süredir küçük değişikliklerle bu sırayı korumaktadır (hatta Yunancada harflerin ilk adlar bile korunmuştur: Alfa, beta, gamma, delta gibi). Okurlarım zaten fark etmiş olabileceği gibi küçük bir değişiklik Sami ve Yunan g'sinin Latin ve İngiliz alfabesinde c haline gelmiş olmasıdır, Latinler bu arada bugünkü yerinde kullanılan yeni bir g icat etmişlerdir.

Çağdaş alfabelerin yolunu açan üçüncü ve son bir yenilikse işin içine ünlülerin sokulmasıdır. Zaten daha Sami alfabesinin ortaya çıktığı ilk zamanlarda bile, hangi ünlünün gösterilmek istendiğini belirtmek üzere fazladan küçük harfler ya da ünsüz harflerin üzerine serpiştirilmiş noktalar, çizgiler, çengeller ekleme denemeleri başlamıştı bile. MÖ sekizinci yüzyılda bütün ünlüleri yöntemli bir biçimde ünsüzler için kullanılan aynı tip harflerle ilk kez gösterenler Yunanlılar oldu. Yunanlılar kendi ünlü harfleri a - € - ƞ - ι -o'nun biçimini, Fenike alfabesinde kullanılan, Yunancada bulunmayan beş ünsüz sesin harfinden aldılar.

En eski Sami alfabesinden başlayarak süren bu kopyalama ve evrimsel değişiklik çizgisi en eski Arap alfabesi aracılığıyla bugünkü çağdaş Etiyopya alfabesine ulaşarak orada son bulur. Pers İmparatorluğu'nda resmi belgelerde kullanılan Arap alfabesi aracılığıyla sürmüş olan çok daha önemli bir gelişim çizgisi çağdaş Arap, İbrani, Hint, Güneydoğu Asya alfabeleriyle noktalanmıştır. Ama Avrupalı ve Amerikalı okurların en iyi bildikleri gelişim çizgisi MÖ sekizinci yüzyıl başlarında Fenikeliler aracılığıyla Yunanlılara, oradan da ayni yüzyılda Etrüsklere, bir sonraki yüzyılda, alfabeleri küçük değişikliklerle bu kitabın basılması için kullanılmış olan Romalılara kadar uzanan çizgidir.


Eski Dünya'nın Yetmiş Büyük Gizemi
(The Seventy Great Mysteries of the Ancient World , 2001)
Brian M. Fagan, Oğlak Yayıncılık / Güzel Kitaplar 2007

Mitler ve Efsaneler: Saklı Gerçekler mi?

Cennet, Tufan ve Nuh'un Gemisi, Musa ve Çıkış: Efsane ya da Gerçek!, Kayıp Sodom ve Gomorra, Atlantis: Gerçek ya da Kurmaca?, Troya Savaşı, Theseus ve Minotauros, lason ve Argonotlar, Israil'in Kayıp On Kabilesi, Kutsal Ahit Sandığı'nın Peşinde, Beytlehem Yıldızı, Kral Arthur ve Kutsal Kâse, Torino Kefeni, Maya Efsanesi: Dünya'nın Sonu 2012'de mi?, Aztlán ve Aztek Göçü Efsanesi, Düş-Zamanı Anıları, Taş Devri'nin Sırları, İnsanın Kökenleri Bulmacası, Dil Nasıl Gelişti?, Neanderthaller'e Ne Oldu?, Paleolitik Mağara Resimlerinin Sırrı, İlk Avustralyalılar Kimlerdi?, İlk Amerikalılar ve Kennewick İnsanı, Büyük Av Hayvanları Neden Yok Oldu?, Çiftçilik Nasıl Başladi?, Kaya Resimleri Sanatının Esrarı, Megalitlerin Anlamı, Bir Ana Tanrıca Kültü Var mıydı?, Buzadam: Çoban mı. Şaman mı?, Stonehenge Nasıl Yapildi?, Hint-Avrupalılar Nereden geldiler?
Eski Uygarlıklar
Eski ve Çözülmemiş Yazılar
Uygarlıkların Çöküşü




HAKULLAH - Hacı Bektaş Gölgesinde Sömürü
1972 "Karacan Röportaj Yarışması" birincilik ödülü
ÜMİT KAFTANCIOĞLU, Su Yayınları 2003

Hamza Amca öğretmenin soyadına takıldı:

- Bizim öğretmen "uğuzdur, uğuz" dedi.
- Oğuzla uğuz ayrı mı?
- Ayrı ya, diyor Hamza Amca. Oğuz demek, onu-bunu yansılayan, güldüren kimse demek.
- Yansılamayı anlayamadım, dedim. Öğretmen:
- Yansılamak "taklit etmek, mukallit anlamına"dır. Buranın, bu köylülerin en iyi yanlarından biri de çok güzel, çok değişik türkü, masal, deyiş-deme bilmeleri. Çok öz Türkçe konuşuyorlar, dersem inanın diyor öğretmen.
Ben buraları tanıyorum, çünkü bilgi edinerek geldim buralara. Bilmezlikten geliyorum:
-Halkın bunları bilmesi için özel bir çaba mi var, nasıl oluyor? diyorum. Bu soru üstüne öğretmen Hamza Amca'ya, Hamza Amca öğretmene bakıyor. İkircikli durumlarını seziyorum.
. Siz buralaracak niye geldiniz, sormak ayıp olmasın da ilkin siz söyleyin de. Hamza Amca öyle içten biri ki saklamadım:
- Siz, aydın, bilen birine benziyorsunuz. Sizden saklamam. Ben inançlar konusunda, özellikle de "Hakullah Şeydullah" konusunda küçük bir araştırma yapmak istiyorum. Bana yardımcı olacağınızı umarım.
- Hakullah ayrı Şeydullah ayrı şeyler, siz hangisi üstüne geziyorsunuz. dedi Hamza Amca.
- Azıcık ayrılıkları üstüne bilgim var, yalnız sizden öğrenirsem daha iyi olur, dedim.
Hamza Amca öğretmene bıraktı sözü. Öğretmen de ona bıraktı. Hamza Amca:
- Hakullah eskiden beri bildiğimiz, verdiğimiz şey. Allah hakkı demek. Şeydullah dervişlere verilen, dervişin kendine verilendir. "HAKULLAH" dedelere, efendimlere verilir. Dergâha gider. Kimin-kimsenin hakkı değildir. Kimse yiyemez onu.


Kalp, Beyin, Rahim
Betül Uğur Altun, Abra Kitap 2020


Canı kimse ile konuşmak, yazışmak, seslenmek, seslenilmek, sevişmek, sarılmak, dertleşmek istemiyordu. Hiçbir cinsi yanında istemiyordu. Hele siteme hiç tahammülü yoktu. En güzeli yatıp uyumak, dedi ve gerçekten de öyle yaptı. Rüyasında Nesrin, Mesut'a dertleniyordu:


"Biliyor musun Mesut? Bizim ailedeki kadınların eksiklikleri bile bir tuhaf. Annem beyinsiz, kalpsiz ama rahimli. Ben beyinsizim, rahimsizim ama bir kalbim var. Bak. Pıt. Pıt. Zülal ise beyinli, rahimli ama kalpsiz. Hiçbirimiz tam vücut değiliz.

Nesrin elini çenesine koymuş konuşuyordu rüyasında. Yüzü nasıl da masum. Sanki çene sivriliği ile beyaz bir kalp gibi. Mesut umursamaz duruyordu. Acaba ne diyecek, diye iki kadın da ona bakıyordu. Ama Mesut hiçbir şey demedi.

Gecenin içinde bir mesaj sesi ile uyandı. Telefonu hemen yanındaydı. "Nesrin!" diyerek kontrol etti mesajı. Görüntülü bir mesajdı bu ve hemen anlayamadı. Hâlâ uykuda zannetti kendini. Gözleri yapış yapıştı sanki. Ağlamış da öyle uyumuş gibi veya çok kaşımış, oğuşturmuş da öyle uyumuş gibi. Sonra görüntü netleşti. Mesajı bilmediği bir numara göndermişti. Biraz şaşırdı, ama uyku arasında gerçek bir şaşırma olmadı bu. Fotoğrafta bir masa etrafında toplanmış, neşeyle poz veren bir ekip vardı. Orta solda ise tanıdık bir yüzü gördü. Çetin'di bu. Yatağında doğruldu. Uykusunun arasında bu haber fazladan fevkalade gelse de biraz toparlandı. Fotoğraftaki yüz dikkatini o kadar kendisine çekmişti ki mesaj kimden geldi, neden gönderildi diye şüphelenmedi bile.

"Demek nihayet sahneye çıktın," dedi sadece sesli olarak. Başı hâlâ ağırdı. Rahmi de sızlıyordu için için, ama kalbi kupkuruydu. Yastığa başını tekrar koydu.

"Haklısın Nesrinciğim," dedi.

HATIRAN YETER
Rewhat Arslan, Alfa Edebiyat 2019

Şöminenin içine yuvalanmış ateşin yansıması, Ceylan'ın sahanda yumurta beyazını andıran göz akları üzerinde titreşiyordu. Kapakları, üzerine devrim sloganları yazılmış kepenkler gibi usulca açılıp kapanan bu gözler, bulunduğumuz yerden çok uzağa, benim olmadığım bir yerlere bakıyordu.


Sapanca tarafında bir dağ evindeydik. Yalnızdık. Senaryo yazması için yapımcı tutmuştu burayı Ceylan'a. Bir 'romantik-komedi' yazacaktık. Ceylan hikâyeyi ve kurguyu halledecek, ben diyalogları neşeli cümlelerle süsleyecektim. "Bi on bini cepte bil" demişti Ceylan bana. Fransa'da sinema okumuş bu güzel hanımefendi, halkın söz söyleme biçimine uzak olduğu için benden replik desteği alıyordu.
Ama dalgındı geldiğimizden beri. Ben elime tutuşturduğu senaryo taslağına notlar alırken, o tutuşturduğu ateşin başında hülyalara dalıyordu.




GÜLDÜR YÜZÜMÜ
Rewhat Arslan, OT Kitap 2017

Eskiden, yani ben henüz çocukken, evimize, Özgür Gündem gazetesi ve mizah dergileri girerdi. Şimdi böyle hayatı iki uçta yaşama eğilimim o günlerden miras sanırım. Bazen drama koşan, acıyı deşen, çizgisi gerçek dünyaya yakın işler yaparım. Bazen bozup onu, daha karikatür yamuk yumuk, gerçek dünyayı alabildiğine bozan şeyler çizerim.

Özgür Gündem gazetesini bilen bilir, bombalanan, yazarları faili meçhul suikastlere kurban giden, sürekli kapatılan, başka isimlerle çıkmaya çalışan bir gazeteydi. Kısacası, Özgür Gündem okuyan birinin eğlenmesi mümkün değildi. Zaten amacı da eğlendirmek değildi.
Mizah dergilerini bu yoğun acı haberli gazeteyi almaya gönderildiğim zamanlarda gördüm. Ne yalan söyliim, ilaç gibi geldi. Bizim masaya serecek, üzerinde hamsi unlayacak, kahvaltı yapacak, fasulye ayıklayacak yayınımız yoktu. Mizah dergileri imdadımıza yetişti.

Derde, kedere, acıya komik tarafından bakmayı öğretti. Gittikçe komikleşti hayat. Komikleşince, insanın üzerine ciddiyetle gelen kötülük de etkisini yitiriyor. Komik, sarhoş gibi, arabalar yol veriyor, dövmek isteyen "Yürü git lan!" diyip bırakıyor. Komik, bir kalkan gibi hayattan koruyor insanı.
Beni çocuk yaşımda komiklik zırhıyla hayatın acı ve gerçek tarafından koruyan şeyler mizah dergileriydi. Öyle güçlüydü ki, onlardan biri olma duygusuna kapılıyordun hemen. Bu duyguyla yıllarca onlardan biri olmak için çizip durdum. Başka birinin kuşandığı zırhın bir parçası olabilmek için, Bundan daha güzel bir amaç da bilmiyorum henüz.

Özgür Gündem'in sansür yediği için boş basılan köşelerine karikatür çizerek, köşem varmış gibi mutlu olurdum. Mizah dergileri olmasa o boşluğu neyle dolduracağımızı bilemezdik ailecek. Üzerinde siyah ve kalın puntolarla SANSÜRLÜDÜR yazan boşluğa, sanki bize boşluk da yasakmış gibi bakıp dururduk.


Velhasıl mizah dergileri bizim için "BİR BOŞLUĞU DOLDURDU".
Şimdi Penguen kapanınca, içimizde yine büyük bir boşluk açılacak!
Ve onu yine çok geçmeden mizahçılar kaplayacak! Çünkü buna gelenek diyoruz...


Kan Sanatı (ART IN BLOOD, 2015)
Bonnie MacBird, İndigo Kitap 2016

Aziz dostum Sherlock Holmes bir keresinde bana: "Kandaki Sanat en garip formlara bürünmeye yatkındır." demişti. Bu yüzden bunu ona adıyorum. Birlikte paylaştığımız sayısız macerada onun keman çalmasından, oyunculuğundan bahsettim fakat sanatçı kişiliği bundan çok daha derinlerde kazılı. Sanırım bunu, dünyanın ilk danışman dedektifi olarak kazandığı müthiş başarıların başlarında görmüştüm.

Holmes'un sanatçı kişiliğini yazmak konusunda isteksizdim çünkü bu onu tehlikeye sokabilecek ayrıntılar içeriyordu. Sanat canlıların sahip oldukları farkındalığa karşılık, sık sık yoğun duygusallık ve davranışlardaki şiddetli değişimler ile baş ettikleri bilinen bir gerçektir. Varoluşsal bir kriz, ya da basitçe, bir şey yapmamanın verdiği sıkıntı Holmes'u geri getiremeyeceğim bir karamsarlığın içine sürükleyebilirdi.
Arkadaşımı bu durumlardan mustarip bir halde bulduğumda kasım ayıydı ve 1888 yılındaydık.

Londra'nın etrafı karla örtülüydü, şehir Karındeşen cinayetlerinin uzun süredir devam eden dehşeti ile baş ediyordu. Fakat o sıralar, bu cinayetler beni ilgilendirmiyordu. O yılın öncelerinde evlendiğim Mary Morstan ile birlikte, rahat bir aile hayatının içine kurulmuş, eskiden Holmes ile paylaştığımız Baker Sokağı'ndaki evimizin ötesinde yaşıyorduk.
Bir gün ilkindi vaktinde, huzurlu bir şekilde şöminenin karşısında kitap okuyorken, soluk soluğa kalmış ulaktan bir not ulaştı elime. Not şunu diyordu: "Doktor Watson, 221B'yi ateşe verdi! Çabucak geliniz! -Bayan Hudson."
Saniyeler sonra, bir taksinin içinde Baker Sokağı'na doğru yol alıyordum. Bir köşeyi dönerken tekerleklerin kar öbeğinde kayışlarını hissettim ve araç şiddetli bir biçimde salladı. Tavana vurdum. "Daha hızlı kaptan!" diye bağırdım. Baker Sokağı'na doğru yanaştık ve bir itfaiye vagonu ile birlikte evimizden çıkan birkaç adam gördüm. Araçtan fırlayıp kapıya doğru koştum. "Yangın," diye bağrındım. "Herkes iyi mi?"



MEZOPOTAMYA'DA CİNAYET (MURDER IN MESOPOTAMIA, 1936)
Agatha Christie, 2013/İSTANBUL ALTIN KİTAPLAR YAYINEVİ

Daha önce "Gece Gelen Ölüm" adıyla yayımlanmıştır.

Ben de Bayan Leidner'ın benden hoşlandığını seziyordum ve bu hoşuma gidiyordu. Ama sonuçtan Doktor Leidner kadar emin değildim. Bana bu işin içinde onun da bilmediği bir şeyler varmış gibi geliyordu.

Bir şeyler... anlayamadığım bir şeyler olduğunu seziyor ama bunun ne olduğunu da bilemiyordum. Bu gerginlik açıkça seziliyordu.
Yatağım çok rahattı ama buna rağmen iyi uyuyamadım. Bir sürü rüya gördüm.
Çocukken öğrenmek zorunda kaldığım John Keats'in "La Belle Dame Sans Merci (*)" adlı şiiri beynimin içinde adeta dans ediyordu. Nedense tam olarak anımsayamıyor ve bu yüzden de endişeleniyordum. Zaten bu şiirden hep nefret etmiştim, belki de nedeni bana bunu zorla ezberletmeleriydi. Ama nasıl olduysa o gece karanlıkta uyandığım zaman şiirin güzelliğini ömrümde belki de ilk kez kavrayabildim.
"Seni ne üzebilir, ey zırhlı şövalye! Yalnız... dolaşıyorsun, (Sonra ne geliyordu?) benzinde bir solgunluk..."
Ve ilk kez şövalyenin yüzü canlandı gözlerimde. Bay Carey'nin yüzüydü bu. Genç kızlığımda savaş sırasında rastladığım zavallı delikanlılarınkini andıran, bronz tenli, düzgün hatları olan, gergin, soluk bir yüz... Carey'ye acıdım... Sonra yeniden uykuya daldım. Rüyamda Louise Leidner'ı gördüm. La Belle Dame Sans Merci oydu. Bir atın sırtında yana doğru eğilmişti, elinde çiçekli nakışı vardı. Sonra at tökezledi. Yere üzerleri balmumuyla kaplı kemikler saçıldı. Titreyerek uyandım. Tüylerim diken diken olmuştu. Anladım ki akşamları körili yemek bana hiç yaramıyordu.

(*) Acımasız, zalim güzel kadın.


SIRÇA FANUS
Sylvia Plath, Kırmızı Kedi Yayınları 2012

(Sırça Fanus (The Bell Jar), Amerikalı şair ve yazar Sylvia Plath'in Ocak 1963'te Victoria Lucas takma adıyla yayımlanmış tek romanıdır)

Doktor Nolan birçok insanın bana temkinli yaklaşacağını, hatta uyarıcı çan taşıyan bir cüzamlı gibi benden kaçacağını açık açık söylemişti. Annemin yüzü, yirminci yaş günümden sonraki ilk ve son ziyaretindeki solgun ve sitemkâr haliyle aklımdan geçti. Akıl hastanesinde bir kız evlat! Ona bunu yapmıştım işte. Ama yine de beni bağışlamaya karar verdiği belliydi. O tatlı, kederli gülümsemesiyle, "Bıraktığımız yerden devam edeceğiz Esther," demişti. "Bütün bu olanları kötü bir rüya gibi hatırlayacağız."

Kötü bir rüya.
Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.
Kötü bir rüya.
Her şeyi hatırlıyordum.
Kadavraları, Doreen'i, incir ağacının öyküsünü, Marco'nun elmasını, Common'daki denizciyi, Doktor Gordon'ın şaşı hemşiresini, kırık termometreleri, iki çeşit fasulyesiyle o zenci görevliyi, insülin yüzünden aldığım on kiloyu ve gökle deniz arasında gri bir kafatası gibi kabaran kayayı anımsıyordum.
Belki de unutkanlık, kar gibi her şeyi örtüp susturmalıydı. Ama onlar artık benim bir parçamdı. Benim manzaramdı.


KURT KANUNU
Kemal Tahir, 4. baskı 1991 (İlk baskı 1969)

Başından beri bir çeşit adama güvendik biz. Kabadayı adama.. Asker sivil, cahil okumuş, bütün bizimkiler az çok kabadayılardan seçilmiştir. Belki de, Makedonya çete boğuşmaları yaptı bunu.. Kabadayılarımızın silahşörlükte kalanlarını gördük, görüyoruz. Vaktiyle kabadayıca ölüp gidenler olmuşsa, sırtını iktidara dayadığını bildiğinden bunu becermiştir. Kabadayılarımızın bir kısmını zengin etmek politikamızın da, iki amacı vardı. Biri, Türk işadamı yetiştirip önemli iş alanlarını, Hıristiyan azınlıkların elinden almak, Türkleştirmek; ikincisi, zenginlik yaman silahtır. Bu yaman silahı bizimkilerin, yani bizim kabadayıların elinde toplayıp kötüsü gelirse yararlanmak... Pavrus gâvurunu bildin mi?

- Bir gün bana anlattıydı uzun uzadıya «Her zengin senin istediğin işi göremez dediydi. Dediydi ki, «Milli zenginin adı, burjuvadır. Batıda derebeyliğin içinde yetişir bu hayvan... Bundan önce de tarihte zengin vardır ama, hiç biri burjuva değildir. Hele Doğudakiler hiç değildir.» dediydi. Anlattıydı burjuvanın özelliğini... İşe yatırırmış eline geçeni, son meteliğine kadar... Gerçekten hürlük istermiş ki pazardaki rakipleriyle boğuşmaya girişip hepsini ortadan kaldırsın! Sizinkilerde burjuva çekirdeği yoktur, olamaz da hiç» dediydi, «Bu sebeple bunlar sırtlarında devlet dayanağını aralıksız duymak isterler, bunlar tekel isterler. Yani, isterler ki, devlet her işi bunların yerine yapsın, bütün tehlikeleri ortadan kaldır sin, zararlarını da gerektiğinde yüklensin! Bunlara salt, kürekle para toplamak kalsın... Topladıklarını yeniden yatırmayı da kendilerinden hiç kimse istemesin. Kazansınlar, kazandıklarını saklasınlar, taşa toprağa gömsünler, hatta yabancı ülkeler bankalarına kaçırsınlar. Devleti bırak, kendi kendilerine destek olamaz bunlar... İş bilmedikleri için, azınlıkların elinden iş alanlarını da çekip alamaz hiç biri... Belki bunlarla ortak olur kimisi, böylece de, devlet, eskiden biri ödüyorsa, beş ödemek zorunda kalır.

Doğru... Pavrus gâvurda, demek, böyle akıllar varmış...

Vardı evet... Onda akıl vardı ama, bizde bunu kavrayacak bilgi sıfırdı. Sonraları çok düşündüm ben bu meseleyi, hele burda, pek çok düşündüm. Doğru... Haklı herif... Sahibinin bilgisi, deneyi gücüyle meydana gelmemiş zenginlik güç değildir ki, sırasında devlete, hükümete destek olabilsin! Ayrıca «kötüsü geldiğinde alırım» şartını da koşmuşuz ki, düpedüz «kazandığın senin değil demektir bu... - Konyaktan bir yudum içti, suratını buruşturdu: - İktidarın yakınındayken gelseydi başımıza bu görürdün yoktan var ettiğimiz zenginlerimizdeki, el açıklığını, kabadayılığı... Senin güvendiklerin de başka türlü değildir. Bizde, şimdilik, halktan destek görmek istersen, tek şart, iktidara yakın olacaksın... Palavrayla değil, gerçekten... Bunun da bizdeki tek inandırıcılığı, galiba, yalnız ordunun seninle beraber olmasından ibaret... Nitekim, Başvekilin, Kazım Karabekir Paşa'yı salıverdiği doğruysa, orduyu kollamayı, napacak, anlamayı düşünmüştür. düşünür. Çünkü içlerinde biricik devlet adamıdır.

HUZUR
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1949

Behçet Bey, yirmi sene karısı Atiye Hanım'ı sevmiş ve kıskanmıştı. İlk önce Atiye'yi kendisinden, sonra İttihat ve Terakki'nin ilk azalarından Doktor Refik'ten kıskanmış, bu kıskançlık yüzün den Doktor Refik'i saraya jurnal etmiş, fakat onun ölümünden sonra da kıskançlıktan kurtulamamıştı. İhsan'ın kendisine söylediğine göre, genç kadının ölüm döşeğinde Mahur Beste'yi mırıldandığını duyunca ağzına eliyle birkaç defa vurmuştu, belki de böylece bu ölüme sebep olmuştu. Mahur Beste, Nuran'ın dedesi Talât Bey'in eseriydi. Bu ve buna benzer bir kaç hadise onu birkaç koldan evlenme ile çok genişleyen bu eski Tanzimat ailesi arasında uğursuz tanıtmıştı. Buna rağmen bu garip eser hafızalarda yerleşmişti.


Çünkü Mahur Beste küçük ve kısa şeklinde insanın tenine yapışan o acı çığlıklardan biriydi. Eserin kendi macerası da garipti. Talât Bey'in karısı Nurhayat Hanım Mısırlı bir bin başı ile sevişerek kaçınca Mevlevi muhibbi olan Talat Bey bu eseri yazmıştı. Hakikatte tam bir fasıl yapmak istiyordu. Fakat tam o esnada Mısır'dan gelen bir dostu Nurhayat Hanım'ın ölümünü haber vermişti. Daha sonra ise bu ölümün eserin bittiği geceye tesadüf ettiğini öğrenmişti. Mümtaz'a göre Mahur Beste Dede'nin bazı beste ve semaileri gibi, Tab'î Efendi'nin bayâti yürük semaîsi gibi hususi yürüyüşü olan, insanı büyük mânasında kaderle karşılaştıran bir parçaydı. Onu Nuran'dan, büyük annesinin hikayesi ile beraber dinlediği zamanı çok iyi hatırlıyordu. Çengelköyü'nün tepesinde, Rasathane'den biraz ilerideydiler. Gökte büyük bulutlar vardı ve akşam ta uzakta, şehrin üstünde bir altın bataklığı gibi çukurlaşıyordu. Mümtaz uzun zaman etrafa çöken hüznün, o hatıra renkli ışığın bu akşamdan mi, yoksa besteden mi geldiğini anlayamamıştı.


BİR ATI KANATLANDIRMA SANATI (HOW TO FLY A HORSE)
THE SECRET HISTORY OF CREATION, INVENTION AND DISCOVERY, 2015

KEVIN ASHTON, Destek Yayınları 2018

Yeni başlayanın zihniyle ehil kişinin zihni kulağa birbirine zıt gibi geliyor, ama aslında değil. Batı felsefesi bizleri konulara zıtlıklar açısından bakmaya yöneltti -siyah/beyaz, sol/sağ, iyi/kötü, yin/yang (Bir Çin
öğretisi olan yin-yangden farklı olarak) acemi/ehil- bu "ikilik" denen bir paradigma. Olaylara böyle bakmak zorunda değiliz. Her yeni birbirinin zıttı olarak değil birbirine bağlı şeyler olarak görebiliriz. Yeni başlayanın zihni ehil kişininkinin zıttı değildir, ona bağlıdır. Zira en ehil kişiler bir paradigmanın sınırları içerisinde çalıştıklarını ve o sınırların nasıl oluştuğunu da bilirler. Örneğin bilimde bazı sınırlandırılmaların sebebi, var olan alet ve tekniklerdir. Robin Warren bir patolog olarak yeteri kadar deneyim kazandığından steril mide dogmasının esnek endoskopinin icadından önce olduğunu ve teknoloji eksikliğinden kaynaklı yanlış bir varsayım olduğunu biliyordu. Judah Folkman tümörler hakkındaki varsayımların ameliyatlar değil, örnekler üzerinden yapıldığını biliyordu. Wright kardeşler Smeaton'ın kanat boyu ile kaldırma kuvveti arasındaki ilişkinin hesaplanması için kullandığı katsayının 18. yüzyılda geliştirilen ve yanlış olabilecek bir varsayım olduğunu biliyordu. Alanınızda ne kadar uzman olduğunuzun en iyi testi varsayımlarınızın ne kadar net olduğudur.

Gerçek manada "yeni başlayan" diye bir şey yoktur. Doğduğumuz andan itibaren paradigmalar oluşturmaya başlarız. Bazılarını miras alırız, bazılarını öğreniriz ve bazılarını yaşadıklarımız sonucu geliştiririz. İlk kez bir şey yarattığımızda zaten çoktan David Foster Wallace'ın balığıyızdır (*); daha farkına varmadığımız varsayımlar denizinde yüzmekteyizdir. Bir konuda uzman olmanın son adımı yeni başlayanın zihnine atılan ilk adımdır: ne varsaydığınızı ve varsayımlarınızı neden ve ne zaman askıya alacağınızı bilmek.

(*) İki balık, diğer tarafa doğru yüzen daha yaşlı bir balıkla karşılaşıyor. Yaşlı balık onları kafasıyla selamlıyor ve şöyle diyor: “Günaydın beyler, su nasıl?” İki genç balık bir süre daha yüzüyor. Bir süre sonra biri diğerine dönüyor ve “Su ne yahu?” diye soruyor. En bariz, en önemli gerçekler, görmesi en zor olanlardır.


Mahcubiyet ve Haysiyet (Genanse og Verdighet,1994)
Dag Solstad. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık 2018. Çeviriye temel alınan baskı: Forlaget Oktober, Oslo, 2013

Yirmi beş yıl boyunca, on sekiz yaşındaki lise (şimdilerde orta öğretim de deniyor) son sınıf öğrencileriyle Henrik Ibsen'in bu dramını -Yaban Ördeği 1884- incelemişti, ancak Dr. Relling karakteri ona hep sorunlu gelirdi. Relling'in bu oyunda ne işi olduğunu tam olarak anlayamazdı. Doktor'un oyundaki işlevinin, diğer karakterlerle, hatta tüm oyunla ilgili temel ve her türlü süsten arındırılmış gerçekleri dile getirmek olduğunu düşünürdü. Onu yazar Ibsen'in sözcüsü olarak görür ve bunu da gereksiz bulurdu. Ve hatta Dr. Relling karakterinin oyunu zayıflattığına inanırdı. Ibsen niçin bir "sözcü'ye ihtiyaç duysun ki? Oyun kendini yeterince anlatmıyor mu sanki, diye düşünürdü. Ama işte tam burada bir şeyler var. Ibsen yan karakteri Dr. Rellinge duygusal yaklaşıyor ve Doktor'un Bayan Sørby'ye gerçekten de tüccar Werle'yle evlenip evlenmeyeceğini sorduğu repliğin başına bir parantez açıp sesini titretmeyi uygun görüyor. Böylece Ibsen oyunda o ana kadar sadece alaycı yorumlarıyla var olan Relling'i birdenbire dramın içine sürüveriyor. İşte şimdi kaderinin, yani Bayan Sorby'ye karşı her iki evliliği -önce yaşlı doktor Sørby'yle, şimdi de tüccar Werle'yle evliliği, boyunca beslediği ebedi ve ümitsiz aşkının bir tutsağı olarak oyuna giriveriyor Relling. Kısacık bir an için yalnızca Relling'in kaderi donduruluyor sahnede. Yan karakterin parladığı o saniyeler... Bu anın öncesinde ve sonrasında Relling hep aynı karakter, sahnede müthiş sözler söyleyen adam. Hatta Relling'in bu repliklerinden bir tanesi Norveç edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden biri sayılıyor:

"Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz."


FOTOĞRAFÇI (Le Photographe - L'Intégrale, Dupuis 2010)
Emmanuel Guibert, Didier Lefèvre, Frédéric Lemercier, Karakarga Yayınları 2018




Gölgesizler
Hasan Ali Toptaş, Everest Yayınları 1995 (2017)

Berber dükkânının için için uğuldayan sessizliğinde, tek başımaydım gene; artık berberle çıraktan umudumu kesmiş, cam dibine çektiğim sandalyeden hem otomobillerin gelip geçtiği caddeyi seyrediyor, hem de çok uzaklardaki o köyü düşünüyordum.


Orayı düşünmemek elimde değildi zaten; henüz nereye kaybolduğu anlaşılamayan Güvercin'den aklını yitirerek karın neden yağdığını sorup duran Cennet'in oğluna, bekçiye, Rıza'ya, hangi kızın saçına okuyup üflediğini bilmeyen imama, hålå ilçeden dönemeyen muhtara, hatta yıllar önce nereye gidip yıllar sonra nereden geldiği bir türlü çözümlemeyen Cıngıl Nuri'den eviyle muhtarlık arasında iskelet eskisi gibi dolaşıp duran Reşit'e, tenindeki yangınla samanlığı ateşe veren Hacer'e ve atın ayakları altında ezilen Ramazan'a kadar herkes içimdeydi. Bir anlamda bu, benim de onların içinde olmam demekti aslında; ola ki, Reşit'in bir tutam saç istediği o kızdım şimdi; adım Güldeben'di ve pencerenin önündeki sedire oturmuş, gözlerim damların üstünden yükselen tahta minarede, içimden bir gün önceki akşamı geçiriyordum.


Yaşamdan Gurme Pencereler

NEŞE YALABIK, Akıl Çelen Kitaplar Ankara 2013

...8 ay içinde Bath'e 3 kez gittim. Bu şehir ve yöresi kimilerine göre 'İngiltere'nin en güzel yeri'. Kesinlikle birinci olduğunu iddia edemem, ancak bana göre de burası gerçekten bir 'inci'. Milattan önce sekizinci yüzyılda, daha sonra kral olan Prens Bladud'un cüzzamlı bir domuz çobanı iken keşfettiği şifalı suların etrafına kurulduğu söyleniyor Daha sonra Romalılar tarafından tapınaklaştırılan ve bizdekilere hiç benzemeyen Roma Hamamları bugüne kadar gelmiş.


Adını bu banyolardan alan Bath, elit turistleri ağırlayan bir merkeze dönüşmüş. Londra'dan 1,5 saatlik bir tren yolculuğuyla ulaşılabilmesi de çekiciliğini arttırıyor. Bana göre şehrin en önemli özelliklerinden biri mimarisi. Eski-yeni tüm binalar Bath taşı denen sarı bir taştan yapılmış. Yapıların mimari özellikleri de günümüze kadar korunup, son derece uyumlu caddeler ve sokaklar oluşturulmuş. 2010'da yapılan bir alışveriş merkezi bilet tarihi binaların dokusunu aynen devam ettirmiş. Şehirde gezerken bakışlarınızı bu olağanüstü mimariden ayıramıyorsunuz. Avon Nehri üzerine yapılan Pulteney Köprüsü, 18. yüzyılın eseridir ve görülmeye değerdir. Kemerli yapısıyla ve üzerinde bulunan küçük dükkân ve kafeleriyle dünyada bu tür köprülere nadir rastlayabilirsiniz. Bir diğerini Floransa'da görmüştüm.

İnsanlar yaşlandıkça tutkuları azalırmış derler, ancak benim Tutku'm gittikçe büyüyor. Onu görmeden tek bir günümün bile geçmesini istemiyorum. Tüm bilgisayar arka planları onun fotoğraflarıyla dolu. İnternetten yaptığımız görüntülü konuşmalar, neredeyse gerçek buluşma yerine geçiyor. Bir de uzanıp ekrandan elini tutabilsek... Bu bölümde Tutku ve diğer çocukların da seveceklerini düşündüğüm, sağlıklı olanlarından seçmeye çalıştığım bazı tariflere yer verdim. Dünyadaki bütün çocuklara ve torunlara, sağlık ve mutlulukla..
.



Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde
Mahir Ünsal Eriş, İletişim Yayınları 2012


“Buyurun lütfen," dedi doktor kibarca. "Kötü haber vereceğim, buyurmaz mısınız?" demek bu. Oturdum. Sayısız ilaç eşantiyonu, kırtasiye malzemesi tarafından bayramyeri ne çevrilmiş, alelade bir doktor masasının ardına mevzilenip oturdu o da. Kalemliğine bayıldım, istesem verir mi? Aman vermesin, şimdi herkes acıyacak zaten bana. Ben ölüp giderken, onlar yaşamaya devam edebildikleri için bana karşı ezilecekler, vicdan azabı duyacaklar ve bu azabı bana acıyarak hafifletecekler içlerinde. İstemiyorum zaten kalemlik malemlik, vermesin. Elişi dersine ödev mi yapacağım sanki kalemlerle. Hoş, adam zaten onkolog. Kimse grip olduğu için, sırtı tutulduğu için gelmiyor ki. Gelenlerin hepsi ölüyor ya da ölmek üzere. Bu kadar insana eşantiyon mu yetişir? İşte ben de sana acıyacak bir şey buldum, genç-yaşlı demeden tüm hastalarıyla senli-benli konuşan artist doktor. Sen başarısız bir doktorsun. Çünkü başarısız olmaya mahkûm bir alan seçmişsin, sana gelen hastaların hepsi bu hastalık yūzünden ölecek ve sen hiç kimseyi tamamen kurtaramadan emekli olacaksın, seni zavallı.
"Maalesef," diye başladı söze. Maalesef, beyaz bir kağıdın tam ortasına damlayan kocaman mürekkep lekesi gibi düştü içime. Sanki iki göğsümün ortasında bir yer, içine sıcak su dökülmüş çay bardağı gibi patladı, kırıkları ciğerlerime battı sanki. İlk defa yüzüne baktım, sağ yanağında sanki daha dün akşam çaydanlık devrilmiş de haşlanmış gibi büyük bir doğum lekesi vardı.

SEVDALİNKA
Ayşe Kulin, Remzi Kitabevi 1999

"Fiko'yu doktora teslim edince, televizyona telefon edin, biliyorsunuz o telefon çalışıyor,” dedi Burhan. "ilaç çantasında fazla bir şey kalmadı ama, gazlı bezler orada... yolda kanama olursa, yaranın üstüne bastırırsınız."

"Tamam. İlk yardım işlemlerini bilirim zaten. Ama gerek kalmayacak. Kestirmeden gideceğim ve hastaneye varır varmaz size hemen haber yollayacağım,” dedi Stefan. "Fiko'ya..." Tam, 'oğlum gibi' diyecekken sustu. Daha fazla yaralamaya hakkı yoktu Burhan'ı. "... öz kardeşim gibi, en yakınım gibi bakacağım. Sakın merak etmeyin," dedi.

Burhan ambulansa girdi yine. Oğlunun ateş gibi yanan elini avucuna aldı, yüreğine bastırdı. "Güle güle git sevgili oğlum. Güle güle git, iyileş ve bize sağ salim dön,” dedi, "Allah'a emanet ol." Dudaklarını değdirdi çocuğun solgun yüzüne. İndi ambulanstan, Stefan'ın önünde dikildi. Bu kez o uzattı elini önce. İki adam elleri birbirlerine kenetli kaldılar bir an.

Aynı ırktan, kim bilir belki de aynı soydan geliyorlardı. Aynı yaşlarda, aynı boylardaydılar. Aynı kadını sevmişlerdi. Ataları aynı Tanrı'ya ayrı yollardan ulaşmak istedikleri için, biri Boşnak diğeri Hırvat'tı. Bunu kendileri seçmemişlerdi, savaşmayı ve kaderlerini de seçmedikleri gibi. Ve ambulanstaki çocuğu kurtarmanın dışında, beklentileri yoktu yarınlar için.

Yarınlar, kurşun, havan topu ve bombaydı, kandı. Ama her ikisi de farkına bile varmadan daha güzel günleri' bekliyorlardı. İnsanlar, değişik inançlarla ve hırslarıyla ne kadar karıştırırlarsa karıştırsınlar, kana, acıya, şiddete bulaştırsınlar bu muhteşem dünyayı, yaşam bir umuttu sonuçta. Hiç bitmeyen bir umuttu.


Olduğu kadar güzeldik 
Mahir Ünsal Eriş, iletişim Yayınları 1. BASKI 2013 6. BASKI 2016, Istanbul 

Yaşa, ise, güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmiş gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli. Kokusunu, kütlesini hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur. Çok sevdiğin bir şeye benzeyen, ama o olmadığını da bal gibi bildiğin bir tat; acı, buruk, portakala benzeyecek neredeyse, değil ama işte. Hani kelime çok havalı olmasa, "kekre" diyeceğim. Istediğin kadar yutkun, üstüne istediğini ye, iç geçmiyor, genzinden aşağı yuvarlanıp gitmiyor. Ne yediğinden anlıyorsun ne içtiğinden. Allah belasını versin.

Fotoğraf Yazıları (On Photography, 2015)
Walter Benjamin, Kolektif Kitap 2019


Benjamin için fotoğraf, taslağı 1935'te yazılmış "Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı”nda belirttiği üzere, sosyalizmle aynı zamanda ortaya çıkan ve “gerçekten devrimci ilk yeniden üretim biçimidir". Fakat devrim sonrası dünyanın, yani hem Rusya'daki 1917 Devrimi'nden sonra gelen dünyanın hem de -1920'lerin Almanya'sı gibi - faşizmin üstün gelmesiyle birlikte devrimin bozguna uğramış göründüğü dünyanın görsel biçimi fotomontaj olur.
John Heartfield'in eserini şekillendiren çetin savaş alanı işte budur. Örneğin Heartfield 1928'de "Zincire Vurulmuş İtalya” başlıklı bir fotoğraf yayımlar. Fotoğrafta Mussolini'nin yüzü yer alır; yüz hatlarının yerini kuru kafa almaya başlamış, yüzü ve pörtlemiş çenesindeki derisi soyulmuştur. Kafatası dikkat çekecek kadar büyük, kemikleri ortadadır. Fotoğrafa eşlik eden yazı "Faşizmin Yüzü”dür.
Fotomontaj teknikleri, adamın kafasının görüntüsünde, içeride saklı olanı yüzeye çıkarmak için kullanılır. Bu görüntü, tek başına yüzeyin bile bize çok az şey anlattığını ima eder. Yüzey aslında gayet aldatıcı olabilir; en azından güdüleyici güçleri açıklığa kavuşturmaya, açıklamaya yaramaz, gerçekten önem taşıyan hiçbir şeyi açığa vurmaz. Yüz söz konusu olduğunda, yüzey aslında kendisini olduğundan daha iyi -"görünüşü kurtarmak" veya "cesur bir yüz takınmak” deyimlerinde ifade edildiği üzere, ya da anlaşılmaz gösterecek şekilde terbiye edilmiş olabilir. Faşizmin gerçek yüzü hangisidir? Kendisini yüzeyde doğrudan ele vermeyen mi? Faşizmin yüzü kuru kafadır.


Yedi UCUZ Şey Üzerinden Dünya Tarihi
(A History of the World in seven Cheap Things, 2017)
Doğa, para, emek, bakım, gıda, enerji, yaşam

RAJ PATEL, JASON W. MOORE Kolektif Kitap 2019

Doğanın kâşifleri, istilacı ve vurguncu olmakla birlikte
filozoftu da. 1641'de Descartes kapitalist ekolojinin ilk iki
yasası olacak fikirleri sundu. İlki görünüşte masumdur.
Descartes, Latince res cogitans ve res extensa'yı
kullanarak atıfta bulunduğu zihin ve bedeni ayırdı. Bu bakış
açısında gerçeklik, birbirinden farklı "düşünen şeyler"
(ve “uzamlı şeyler"den oluşur. İnsanlar (ama hepsi değil
düşünen şeylerdi, doğa uzamlı şeylerle doluydu. Çağın egemen
sınıfları, insanoğlunun büyük kısmını - kadınları, beyaz olmayan insanları, yerli halkları - düşünen değil uzamlı varlıklar olarak gördü. Bu, Descartes'ın felsefi soyutlamalarının, tahakkümün kullanışlı araçları olduğu anlamına gelir: Muazzam maddi güçlere sahip gerçek soyutlamalar

Ve bu bizi, kapitalist ekolojinin Descartes’taki ikinci yasasına yönlendirir: Avrupa uygarlığı (veya Descartes'ın tabiriyle "biz") "doğanın efendisi ve sahibi" olmalıdır." Toplum ve Doğa sadece varoluşsal olarak ayrı değildi; Doğa, Toplum tarafından idare ve tahakküm edilecek bir şeydi. Başka bir ifadeyle Kartezyen görüş, hem modern iktidar mantığını hem de düşüncesini biçimlendirdi

Descartes'ın genellikle Fransız olduğu düşünülse de, bakış açısı kolaylıkla İngiliz ve Hollandalı gibi nitelenebilir. Fransa'da doğdu eğitim gördü, önemli eserlerinin çoğunu 1629-1649 arasında, rejimin çağın en büyük süper gücü olduğu ve kapitalizmin en dinamik haline ev sahipliği yaptığı dönemde

Hollanda Cumhuriyeti'nde yazdı

Altı Bardakta Dünya Tarihi 
(A History of the World in Six Glasses, 2005)
Tom Standage, Kırmızı Kedi Yayınları, 2014

İçkiler, doğumları kutlamak, ölüleri anmak, sosyal bağlar kurmak ve güçlendirmek; ticari işlemleri ve antlaşmaları kesinleştirmek; duyuları keskinleştirmek ya da zihni donuklaştırmak; yaşam kurtaran ilaçları ve öldürücü zehirleri taşımak için kullanıldı. Tarihin gelgitleri alçalıp yükseldikçe, taş devri köylerinden antik Yunan yemek odalarına ya da Aydınlanma kahvehanelerine kadar farklı mekân ve zamanlarda, o farklı kültürlerde farklı içkiler öne çıktı. Her biri özel bir gereksinmeyi karşılayınca ya da tarihsel bir eğilimle birleşince popülerleşti; bazı durumlarda beklenmeyen bir biçimde tarihin seyrini etkiledi. Nasıl ki arkeologlar kullanılan malzemeler temelinde tarihi farklı dönemlere -taş çağı, bronz çağı, demir çağı vb.- ayırıyorlarsa, dünya tarihini farklı içkilerin egemen olduğu dönemlere ayırmak da olanaklıdır. Özellikle altı içki -bira, şarap, damıtık içki, kahve, çay ve kola- dünya tarihinin akışını ana hatlarıyla belirtir. Bu birbirinden farklı içkilerin üçü alkol, üçü kafein içerse de, hepsinin ortak paydası; her birinin antik dönemden bugüne kadar çok önemli bir tarihsel dönemin tanımlayıcı içkisi olmasıdır.



Beni Asla Bırakma (Never Let Me Go 2005)
Kazuo Ishiguro, YKY 2008

Ama şimdi Bayan Lucy bakışlarını üzerimizde dolaştırdı. "Kötüniyetli olmadığını biliyorum. Ama bu tür konuşmalar giderek artmaya başladı. Her zaman duyuyorum, çok fazladır izin veriliyor size ve bu doğru değil." Oluktan akan damlaların omzuna indiğini gördüm ama o farkına varmıyordu sanki. "Başka kimse anlatmasa bile," dedi, "ben anlatacağım size. Sorun şu; size hem anlatıldı, hem anlatılmadı. Size bazı şeyler anlatıldı ama gerçekte hiçbiriniz anlamıyorsunuz ve bazıları bu durumun böyle kalmasından hoşnut. Ama ben değilim. Doğru düzgün bir hayat yaşayacaksınız, bilmeniz gerekir, gerekeni bilmeniz şart. Hiçbiriniz Amerika'ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız. Geçen gün bazılarınızın planladığını duyduğum gibi, hiçbiriniz süper marketlerde çalışmayacaksınız. Hayatlarınız sizin için önceden kararlaştırıldı. Yetişkin olacaksınız ve sizler yaşlanmadan, hatta orta yaşa bile gelmeden, hayati organlarınızı bağışlamaya başlayacaksınız. Her biriniz bu nedenle yaratıldınız. Filmlerini seyrettiğiniz aktörler gibi değilsiniz, benim gibi bile değilsiniz. Bu dünyaya belli bir amaçla getirildiniz ve geleceğiniz, hepinizin geleceği önceden belirlendi.


Edgar ve Allan Poe'nun Gizemli Serüvenleri -3, Kedi ve Sarkaç (The Misadventures of Edgar & Allan Poe: Pet and The Pendulum, 2015)

Gordon McAlpine,
Kolektif Kitap, 2015

Daha önce hiç böyle hissetmediklerinden ne diyeceklerini bilemediler. İkisi de doğru sözcükleri bulmaya çalıştı. "Yani, nasıl desem... şey, sabit diski bozulmuş ve sıfırlanmış bir bilgisayar gibi hissediyorum." dedi Allan. Doktor anlayışla başını salladı.
"Çok mantıklı," dedi bilgisayarları çok iyi bilen Milly Dickinson.
"Ben de bütün mevsimlerin rengine büründüğü halde bir türlü karaağaçtan kopup yere düşmemiş bir yaprak gibi hissediyorum," dedi Edgar.
"Ne güzel ifade ettin," dedi şiirleri seven Em. Doktor gözlerini kısarak, "Yani kendini bozuk bir bilgisayar gibi mi hissediyorsun?" diye sordu Allan'a. "Hayır, hayır. Demek istediğim bu değil."
Milly kendine yol açıp Allan'ın yatağına yaklaştı. "Galiba ben anladım," dedi kahverengi gözlerini arkadaşına dikerek. "Bir yandan sıfırlanmış, bir yandan da sabit diskin çökmüşken işletim sistemin güncellenmiş gibi şaşkın hissediyorsun."

"Aynen!" dedi Allan. Milly'in elinin yakınında bir yerde durduğunu fark edip mutlu olmuştu. Doktor anlamışa benzemiyordu. "Sen de kendini yaprak gibi mi hissediyorsun?” diye sordu Edgar'a.
Edgar başını iki yana salladı. "O kadar basit değil." Em, Edgar'a yaklaştı. "Bütün mevsimleri yaşamasına rağmen yaprağın aynı kaldığını, ama karaağacın kendini yenileyip başka bir ağaca dönüştüğünü mü söylemek istiyorsun?"

"Evet!" dedi Edgar. Em'in şiirsel mecazları şıp diye çözmesinden etkilenmişti.
Kafası allak bullak olan doktor çocukların ailesiyle arkadaşlarına döndü. "İkisi de aynı hissi mi anlatıyor?" diye sordu.



Edgar ve Allan Poe'nun Gizemli Serüvenleri -2
Tüyler ürperten bir gece yarısı
(The misadventures of Edgar & Allan Poe: Once Upon a Midnight Eerie, 2014)
Gordon McAlpine,
Kolektif Kitap, 2014


Bay Poe daha önce Bay Homeros'la yalnızca bir defa karşılaşmıştı, yazı bölümünün Cadılar Bayramı partilerinden birinde. O zaman Homeros beyzbol oyuncusu gibi giyinmişti. Şimdiyse üstünde parlak renkli, uzun bir ceket vardı ve sakallı yüzü en iyi Yunan heykeltıraşın bile yakalamayı başaramadığı bir asalete sahipti.
Bay Şekspir, "Görünüşe göre bir sorunumuz var Bay Poe," dedi dalgın dalgın ceketini çekiştirerek. Gene ne oldu acaba? diye düşündü Bay Poe kanepenin ucuna otururken. Homeros ona döndü. "Bugünlerde nasılsınız. Edgar?"

"İyi sayılırım." diye yanıtladı Bay Poe gergin gergin. Homeros bir şey söylemeden bekledi, kör bakışları Bay Poe'nun üzerindeydi. "Pekâlâ... Aslına bakılırsa pek iyi sayılmam. Derdim var efendim," dedi Bay Poe. "Dünyadaki yeğenlerimin başı belada.


Edgar ve Allan Poe'nun Gizemli Serüvenleri -1 (The Misadventures of Edgar & Allan Poe) Hikâye Başlıyor (The Tell-Tale Start, 2013)
Gordon McAlpine. Kolektif Kitap, 2013

"Ee, mesajın ne olduğunu nasıl anlayacağız?»
Kitabı her kim bırakmışsa, kitap ayracı olarak resepsiyondakilere benzeyen bir turist broşürü kullanmıştı. Ayraç “Çalınan Mektup” öyküsünün başladığı sayfadaydı. Öykü kısa bir Latince alıntıyla açılıyordu:
Nil sapientiae odiosius acumine nimio.
Elbette çevirisini biliyorlardı:
Bilgeliğe aşırı zekâ kadar düşman başka bir şey yoktur."
Birbirlerine baktılar. "Bunun bizimle hiçbir ilgisi olamaz," dedi Allan. Edgar da onunla hemfikirdi. “Biz zekiyiz, ama aşırı zeki değiliz."
"Aslına bakarsan biz tam kıvamında zekiyiz." Böylece okumayı sürdürdüler.
Büyük-büyük-büyük-büyük amcalarının en ünlü öykülerinden olan “Çalınan Mektup'ta bir odada tutulduğu bilinen bir mektubun bulunması için bir dedektiften yardım isteniyordu. Uzmanlar odayı didik didik aradıkları, bakılmadık yer bırakmadıkları halde tek bir iz bile bulamamışlardı. Dedektif mektubun göz önünde bir yerde olması gerektiğini anlıyor ve çok geçmeden haklı olduğu ortaya çıkıyordu: Mektup şömine rafındaki bir sürü kartvizitin arasındaydı. Bu kadar basitti işte! Yine de sadece bir dâhi "saklanmış" bir şeyi bulmak için göz önündeki yerlere bakmayı akıl edebilirdi. Tıpkı “gizli" bir mesajı bulmak için göz önündeki yerlere bakmayı sadece bir dâhinin düşünebileceği gibi.
İkizler odadaki saklanmamış olan her şeye baktılar. Gelgelelim küçük bir sorunları vardı, o da gördükleri her şeyin göz önünde olmasıydı. "Ne aradığını bilmediğinde bulmak kolay değil," dedi Edgar kardeşine. Nil sapientiae odiosius acumine nimio, diye düşündüler. "Evet, belki biz de aşırı zeki davranıyor olabiliriz." dedi Allan.



SARKAÇ - MERAKLISINA BİLİM
Bilim Akademisi Yayınları, Mayıs 2019

Zeytinyağı Neden Sağlıklı? Zeynep Delen Nircan



Zeytinyağı şişedeyken olduğu kadar vũcudumuza yapı taşı olarak girdikten sonra da oksidasyona karşı dayanıklı olmaya devam ediyor. Oksidasyon, maddenin oksijenin etkisiyle bozulması demek.
    Diğer yağlar gibi zeytinyağının da neredeyse tamamı, tadı, kokusu ya da rengi olmayan yağ moleküllerinden yani trigliseritlerden oluşuyor. Trigliserit adı üstünde bir gliserol molekülüne üç karbon zincirinden oluşuyor. Karbon ve hidrojen atomlarından oluşan zincirlerin her birine yağ asidi deniyor. Bitki ve hayvanlarda farklı yapıda onlarca farklı yağ asidine rastlanıyor. Yağın özelliğini yağda bulunan yağ asitlerinin oranı belirliyor. Örneğin zeytin yağında yüksek oranda oleik asit, ayçiçek yağında bolca linoleik asit, palm yağında da en çok palmitik asit bulunuyor.
    Yağ asitlerinin birbirlerinden farkı, uzunlukları ve karbonların birbirine nasıl (hangi noktalarda tek ya da çift bağla) bağlandıkları. Bir yağ asidine, bir tane çift bağı varsa "tekli doymamış", birden fazla çift bağ varsa "çoklu doymamış" diyoruz. Oleik asit tekli doymamış, linoleik asit çoklu doymamış, palmitik asit ise doymuş yağ asitleri. Komşu karbon ile birer bağ yapmış karbonun iki hidrojen atomu varsa bu karbona artık (hidrojene) doymuş deniyor. Çift bağlı bir karbon daha hidrojene doymamış olduğu için bir tane daha alabiliyor. Margarin fabrikalarında yapılan da işte bu, doymamış karbonlar hidrojenle doyurularak margarin elde ediliyor.

Dikkat etmek gereken bir nokta da çift bağın hangi noktada olduğu. Zincirin sonundan saymaya başlarsak oleik asit çift bağ 9. karbonda bulunuyor, diğer bir deyişle oleik asit omega 9. Omega 3 (linolenik) ve omega 6 (linoleik) esansiyel yağ asitleri de zeytinyağında da % 10 ve % 1 civarında bulunuyor. Oda sıcaklığında katı halde bulunan doymuş yağların sağlık açısından sakıncaları, özellikle kalp ve damar hastalıklarına neden oldukları biliniyor. Daha az duyulan bir nokta ise çoklu doymamış yağların da sakıncalı olabileceği. Yağ asitlerinde çift bağ sayısı arttıkça oksidasyon da hızla artıyor. Zeytinyağı ne fazla doymuş ne de fazla doymamış, sağlıklı olmasının en temel nedeni de işte bu.


Peki, hangi zeytinyağını satın alacağız: Natürel Sızma olanı. Geleneksel üretimde çok az miktarda elde edilebilen bu kalitede zeytinyağına "merhem" denmesi boşuna değil.


OKUMANIN TARİHİ
A History of Reading, Penguin Books 1997
Alberto Manguel, YKY 2001

Okumadan korkan yalnızca baskıcı hükumetler değildir. Okurlar, okul
bahçelerinde ve soyunma odalarında da, devlet daireleri ve
hapishanelerdeki kadar horlanır.
Bir okurun kitap sayfaları arasında neler yapabileceği hakkındaki
yaygın korku, erkeklerin zamanın başından bu yana kadınların
bedenlerinin gizli yerlerinde onlara neler yapabilecekleri korkusuna ya
da cadıların ve simyacıların kilitli kapılar arkasında neler
yapabilecekleri korkusuna benzer.
Borges bir defasında, 1950 yılında Peron tarafından entelektüellere
karşı düzenlenen popülist bir gösteride göstericilerin, "Ayakkabıya
evet - Kitaba hayır!" diye bağırdıklarını anlatmıştı. "Ayakkabıya evet
- Kitaba evet!" karşılığı kimseye inandırıcı gelmemişti. Gerçek, katı
ve gerekli olan gerçek, kitapların o uzaklaştırıcı, düş dünyası ile
çözümlenemez bir çatışma içinde görülüyordu. Yaşam ile okuma
arasındaki yapay ikilik iktidarda olanlar tarafından bu gerekçe ile ve
her defasında da artan bir çabayla hep körüklenmiştir.

.....
Çiçero için olduğu kadar, Augustinus için okumak, sözel bir yetenekti. Bu, Çiçero için hitabet; Augustinus için ise vaaz vermek anlamına geliyordu. Orta çağın yarısına dek yazarlar okurlarının metni yalnızca göreceklerini değil duyacaklarını da varsaydılar, hatta kendileri sözcükleri bir araya getirirken yüksek sesle söylüyorlardı. Göreceli olarak çok az kişi okuyabildiği için dinletiler yaygın dil ve orta çağ metinlerinin çoğu dinleyenleri bir masala "kulak vermeye" çağırırlardı. Bu okuma alışkanlıkları deyimlerimizde hâlâ yaşıyor olabilir. Bir mektupta okumuş olsak bile aktarırken, "duyduğuma göre", iyi yazılmamış anlamında da, "kulağıma tuhaf geliyor" deyimlerini kullanırız.




AKIŞI OLMAYAN SULAR
Pınar Kür, Can Yayınları 1983


"Nereden çıktı bu abuk sabuk şeyler?" diye bağırdı kağıtların bir bölümünü yerlere saçarak. En meymenetsiz dilencilere, bir de ille bir şeyler satmaya niyetli olduğu eskicilere bakarken baktığı biçimde buruşturmuştu yüzünü. "Hangi kitaptan çektin bunları? Nereden buluyorsun böyle münasebetsiz kitapları?" Masada kalmış kağıtları da bir el vuruşuyla dağıttı.

Şiirleri - kötü olduklarını bilmiyordum o sıralar - bir yerden çekmeyip kendim yazdığımı bildiğini anlamıştım hiç bocalamadan. Belki eskicilere sakladığı yüz buruşturmasından. Belki babam eve geç geldiğinde takındığı, ölçüsüzlüğü yapmacıklığa varan kızgınlığından. Belki de o şiirleri benden başka kimsenin yazamayacağını çok iyi bildiğinden.

Sorularını yanıtlamaya gerek görmeden, şiirlerimi yerde öyle darmadağınık bırakarak, topuğumun üstünde döndüm. Hole açılan üç kapıdan birine, yani, talan edilmiş odama yöneldim. Kilidi yoktu, ama annemin peşimden gelemeyeceğini biliyordum. Kulaklarımda küçük bombalar patlarcasına çarpıyordu yüreğim. Şiirlerimi terk etmenin hüznüyle değil, davranışımın soyluluğundan duyduğum kıvançla. Leyla'yı gördüğümde bile böylesine güzel çarpmazdı. BELKİ YERYÜZÜNDEKİLER.

Annem bu yaptığıyla, odama gizlice girmekle, güvenle sakladığım kağıtlarımı karıştırmakla, özüme ayırdığım dünyayı altüst etmeye çalışmakla, üstelik davranışını birtakım yalanlarla süslemeye kalkmakla öylesine aşağılamıştı ki kendini, aramıza aşılmaz bir duvar çekmişti. Hem de duvarın tepesinde olan ben, dibinde sürünen oydu. Artık hiç kimse, hiçbir şey, Leyla'dan, şiir yazma tutkusundan ayıramazdı beni.


BİR YUDUM İNSAN
Nebil Özgentürk, Çınar Yayınları Güncel 1995


- 1930 yılında Sovyetler Birliği'ne giden, orada bir Rus kızına aşık olup evlenen ama iki yıl sonra Türkiye'ye "görevli" olarak gelmek zorunda kalan ve ancak 40 yıl sonra İrina'sını görebilen Nail Çakırhan
- Bugüne kadar 987 tane kitap yazmasına rağmen "Guines Rekorlar Kitabına giremeyen Kemalettin Tuğcu

- Beyoğlu'nun arka sokaklarında 98 yıldır Ermenice yayınlanan Jamanak (1908) Gazetesi'nin 68 yıllık Genel Yayın Müdürü Ara Koçunyan
- 1991 yılında oğlu Yılmaz Güney'in hala yaşadığını sanan, 1995 yılına gelindiğinde bile bu "sanısı" devam eden Güllü Pütün
- 68 yıldır Saatli Maarif Takvimini çıkaran, 82 yaşına gelmesine rağmen "yokuşu tırmanmaya devam eden Menije Hanım
- "Ben ölmedim beni öldürmediler de" diyerek kendisini yok etmek isteyen sisteme, yaşamı boyunca kafa tutan edebiyatımızın unutulmaz isimlerinden, Hababam Sınıfının "babası" Rıfat Ilgaz
- Sabiha Tansuğ

- Fatma Betül Andak - TC kadın 1 numara
- Nesrin Altınova - çevirmen
- Muzaffer Eren - kızıl patroniçe
- Dermatoloji Prof Dr. Agop Kotoğyan - tek kollu
- Can Yücel
- Metin Erksan
- 110 yıl direnen mağaza: Zahariadis, Tokatlayan Han
- Galatadaki BM, Galata Kulesi sokak 38
- İlk Çingene TV - RomTV, Makedonya Üsküp
- Manavgattaki Afrika
- Sanayi-i Nefise'nin mevsimlik işçileri
- Türkiye'deki vatansızlar
- Tolstoy'un torunu Türkiye'de
- Atilla İlhan
- Bir karikatür ustası Zeki Beyner
- Kemalettin Tuğcu
- Şener Şen
- Süleyman ve Cemile Özgentürk


SİNEK ISIRIKLARININ MÜELLİFİ
Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları 2011



Kendi acılarımıza ve başkalarının acılarına hiçbir yeni biçim arayışına girmeden tanık olmamız ve sessizce katlanmamız bekleniyor. Günümüzün dünyası Beckmann'ın dünyasından daha tekin bir yer değil. Her şey kendini ölçüsüzce çoğaltarak var olmaya çalışıyor: insanlar, silahlar ve para. Hayata baktığımızda orada, çöplüklerin ve cinayetlerin saltanatını görüyoruz, orada minarelerin ve süngülerin gülünç, berbat şiirini görüyoruz, kirli savaşların heybetli anıtını görüyoruz. Edebiyat yavaş yavaş lüks haline geliyor. Bu koşullarda yazmak, tek ve öldürücü bir hamleyse anlamlı. Ötesi üçkâğıttan başka bir şey değil. Yayınevinize teslim ettiğim romanı yazarken, elbette ben de o tek ve öldürücü hamleyi aradım, hep aradım. Ama şimdi yazdıklarımı düşünüyorum da.. Beş yaşımda, annem ve babamla bir taksiye binip sünnet olmaya giderken, annemin elinden tutmuştum. Korkuyordum. Babam ön koltuktan bana doğru dönüp canımın hiç acımayacağını müjdelemişti: "Sinek ısırığı gibi bir şey hissedeceksin!" Hayır, o hamleyi bulamadım! Yazar filan değilim ben editör Hanım, ben sinek ısırıklarının müellifiyim. Kitabımı basarsanız arka kapağına da okuyucu için lütfen şöyle bir uyarı yazın: Hiç acımayacak! Saygılarımla..."

ÇOCUKLAR KALIYOR
Alice Munro, Can Sanat Yayınları 2013 (The Love of a Good Woman, 1998)


İnsan bunların onun kızları değil de, belirsiz bir süre için başına sarılmış bir çift baldırı çıplak öksüz olduğunu düşünürdü. Ama bazı insanlar, ölüme hazırlanmadan ya da o hadiseye doğru ilerlerken böyle olurlardı işte. Mrs. Quinn'den daha hassas bir tabiata sahip olanlar, söz gelişi, ağabeylerinin, ablalarının, kocalarının, karılarının ve çocuklarının onlardan nasıl nefret etmiş olduğunu, onların diğerleri için, diğerlerinin de onlar için nasıl da bir hayal kırıklığı olduklarını ve onlar göçtükten sonra herkesin nasıl da mutlu olacaklarını söyleyebilirlerdi. Bu tür sinir krizleri için bir açıklamanın olmadığı, sevgi dolu ailelerin içinde, huzur dolu ve faal hayatların ardından da söyleyebilirlerdi bunları. Ve genellikle bu sinir krizleri geçer giderdi. Gelgelelim hayatlarının son haftaları, hatta günlerinde, eski kavgaların, itiş kakışla rin ya da yetmiş yıl öncesine dair haksız cezalandırmaların üzerinde kafa patlatıldığı da sık sık olurdu. Bir keresinde bir kadın Enid'e büfeden Çin porseleni servis tabağını getirmesini rica etmiş, Enid de kadının sahip olduğu bu hoş şeye son bir kez bakarak avunacağını düşünmüştü. Oysa kadın bu son, şaşırtıcı gücünü tabağı karyola direğine vurup parçalamak için harcamak istemişti.


"Ablamın ona elini süremeyeceğini biliyorum artık," demişti sonunda
Ve insanlar sık sık, ziyaretçilerin sadece onların durumuna sinsice sevinmek için geldiklerini, çektikleri acıdan doktorların sorumlu olduğunu belirtirlerdi. Enid'i görmekten de, uykusuzluğa dayanıklılığından, sabır dolu ellerinden ve ondaki hayat suyunun hayran olunası dengesi ve akışından dolayı nefret ederlerdi.



KOLERA GÜNLERİNDE AŞK 
El amor en los tiempos del cólera, 1985
Gabriel García Márquez, Can Sanat Yayınları 2019 (İlk baskı 1989)


        Omuz başında, o şamatada ancak kendisinin işitebileceği kadar yakınında, kulağının dibinde bir ses duydu:
            "Burası bir taçlı tanrıçaya uygun bir yer değil."
           Başını çevirdi, gözlerinin hemen yanında buz gibi gözleri, solgun yüzü, korkudan taş kesilmiş dudakları gördü; tıpkı ilk kez, gece yarısı ayininin kalabalığında kendine bu denli yakın olduğu zamanki gibi; ama o zamankinden farklı olarak, aşk ürpertisi değil, hayal kırıklığının uçurumunu duydu. Bir anda yanılgısının büyüklüğünü olanca açıklığıyla gördü; nasıl olup da böyle bir kuruntuyu, üstelik bunca özveriyle yüreğinde besleyebildiğini yılgınlıkla sordu kendi kendine. "Tanrım, zavallı adam!" diye düşünebildi ancak. Florentino Ariza gülümsedi, bir şey söylemeye çalıştı, onun ardından gitmeye çalıştı; ama o, elinin bir işaretiyle yaşamından çıkarıp attı onu. "Hayır, lütfen," dedi. "Bitti."
O gün öğleden sonra, babası şekerleme yaparken, Gala Placidia'yla iki satırlık bir mektup gönderdi ona: "Bugün sizi görünce anladım; bir yanılgıdan başka bir şey değil bizimki."

Hizmetçi telgrafları, şiirleri, kurumuş kamelyaları da götürdü: Fermina Daza'nın ona gönderdiği mektuplarla armağanları da geri vermesini istedi: Escolástica halanın dua kitabı, kurutulmuş bitki koleksiyonu nurdan yaprak damarları, Aziz Pedro Claver'in giysisinden bir santimetre karelik parça, ermişlerin madalyaları, okul önlüğünden kesilmiş ipek bir şeride sarılı on beş yaşındaki saç örgüsü...

İSTANBUL
1940'lardan Bugüne Efsaneler, Anılar, İzlenimler
Emre Kongar, Remzi Kitabevi 2019

Asitane: Bu isim sadece Asitane olarak kullanılmıyor, çok kere "Asitane-i Aliye-i Osmaniye" şeklinde de yazılıp okunuyordu. Farsça sanılan asitane'nin bu dilde manası eşik veya pabuçluk olduğuna göre, bu ismin de Türkçesinin saadet eşiği ve yüce Osmanlı devletinin pabuçluğu gibi bir anlamı olur.

Banoğlu bu anlama itiraz ediyor ve şöyle diyor:
"...İstanbul'un asıl adı Astanpolis yani Astan şehridir. Astan İskitçe bir tabirmiş. Sonra Romalılar buna şehir manasına gelen Polis'i ekleyerek Astanpolis demişler. Bundan da İstanbul çıkarılmıştır.
İstanbul'un fethinden 100 sene evvel şehri gezmiş ve görmüş olan Arap seyyahı İbni Batuta ile daha sonra gelip gören bir Fransız seyyahının şehir hakkındaki mütalaası da bu merkezdedir..."




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder