26 Mayıs 2010 Çarşamba

ÜRDÜN


Mayıs 2010



Petra: Musa aleyhisselamın asasıyla çıkardığı şifalı suyu yerinde görüp, içme...
...Salih peygamberin yaşadığı bölge olarak da bilinen...
Ölü deniz: ... Lut kavminin helak edildiği mekan olup...
Mute: İslam tarihinin en zorlu savaşlarından birinin cereyan ettiği, şehit olan üç büyük ordu komutanının...

Bizim turizm şirketinin tur tanıtım programında bunları okuyunca, tamam dedim, Ürdün'de de bulduk kutsalımızı...

AMMAN

Amman için yazacak çok bir şey yok.


Amman'ın orta yerinde Amman kalesi (Jebel al Qal'a), aşağıda, kalenin az ilerisinde bir Roma tiyatrosu, diğer yanda eski şehir bölgesi, eski şehirde eski çarşı, falan feşmekan camisi filan. Başkenti de en az Ürdün'ün kendisi kadar yapay! 1948'e kadar sadece kaleden ibaret olan şehir, 67 İsrail savaşından sonra buraya gelen Filistinlilerle kalabalıklaşmış ve büyümüş. Uzaktan bakılınca, gayet düzgün, tek renk, homojen bir şehir. Eski şehir bölgesi hariç, Ürdün'ün TOKİ'si tarafından inşa edilmiş gibi. Bir farkla ki, buradakilerin boyu biraz daha kısa!

Sözün kısası, Amman hakkında yazmak içimden gelmiyor. Rehber bile fazla konuşmadıktan sonra ben ne yazayım? Örneğin 7 tepe üzerinde kurulmuş deyip, İstanbul veya Roma ile mi karşılaştırayım? Tam bir seyahat rehberi fantezisi! Zorlama bir empati çabası. Ben şehri sevmedim ama bizimkilerin hoşuna gitti. Çok düzgün, çok düzgün deyip duruyorlardı. Milletin neyi, neden sevdiğini pek anlayamadım. Bana ruhsuz geldi. Birinci sınıftaki mimarlık öğrencilerinin yaptıkları acemi maketlere benzettim. Birisi ilk yaptığını beğenmiş, sonra oturup aynısından yüzlerce yapmış gibi... Belki zorlayarak da olsa, bir akşam üstü yaptığımız nargile keyfini sayabilirim. Gittiğimiz yer Amman'ın piyasa (!) caddesiydi. Trafiğe kapalı geniş bir yolda insanlar, daha çok da gençler, ikili üçlü gruplar halinde bir aşağı, bir yukarı yürüyorlardı. Lüks mağazalar, alışveriş merkezleri, kafeler, tek tük seyyar satıcı, çiçekçi, koşuşan çocuklar, kenarlardaki büyük ekranlarda oynayan reklam filmleriyle tipik bir piyasa yolu! Herkes yapıyor, biz de yapalım diye yapılmış gibi geldi bana. Kafelerde oturan Amman kızlarının nargile fokurdatmaları Amman'dan aklımda kalan hoş karelerdendi. Sonuç olarak, birisi sorarsa; Amman'ı gördüm derim, hepsi o kadar.


PETRA

Petra; Yunanca'da anlamı kaya, arapçası; Al-Batra

Petra'nın hikayesi

Petra'nın tarihi çok eskilere gitmiyor. MÖ 400 yıllarında mezopotamyadaki Pers istilasından kaçan Nebati halkı, arap çölünün hemen kenarındaki Musa vadisinin kıvrımları arasına sığınmış, kayaların dik ve derin yamaçlarında kendilerini koruyacak evler oymuşlar. Aslı arap kökenli olan Nebayotlar tüccarlık yetenekleriyle zamanla zenginleşmiş ve tapınaklar, saraylar, kaya mezarları ve tiyatro amfileriyle dönemlerine göre gayet ileri seviyede bir kent yaratmışlar. Tarihçilere göre bu, nomadik yaşam tarzından kentleşmeye doğru bir geçiş olmuş. En büyük başarılarından birisi de, yılda ancak 13-14cm yağmur düşen bir bölgede, hemen hemen 20000 insana yetecek miktarda suyu kente taşımak olmuş. Bunu sarnıçlar, havuzlama ve kentin her tarafına uzanan su kanallarıyla başarmışlar. Bu kanallardan suyun kayıpsız akabilmesi için birbirine gayet ustalıkla birleştirilmiş, 8 cm kadar genişlikte seramik borular kullanmışlar. Bu seramiklerden kalan parçaları kanalların içinde görmek halen mümkün.

Petra, üç yüzyıl kadar Nebayotların başkenti olmuş. Ardından Roma işgaline uğramış. Kent, MS 400 yıllarında, tahminen haçlı seferlerinin ardından, insanlarıyla birlikte tarihin tozlu sayfalarına karışmış. Ta ki 1812'de bir İsviçre'li gezgin tarafından yeniden farkedilinceye kadar.

Bu yöreyle ilgili kayıtları araştırırken farklı kaynaklarda, bölgede yaşayan insanlar hakkında ya Nebayot, ya da Semud halkı olarak bahsedildiğini okudum. Fakat bu iki ismin birbirinden ayrı halkları mı, yoksa aynı halkı mı kastettiğini anlayamadım. Doğrusu merak etmedim değil. Fakat bu konuda ahkam kesecek kadar temel bilgim olmadığı için sadece okuduklarımı aktaracağım.

Yokoluşları da varoluşları kadar belirsiz olan bu halkın tarihindeki boşluklar, her zamanki gibi efsaneler ve kutsallıklar ile doldurulmuş. Eski Ahite göre "nebayot, (Nabataean)" denen halk Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan geliyor. Kuran'da ise Nebayotlarla eş zamanlı olarak yaşayan Semud (Thamud) halkı ve kayalara oyulmuş bir kentten bahsediliyor. Semud kavmi, daha önceki zamanlarda Ad kavminin fırtınalarla yok oluşundan ders alarak, evlerini kayalara oymuşlar. Putlara inanan bu halk arasında zamanla ahlaki sapkınlık da artınca onları uyarma ve putlardan uzaklaştırma görevi Salih peygamber'e verilmiş.

"Semud (toplumuna da) kardeşleri Salih'i (gönderdik. Salih:) "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka ilahınız yoktur... (Allah'ın) Ad (kavminden) sonra sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde (güç ve servetle) yerleştirdiğini hatırlayın. Ki onun düzlüklerinde köşkler kuruyor, dağlardan evler yontuyordunuz. Şu halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın, yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. (Araf Suresi, 73-74)"

Fakat insanları ikna etmek kolay olmamış. Burada rivayet muhtelif. Bir rivayete göre Semud halkı kuru lafla tatmin olmayıp, ondan bir mucize göstermesini istemiş. Salih peygamber de bir kayayı deve yapmış. Semud halkı bu deveyi kesip yemiş (!). Allah da bu inançsızları şiddetli bir gürültüyle yok etmiş. Kısacası, işte inanmazsanız böyle olursunuz masalı. Bu olayı merak edip kur'an açıklamalarına baktım (dersimizi çalışıyoruz ya!). Aslında bir sınav olayı var:


"Semud (kavmi) de uyarıları yalanladı. Dediler ki: "Bizden biri olan bir beşere mi uyacağız? Bu durumda gerçekten biz bir sapıklık (delalet) ve çılgınlık içinde kalmış oluruz. Zikr (vahy) içimizden ona mı bırakıldı? Hayır, o çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarıktır." Onlar yarın, kimin çok yalan söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık olduğunu bilip-öğreneceklerdir. Gerçek şu ki Biz, bir fitne (imtihan ve deneme konusu) olarak o dişi deveyi kendilerine göndereniz. Şu halde sen onları gözleyip-bekle ve sabret. Ve onlara, suyun aralarında kesin olarak pay edildiğini haber ver. Su alış sırası (kiminse, o) hazır bulunsun. Derken arkadaşlarını çağırdılar, o da bıçağını kapıp 'hayvanı ayağından biçip yere devirdi. (Kamer Suresi, 23-29)"


Burada anlatılanlar bana daha makul geldi. Kayalara oyulmuş evlerde yaşayan insanlar, güç ve servetin karşısında suyun önemini vurgulayan bir sınav ve paylaşımı reddeden insan bencilliği... Neyse, öyle veya böyle, tarihte bir vakitler yaşamış birçok halk gibi onlar da zamanla yok olmuşlar. Yahut da kentleri yok olurken, insanlar sonsuz yürüyüşlerine devam etmiş, yeni kentlerde yeni kimlikler edinmişler. Böyle demek daha doğru herhalde. Bu Semudlar hakkında bulduğum enteresan bir bilgi de bugünkü arap alfabesinin köklerinin Semud'lara kadar gitmesi. Semitik "thamutic" alfabeye benzeyen yazı örnekleri ilk defa Yemen'de, Thamud kasabası yakınlarında bulunmuş.


Meraklısına not: Suudi Arabistan'ın buraya yakın bir yerinde Al-Hijr (ingilizcesi: stoneland) veya Madain Salih isimli, Unesco dünya mirasları arasında yer alan bir yerleşim yeri var. Nebayotlar öncesinden başlayarak gene Nebayotlar tarafından oyulmuş kaya mezarları, mabetler bulunan bir yer! Ayrıca kuranda adı geçen, fakat varlığı kanıtlanamayan Ad kavmine ait Ubar kenti 1990 yılında Umman'da, uydu fotoğrafları sayesinde bulunmuş. Çöl kumlarının 12 metre derinliğinde gömülü olan, Kumların Atlantisi namlı kent, yavaş yavaş ortaya çıkarılmaya başlanmış.

Konuların girdabına kapılıp içinde kaybolmak çok kolay. Onun için daha fazla dağıtmadan tekrar Petra'ya dönüyorum.

Evet, Amman'dan ayrıldık, Petra'ya gidiyoruz. 250 km kadar güneye ineceğiz.


Kayıp Şehir Petra


Petra'yı da içeren Musa vadisi yaklaşık 650 km2 alana yayılmış. Bu alanın 160 km2'si ulusal park olarak ilan edilmiş. Böylesine geniş alanda doğal olarak ortadakilerden daha çok sayıda anıt (bir rivayete göre sayısı 800'ün üzerinde), hala yerin altında, ışığı görecekleri günü bekliyor. Tamamını gezmek 3-4 gün sürebiliyor(muş). Petra, tüm bu geniş alanın sadece küçük bir parçası. Bizi, Petra'nın tam kalbine, yani Al Khazneh, Hazine adlı mabedin bulunduğu yere götürecek yol, yaklaşık 3 km uzunluğunda, derinliği yer yer 200 metreye ulaşan bir kanyonun en dip noktasından geçiyor. Bu kanyon (Siq (the shaft), masif kaya kitlesinin tektonik hareketlerle yarılması sonucu oluşmuş. İşte Petra'ya giden her turistin içinden geçtiği, "Son Macera" filminde Indiana Jones'un at koşturduğu kanyon burası.

Evet, anlaşılacağı gibi "Petra" deyip geçmedim. Dersimi iyi çalışıp, ileride unutma ihtimaline karşı (malum demans, Alzheimer filan!) okuduğum şeyleri özetlemeye çalışıyorum. Toprağa sadece toprak, taşa ve kuma sadece taş ve kum olarak bakamıyorum. Onlarda yüzyıllık yaşamların izlerini görmeye çalışıyorum. Yerde bulup evime kadar taşıdığım kaya parçasını elime her aldığımda bana binlerce yıllık hikayesini anlatıyor. Bir tutam çöl kumunu koyduğum şişenin kapağını araladığımda, kumun kokusu beni uçsuz bucaksız çöllerde ilerleyen bir kervanın yolcusu yapıyor.

Suriye çöllerinde bıraktığımız Hicaz demiryolunu, Ürdün çöllerinin bir yerinde tekrar yakaladık. Yolun uzun bir kısmı demiryoluna paralel seyrediyor. Birara yolun sağında, uzakta tek tük ağır yük kamyonları ve tek sıra binalar gördük. Fosfat madenleriymiş. Bunlar da olmasa etrafta görülecek bir şey yok zaten. Ortalıkta in cin top oynuyor. Sağda solda cılız bitkilerle karşılaşıyoruz. Son zamanlarda "damla" usulüyle sulamayı geliştirmeye çalışıyorlarmış. Artık allah ne verdiyse! Allahın çölünde bir tutam ot dahi büyüse, bunun "mucize" olduğuna inanmak çok kolay! 250 km bir türlü bitmek bilmedi. İlk başlardaki merakım, yerini can sıkıntısına bıraktı. Kafam tam uyuşmaya başlarken otobüs yavaşladı ve durdu. Solumuzda Kral Hüseyin ve oğlu bana bakıyordu. Kral; otobüsten in! dedi, indik.


Ain Musa adı verilen tepelik bir yerdeyiz. Musa'nın sihirli sopası buraya da değmiş. Nedense bu diyarlarda birisi asasını yere vurmadan su filan çıkmıyor. Burada da öyle olmuş. İnsanlar da altında su kaynağı bulunan, çok pardon, şifalı su çıkan (bu şifa kelimesi önemli) kayayı dört duvarla çevirip türbe haline getirmişler. Türbenin arka tarafı Musa Vadisi'ne bakıyor. Vadinin bu kısmında gayet güzel oteller var. Gidip gördüğümden değil tabii, çatıları gözüme hoş gözüktü. Bir de Amman'a uğramamak fikri! Petra'ya giderken Amman yerine burada konaklasaydık daha iyi olacağını düşündüm. Fakat hemen nerede, nerede? demeyin. Bu düşüncem Petra'ya varınca tekrar değişti. Petra'da, vadiyi kuşbakışı gören tepelerde kurdukları çadırlarda kalanlar olduğunu görünce bu fikir daha cazip geldi. Fotoğraflarımızı çekip tekrar yola düştük.


Otellerin bulunduğu alanı ve kasabayı geçtik. Petra'ya yaklaştığımızı hissediyorduk. Çöl uzaklarda kalmış, o zamana kadar hiç görmediğimiz yoğunlukta yeşil; ben de varım, diye ortaya çıkmıştı. Aralarında, seyrek de olsa eflatun çiçekli ağaçlar vardı. Bir yerde yemek yedikten kısa bir müddet sonra tekrar durduk. Rehber; Petra'ya geldik, dedi. Anlayamadık. Etrafta doğru dürüst bir şey yoktu. Petra bizden saklanıyordu. Demek ki tarih boyunca da böyle saklanmıştı. Yakınında olmak yetmiyordu, izini sürüp tam yanına gitmek gerekiyordu.

Önümüzde biraz gölgelik bir alan, görevli memurların kaldığı kulübeler, tuvaletler, bilet gişeleri, küçük dükkanlar ve giriş kapısı vardı. Kapının ötesinde kendi gölgelerine dalmış atlar ve müşteri bekleyen at arabaları gözüküyordu. Arazide öyle aman aman bir değişiklik yoktu. Son bir kaç kilometrede geçtiğimiz yerlerden çok farkı olmayan küçük tepecikler, girinti çıkıntılar ve aralarında hafif bir meyille aşağılara doğru uzanan genişce bir yol vardı. O muhteşem kanyondan, vadi madi hiçbir şeyden eser yoktu! Petra nerede? Nerede olacak? Adı üstünde: lost city, kayıp şehir! Fakat bizim gibi gözünü "Petra" bürümüş kısa pantollu turistlerden ne kadar saklanabilir? Indiana Jones bulduysa biz de buluruz!

Gişede adam başı iki bilet satılıyor. Memur kaç gün kalacağımı sorunca şaşırdım. Yandaki gişede bir turist kızın 3 günlük bilet aldığını görünce daha da şaşırdım. Biraz da gıpta ettim. En iyisi buydu herhalde. Gençlerin çoğu tepelerde çadırda yatıyor, vadinin her anını doyasıya yaşıyorlardı. Güneşin doğuşu, batışı, muhteşem gökyüzü, yıldızlar... Kayaların üzerinde an be an değişen ışık oyunları, renklerin ışıkla dansı... Yazdıkça kıskançlığım artıyor. Onun için fazla uzatmayacağım. Biz turistik broşür seviyesinde kalırken, bu keratalar kayaların nefes aldığını görecek, vadinin ruhunu hissedecekler... Giriş ücreti 50JD.

Gişeye dönelim. Giriş bileti 21JD. Bunun yanında ek olarak ata biniş bileti kesiliyor. O da 29JD. Fakat kimse sana "ata binecek misin?" diye sormuyor. 50JD'yi peşin peşin ödüyorsun. Sorarsan, ister ata bin, ister arabaya diyorlar. "Ben yaya yürüyeceğim" şıkkı yok. Ayrıca at bileti ile ata binmek mümkün değil. Atların durduğu yere gidince, hiçbir at veya araba sahibi bilete değer vermiyor. Elinizde "cash" görmezlerse yüzünüze de bakmıyorlar. Bu lafın gelişi değil, gerçekten sırtlarını dönüp gidiyorlar. Şikayet etmenin de asap bozmaktan başka bir yararı olmuyor. Bu asık suratlı insanlarla uğraşmaktansa yürümek daha iyi...

Evet, yürümek gerçekten iyi geldi. Her metrenin tadını çıkararak yürüdük. Yol giderek derinleşip daralırken, iki yanımızdaki kayalar yükselmeye başladı. Boz-gri renkler gerimizde kaldı. Duvarlardaki dalga dalga çizgiler de bizimle beraber yürüdü, renkleri gülkurusu ve maviye döndü. Biz terledikçe onlar da ıslandı. Duvarlardaki kanallar sularla dolup aşağı doğru akmaya başladı. İki yanımızdaki duvar derinleşip dikleştikçe dünyayla ilgimiz koptu. Bir anda yüzlerce yıl geriye gittik. Her attığımız adım bizi geçmişe götürüyordu. At arabaları Nebati tüccarlarını taşıyor, atların nal sesleri ekolarına karışıyordu. Yan duvarlarda biri 10-15 metre daha yukarıdan geçen, diğeri daha aşağıda, zeminden bir metre kadar yükseklikte su kanalları vardı. Kayaların aralarından zakkum ağaçları fışkırıyordu. Bazı yerlerde, duvarlarda, "işte kervanlarımız buradan böyle geçiyordu" diyen deve ve insan kabartmaları vardı. Kanyon giderek daraldı. Yolun darlığından, yanımızdan geçen atların soluğunu hissediyorduk. Bir an durup yukarıya baktım. Burası şairini "göğe bakma durağı" dediği yerdi. Başım döndü, arkaya baktım. Geldiğim yol dar bir yarık gibi gözüküyordu. Tekrar önüme döndüğümde o muhteşem mabedi gördüm. Kanyon aniden sonlanarak geniş bir meydana açılıyordu. Bu açıklığın ötesinde, başka bir tepe, dik bir duvar gibi yükseliyordu. İşte "the treasure, hazine" nam mabed bu duvara oyulmuştu.


Bu anıtın ne amaçla yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Son zamanlarda altında kral mezarları bulunduğu söyleniyor. Sık sık define avcılarının hücumuna uğradığı da açıkça belli. Burayı günlük tur ile gezmek sadece genel bir fikir verir. Fakat bana göre (şimdiki aklıma göre) tamamen yetersiz bir gezi olur. Bu tepelerde en az bir gece geçirmek, mehtabını, sabahını ve gün batımını yaşamak lazım. Döndükten sonra (!) bir gezi sitesinde, haftada üç gün, pazartesi, çarşamba ve perşembe geceleri özel gösteri yapıldığını öğrendim. Ay ışığı altında, tüm zeminin mumlarla aydınlatıldığı bir fotoğraf görüp vuruldum. Yine başkalarının fotoğraflarında hiç görmediğim yerler olduğunu farkettim. Örneğin David Roberts çizimlerindeki manastırı, hazine ile karıştırdığımı anladım. Gitmeden önce birbirinin aynısı olduğunu zannettiğim bir sürü anıt ve kaya mezarları arasında sakin sakin dolaşan insanları görüp kıskandım. Daha önce hiç rastlamadığım bir harita buldum. Haritamı da alıp yeniden giderim duygusuna kapıldım. Giderim ve en azından bir gece kalırım.


LUT GÖLÜ (ÖLÜ DENİZ)

Petra'dan tekrar Amman'a, otelimize döndük. Yarın sabah tekrar güneye ineceğiz. Bu sefer yolumuz daha kısa, sadece 80 km. Hedefimiz "Ölü Deniz" nam-ı diğer "Lut Gölü". Yolumuzda yokuşlardan çok inişler vardı ve giderek irtifa kaybediyorduk. 45 dakika yolumuz vardı, bu da notlarımı karıştırmam için bana yeterdi. Bir efsane arıyordum. Massada tepesi veya kalesi ve Qumran vadisi gölün İsrail tarafında kalıyordu. Hafızamda Lut hakkında bir takım hikayeler vardı, ama yazmak başka. Kesin kanıtlar bulmalıyım. Zaten ortadoğu'da, çölün ortasında bir göl olsun, deniz seviyesinin altında bir çukurda olsun, zehir gibi tuzlu olsun da hakkında bir mucize veya efsane olmasın, bu mümkün değildi.

Bölgenin tarihini genellikle tevrat, incil ve kuran gibi kaynaklardan, pek az oranda da arkeoloji biliminden öğreniyoruz. Arkeolojik izleri arayanların da başlıca referansı gene bu din kitapları. Bilim adamları tabii ki hurafe ve masalları gerçeklerden ayırt edebilecek vasıfta. Bense gittiğim her yeri hem geçmiş tarihiyle, hem de masal ve efsaneleriyle gezmeyi ve tanımayı seviyorum. Onlar da ortadoğu kültürünün bir parçası değil mi?

Gölün bir adı da "Lut" olduğuna göre oradan başlayalım.

Lut ve İbrahim peygamberler yakın akraba oluyorlar. Mısır dönüşü İbrahim'in de Lut'un da hali vakti gayet yerinde, fakat nedense aynı yerde birlikte yaşayamıyor, ayrılmak zorunda kalıyorlar. "Bir Kenan'a iki peygamber fazla!" durumu olsa gerek, Lut, İbrahim'den ayrılarak Sodom ve Gomora yönüne gidiyor. Sodom, Lut peygamberin gönderildiği kavimdir.

... Ve Sodom halkı kötü ve Rabb'e karşı çok günahkardılar." (Tekvin 13:12,13)

Bu günah olayı Kur'anda daha açık anlatılıyor. Sapkınlık diye nitelendirilen olaylar tamamiyle homoseksüel ve ensest ilişkiler. Lut, kavmini (kibar bir şekilde) uyarıyor;
 
"Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz. (Araf,80)"

Fakat millet iyice azdığından olsa gerek, bu uyarıyı kimse dinlemiyor. Ayrıca Lut'u sahtekarlıkla suçlayıp kafa tutuyorlar; "Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın"

Bir de üstüne üstlük, onları doğru yola davet eden meleklere de musallat oluyorlar. Meleklerin erkek olduğunu söylememe ayrıca gerek yok sanırım. Bundan sonrası malum, diğer tüm günahkar kavimler gibi, Sodom da yok olmaya mahkum!

“Derken, tan yerinin ağarma vaktine girdiklerinde onları (o korkunç ve dayanılmaz) çığlık yakalayıverdi. Anında (yurtlarının) üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık... (Hicr,73-76)”

Burada gene erkek melekler devreye giriyor ve Lut'a; "bunlar azmış kardeş, bari sen kendini kurtar" deyip, karısı ve kızlarıyla birlikte arkalarına bakmadan kaçmalarını söylüyorlar. Fakat bayan Lut söz dinler mi? Tabii ki dinlememiş ve merakla ardına bakmış. Bütün söz dinlemeyip arkasına bakanlar gibi, o da oracıkta çarpılmış. Bir tuz sütununa dönüşmüş (Genesis). İşte gölün tuzu da buradan geliyormuş! Sodom yamaçlarındaki kayalardan birisine de bu nedenle "Lut'un karısı" adı verilmiş. Bundan sonrası ayrı bir hikaye. Lut ve kızları bir mağaraya sığınıyor. Kızlar peder beyi kandırıp onu da günaha sokuyor vs vs.

Gelelim gerçeklere. Burada gerçeklerin merkezinde "tuz" var. Efsaneler yolu tuza varan bir hikaye anlatırken, gerçekler tuz ile başlıyor.

Lut gölünün bulunduğu çukur, Suriye-Afrika jeolojik yarığının bir parçası olarak 1,64 milyon yıl kadar önce oluşmuş. Bu yarık Toros eteklerinden başlayıp, Lut gölü, Kızıldeniz üzerinden Tanzanya'ya kadar uzanan, dünyadaki en uzun kırılma hattı. Bilimsel araştırmalar insan varlığının bu çöküntü bölgesinin güney ucunda başladığını gösteriyor. 20-30 milyon yıl önce birbirine bitişik olan Arabistan yarımadası ve Afrika, Arabistan'ın giderek kuzeye kaymasıyla birbirinden ayrılıyor ve aralarında çökme bölgeleri (graben) meydana geliyor. Kızıldeniz de bu şekilde oluşuyor, Lut gölü de. Lut gölünün deniz seviyesine göre 400 metre kadar aşağıda olması da bu sebepten. Jeolojik kayma ve çökme devam ederse tüm yörenin suya kavuşacağı (!) kesin gibi... Tabii ki bu yeni doğacak, ve büyük olasılıkla ortalığı silip süpürecek yavru okyanusa uygun bir ibret hikayesi yazmak da gelecek nesillere düşecek. Kızların bacakları gözüküyordu, ar-namus kalmamıştı, şike almış yürümüştü filan gibi...





 
Bahsi geçen Sodom ve Gomorra yerleşkelerinin, Lut gölünün en alt kısmında, son derece sığ olan (15-20m) Siddim vadisinde bulunduğu düşünülüyor. Gölün diğer kısımlarında derinlik 400 metreye kadar ulaşmakta. Bu nedenle Lut Gölü, Baykal ve Hazar göllerinden sonra tabanı en derinde olan üçüncü göl oluyor. Gölün tuz oranı da derinleştikçe artıyor. Yüzey kısmı ırmakların taşıdığı su nedeniyle daha az tuzlu. Derinlerde tuz oranı %33'e kadar çıkıyor. Yani, 1 litre suda 332 gr. tuz var! Bundan daha tuzlusu, Doğu Afrika'daki Assal gölü (%35). Bu kadar tuzlu ortamda teorik olarak hiç bir canlının yaşaması mümkün değil. Onun için göle "Ölü Deniz" denmiş. Burada sadece göldeki canlılar değil, gölün kendisi de ölüyor. Şeria nehri gibi bir-iki ırmak, bir yandan gölü beslerken, bir yandan da öldürüyor. Gölün iki yakasında, İsrail ve Ürdün'e ait bromür endüstrisi, atık sularıyla gölü zehirliyor. Buna aşırı kuru ve sıcak havanın etkisiyle su kaybı da eklenince, gölün hem tuz ve mineral oranı yükseliyor, hem de giderek su seviyesi düşüyor. Bu azalma miktarı küçümsenmeyecek kadar fazla, yılda 50 cm. kadar! Kağıt kalemi alıp, gölü görmek için önünüzde kaç yıl kaldığını hesaplayabilirsiniz. İsrail ve Ürdün göle "barış denizi" adını takmışlar. Demek oluyor ki ortada göl kalmayınca barış da uçup gidecek!


Evet, biz gölü sağlığında gördük ve girip yüzdük. Su o kadar tuzlu ki içine girmek yanlış bir tanım oluyor. Bir türlü giremiyorsunuz. Adımlarınızı atmanız için güç harcamanız gerekiyor. En rahatı sırtüstü yatıp uzanmak. Göl bölgesinde, her tarafa dikilmiş levhalarda bu şekilde uyarılar var; dalmayın, sırtüstü yatın, yüzmeyin diye. Yüzükoyun döndüğünüz takdirde, kafanızın ağırlığı sizi tepesi taklak suyun içine çekiyor. Serbest stil yüzmeye kalkarsanız, suyun üzerinde kalabilmek için çok fazla efor harcamanız lazım. Devamlı ve hızla kulaç atmaya çalışıp, başınızı iyice arkaya atarsanız ne ala. Suyun üzerinde bir süre kalabiliyorsunuz. Ben de öyle yapayım derken (uyarı levhasında yüzmeyin yazıyor ya, ille de yüzeceğim!), kısa bir an (stil alışkanlığıyla), başımı yan çevirdim ve dudağımın bir yanı suya değdi. Aman yarabbim! ağzımın o yarısı iki saat yandı, kavruldu. Gözümde deniz gözlüğü olduğu için gözlerim emniyetteydi. Bir de gözüne su kaçanların halini düşünün. O nedenle göle girmek, göle uzanıp yatmakla eş anlamlı. Ya yatacaksınız, ya da ayakta durup zemindeki balçığı vücudunuza süreceksiniz. Balçık mineral zengini, içinde ne ararsan var. Kleopatra'nın cilt güzelliğinin kaynağı da bu kara balçıkmış! Söylentiye göre yöredeki ilk kozmetik yatırımını da Kleopatra yapmış. Sonradan Nebayotlar ellerindekinin değerini anlayıp, Mısırlılara, mumyaların korunmasında kullanılmak üzere çamur satmaya başlamışlar. Şimdi de "Dead Sea Cosmetics" en önemli gelir kaynaklarından birisini oluşturuyor. Herkes gibi biz de çamuru oramıza buramıza sürdük. Yapışkan, yağlı bir çamur. Yıkadıktan sonra da yumuşaklık hissi teninizde uzun süre kalıyor. Topuk çatlakları olanlara duyurulur!


Göl kenarında muhteşem kırmızı çiçekleri olan, 2-2,5metre yüksekliğinde ağaçlar dikkatimizi çekti. Bir yerlerde Erguvan ağaçlarının İstanbul'a Filistin'den getirildiğini okumuştum. Erguvan ağacına "Judas tree" denmesi bu sebeptendi (=redbud). Rivayet o ki, İsa'ya ihanet eden Yahuda kendini bu ağaca asmış. Efsaneye göre (efsanelere ara vermiştik ki, bir tane daha...) daha önceleri beyaz çiçekler açan erguvan, bu olaydan sonra, utancından (ağaç neden utansın ki? kader utansın!), kırmızı çiçekler vermeye başlamış. Bunlar bizim erguvanların akrabaları olsa gerek!

Göl kenarındaki tesislerde yemek yiyip, tekrar Amman'a dönmek üzere otobüslerimize bindik. Amman, Kraliyet Hava yolları ve İstanbul...

SONUÇ

Petra, şöhretini kesinlikle hak eden bir yer. Buralara tekrar gelecek olursam, önce Akabe'ye gelmeyi tercih ederim. Akabe'den Wadi Rum'a geçer, Lawrence'e yataklık eden yerleri gezerim. Oradan Petra'ya geçerim. Wadi Rum ve Petra'da konaklar, çöl kumunu koklar, yıldızları seyrederim.



LÜBNAN


Mayıs 2010



Lübnan dağlarının dorukları uzun süre, hemen hemen yaza kadar karla kaplı. Ortadoğuda başka hiçbir yerde olmayan bir şey! Karın rengi, malumunuz üzere beyaz. Yörenin en eski dili olan Aramca ile söylersek; laban! Laban, Lebanon filan derken, işte sana Lübnan….


Suriye gezisi sırasında epeydir planladığım bir konuyu yoldaşlara açıkladım. Önce bütün Ortadoğu ülkelerini gezeceğim. Sonra pasaportumu atıp yenisini alacağım ve yeni pasaportla Kudüs’e gideceğim. Böylece sınır kapılarında bir sürü saçmalıkla uğraşmayacağım. Suriye’yi gördüğümüze göre sırada Lübnan ve Ürdün var. Hemen programı açıkladım; Beyrut, Baalbek, Tuz gölü ve Petra, bunları görsek yeter.


Gittim ve yetmeyeceğini anladım.


“Royal Jordan” hava yollarıyla uçup önce Amman’a indik. Uçağın özellikle renklerini çok sevdim. Amman’da bir gün kalıp, uçakla 2 günlüğüne Beyrut’a geçip tekrar Amman’a döndük. Tur şirketinin neden böyle yaptığını bilmiyorum. Herhalde aynı uçakla gidiş-dönüş yaparak karını artırmak için. Bu programın en çileli yanı ise, hava alanlarında kaybedilen zaman ve gümrüklerdeki bitmez tükenmez pasaport kontrolleriydi. On-onbeş metre aralıkla önünüze çıkan her memurun, laubali bir şekilde pasaportunuzun sayfalarını şöyle bir çevirmesi ne işe yarıyor, anlayamadım. Bir rivayete göre israil damgası arıyorlarmış. Neyse, biz Lübnan’a dönelim.


Gezi öncesi Lübnan için program önerimi turculara gönderirken Beyrut, Byblos, mağaralar, Bekaa vadisi ve Baalbek yazıp, nedenlerini açıklamıştım. Onlar da bu programı aynen uygulayacaklarını söylediler. Uçağa bindiğimizde programı gördüm ve hayretler içinde kaldım; “mağaralar” yerine “mağazalar” yazılmıştı! Suriye’de nasıl gezildiğini gördüğüm için, bunu son derece olağan karşıladım. Anlaşılan, adamlar programa bakmış ve hiç çarşı-pazar göremeyince, bu olsa olsa “mağaza” olabilir demişler. Enteresan tarafı; internetteki sayfalarında, aradan neredeyse bir sene geçtiği halde, hala “mağaza” yazmaya devam etmesi!




Uçakla Beyrut’a yaklaşırken şehri kuzeyden güneye doğru kuş bakışı görmek çok güzeldi. Şehir, Lübnan dağları ile Akdeniz arasına, uzun bir sahil şeridi boyunca yayılmıştı. Şehir kıyı boyunca yoğunlaşıyor, doğuya doğru, dağlarla birlikte yükseliyordu. Dağların dorukları bulutlar arasındaydı. Bulutlardan aşağıya doğru sarkan yeşillik, kıyıya yaklaştıkça yerini evlerin ve beton yığınlarının kirli rengine bırakıyordu. Uçağın iniş açısı çok iyiydi. Kuzeyden güneye doğru seyrederken, hem alçalıyor, hem de şehre yaklaşıyorduk. Kıyı boyundaki yüksek binalar çok net görülecek kadar yaklaşmıştık. Jale pencere kenarında oturuyordu.

- Evleri yeni inşa ediyorlar herhalde, dedi.

- Ne inşası, bunların yarısı yıkık, diğer yarısı da kurşun delikleri ve bomba izleriyle kaplı, dedim. Onun için uzaktan yarı bitmiş gibi duruyor.

Keşke tersi olsaydı. Terkedilmişlikten dolayı "bombalanmış" gibi olsaydı. Terörü önlüyoruz diye boşaltılan köyleri, yakılan ormanları hatırladım, kafam karıştı. Hangisi daha iyi olurdu karar veremedim. Daha doğrusu, iki ihtimali de sevmedim.


Biraz sonra hava alanına indik.


Otobüsümüze binip Beyrut’a doğru yola çıktık. Şehrin içinden geçerken her metrede savaşın sıcaklığını (veya soğukluğunu!) hissettik. Sokaklarda daha dün yeni bir çatışma olmuş gibiydi. Aslında 2006 yılı da dün sayılır! Caddelerin kenarlarında kum torbalarından mevziler vardı. Bu korunaklarda ve ortalıkta, her tarafta tam teçhizatlı askerler ve polisler dolaşıyordu.




Sahil yolunun başladığı bir yerde durduk. Önünde durduğumuz yerin biraz ilerisinde bir heykel vardı. Bu heykel 2005 yılında bir suikast sonucunda öldürülen Başbakan Refik Hariri’ye aitmiş. Arabasında giderken, güzergahının üzerinde bir yerde tonlarca bomba patlatılmış. Başbakan parçalanarak ölmüş. Amerika Birleşik Devletleri bu suikastı (dalga geçer gibi) sedir devrimi olarak nitelemiş. Amcam demişse doğru demiştir. Ne de olsa isim takmakta üstlerine yok! Hatta rivayet o ki; Lübnanlılar bile bir halk devrimi yapıldığına inanmaktaymış. Aklıma tüm savaşların "barış" veya "demokrasi" için yapıldığı geldi, silkinip tekrar heykele döndüm. Heykelin bu şiddet dolu ölümü anlatan hiçbir özelliği yoktu. Sıradan, takım elbisesiyle denize bakan bir adam, bir heykel! Bulunduğu alan bile sıradan. Fakat esas öyküyü hemen biraz ilerideki binalar anlatıyor. Boyasız, sıvaları dökülmüş, cepheleri kurşun izleriyle dolu binalar. Belli ki bir zamanlar Beyrut’un zenginliğinin simgesi olan lüks binalar. Duvarlarda İsrail karşıtı grafitiler, kanayan güvercin resimleri, şeytan şeklinde melekler ve namlusundan Filistin bayrakları çıkan kalaşnikof resimleri… Bu binaları yıkmadan saklamalılar.

Ülkedeki gerilimi, klasik deyişle dış mihraklara, yani sadece İsrail’e bağlamak yanlış olur. Demografik yapıya bakınca ipin ucunu kolaylıkla yakalamak mümkün. Halkın %65’i şii, sünni filan olmak üzere müslüman, %35’i hristiyan. Bayraklarındaki sedir ağacı bir şekilde İncil’e gönderme yapmak için Maruni hristiyanları tarafından kullanılmış. Bunu pek anlamadım ama enteresan bulduğum için buraya ekledim. Mitolojide Osiris’in sedir ağacı, Jüpiter’in ise meşe ağacı ile ilişkilendirildiğini biliyorum. Osiris’in yeniden doğuşu ile Mesih bağlantısı olabilir mi? İncil ve Tevrat'ta sedir ağacının adı sıkça geçtiği için mi? Araştırmaya değer. Lübnan’ın devlet yönetim kademeleri de ilgi çekici. Cumhurbaşkanı hristiyan, başbakan Sünni Müslüman, meclis başkanı ise Şiilerden seçilmekte! Al başına belayı! Kim akıl ettiyse helal olsun! Kağıt üzerinde demokrasi gibi gözüken bir tuzak! Zaten başımıza gelenler hep bu “gibi” görünen şeyler yüzünden değil mi? Tuzağın yemi her zamanki gibi din! Tetik mekanizması ise daha basit; önce birbirlerini yesinler, sonra işimize bakarız! Tam bir “kardeşim, burası Ortadoğu!” durumu…


Turumuza dönelim…




Hariri’nin baktığı tarafta, korniş denen sahil yolunun bitimine yakın, denizde Lübnan’ın meşhur kayalarını gördük. Bunlara “güvercin kayalıkları” deniyor. Yan yana iki kaya kitlesi. Bunlardan daha büyük olanının alt kısmında kemer gibi bir açıklık var. Burası herhalde bütün turistlerin durup fotoğraf çektikleri bir yerdi. Gün batımında çok güzel gözükeceğini düşündüm. Fakat güneş alçalmasına daha çok zaman vardı. Ben de herkesle aynı açı, aynı yükseklik ve aynı ışıkla aynı kayanın resmini çektim. Muhtemelen tek farklı şey denizdeki dalgalardı.



Oradan da süratle ayrılıp Byblos antik şehrine gittik. Vaktimiz daralıyordu. Kitaplarda Byblos’un 26 km kadar kuzeyde olduğu yazılıyordu. Biz neredeyse 30 km gitmiş, fakat hala Beyrut’tan çıkamamıştık. Etrafta da kalıntı, kule, kale filan eskiye dair hiç bir şey gözükmüyordu. Karayolunun iki tarafı da yeni yerleşim bölgeleriydi. Antik şehir yolun deniz tarafında olmalıydı. Bu Byblos dedikleri yer neredeydi? Derken, otobüs durdu. Rehber; geldik, dedi. Hayırdır? Nereye geldik? İlk bakışta evlerin arasında kemerli bir çarşı girişinden başka bir şey gözükmüyordu. Byblos nerede?


BYBLOS

Antik Kenan ülkesinin antik şehri Byblos Fenikeliler zamanında, MÖ 5000 yılları oluyor, önemli bir liman ve büyük bir ticaret merkeziymiş. Dünyada devamlı yerleşim yeri olan kalan en eski şehirmiş. Byblos’ta yaşayanlar şehirlerine Gubla, sonraları Gebal diyorlarmış Arapların deyişiyle de Jbail! Yunanlılar her yerde olduğu gibi, burada da isim takma oyununu devam ettirmişler ve Kenan’a Fenike, Gebal’e de, papirüs ticaretinin yapıldığı en önemli liman şehri olduğu için “Byblos” adını vermişler. Bublos, papirus demekmiş. Daha doğrusu, papirusun yenen kısmına papuros, yenilmediği için sepet yapımı ve yazı için kullanılan kısmına bublos deniyormuş. Mısırlılar piramit yapımında kullandıkları sedir ağaçlarını da bu limandan Mısır’a taşımışlar. Bir yerde bu kadar ticaret olunca, hesap-kitap işleri, kayıt-kuyut da o kadar gerekli hale gelmiş ve sonuç olarak ilk lineer alfabeyi de Fenikeliler bulmuş! Byblos’ta, 22 karakterli Fenike alfabesiyle yazılmış, tarihi MÖ 1300’lere kadar giden metinler bulunmuş.


Bibliografi, bibliofili ve İngilizce’deki “bible” sözcüğü de buradan geliyormuş. “paper” da papirustan! Şehir bu kadar eski olunca, doğal olarak efsaneleri de fazla oluyor. Kenan ülkesinin (Canaanite) bu ilk şehrini Titanların en genci ve Zeus’un muhtemel pederi “Kronus” inşa etmiş. Eh, bu kadar yaşlı bir şehre de bu yakışır! Fenike, Asur filan derken bir aralar firavunlar da buraları mesken tutmuşlar. Mesken tutmakla kalmayıp Osiris’in öyküsünü Byblos’a taşımışlar. Rivayet odur ki; kardeşi Seth tarafından tuzağa düşürülen Osiris’in kapatıldığı ve Nil nehrine bırakıldığı sandık burada karaya çıkmış ve Byblos kralı Malkandros tarafından bulunmuş... Yazanların yalancısıyım!



Peki Byblos’ta ben ne gördüm? Her antik şehirde olduğu gibi devamlı bir yıkım-yapım döngüsü, o gitmiş bu gelmiş, bu yıkmış o yapmış öyküleri… Bunlar dinlediklerim. Gördüklerim; antik şehrin kalıntıları, önde, sahile yakın bir yerde dimdik ayakta duran geleneksel bir Lübnan evi, ortada haçlı seferlerinde kalma bir kale, eski çarşı, baharatçılar, küçük balıkçı limanı, limanda gayet güzel kafeler…

Biblos'tan biblo almak lazım diye, sarı takkeleriyle yan yana duran Fenike’li 4 yeşil amcayı gösteren bir biblo aldım. Biblonun altından 22 harfli alfabe çıktı. Adamların dilini bilen kalmadı, ama hala alfabe satıyorlar!

Akşam yemeğini sahilde Beyrut’a ve gün batımına karşı, güzel bir lokantada yedik.



Ertesi sabah hedefimiz Baalbek!



BAALBEK




Hedef Baalbek, fakat hedefe kim gidecek? Ekip dağıldı. Jale dahil 3 kişide barsak bozukluğu var. Diğer bir deyişle cırcır! Ne Jale’nin, ne diğerlerinin yola çıkacak halleri yok. O gün için bir oda tutup onları (maalesef) terk ettik! Akşam dönüşte sağ salim bulmak umuduyla!



Beyrut’u arkada bırakmak zor oldu. Kıyı şeridinden itibaren yükselmeye başlayan tepeler hemen hemen tepesine kadar yerleşim yerleriyle dolu. 86 km yolumuz var. Döne döne yükseliyoruz. Lüks binalar yerlerini daha mütevazi olanlarına terk etti. Yer yer gene delik deşik binalara rastlıyoruz. Bekaa yolunda Beyrut’taki savaşı anlatan (bence) en anlamlı anıtı gördük. Bu anıt da kalabalığın arasında sıkışmış bir anıttı. Beyrut’u kavisler çizerek terk eden yokuşun üzerinde, bir viraj alanına yerleştirilmiş bir anıt. Fakat Hariri’nin heykelinin aksine, çevresindeki öyküyle çelişmeyen, onunla kaynaşan bir anıt. Beton zemine çizilmiş eski kıta resmi ve kıtanın tam Ortadoğu bölgesini delip geçen bir delik, kurşun deliği, havan, top, uçaksavar mermisi, artık ne derseniz…




Bekaa vadisine doğru inişe geçerken çevrede askeri nitelikte yerleşimler artmaya başladı. Sağda solda tanklar, hafif zırhlı araç parkları, yarısı olmayan demiryolu hatları, bombalanmış köprüler, yanmış zırhlı araçlar, tel örgüler, kum torbalarından siperler vardı. Bazı yerlerde yoldaki barikatlar arasından geçmek zorunda kalıyorduk. Şöför; aman fotoğraf çekmeyin, dedi. Bu uyarı bizim için “neden çekmiyorsunuz?” anlamı taşıyordu. Şöför ne bilsin?



Vadide yol alırken refüjde Hizbullah patronlarının posterleri görülmeye başladı. Sakallı sakalsız, ölü diri, üniformalı, formasız portreler… Bu resimler yoldaki silahlı askerler ve barikatlarla birleşince, bizim gibi temiz aile çocukları üzerinde (ister istemez) gergin bir atmosfere yol açıyor. Kafamızı karıştıran, "bu da nesi?" dedirten ise bayraklar!! Evlerin üstlerinde, damlarında ve pencerelerinde bir sürü bayrak dalgalanıyor. Bilemediniz; Filistin bayrağı değil, Arjantin, Almanya filan! Dünya futbol şampiyonası yaklaşıyor ya, favorimiz Almanya, o olmazsa Arjantin…



Vadinin ortalarında bir yerde Filistin mülteci kampı vardı. Bu kamp alanlarında onbinlerce insan, çoluk, çocuk çok kötü şartlarda yaşıyormuş. Ana caddeye açılan kapıda nöbet tutan militanlar dikkatimizi çekti. Aman fotoğraf çekmeyin, dedi şoför. Tabii ki çektik! Filistinliler Almanya’yı tek geçmiş. Plase Filistin!




Vadinin efendisi; Ba’al-bek!





Tanrı Baal’e tapanların merkezi, Selahattin Eyyübi’nin doğum yeri, Fenike’liler tarafından kurulan ve tanrılarla ilgili hikayelerinde, hem kuzey, hem de gizli anlamına gelen "Zafon Kalesi" diye geçen Baalbek! Yunanlıların Heliopolis dedikleri şehir. Ortadoğunun kutsal yazıtlarındaki Cennetin efendisi, Güneş Tanrısının meskeni... Yunan, Roma, haçlılar, Moğollar, Memluklar, Arap, Osmanlı derken diğer tüm antik şehirler gibi yapım-yıkım döngüsünden o da kendine düşen payı almış. 1898’de Alman arkeologlar kazılara, yani kıymetli ne varsa Almanya’ya taşımaya başlamış. Kalan taş toprak 1984’ten beri Unesco koruması altına alınmış.


Burada 3 tapınak var. Bunların en büyüğü, Fenikelilerden kalma bir podyumun üzerine Romalılar tarafından MS 3. yüzyılda yapılan Jüpiter tapınağı. Diğerleri Baküs ve Venüs tapınakları.

En büyük tapınağın Fenikelilerden kalan zemin üzerinde yükselmesi ve Jüpitere adanması sebepsiz değil. Romalılarda Jüpiter, Kenan (Canaan) ülkesindeki Ba’al ayarında bir tanrı. Ba'al; cennetin efendisi, lord, master, sahip... Helenleşen yöre insanı Baal Shamen’i Zeuslaştırmış, Romalılar Jüpiterleştirmiş... Örneğin Fenikeli tanrı üçlemesi Baal, Mot ve Yam, Yunan döneminde Zeus, Hades ve Poseidon’a, Romalılarda Jupiter, Pluto, Neptune’e dönüşmüş.

Baküs tapınağının 18 metre yüksekliğindeki 46 sütunu hala ayakta. Jüpiter tapınağı ise 22 metre yüksekliğinde 54 granit sütundan oluşuyor. Bunlardan bugün sadece 6’sı ayakta duruyor. Romalılar ne Roma’da ne de başka bir yerde bu yükseklikte bir tapınak yapmışlar. Atina’daki Parthenon ve Karnak'taki Amun tapınağı sütunları bile buradakinden daha kısa. 

Ana kapıdan girince önünüze büyükçe bir taş çıkıyor. Adeta tapınağın kimlik kartı gibi bir taş. Üzerinde Latince bir yazı var. En üstte bir kısaltma olduğu belli olan harfler: IOHM. Altında açıklaması; Heliopolis Jüpiter’i, optimal ve maksimum tanrı! Bu büyük tapınağın en önemli özelliği, en alt kısmında, 2000 yıl daha önce Fenikeliler tarafından yapılmış olan 13 metre yüksekliğinde bir podyumun bulunması. Benzer olay Suriye’deki Palmyra’da da görülüyor. Orada da üzerine Baal tapınağının yapıldığı zemin taşları, Fenike’liler zamanına tarihleniyor. 


Fenike geleneklerine göre, neden bilmem, 13 metrenin 3 kattan oluşması gerekiyormuş. Onun için devasa boyutlarda taşlar kesmişler. En büyük üç tanesi 4,6x4,6x20,6 metre boyutlarında ve her biri yaklaşık bin beş yüz ton ağırlığında. Bu taşlardan 3 tanesi podyuma, daha küçük (!), beş yüzer tonluk taşların üzerine konmuş, fakat podyumun tamamı bitirilememiş. Bir diğer devasa taş, Baalbek’in güneyinde, kesildiği yerde duruyor. Bir de ismi var: Gebe kadının taşı! Gize piramitlerindeki taş blokların ağırlıklarının ortalama 2,5 ton olduğunu düşünürsek taşların büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Bu podyumun bizim göremediğimiz, tapınağın altına rastlayan kısımlarında ise neler olduğu halen belli değil.



Sonuçta Fenikeliler teknik olarak taş işçiliklerini kanıtlamışlar, fakat ömürleri vefa etmemiş. Yerine koydukları 3 devasa taş ise trilithon ismiyle ününü sürdürmüş. Neden böyle zor bir işe kalkıştıkları da halen açıklanamamış. Yandaki resimde taşların 10m kadar gerisinde duran insanların boyutlarıyla karşılaştırınca taşların büyüklüğü daha iyi anlaşılıyor. Buna benzer durumlarda, tahmin edeceğiniz gibi, efsaneler, dedikodular ve fantastik buluşlar devreye girer. Bizim fantezimizin bir ucu da dünya dışı canlılara kadar uzanıyor!


Tarihte “ölümsüzlük” arayışı hakkında ilk yazılı metin Sümerlerin “Gılgamış destanı”dır. Destan, Nuh tufanının anlatıldığı ilk eserdir ve belki de tüm kutsal kitapların kaynağıdır. Buna göre Uruk kralı Gılgamış, “her şeyi görmüş olan”dı. Milattan yaklaşık 28 yüzyıl önce yaşamıştı ve yarıdan çok tanrıydı. Sitchin bundan sonrasını anlatırken efsanenin aslına uymayan alıntılar yapmış. Aramice bildiğini söyleyerek yaptığı açıklamalar benim okuduğum, Sümerceden veya Akad dilinden yapılan alıntılara pek uymamakta. Konu çok ilgimi çektiği için burada ikisini de yazacağım.

SITCHIN ANLATIYOR
"...Uruk’un başrahibi olan babasına ölümden kaçmasının neden mümkün olamadığını sordu. Efsaneye göre ölümsüzlüğün sırrını bulabilmesi için tanrıların iniş yerine gitmesi ve oradan göğe doğru yükselmesi gerekiyordu. İniş yeri Sedir dağlarındaydı. Annesi tanrıça Ninsun, oğlunun yanına, onu koruması için Enkidu’yu verdi. İkisi Sedir dağlarına geldiler. Dinlenmek üzere yattılar. Bir müddet sonra Gılgamış gözalıcı bir parlaklık ile uyandı.

Gökler çığlık attı, toprak gümledi / Gün ışığı söndü, karanlık geldi / Yıldırımlar çaktı, bir alev parlayıp çıktı / Bulutlar kabardı, ölüm yağdı! / Derken parlama azaldı, alev söndü / Tüm düşenler küle döndü. "

Sitchin okuruna yönelttiği sorularla fantezilerini açığa vuruyor: acaba Gılgamış orada bir uzay aracının inişine veya fırlatılışına mı şahit olmuştu? Bir Fenike sikkesi üzerindeki, tapınağı betimleyen resim bu konuda şüpheleri uyandırmıyor mu? Büyük tufandan önce inşa edilmiş bu podyumun başka bir görevi olabilir mi?

Ve podyumun fi tarihinde uzay araçlarının inip kalkması için yapılmış olduğunu, tanrıların da bu gemilerle gelip giden “kişiler” olduğuna iddia ediyor!

Benim okuduğum, Sümerce'den yapılan çevirilere göre; destanda Gılgamış ile Enkidunun arkadaş oluşları ve hem güçlerini sınamak, hem de güneş tanrısı Şamaş'ın nefret ettiği Humbaba'yı öldürmek için katran ormanlarına gidişleri anlatılır. Katran ormanından kastedilen sedir ağaçlarıdır ve yoğun olarak Lübnan dağlarında bulunur (katran ağacı = Sedrus Libani). Asurcada Humbaba, babil dilinde Huwawa denilen dev, tanrıların yaşadığı sedir ormanlarının koruyucusudur.



Onlar katran ağacı dağını görüyor,
tanrıların oturduğu yeri, İrnina'nın (İştar) yüksek tapınağını


Gılgamış burada uykuya dalıyor ve bir rüya görüyor. Korkuyla uyanıp rüyasını Enkidu'ya anlatıyor:


Gök haykırdı, yeryüzü gürledi / Hava dinginleşti, karanlık çöktü /Bir yıldırım düştü. Bir yangın yükseldi / Duman koyulaştı / Ölüm yağdı / Yağan köz oldu, ateş söndü / ve yukarıdan aşağı dökülen (köz olan ateş) küle döndü...



Buraya kadar olan kısımda, Sitchin'in yazdıklarından farklı olarak, Gılgamış'ın henüz ölümsüzlük diye bir derdi yok. Çünkü çok sevdiği Enkidu'yla birlikte ve gücünün doruğunda. Ayrıca iniş yeri, göğe yükselme gibi ifadelere de rastlamadım. Destan devam ediyor: Humbaba savaştan vazgeçtiğini söylüyor, senin kölen olayım vs diyor, fakat Gılgamış, Enkidu'nun dolduruşuna gelerek Humbaba'yı öldürüyor, kesik başıyla beraber Uruk'a geri dönüyor. Bunu gören İştar, Gılgamış'a aşık oluyor, Gılgamış onu reddediyor, vesaire vesaire, böyle sürüp gidiyor. Ölümsüzlük otu meselesi ise daha ileri kısımlarda, Enkidu'nun ölümüyle krize giren Gılgamış'ın son macerası olarak yazılmış. Destan, Gılgamış'ın Hz. Nuh'a denk gelen Utnapiştim'i bulması, yine tanrıların ve tanrıçaların karışık ailevi sorunları, tufan hikayesi ve bir kuyudan ölümsüzlük otunu bulup çıkarışı, daha tadına bakamadan yılanın otu yiyişi ile devam ediyor.

Tanrıların yaşadığı katran ormanlarının içindeki en eski kalıntıların, yani Baalbek'in orijinal podyum taşlarının arkeolojik tarihlemesi de tufan öncesine kadar uzanınca kayıp halkalar tamamlanıyor!


Evet, ben de tanrıların yaşadığı katran ormanlarını ve Baalbek'teki ayak izlerini görmek üzere Lübnan'daydım!!

Bu hikayeleri bilmeden buraya gelseydim gene de etkilenirdim zannediyorum. Alman İmparatoru 1. Wilhelm'in 19. yüzyılın sonlarındaki ziyaretinin anısına, Baküs tapınağının duvarına, zamanın Osmanlı padişahının tuğrasıyla yerleştirilen yazıt almanların da bu kalıntılarla üst seviyede (!) ilgilendiğini gösteriyor. Bense zaten sınırlı vaktimizin çoğunu trilithon'un çevresinde geçirdim. Rehberlerin gelip gelip "işte o taş" dedikleri o taşı yukarıdan gören bir yere oturup Gılgamış destanını yeniden okudum.



MAĞARALAR; JEITA GROTTO



Baalbek'ten epeyce geç bir saatte ayrıldık. Yolumuz uzundu ve henüz ne Jeita Grotto'yu ne de Harissa'yı görmüştük. Birisini feda etmemiz gerekiyordu. Biz de mağaraları tercih ettik. Ne de olsa dünyanın 7 doğal harikasından birisiydi.


Mağara bölgesine geldiğimizde saat 5 olmuştu ve bizi bir sürpriz bekliyordu. Mağaralara giriş saatini kaçırmıştık! Büyük şok!


Buraya kadar gelip, kös kös dönmek kabul edebileceğim bir şey değildi. Rehber ve diğerleri kapalı turnikelerin önünde girersin-giremezsin tartışması yaparken, çağanoz gibi yan yan yürüyerek turnikeleri geçtim. Milleti siper alarak kuytulardan yukarıya doğru yürüdüm. Baktım, arkadan 2 kişi daha sızmış! Mağaranın ana kapısına gelince birisi daha durdurdu, kapandı dedi.


- Aşağıdaki arkadaş çabuk gidin, yetişirsiniz dedi, dedim. O saldı ne yapalım dedim. Hemen bakıp çıkacağız dedim. Dedim de dedim!


- Kamera yasak dedi


Bu içeriye girebilirsiniz demekti, girdik.


Jeita Grotto, aralarında bağlantı olan, total olarak yaklaşık 9km uzunluğunda 2 ayrı mağaradan oluşuyor. Tam giriş bölgesinin önünde Lübnan'lı bir sanatçı tarafından yapılan bir "zaman bekçisi" anıtı var. Mağaralar Beyrut'un 18 km kuzeyinde, ana yoldan ayrıldıktan sonra, kısa ve dar virajlarla ulaşılabilen Nahr al-Kalb vadisinde. Para ödenen yerden mağara girişlerine küçük trenlerle veya teleferikle gidilebiliyor. Prehistorik zamanlarda yerleşim yeri olarak kullanıldığı düşünülen mağaraları 1836 yılında, Amerika'lı bir misyoner olan William Thomson tarafından bulmuş. Alt mağara sadece botlarla gezilebiliyor, zira Lübnan'ın önemli içme suyu kaynağı olan yeraltı sularıyla ilişkisi var. Kışın su seviyesi yükseldiği için kapalı oluyormuş. 1958'de alttakinden 60 metre kadar daha yukarıda bulunan ikinci bir kat daha bulunmuş. Dünyanın en büyük stalaktik galerileri olan bu kısımda yürüyerek dolaşılabiliyor. Bazı kısımlarında yükseklik 120m.yi buluyor. Biz bu kısma giremedik. Sadece alt kısımda dolaşmak bile güzel bir anıydı.


Otele döndüğümüzde vakit oldukça ilerlemişti. Jale iyileşmiş, bizi bekliyordu.


Türkiye'ye döndükten bir hafta kadar sonra bir akşam Jale o gün Baalbek'i gördüğünü söyledi. Televizyonun bir kanalında "Küçük Hanımefendi" serisinden bir film oynatılmış. Küçük hanımefendi Belgin Doruk, Jüpiter tapınağının sütunları arasında dolaşıyor, Ayhan Işık da peşinden seğirtiyormuş! Rastlantı dediğin bu kadar olur. Sitchin'in kitabı daha önce yazılmış olsaydı, iniş yerine gidip bir de fatiha okurlardı herhalde...