22 Temmuz 2010 Perşembe

Siyasette tutarlık

Isı ısınmış. Nem deseniz iyice nemli. Ardından malum; sis-pus... Ortalık sus-pus... Düşman uyumaz, su uyur... Katibimin gözleri mahmur...

Siyasi olarak Irak’ın bütünlüğü diye, şu anda ne içerdiği belirsiz bir dış politikamız var, fakat aynı Irak’ın kuzey kısmı uluslararası toplumda özerk olarak kabul edilmekte! Bu bölgenin yöneticisi, başkanı, lideri artık ne derseniz, Türkiye’yi resmi olarak ziyaret ediyor, Başbakan ve dış işleri bakanıyla görüşüyor, fakat görüşmelerde Irak bayrağı kullanılmıyor? Bu tip görüşmelerde her iki tarafın da bayraklarının kullanılması genel eğilim olduğu halde, bu sefer sadece Türk bayrağı var, Irak bayrağı yok! Barzani için farketmez, kim takar Irak bayrağını diyebilir. Fakat Türkiye için bunun anlamı ne? Biz Irak’ın bütünlüğünü savunuyoruz ama sizi de kırmak istemeyiz diye bir siyasi anlayış ve davranış olabilir mi? Yoksa bu hareketin anlamı; biz aslında orada Kürdistan kurulduğunun farkındayız ama ne yapalım siyasi geleneğimiz böyle! Takiye yapmaktan kendimizi alamıyoruz mu demek?

Diğer yandan, Irak'ın bütünlüğü diye bir siyasi görüş ne kadar gerçekçi? ABD güdümündeki Irak merkezi yönetimi PKK terörü ile ilgili hangi konuda bize yardımcı oldu? En son ne zaman bir devlet gibi davrandı? Sınır komşumuz gerçekte Irak mı? Güneydoğumuzda Irak yerine Kürdistan’la komşu olsak ne olur? Bence iyi olur. Yokmuş gibi davranmaktan kurtuluruz. Hiç olmazsa siyasi bir muhatabımız olur. Zamanla bir devlet gibi davranmayı da öğrenirler. Dostluk isterlerse dost oluruz. Onların zenginliği bizim zenginliğimiz, bizim zenginliğimiz onların refahı olur. Terör onların (devlet olarak) menfaatine değil, zararına çalışan bir olgu haline geldiğinde, onlar da kendilerine çeki düzen vermek zorunda kalırlar. Türkiye ve Kürdistan’ın ortak menfaatleri ön plana çıkar. Fakirlik ve terörde değil, zenginlikte buluşuruz. Yok, olaylar tersine gelişir, bir tehdit haline gelirlerse de kiminle savaştığımızı biliriz.

Zaten bilmem kaçıncı kuzey paraleli hesaplarıyla ortaya çıkan “de facto” durum da bu değil mi? Kürdistan Bölgesel Yönetimi filan?

21 Temmuz 2010 Çarşamba

İSTİHBARAT HAKKINDA KISA NOT...

Memleket hava durumu karışık. Uydular şeytana uymuş, sinyaller antenlere dolanmış...
Sinyaller karışmış, sinyal sinyale sormakta...
 
Bunlar kim ola? 
Kaçakçı mı? Terörist mi? Hayvan mı? İnsan mı? Vuralım mı? Salalım mı? 

Konu haber almak ise işin alfabesinde bir çarpıklık var. Memleketin en önemli sorunuyla ilgili istihbaratın kaynağı ABD, kürt peşmergeler ve İsrail! Bölgedeki bitmez tükenmez sorunları ABD ve/veya İsrail’in kaşıdığına dair şüpheler varken, bununla ilgili istihbaratın ve teknolojinin ağırlığı neden hala ABD ve İsrail kaynaklı?

Uzun ve boş, köşe yazısı kıvamında laflardan kıssa;

El şeyiyle gerdeğe girmek yerine, kendi göbeğimizi kendimiz kessek...

"İstihbarat" haber alma filan deyince insanın aklına önce savaş, silah, terör, ölüm geliyor. Kuyu gibi karanlık bir kelime. Onsuz olmaz diyenler var. Keşke olsaydı... Vatan meselesi, toprak meselesi diyenler var. Keşke olmasaydı.

Ne güzel olurdu;

Öldürmek için yapılan masrafları, insan hayatı için harcasak... 
En büyük bayrak yerine, en insanca hakları koysak...
Ölü ele geçenleri saymasak,
Kaybolma ihtimali olan şeyleri saysak, 
Kalıpları kırsak, ön yargı ve art niyetlerden arınsak...
Bizden mi, ondan mı yerine, insan desek, anlamaya çalışsak?



12 Temmuz 2010 Pazartesi

PROFESYONEL ORDU?

Hava nemli. Hava sıcaklığı sıcak, hissedilen daha sıcak. Erken saatlerde sis, pus. Görüş mesafesi üç, bilemedin beş metre. 

Adı "Terör" konan sorunun şimdiye kadar uygulanan yöntemlerle çözülemeyeceği belliydi. Politikacılar, asker ve polis resmen sınıfta kaldılar. Toplumsal olaylar konusunda dünyanın en deneyimli polisinin Türk polisi, en deneyimli ordusunun da Türk ordusu olması gerekirken, neden hala aynı noktadayız? Aynı noktadaysak ve aynı yanlışları tekrarlıyorsak, deneyimden bahsedilebilir mi? Yöntemlerin sorgulanması zamanı gelmedi mi? Binlerce kere top da atılsa, “sortie” de yapılsa, boşa harcanan mermi ve roketlerle nereye varılabilir? İkinci dünya savaşında Pasifik adalarındaki Japon askerlerini yok edebildi mi Amerikan uçakları?

Diyelim ki bu bir numaralı sorunumuzun adı kısaca "terör" olsun.
Sadece profesyonelleşmiş birliklerle, diğer bir ifadeyle; profesyonel ölüm makineleriyle bitirilebilecek bir şey midir terör? Kelle hesabı yaparsanız, belki. Ama unutmamak gerekir ki terör denen olgunun kelle sayısıyla ilgisi yoktur. Birkaç kişi bile en korkunç terörü gerçekleştirebilir. O zaman sormak istiyorum:

Bu bir çözüm olabilir mi?
Kazanan nasıl belli olacak?
Önce kimin mermisi bitecek?
En son kimin mermisi biterse o mu kazanacak?
Kim kazanacak?
Kazanan olacak mı?

Kan davalarının, töre cinayetlerinin hüküm sürdüğü bir ülkede hangi dava mermi sayısıyla kazanılır?

Sis arttı, görüş mesafesi 1-2 metreye indi.

Ben kendi adıma şunu söyleyebilirim: Adı ne olursa olsun, yurttaşını düşman sayan, çocuklarının isimlerini bile özgürce seçmelerine engel olan, annesiyle kendi dilinde konuşmasını engelleyen, insanları göçe zorlayıp köklerini zedeleyen, meracılığı yok ederek geçim kaynaklarını kurutan, saklanmasınlar diye orman ve koruları yakan, kaçakçılıktan başka şans bırakmayan, sonra da kaçakçı diye suçlayan, barış getiriyoruz diye savaşan, sorti hesabıyla savaşı bitireceğini zanneden “güç ve iktidar” sahiplerinin, adını bile yanlış koydukları “terör” konusunda doğru bir çözüme imza atacaklarına inanmıyorum. 


Bütün bunlardan ve geçmişteki deneyimlerden ders alınmamış gibi olağanüstü hal isteyenlere de şaşıyorum. Askerlik hikayeleri anlatması zevkli ve heyecanlıdır. Kahve köşelerini ve erkeklerimizin hayatını renklendirir. Fakat askerliğimizi yaparken hangimiz askerliğin olağanüstü halinden bunalmadık? Hangimiz yatılı okulların (veya yurtların) saat sınırlamalarından kaçmak istemedik. Bir de yaşamlarını normalleştirmeye çalışan, hiç olmazsa bunu umut eden insanların her gün bu cenderenin içinde yaşadıklarını düşünün. Türkiye cumhuriyetini yıllar içinde “TC” haline getiren nedir?

NOT; Aradan bir sene kadar geçti. Gazeteler cenaze haberleriyle doldu. Asker-politikacı biraraya geldi. Kanları yerde kalmayacak dendi, gene bildiğiniz kararlar alındı. O sırada zamane genel kurmay başkanının ağzından çıkan bazı itiraflar basına yansıdı. Herkes çok şaşırdı. Ben şaşırmadım. Fakat esas dikkatimi çeken, durumdan ne anladığı oldu; savaşın neden otuz yıldır sürdüğünü nihayet anlamış! Emir-komuta zinciri kopukmuş, komutanlar silahı bırakıp kaçıyormuş, kontrolsüz mayın döşenmiş, eğitim zaafiyeti varmış, iyi öldüremiyorlarmış vs vs... Yani bunlar doğru yapılsa sorun kalmazmış gibi bir ifade! 

Görüş mesafesi sıfır! Rakamla da 0, yazıyla da sıfır...




11 Temmuz 2010 Pazar

AV MI, AVCI MI?


Hava kapalı. Çoğunlukla bulutlu. Nereden çıktığı belli olmayan soğuk hava dalgası, sis, pus, duman memleketi kaplayacak. Göz gözü, insan insanı görmeyecek...
 
Soru; üçüncü cemre ne zaman düşer?
?????
Bilemediniz.

Diğer soruya geçelim:
Son silah yere nasıl düşer?

Anlamadım? Tekrar lütfen?

Terör, gerilla, savaş, adı her neyse, nasıl sona erecek?

Ben ne bileyim? Asker bilir!

Biri bilseydi size sormazdık, dedi içimden bir ses. Soru kafama takılmıştı bir kere. Alçak basınç alanının etkisi altındaydım. Kurtulamıyordum.
Soruyu kafamdan atmanın bir yolu, bir cevap bulmaktı.

Soru daha önce de sorulmuştu.
Daha önce de cevaplar verilmişti.
Ülkenin bir numaralı sorusu hakkında herkesin bir cevabı vardı. 
Ama sorunun tek bir cevabı yoktu.

Bu mücadele, sıcak takip, iç savaş, dış savaş adı her neyse, nasıl bitecek?

Büyüklerimiz cevap verdi;  Profesyonel ordu kurulacak! 
Meslekleri dağ-tepe dolaşıp kuş yerine insan avlamak olan birlikler kurulacak. Bu birliklere işsizler ordusundan yatay geçişle insanlar alınacak. 

Soru: Kazanç iyi mi? Para?
Cevap: Olmaz mı? Performans sistemi de var. Her vurulan insan için, kelle başına prim!...

Soru: Yurtta barış, Cihanda barış?
Cevap: .....................

Soru: Silah tutan herkes ölürse, barışın anlamı?
Cevap: ................. 

Soru: Peki karşıdakiler kimler?
Cevap: Onlar işte, ötekiler!
Ben cevap vereyim: Esasında tam da karşımızda olmayan, hemen yanı başımızdaki gençler. Onlar da diğer bir genç grubu. Biraz daha dikkatli bakarsak akrabaları veya çok daha yakınları köylerinde zarar görmüş, yaşadıkları yerlerden sökülerek uzaklaştırılmış, evleri ve ormanları yakılmış, işsiz veya ancak gündelikli, yaşam şartları giderek kötüleşen, umutları ellerinden alınmış gençler olduğunu görürüz. Göğsünü gere gere dilini bile konuşamayan, türküsünü söyleyemeyen gençler. Kaderlerine öfkeli, bir çıkış noktası bulamadan labirentlerinde dolaşan gençler! Şimdi onlar için de bir çıkış noktası gözüküyor. Her zamankinden daha fazlasını alacak gücü keşfettiler.
Soru: sonra?
Sonra ne olacak?
Söyleyeyim:

Bu memlekette mesleksiz, kimliksiz ve umutsuz gençler arttığı müddetçe hem avcılar çoğalacak, hem de avlar! Avlar avcıları besleyecek, avcılar avları hiç bitmesin isteyecek. Kimin av, kimin avcı olduğu birbirine karışacak!

NOT; Aradan bir sene geçtikten sonra, Milliyet Gazetesinde, Yalçın Doğan'ın köşesinde bir yazı yayınlandı. Konu terör için alınan yeni (!) tedbirler ile ilgili... 114 yıldır değişmez tabi! Bütün olanları eşkiyalık olarak yorumlayıp, yol yapalım, fabrika yapalım, biraz da para verelim demek yeter mi? Şefkatle muamele etmek yalanı ve de hepsinden önemlisi "nasihatla ikna edelim" gibi muhteşem fikirlerle bir yere varılır mı? Neye ikna edeceksiniz? "Evladım sen aslında Türksün, ama yürürken ayağın kıtır kütür diye ses yapıyor. Lütfen karda yürüme..." filan mı diyeceksiniz? Yoksa "bu aslında bir oyun, ben dekman diyeceğim, sen öleceksin" mi diyeceksiniz?