13 Mart 2014 Perşembe

MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür...

Ece Ayhan

İHBAR EDİYORUM !


İhbar ediyorum! Fakat arada kaynayıp gidiyor.
Yılmadan devam ediyorum:

İHBAR EDİYORUM; Türkiye Minnesota protokolünü imzalamıyor!

"Minnesota Protokolü" bir Birleşmiş Milletler sözleşmesi. Bu sözleşme, yargısız infaz cinayetlerinde gözden bir şey kaçmasın, gerçek suçlular bulunsun, örtbas edilmesin diye hazırlanmış. Demek ki adamlarda böyle bir sorun olmuş ve birileri çıkmış, bu yanlış bir şey demiş. Kafası çalışan, namuslu ve ahlaklı bir grup insan oturmuş, soruşturma nasıl yapılmalı diye kafa yormuş. Ortaya icabında herkesin işine yarayacak bir metin çıkmış. Diğer ülkelerin onurlu ve duyarlı yöneticileri sözleşmeyi imzalamış. Fakat ahlak ve vicdanın karaborsaya düştüğü ülkemizde bu metin, ne hikmetse birilerinin işine gelmemiş!

Sayın Boşbakan'a bu protokolün neden imzalanmadığı sorulduğunda "bizim de bir bildiğimiz var" diyor (muş). Bildiği şey, devlet eliyle işlenen cinayetlerin rahatlıkla örtbas edilmesini sağlıyor.

Minnesota protokolü, "Yasadışı Yargısız Infazlarla İlgili BM Otopsi Protokolü" oluyor. ABD'nin Minnesota eyaletinde kaçak göçmen işçilere yönelik ölümle sonuçlanan yargısız infazlar nedeniyle 1990 yılında hazırlanmış ve uluslararası bir belge haline gelmiş. Etkin soruşturma için delillerin sağlıklı toplanmasını öngörüyor (muş). Kapsadığı suçlar enteresan! Nedense çok aşina olduğumuz, neredeyse (maalesef) kanıksamak üzere olduğumuz şeyler. Başka bir deyişle, sayın Boşbakan'ın (gene maalesef) "bir bildiği" olan konular! 

Bir, kolluk kuvvetlerinin aşırı ve orantısız güç kullanımından kaynaklanan ölümler. 
İki, cezaevi ve gözaltında yapılan işkence ve kötü muameleden dolayı meydana gelen ölümler. 
Üç, Usulüne uygun yapılmayan yargılama sonucu gerçekleşen infazlar... Dört, beş, altı, bu şekilde devam ediyor.

KAHROLUYORUM

Kahır doluyorum. Çünkü imzalasalar da bir şey değişmeyeceğini biliyorum. Kyoto protokolünü hatırlayın. İlk imzalayan ülkelerden biriydik. Hangi çevre sorununda protokole uyduk? 

Aslında herhangi bir protokole de gerek yok. Ödevini yapmayıp bahaneler uyduran tembel öğrencilere benziyoruz. Çocuk zeki, ama çalışmıyor! Hep aynı dersten çakıyor. Dersin adı; İnsan hakları! Konusu adalet, hak ve hukuk. Bizim çocuğa yabancı dil gibi bir şey. İlle de yabancı hoca gerekiyor. Yabancı hocalar Mahmut Hoca’dan beter!


Bizi yabancı hocalara muhtaç edenlere kızıyorum. Dar görüşlü, miyop iktidarlara kızıyorum. Ne bahtsız bir ülkeyiz! Ne günah işledik ki bunlara tahammül etmek zorunda kalıyoruz. Neden bir hareket, bir kıpırtı, umut verecek bir ışık yok? Bütün millet, aklıselim sahibi insanlar, çoluk çocuk toplanmış "Sesim geliyor mu?" diye bağırıyor, karşıdan hiç bir cevap gelmiyor!

9 Mart 2014 Pazar

VENEDİK

Konu:
- Venedik Karnavalı

Konuya "bana ne?", "koyun can derdinde" veya "na'apim, bu zamanda karnaval mı olur?" gibi yaklaşıyorsanız bu yazının gerisini okumanıza gerek yok. Ben ve Jale bu Şubat ayında bir gün uçağa atladık, Venedik'e gittik, gezip dolaştık ve döndük. Maruzatım budur efendim.

Lakin "iyi fikir" diyerek oturduğunuz yerde doğruldunuz ve "biz de gidelim" diye bir hevese kapıldıysanız, yazıyı okumaya devam etmelisiniz. Çünkü bu heves her hangi bir tur şirketiyle giderilebilecek bir heves değil.

Ben araştırdığımda İstanbul'dan hareket eden iki adet tur şirketine rastladım. Üşenmeyip sordum. İki tur şirketi de Venedik'in ana karadaki parçası olan Mestre'de konaklıyorlar (Hava limanı da bu kısımda). Bu takdirde zamanınızın çoğu gel-gitle geçecek, şehir merkezindeki canlılıktan uzak kalacaksınız demektir. Ayrıca turları 22 veya 23 Şubat'ta başlatıyor, üç-dört gün sonra dönüyorlar. Halbuki Karnaval 14 Şubat'ta başlayıp 4 Mart'a kadar devam ediyor. Hemen her gün şehrin bir köşesinde bir olay, gösteri, temsil vs var. Ne zaman giderseniz gidin ortalıkta dolaşan maskeli turistlere veya orijinal kıyafetler giyerek seyrana çıkmış yerlilere rastlayabilir, havaya sinmiş karnaval kokusunu teneffüs edebilirsiniz. Eminim ki bundan da mutlu olursunuz. Fakat döndükten sonra okuyup öğreneceğiniz şeyler hayal kırıklığına yol açabilir. Onun için bence, tüm karnavalı izleyemeyecekseniz, önce neyi görmek istediğinize karar verin ve Venedik'e öyle gidin. Şimdi durumu özetleyelim:

Sorun:
- İş-güç, vesaire dolayısıyla seyahate ancak 4, en fazla 5 gün ayırabiliyorsunuz.

Soru:
- Belli bir tarihte gitmek zorundaysanız ne göreceksiniz?

Veya:
- Hangisini görmek isterseniz, ne zaman gitmelisiniz?

Fakat önce karnaval neymiş, bu sorunu çözelim.


Karnaval neymiş?


Karnaval dediğimiz olay; herkes maskeler takıyor, ortada dükler, düşesler geziyor olayı değil. Dinsel tarafı ortada pek gözükmese de, aslında dini bir kutlama. Başlangıcının rönesans dönemine dayandığı söyleniyor.

Karnavalın ne olduğunun şifresi isminde gizli. Karnaval kelimesi bir süreci ifade ediyor. Bu süreç Noel hediyelerinin verildiği ilk günden (Boxing Day), veda gününe (farewell) kadar devam ediyor. Kelimenin etimolojisi süreci kestirmeden anlatıyor. Latince "Carnem" et, "vale" ise veda demek. Böylece, cümleten bir yaşımıza daha girmiş oluyoruz! Özetle karnaval deyince, süreçte önce etle ilgili bir durum olduğunu, sonra bir şeye veda edileceğini anlamak gerekiyor (muş).

Buraya kadar güzel geldik. Şimdi tarih kaymalarındaki sırrı aydınlatalım.


Karnavalın kısa tarihi


Yanlış anlaşılmasın. Bu kısımda tarihten çok takvimden bahsedeceğim.

Bütün tarihler Paskalya Bayramı'na göre ayarlanmış. Paskalya (teorik olarak), İsa'nın çarmıha gerilişinden 3 gün sonraki yeniden diriliş günü oluyor (Kıyam Yortusu). Teorik olarak diyorum, çünkü aslını bilmek mümkün değil. Aslını bilmeyince de (bildiğiniz gibi), din adamları devreye girer ve ortalama bir gün saptar. Bunlar liturjik hesaplardır ve kerametleri kendilerinden menkuldür. Bu tip günler bazen, bazı ülkelerde ulusal bayramlarla çakışır veya çakıştırılır, ama ne gam? Hesapların amacı zaten inançları ve hurafeleri milletin hipokampusuna iyice çakmaktır!

Paskalya günü ilkbahar gün dönümünü izleyen ilk dolunaya göre hesaplanıyor. Eskiden tam dolunay zamanı kutlanırken, kilise bakmış ki katılım sorunu oluyor, gününü pazara kaydırarak sorunu tatlıya, bayramı da pazara bağlamış. Bu sene Paskalya 20 Nisan'da kutlanacak. Bütün diğer tarihler de buna göre ayarlanmış.

Şimdi geriye doğru sayalım. Paskalya öncesi 40 gün kadar "Quresima, Büyük Perhiz" var. Bir çarşamba günü (Ash Wednesday) başlıyor. Rivayet o ki İsa Peygamber çölde 40 gün 40 gece oruç tutmuş ve şeytana direnmiş. Biz İsrail gezimiz sırasında, bu olayla ilgili olduğu söylenen yere gitmiş ve oradaki "Temptation" manastırını görmüştük. Eriha şehrinin yakınında, bizim Sümela Manastırı gibi, sarp bir tepenin yamacındaydı. Hristiyanlar Paskalya'ya kadar kırk gün hayvansal gıda yemeyerek İsa'nın şeytanla mücadelesini kutsuyorlar.

Geriye saymaya devam ediyoruz. Amacım tarihleri Venedik Karnavalı ile ilişkilendirmek. Çarşambanın gelişi salıdan belli olduğu için, ki bu salı çok önemli, oruç başlamadan önceki son güne "Tövbe salısı, Shrove Tuesday" deniyor. Paskalya tarihi her sene değiştiği için, Tövbe Salısı da 2 Şubat ile 9 Mart arasındaki her hangi bir salı olabiliyor. Örneğin bu sene 4 mart gününe rastladı. Önümüzdeki sene 17 şubat olacak. İşte bu "Tövbe Salısı" karnavalın son günü oluyor. İkisini birbirine bağlayınca; önce maskeyi tak, keyfine göre takıl, sonra tövbe et, geçsin gibi bir anlam çıkıyor. Bu tövbe ve günah çıkarma ritüellerine bayılıyorum.

Bu arada İngiltere'de "Pancake, krep günü", New Orleans'ın ünlü "Mardi Gras, Yağlı Salı" karnavalı, Almanya ve çevresindeki "Faschingsdienstag, Karnaval Salısı" ve "Fastnacht" diye anılan şenliklerin aynı gün gerçekleşen kutlamalar olduğunu söylemek isterim. Kısacası oruçtan önce depoları fulleyelim şenlikleri...

Karnavalın sebeb-i hikmeti böyle. Gelelim maskenin hikmetine.


Maskenin hikmeti



Karnaval boyunca her tarafta maskeli insanlar dolaşıyor. Karnaval kutlamaları maskeyle özdeşleşmiş denebilir. Bu âdet yeni değil. Önceleri sokak tiyatrocuları utandıkları için maske takarlarmış. Başka bir bakış açısıyla, maskenin sınıflar arasındaki farkı kaldırdığı da söyleniyor. Zamanla maskenin diğer faydaları keşfedilmiş. Çılgınlıklar ve sapıklıklar giderek artmış. Ar, namus ve bizzat insan hayatı kim vurduya gitmeye başlamış. İlk önlemi polisler değil, kumarbazlar almış. 13'üncü yüzyılda kumarhanelerde kullanılması yasaklanmış. Başa çıkılamayınca tümüyle yasaklanmış. Sonra ilk başlangıcı gibi belirsiz bir tarihte, maske geleneği yavaş yavaş yeniden canlanmış.

Ortalıktaki maskelerin bir kısmının burun kısmı iyice uzun yapılmış. Önceleri biraz yadırgadım ve de pek sevmedim. Fakat sonradan öğrendiklerim, ona özel bir paragraf ayırmama neden oldu. Bu maske konusu "Cehennem" isimli romanda da geçiyor. Aynen şöyle; "Uzun gagalı maskeyi, hastalık bulaşan kişileri tedavi ederken vebayı burun deliklerinden uzak tutmak için orta çağ hekimleri takardı... İtalya tarihindeki amansız bir dönemi hatırlatan ürkütücü bir anı..." Orta çağda veba hastalığına "Kara Ölüm", uzun gagalı maskelere de "veba maskesi" denirmiş. Özetle, uzun gagalı maskeler "Kara Ölüm" ile neredeyse eş anlamlı oluyor. Şifrelerin efendisi Don Brown'ın yalancısıyım...

Uçakta bunları okudum. Yanımda Alfa yayınlarının "Venedik" gezi rehberi, Thomas Mann'ın "Venedik'te Ölüm" romanı ve tablet bilgisayarım var.

Hangi tarihte ne var?

Karnavalın son gününü öğrenmiştik. Başlangıcını karnaval komitesi tayin ediyor. Bu sene 14 Şubat'taki sevgililer gününde başladı. En popüler günler şöyle sıralanıyor:
15 Şubat; Venedik kanal festival açılışı
16 Şubat; Su korteji, büyük kanal
23 Şubat; Meleğin uçuşu (Volo dell’Angelo)
01 Mart; Marghera bölgesinde yürüyüş, Marghera da Carri defilesi
02 Mart; Kartal "Aquila" ve Eşşeğin "Asino" Mestre'ye uçuşu
03 Mart; Karnaval kültür gecesi
04 Mart; Aslan'ın uçuşu, sessizlikte kürek çekmek ve büyük ateş


Biz bu listeye şöyle bir baktık, resim sergisi kokteyline gider dibi, açılış günü gitmeye karar verdik.

Muhteşem Doğa (La Natura Fantastica)


Venedik'te pencere kenarlarındaki çiçekler dışında doğru dürüst ağaç bile yok, bu da nereden çıktı? diyebilirsiniz. Önce başlığı açıklamam lazım. Bir kere Venedik'ten bahsederken, şehri Büyük Kanal çevresinden ibaret saymak hata olur. Bizim "Venedik'i gördük" deyince gezdiğimiz kısım, toplam 118 ada, 170 kanal ve 400 köprü yanında devede kulak sayılır. İkincisi, doğa sadece ağaçtan ibaret değil. Burası doğanın dengelerini anlamak için muhteşem bir laboratuvar. Çünkü bölge yok olma tehlikesiyle yüz yüze. Ayrıca doğanın muhteşemliğini kim inkar edebilir?

Muhteşem doğa, bu seneki karnaval teması oluyor. Geçen sene ana tema tiyatroymuş. Şehir tiyatro simgeleriyle donatılmış. Bu sene doğa sembolleri ön planda olacak (mış). Ben baş roldeki oyuncuyu Dorsoduro tarafında Accademia Köprüsüne giderken, tali bir kanal kenarında gördüm. Vaktinden önce, sırf karnavalı kutsamak için açtığı besbelli bir mimoza ağacı! Vakit deyince İstanbul'un mevsimsel döngüsü ve adalardaki mimoza ağaçlarıyla karşılaştırıyorum. Yardımcı kadın Oscar'ımı Cannaregio'da, Üç Kemer Köprüsü (Tre archi) civarında gördüğüm çiçekli kadına verdim. İstikbal vadeden genç oyuncu ödülü için de Rialto yolunda karşılaştığım tilki kafalı kızı layık buldum.

Son yıllarda insanlar doğa ve çevre konusunda daha duyarlı. Venedikliler de zararın bir ucundan dönmeye çalışıyorlar. Bu, onlar için bir yaşam savaşı sayılır. Şimdiye kadar şehir için yapılan bir sürü şey, hesapsız kitapsız yapıldığı için, aslında şehrin aleyhine olmuş. Fakat zararların ortaya çıkması yıllar aldığından pek kimsenin umurunda olmamış. Kızım sana söylüyorum!!!!

Yangında ilk kurtarılacak...

Venedik'in felaketi su baskınından olacak. Belki ileride, tarihe ikinci Atlantis vak'ası olarak geçebilir. İnsanlar da bu güzel şehrin üç boyutlu hologramlarını gezerek avunurlar. Bizim erken geldiğimiz iyi olmuş.


Şehir 1897 yılından beri 23 cm irtifa kaybetmiş. Bunun 12 cm'si deniz seviyesindeki sürekli yükselme (eustasy) ve çökme gibi doğal sebeplere bağlanıyor. Bunlara doğal sebep deniliyor, ama bu hesapta küresel ısınmadaki insan faktörü biraz göz ardı edilmiş gibi. İlave 13 cm kayıp ise insan aktivitelerine bağlanıyor. Buna planlama hatası veya ön görü eksikliği demek daha doğru. Demek ki onlar da bilimsel gerçekleri rafa kaldırıp, kafalarına göre takılmışlar (Bakınız; İstanbul, üçüncü köprü). Sanayinin dışarı taşınması, büyük gemilerin içerilere girmesinin engellenmesi ufak çapta yararlar sağlıyorsa da sorunu çözmüyor, sadece erteliyor. Venedik'i ana karaya bağlayan demiryolu köprüsü, otomobil ve otobüs terminali olarak kullanılan yapay ada (Tronchetto) gibi dolgular süreci hızlandırıyor. Dolma yolu yaptıran Mussolini. Faşistlerden kurtulunca yolun adını "Özgürlük yolu, Via Liberta olarak değiştirmişler. Millet; bunlar şehri batıracak diye sızlanırken, daha 1977'de bir demiryolu köprüsü daha yapılıyor. Hesapta bir yanlışlık var derseniz, daha bitmedi; Doğa bu kayıpların 2 cm.sini bir şekilde geri veriyor (elastic recovery). Doğa muhteşem, ama insana karşı gücü ancak bu kadar.

Albergo San Samuele

Şimdiye kadar konakladığım en enteresan oteldi. Ev-otel arası bir şey. Belli ki eskiden evmiş. Belki 150, belki 170 sene önce... 



Albergo İtalyanca otel demek. "Albergo San Samuele" de Venedik'te bizim kaldığımız otel demek. Seçim yaparken sadece San Marco - Rialto eksenine ve yakın çevresine baktım. Tek bir otelde "küçük" itirafıyla sona kalmış tek bir oda buldum, hemen kapattım. Para peşin ve iadesi yok. Kahvaltı yok. Kıssadan hisse; karnaval döneminde gidecekseniz önce otelinizi bulun. Uçağı ayarlamak daha kolay.

Otel yönetiminin ilgisi, gönderdikleri plan ve krokiler hoşuma gitti. Otele kadar sorunsuz geldik. Kapıda ufak bir sorunumuz oldu. İçeri gireceğiz, kapı duvar!

Duvarda zil var. Bastım... Diyafondan bir ses geldi. Anlamadım. Ama belli ki ev sahibi. Diyafonun deliklerine: nereden gireceğiz, otel burası mı? dedik, burasıymış. Otomatiğe bastılar eve, pardon otele girdik. Önce bir avlu, iki yanda tablolar, sağda bir kapı, açtık, merdivenler, 2 kat çıktık, solda bir kapı, aralık, iteledik, içeri girdik. Burası resepsiyon olmalı, ama değil. Üç kişilik bir kanepe, ufak yastıklar, bir büfe, yerde el dokuma halı, duvarda şık aynalar, bir tablo, eski Venedik... Bir hanım geldi, ciao, welcome, bizi oturttu, yarım saat sonra odanız hazır dedi. Yan odadan kahve kokusu geliyordu. Buraya ofis diyelim. Ofiste çalışma masaları filan...

Asansörsüz eski bir bina. Otel çalışanları saat ikide gidiyor. Ofisin kapısı hafif aralık. Giriş serbest. Tuvaleti ve bilgisayarı kullanabilirsiniz, dedi kadın ve iki anahtar verdi. Birisi dış kapının, ikincisi odanın. Bizim oda bir kat aşağıda. 11 numara. Küçük, sempatik bir oda. Zemin taş mozaik. Ahşap tavan, 6-7 mertek, ikisinin ortasında Murano işi bir avize. Loş ışıklar. Orijinal bir iskemle. Ufak bir masa. Banyoda gerekli her şey var. Temiz, düzenli bir oda. Tek bir fazlalık yok. Televizyon da...

Venedik sokakları


Tam düşündüğüm gibi. Sokak son derece sessiz ve sakin. 100 metre aşağıda San Samule iskelesi, İskelenin yanında Palazzo Grassi. Sokakta antikacılar, küçük galeriler var. Diğer yönde, köşede duran üzeri örtülü ve çiçekli masalar "Osteria Al Bacareto"ya ait. Osteria deyince yemek yenilen bir mekan olduğu ve sokağa açılan ayrı bir barı bulunduğu anlaşılıyor. Bir çeşit meyhane denebilir. Sonra "Calle Santo Stefano" başlıyor. "Calle" sokak demek. Duvarlarda sağlı sollu yön işaretleri, oklar. Bir taraf "Rialto" yazıyorsa, diğer taraf "San Marco" oluyor. Rialto'ya dönünce ileride "Campo Sant'Angelo". San Marco tarafında, on dakika mesafede, lüks mağazaların bulunduğu "Calle Larga XXII Marzo". Kaybolmak mümkün değil. Dört gün doyasıya yürüdük. Hava serin, fakat güzeldi. Canımızın çektiği yerde oturduk. Kahve içtik. Güvercinleri beslemek yasakmış, güvercin besledik. Pizzaları yarıştırdık. Spagetti denedik. Her kes turuncu renkli bir içki içiyordu, biz de içtik. Adını sorduk. Birisi "Spritz Veneziano" dedi. İnandık. Venedik içkisiymiş. Buralara Hapsburg hanedanından miras kalmış. Hafif köpüklü beyaz şarapla hazırlanan bir kokteyl. Dört çeşidi varmış. Ben kamparili olan, kırmızısını sevdim. Turuncu olan karışım biraz daha tatlı, meraklısına...

Venedik'te sokak kavramı başka her yerdekinden farklı. Sokaklar iki çeşit; sulu veya susuz! Sulu olanlar malum, dünyanın en güzel caddesi "Büyük Kanal" ve etrafına ince delikli bir ağ gibi yayılmış, irili ufaklı diğer kanallar... Buralarda sizi vaporetto ve gondollar bekliyor. Susuz kısımda ise tabanvayla gezmek zorundasınız. Başka araç yok. Ne bisiklet, ne de motosiklet. Burada konu ettiğim kısım, herkesin Venedik deyince anladığı, Veneto bölgesindeki Venezia ilinin, Venedik komününe bağlı altı belediyesinden biri; Venezia-Murano-Burano Belediyesi. San Marco, San Polo, Cannaregio, Dorsoduro filan bu belediyeye bağlı mahalleler. Yoksa ana karada, Mestre tarafında ve Lido adasında her türlü vasıta mevcut. 

Sokak bahsine "susuz" diye girizgah açmak biraz yanlış oldu. Artık bu paragrafı kuru tutmak mümkün değil. Venedik sokaklarını da öyle...

Yüksek su (Acqua alta)


İlk gün otelden çıkınca ilk tercihimiz Rialto köprüsüne gitmek oldu. Hayran hayran yürürken bazen yol ortasında, bazen kenarlarda üst üste yığılmış tezgahlar gördük. Pazar mı kurulacak, satış mı var, bir anlam veremedik. Daha dar olanlarını akşam gittiğimiz Ferrovia sokaklarında da gördük. 50-60 cm kadar yüksekliğinde demir ayakları olan, sağlam duruşlu, üstleri hafif pütürlü bir malzemeyle kaplı tezgahlar. Aynı şeyleri, çok daha fazla sayıda San Marco'da da gördük. Karnaval var, belki de üstüne çıkıp gösteri yapacaklar diye şüphelendik. Ne işe yaradıklarını ancak üçüncü gün anlayabildik. 


Bir gece önce San Marco meydanından geçerken yerdeki deliklerden su geldiğini görmüştüm. Adamın birisi durmuş deliklere, gelip geçenler de tuhaf giyimli adama bakıyordu. Aklımdan kanalizasyon tıkanmış diye geçti. Ertesi gün meydana tekrar gittiğimizde her şey apaçık ortadaydı. Bizim tezgahlar meydan boyunca peşi sıra dizilmiş, upuzun bir podyuma dönüşmüştü. Çoluk çocuk bunun üstünde yürüyorlardı. Çünkü meydan rahat yürünmeyecek kadar suyla doluydu. Bazıları da ayaklarında uzun lastik çizmeler, alışkın bir şekilde suyun içinde yürüyordu. İstanbul'a döndükten sonra internette meydanın son haline baktığımda her tarafın diz boyu suyla kaplandığını gördüm. İnsanlar meydandaki kafelerde bellerine kadar gelen suyun içinde oturmuş, keyifle kokteyllerini içiyorlardı.

Su seviyesinin maksimum yükselmesi kışın oluyormuş. Bu konuda rekor 160 cm. Olayın yağmurla veya kanalizasyonla ilgisi yok. Sebebi "Aqua alta" adı verilen, Kuzey Adriyatik denizine özgü, periyodik su yükselmesi. Denizin coğrafik olarak dar ve uzun şekli, siroko ve bora gibi mevsimsel rüzgarlar astronomik gelgitlerin etkisini artırıyor (muş). Yükselme en fazla Venedik lagününün içinde görülüyor. Eskiden su seviyesi artınca etrafa çok kötü bir koku yayılırmış. Şimdi şehrin çeşitli yerlerinde dip gazlarını boşaltan drenaj kapakları yapmışlar. Kötü kokulu gazlar fazla birikmeden bu deliklerden çıkıp havaya karışıyor. Dibine gidip koklamadıkça sorun yok.

Gondol ve gondolcular


Venedik ve gondol neredeyse özdeş kavramlar. Onun için gondolsuz bir Venedik yazısı yazmak neredeyse olanaksız. Gondollar vakti zamanında standart bir taşıma aracıymış. Giderek turistik hale gelmiş. Gondolla tur atmak için 100 Avro'yu gözden çıkarmak gerekiyor. Dolmuş usulü yaparsanız o başka. Fakat balayındaysanız kurtuluş yok. Dolmuşa gelip havanızı söndürmeyin. Oldu olacak, bir de arya ısmarlayın. Dönüşte anlatacak sıkı bir hikayeniz olur. Bir Pavarotti değiller, ama kanallardaki hamam efektinden olsa gerek, müzik setini aratmıyorlar.    


İlk gondol 1094 yılına tarihleniyor. Neden gondol dendiği pek belli değil. Küçük tekne anlamına gelen eski Yunanca "kuntelas" kelimesi veya Venedik lehçesiyle söylenişi "gundula" gibi olan Latince "cymbula", zamanla "gondola"ya dönüşmüş diye bir rivayet var. Zaman içinde hem biçim hem de renk olarak değişim geçirmiş. Önceleri asiller kendi gondolları fark edilsin diye çeşitli süslerle donatır ve değişik renklere boyatırlarmış. 16'ncı yüzyılda tüm gondolların tek renk, siyah olmasına karar verilmiş. Bu bence, karnavalda sınıf farklarını gizleyen maskeler gibi bir eylem olmuş. Komplo teorilerine başlarsak başka nedenler de bulunabilir. Örneğin bir araştırmaya göre İstanbul'da kasti olarak en çok çizilen arabalar kırmızı renkte olanlarmış!


Şehir yönetimi yirminci yüzyıl ortalarında gondol yapımını kurallara bağlamış ve her hangi bir değişim yapılmasını yasaklamış. Meslek babadan oğula geçtiği için doğal olarak erkek hegemonyası varmış. Tam 2010 yılına kadar! Hiç bir konuda engellenemeyen değişim, bu konuda da kuralı bozmamış. Bu tarihte nur topu gibi bir kadın gondolcumuz olmuş! Bizim kaldığımız otelin web sayfasında "Venedik'in ilk kadın gondolcusu" diye "Alexandra Hai" isimli bir hatunun reklamı var. Kutsal bilgi kaynağı Wiki'deki isimle örtüşmüyor. Önceden okumuş olsaydım orada sorardım. 


Gondollara dair imalat özellikleri vs internetten rahatlıkla bulunabilir. Ben de oradan okudum. Rastladığım birkaç ayrıntı özellikle dikkatimi çekti. Gondolların tüm romantizmini öldüreceğini bile bile bunları paylaşmak istiyorum. Zaten gerçek romantiklere top atsan fark etmez! Forkolanın düzenine kafayı takıp ânı ıskalamaz! Bereket versin gondola binenlerin çoğu vazife gibi, "bucket" listelerine bir çentik atmak için biniyor. Bu kısım onlara bir hizmetim olsun. En azından neye bindiklerini bilsinler...


Gondolcu deyince enine siyah beyaz çizgili tişört ve kırmızı kurdelalı hasır şapka aklıma geliyor. Gayet şık durduğunu itiraf etmeliyim. Tekneyi sol arka tarafta, ayakta durarak idare ediyorlar. Buradaki durmak fiili, duruşlarındaki havayı pek anlatmıyor, ama kelime dağarcığımda başka bir fiil yok. Kayın ağacından yapılmış kürekler, sağ arkada bulunan ve "kilit, forcola" adı verilen bir düzeneğin üzerine yerleştirilerek kullanılıyor. Bizim sandallardaki ıskarmoz parçasının daha büyük ve heybetlisi. Forkolanın artistik bir tarafı da var. Heykelini bile yapmışlar. Bizim gibi cahiller için girinti çıkıntılı, eğri böğrü, karmaşık bir şey. Gondolcular için vazgeçilmez bir parça. Ayrıca gondola uzaktan bakınca iki yan kenarın asimetrik olduğu dikkati çekiyor. Sol küpeşte, sağdan daha uzun yapılıyor. Bu tasarım, küreği sağ arkada olan gondolun sola meyletmesini önlüyormuş.

Bahsedeceğim ikinci şey gondolların burun kısmı, denizci diliyle pruvası. Tüm gondolların burun kısmında "demir, ferro" denen, ama aslında demir olmayan, yumuşak kavisli bir süs var. Pirinç, çelik veya alüminyum olabiliyor (muş). Fiziki olarak arkadaki gondolcunun ağırlığını dengeliyor. Aynı zamanda gondolun sola yatmasını önlüyor. İşte bu demirde tarak dişi gibi 6 çıkıntı var. Burada Maurizio lafa giriyor, laf dediğim "Cehennem"de geçiyor:


"Gondolun üzerindeki tek metal budur. Ferro di prua denir: Pruva demiri. Venedik'in bir resmidir. Ferro'nun kıvrımlı şekli Büyük Kanal'ı, altı dişi Venedik'teki altı sestieri'yi veya bölgeyi, uzun bıçağıysa Venedik dükasının miğferini temsil ediyordu."

Thomas Mann renklerini ve diğer özelliklerine bakıp gondolları tabuta benzetmiş. Bu benzetme bazılarına itici gelebilir, ama romantikleri etkilemez. Gerçek romantikleri kast ediyorum. Gondol romantizminden tabuta ve dolayısıyla ölüm konusuna geçmek biraz sarsıcı olabilir. Ama Lido'dan bahsedeceksek bundan uygun zaman olmaz.

Lido Adası

Yazın sıcak plaj günlerinde değil de, sair bir zamanda Venedik'teyseniz, Burano ve Murano adasından sonra Lido'ya gitmemek lâzım. Yazın gidecekseniz eğlenceli olabilir. Adriyatik tarafında Avrupa'nın en gözde plajı var. Ama ağustos sonunda veya eylül ayında gidecekseniz  mutlaka uğrayın. Venedik film festivalinin tarihini kontrol edin, öyle gidin. 1932 yılında başlatılan bu festival dünyanın ilk film festivali.

Lido adası, Veneto lagününü Adriyatik denizinden ayıran 11 km uzunluğunda doğal bir kum seti. Vapurun yanaştığı yerdeki genişliği sadece 700 metre. Buradan adayı boylu boyunca kateden otobüsler kalkıyor. Fakat hemen binmeyin. İskeleye dik gelen geniş caddede (SME) 10 dakika yürüyün. Bu cadde adayı ortadan ikiye bölüyor. Ufak bir meydana ve bunu dikine kesen "Lungomare d. Marconi" caddesine geleceksiniz. Bu caddenin deniz tarafı tamamen plajlardan oluşuyor. Siz sağa dönün. Otuz metre ileride, asma kilitle kapatılmış bir demir kapı, kapının gerisinde kendi haline terk edilmiş bir bahçe ve altı katlı bir otel göreceksiniz. Grand Hotel des Bains! Henüz yıkılmadıysa göreceksiniz. Ben gördüğüm için mutluyum. Çünkü Lido'ya, kapalı olduğunu bile bile, sırf bu oteli görmek için gittim. Zincirli kapının açıldığı (açılamadığı) yolun karşı kaldırımındaki bir banka oturdum, otelin boş bahçesini ve solgun duvarlarını seyrettim. Aschenbach'ın plaj çantasıyla otelden çıkıp yanımdan geçerek, tam arkamdaki plaja doğru yürüdüğünü hayal ettim.

Thomas Mann
1912'de yazdığı "Venedik'te Ölüm" kitabının baş karakterini öldürmek için bu oteli seçmiş. Fakat aynı adı taşıyan Visconti filminde gözüken otel burası değil. Onu görmek için Kahire'ye gitmek lazım. Otel bütün şöhretine rağmen 2007'de kapanmış ve bir daha açılmamış.


MURANO & BURANO



Az önce Burano ve Murano'dan sonra "Lido Adası çekilmez..." benzeri bir şeyler yazmıştım ya, şimdi bu adalara geçip dolaşmanın tam zamanı.

Onlarcası arasında bu ikisinin yeri ayrı. Hangi mevsim olursa olsun gidip görmek lazım. Birincisini cam için, ikincisini renk için. Yola erken çıkın ve önce Murano'ya gidin. Zaten vapurlar da önce ona yanaşıyor. Adaya yaklaşırken ilk dikkati çeken şey her tarafta büyük harflerle yazılmış "CAM" yazısı. Kem, kam gibi değil, aynen bizdeki cam! Çünkü burası bir cam adası. Konu cam olunca, gözlük camını da unutmamak lazım.

Cam atölyeleri önceleri Venedik'teymiş. 1291 yangınından sonra hepsi şehir dışına, bu adaya taşınmış. Fakat hikaye burada başlamıyor. Geçmişin izlerini kazıyınca Venedik ve Bizans'ın yollarının çoğu zaman kesiştiğini görüyoruz. Venedik'i cam işçiliğinde ünlendirenler, 1204 yılındaki dördüncü haçlı seferi dönüşünde Bizans'tan gelen (veya getirilen) ustalar olmuş. Bir grup sanatçı da 1453'te Konstantinopolis'ten kaçarak buraya gelmiş. İlk gözlük camının da on üçüncü yüzyılda Venedik'te yapıldığına dair bir rivayet var. Normaldir.

Camda ustalık; renk, şeffaflık ve dekoratif teknik şeklinde özetleniyor. Teorik olarak böyle de, gözümüzle görelim dedik, fakat ne yazık ki geç kaldık. Öğleden sonra saat iki gibi işin şov kısmı bitiyor, atölyeler turistlere kapanıyormuş. Bir de cam müzesi, Museo del Vetro olacaktı. Bari onu görelim dedik. Neden bilmem, onun da kapısı kapalıydı. Yola neden geç çıktık hatırlamıyorum. Sonuçta Murano'da atölyelere, Burano'da da güneşe yetişemedik. Güneş, Burano'ya geçtiğimizde diğer iskeleden ayrılmak üzereydi. Bu kadar renkli bir yeri yarı ışıklı, ışıksız dolaşmak benim hesabıma önemli bir kayıp oldu.

Venedik'te her dükkanda Murano ustalarının eserlerini bulmak mümkün. Fiyatları yüksek bulup, adadan daha ucuza almayı hayal ederseniz yanılırsınız. Dükkanlar ayaklarına kadar gelen müşterinin ufak bir şey de olsa, cüzdanlarını çıkartmadan geri dönmeyeceklerini biliyorlar. Onun için nerede bir şey beğenirseniz, daha ucuz satan bir yer aramadan, gördüğünüz ilk yerden alabilirsiniz.

Murano'da mevcut bir-iki kanal boyunca şöyle bir gidip gelince, görülmeye değer her şeyi görmüş oluyorsunuz. Yan sokaklara dalayım da gizli köşeler keşfedeyim diye bir şık yok. Sokakların arasında, meydan diyemeyeceğim bir kaç ufak açıklık ve adanın tek fenerine giden yolda ağaçlı bir park var. Mecburen bir kaç anıt da buralara yerleştirilmiş. Bunlar mavi dikenli bir şey (!) ile şeffaf, stilize bir kadın ve eğri büğrü bir sokak lambasından ibaret. Dikenli şeyin rengi, cam kadının yuvarlak hatları (!) hoşuma gitti. Tabii ki fotografik açıdan. Karnımız aç olduğu halde buradaki lokantalarda vakit geçirmek istemedik. Burano'ya geçelim dedik. Rehbersiz seyahat ediyorsanız, indiğiniz iskelede Burano vapurlarının nereden kalktığını sormanızda yarar var. Bazıları aynı iskeleden kalkmıyor. Bu cümleden, bizim bu kritik soruyu sormadığımız anlamını çıkarabilirsiniz, ki maalesef doğrudur...

Burano Adası erkekleri balıkçılıkta, kadınları dantel işinde usta. Kadınların ustalığı balık ağı örerken pekişmiş. İğneyle ağ örmekteki maharetleri dantelde sanata dönüşmüş. Bu işin mektebini bile açmışlar. Adaya yaklaşırken kıyı boyunca sıralanmış tek tük basit, iki katlı, rengarenk boyalı evler daha karaya çıkmadan gönlünüzü çeliyor. İskeleden sonrası ise tablo gibi. İlk önünüze çıkan dükkanlar, meydanın sağında solunda dizili dantelciler ise tablonun kenar süsleri gibi. El işi meraklıları için bunun aksi de doğru olabilir. Yani, rengarenk çerçevelenmiş, harikulade dantel işleri gibi...


Venedik'teyseniz ne gondol turlarının, ne San Marco'da içtiğiniz kahvenin, ne Murano işi cam bibloların, ne de Burano'dan alacağınız bir masa örtüsünün fiyatı umurunuzda olmamalı. Pazarlık edebilirsiniz, fakat Arap satıcıların yaptığı gibi bir indirim beklemeyin. Alacağınız şey el emeği, göz nuru. Ayrıca fiyatlara "çok pahalı" diyerek burun kıvırmak, Hindistan'ı anlatırken söze "Çok pis" diye başlamak gibi gereksiz bir şey. Venedik seyahati her hangi bir tur şirketiyle anlaşmadan ucuza mal edilebilir. Erken rezervasyon ve promosyonlu uçak seferleriyle sağlayacağınız tasarrufu, bir cam işine veya dantele harcar, yaşlanınca konu komşuya gösterip hava atarsınız. Maksat şanınız yürüsün!


Dantel işini sanata çeviren kadınların bir mahareti daha var. Daha doğrusu bunun kadınlara ait bir buluş olduğunu düşünüyorum. Çünkü sorun onların sorunu. Çözümü de muhtemelen onlar bulmuştur. Buradaki sorun balıkçıların genellikle çok içmesi ve evlerinin yolunu şaşırması. Bunun bir bahane olma ihtimali de var. Her türlü ihtimale karşı, sorunu evleri farklı renklere boyayarak çözmüşler. Niyeti iyice bozuk sarhoşlar "evin rengini unutmuşum" demeye başlayınca, sandalları da aynı renge boyamışlar. Bir nevi renk kodu! Kısacası, ortaya çıkan manzara tamamen kadınların eseri. Bize de aralarına dalıp hayranlıkla dolaşmak kalıyor. Hele kanallardaki durgun suya düşen akisleri izlerken, renklerin oynaşmasına bakıp hipnotize olmamak mümkün değil.

Buraya kadar sabrettiğimiz iyi olmuş. Kanal kıyısında bir lokanta bulup pizza ısmarladık. Ferrovia'daki "Caffe Pedrocchi"de yediğimiz pizzayı pek sevmemiştik. Yedikleri pizzanın parasını ödemeden kaçan Japonlar haklıymış! Fakat buradaki muhteşemdi. Tam istediğimiz gibi... Lokantanın adı; Principe Burano! Pizzacılara duyurulur.


BİR KAMU DUYURUSU

Buraya kadar her şey güllük gülistanlık. İstanbul'a döndükten sonra adalardaki her şeyin göründüğü gibi olmadığı hakkında bir yazı okudum. Bu kadar sulu bir yerde, saman altından su yürüttüklerini okumak beni pek şaşırtmadı. Kısaca anlatmadan geçemeyeceğim.

Adamlar renkli kristal yapımındaki başarılarını sahte değerli cam üretimine tahvil edip yollarını bulmuşlar. Sonra bir kararname ile bu iş yasaklanmış. Taş meraklılarına duyurulur. Bir de ucuzcular için haberim var.

Son yıllarda Asya ve doğu Avrupa kaynaklı Murano tarzı yemek takımları ve aksesuarlar türemiş. Bunlar ucuza satılınca cam endüstrisi bayağı sallanmış. Çinliler Murano'ya gelmişken Burano'ya da el atmışlar. Adada satılan dantellerin önemli bir kısmı ithal veya makine işiymiş. Bunda gençlerin el işiyle uğraşmak istememelerinin de rolü var. Bu haberlerden sonra ucuz bir şey buldum diye sevinmezsiniz herhalde.

BİR DİĞER KAMU DUYURUSU

(Bizim millet "DUYURU" deyince anlamaz diye adına "KAMU SPOTU" diyorlar ya ondan):

Bir duyuru da zorunlu masraflardan kısıntı yapmak isteyenler için yapalım. Bunlar malum, yeme içme masrafları oluyor. Oteli kahvaltı dahil ayarladıysanız sorun yok. Garsonlara çaktırmadan sandviç hazırlar, çantanıza atarsınız. Ama otelde kahvaltı imkanı yoksa sorun var. Dışarıda karın doyurmak son derece pahalı. Tasarrufun bir yolu öğünleri ikiye indirmek, ara öğünlerle idare etmek. İlk öğünü sandviç vesaire geçiştirip akşam yemeğinde paraya kıymak. Kolaylık olsun diye iki adres vereceğim. Birincisi; Rialto pazarı, ikincisi Roma Meydanı.

Rialto Market, görülmeye değer yerlerden birisi. Dolaşıp, kanal kıyısındaki Naranzaria'da oturur, spritz içer, bir yandan da kucağınızdan asla ayrılmayacak güvercinleri yemlersiniz. Yasak meselesini kontrol ettim; yem atmak yasak! Bu durumda elden beslemek serbest oluyor. Sonuçta, güvercinler bir şekilde yollarını bulmuş ve kedi kıvamına gelmişler. Bizim adalardaki martılardan daha cüretkar ve doyumsuzlar. Masaya servis edilen fıstıkların dar ağızlı şişelere konması bundandır.

İkinci adres peynir, salam gibi şarküteri malzemesi için. "Piazzale Roma" vapur iskelesinden Roma meydanına giderken, yolun kenarında büyük bir market var. San Marco'da 2,5 avro vereceğiniz bir şişe suyu burada elli sente almak mümkün. Parola; çok çeşit, az para! Tabii ki et alıp kebap yapacak haliniz yok. Ama plastik tabak ve çatal alıp tenha bir iskelede yer sofrası kurmanız, kanal manzaralı bir piknik sefası yapmanız mümkün...

Plastik tabaktan ve piknikten bahsedince, pisliğini etrafa saçmayı pek seven, burada olsa eminim ki artıklarını önündeki kanala boca etmek arzusuyla kıvranacak sayın halkım için zaruri bir duyuru daha yapmam gerekiyor. Lütfen yapmayın. Memlekete dönene kadar sabredin. Temizlikte yalnız ve teoride güzel ülkemizin parkları, kırsalı ve tüm denizleri sizi bekliyor. Burada suya bir çöp atsanız olay olur. Her şeyden önce belli olur. Biraz daha bekleyin. Ne de olsa memlekette pisletme özgürlüğü var.

Demek istediğim şu ki; Ortalıkta bir tane bile "çöp dökülmez" uyarısı yok, ama suya çöp atan da yok.  Bu insanlar neden suya, sokağa bir şey atmıyorlar diye bakınırken, sonunda suda yüzen bir şey gördüm ve rahatladım.


Palazzo Contarini del Bovolo

Anladığım kadarıyla Venedik biraz fazla zaman ayırmak gereken bir şehir. Daha iyisi iki kere gitmek. Çoğu şeyi sonradan öğrenmek biraz sinir bozucu oluyor. Döndükten sonra şehir hakkında yazı yazmanın böyle bir zararı var. Fakat ben iyi tarafından bakıyorum. Bir kere şehrin ruhunu yakalayınca okuduklarını gördüklerinle bütünleştirmek kolay oluyor. Kolay olduğu kadar da zevkli. Ayrıca yazıyı tamamlamak ne kadar uzun sürerse, yolculuk da o kadar uzuyor. Bu da benim için giderek vazgeçilmez bir tutku oluyor.

Venedik hakkında daha önce araştırma yaparken farkettiğim ve mutlaka görmeliyim dediğim yerlerden birisi de "Palazzo Contarini del Bovolo" denen binaydı. Burası bilmeden gidince tesadüfen görülebilecek bir yerde değil. Manin meydanından ayrılan daracık sokaklardan, altında "bovolo" yazan okları izleyerek gidiliyor. Sokaktan bakınca bir şey görülmüyor. Fakat avlu tarafına geçince dört katlı, her katı kemerli son derece etkileyici bir bina ve cephesinde spiral şeklinde, en üst kata kadar uzanan, gene kemerlerle bezeli bir dış merdivenle karşılaşıyorsunuz. Onbeşinci yüzyılda Contarini ailesi tarafından yaptırılmış. Dünyadaki ilk yangın merdiveni denebilir. Bu merdiven o kadar ün kazanmış ki saraya adını vermiş. Bovolo kelimesinin İtalyanca'da kıvrım, salyangoz gibi anlamları var. En üst katta bir seyir terası olması lazım. Olması lazım diyorum, çünkü diğer bütün heveslendiğim yerler gibi burası da kapalıydı. Bütün bunlara sebep karnaval mı anlamadım. Güya merdivenlerden döne döne çıkıp en tepeye ulaşacak ve oradan şehri seyredecektim. Şimdi zeminde basamak olup olmadığını, yoksa sadece eğimle mi yukarı çıkıldığını dahi bilmiyorum. İlk gittiğimizde vakit geçti. Belki gündüz açılır diye ertesi gün tekrar gittik, gene kapalıydı. Dışarıdan seyredip ayrıldık.


Bina Orson Welles'in de yatağından geçmiş! Filmin adı; "The Tragedy of Othello: The Moor of Venice". Baş rollerde; Shakespeare, Othello, Desdemona, kız babası Brabantio ve babanın evi, bizim Bovolo! Yıl 1952...


San Marco, Piazza ve Bazilikası, Piazetta



Müzesini görmek için Bazilika'ya gittiğimiz gün meydan suyla dolmuştu. Ne gam, tezgahları dizmişler, üstünde yürüyorlar. Gidilecek yer belli. Bir ucu sahile gidiyor, diğer ucu Piazza'dan Rialto yoluna... Bir yan yol da doğruca Bazilikanın içine... Sular da birlikte... Girişteki yer karoları sular altındaydı. Kenardaki setin üzerinden zorlukla geçtik. Az daha yükselse içerisi tümüyle su dolacak...

Kısaca "Piazza" deyince Bazilika önündeki geniş meydan anlaşılıyor. Bu özgün bir isim. Başka hiç bir meydana piazza adı verilmemiş. Diğerleri campi veya campielli oluyor.  En zengin mağazalar, lüks oteller ve şık kafeler de bu meydana açılan yollarda yer alıyor. . Meydanın tümü “L” şeklinde. L’nin küçük bacağına "Piazzetta" deniyor.  Doğrusu “Piazetta dei Leoncini”. Nasıl lemoncini limonla ilgili ise bu da aslanla ilgili. Aslan malum. Bu isim sonradan gene değiştirilmiş, ama bunlar benim üzerime vazife değil. Bütün rehber kitaplarda bol bol teferruat mevcut. Meydanın sağında ne var, solundaki ne işe yarar hepsini yazmışlar. Tekrara gerek yok. Ben sadece ilgimi çekenleri yazacağım.

Piazetta’nın deniz kenarı ve iskelesi "Molo" oluyor, "Molo San Marco". Burada tepesinde heykeller olan, muhtemelen Sakız Adası'ndan getirilmiş iki sütun yükseliyor. Sütunlar bulundukları yere giriş kapısı havası veriyor. Halk, devletin karanlık işlerini ima ederek buraya "şehrin resmi girişi" diyormuş. Bu söylenti sebepsiz değil. Birincisi, meydan meclis üyelerinin her türlü entrikayı konuşup planladıkları yer. Diğer bir sebebi de idamların iki sütunun arasında infaz edilmesi. Bu nedenle sütunların arasından geçmeyi hala uğursuzluk sayanlar varmış.

Sütunlardan birisinin üzerinde şehrin San Marco'dan önceki koruyucusu St. Theodore duruyor. Ayaklarının altında yatan ejderha, timsah da olabilir, bunu temsil ediyor. Heykelin aslı Dükler Sarayının içinde. Diğer sütunda şehrin sembolü olan "Kanatlı Aslan" var. 3 ton ağırlığında bir heykel. Pençelerinin altındaki kitabın üzerinde "Selametle Marcus, İncil yazarım. Burada bedenin dinlenecektir" yazıyor (muş). Doğal olarak kaç metre yukarıdaki bu yazıyı değil okumam, görmem bile imkânsız. Fakat Venedik'te her köşede Aziz Marko'nun aslanını ve elindeki kitabı görmek mümkün. Üzerine kazılı "Pax tibi..." diye başlayan yazının mealini de böylece öğrenmiş oldunuz.

Aziz Marko, 12 havariden Petrus'un yoldaşı, dört İncil'den ikincisinin yazarı. Rivayete göre, lagüne sığındığı gece bir melek gelip Marko'nun kulağına böyle fısıldamış; bedenin burada dinlenecek!... Venedikli iki tacir de yıllar sonra bu kelamı vazife edinip İskenderiye'ye gitmiş, Marko'nun olduğu varsayılan bir mezarı açıp ne buldularsa buraya getirmişler. Gördüğünüz gibi insanoğlu bir kere inanmaya görsün, yoktan (!) var ediyor... Kemikler hazır olunca Bazilikanın inşaatı başlamış ve 832 yılında bitmiş. Dışarıdakilerin en eskisi olan, ana cephenin solundaki mozaik, bu olayı tasvir ediyor (muş). Kemikler şimdi büyük sunağın altındaki lahitte duruyor. Kimin kemiğidir, hikaye doğru mudur, beni ilgilendirmiyor. Adem'in ayak izi buluntularına inanıyorsanız, buna da rahatlıkla inanabilirsiniz. Beni ilgilendiren başka bir çalıntı. Sunağın arkasındaki "Altın Örtü (Pala d'Oro)"...  Hristiyan aleminin en gösterişli tapınağı, Altın Kilise'nin en değerli hazinesi...


Bu altın ve yüzlerce mücevherle bezeli örtü Bizanslı sanatçılar tarafından yapılmış. Örtünün iki yüzü benzer şekilde işlenmiş. Çeşitli tarihlerde üzerine eklemeler yapılmış ve giderek daha değerlenmiş. Kolayca tahmin edeceğiniz gibi, iyice tava gelince ayaklanıp Venedik'e uçmuş (!). Şimdi sergilendiği kısma 2,5 Avro ödenerek giriliyor. Bazilikanın her kanadında ayrı bir şeyler sergilenmiş. Hepsine ayrı ayrı ücret ödenerek giriliyor. Örneğin güney kanadına giriş 3, atları görmek 4 Avro.

San Marco'nun Atları, Saat kulesi


Kendisi hiç görmemiş olsa da meydandaki her şey Marko'nun adıyla anılıyor. Sıra Aziz Marko'nun atlarına geldi. Tarihin en çok çalınan sanat eserini görmek üzere ikinci kata çıktık. Bunlar, Bizans kaynaklı yüzlerce eserden en göz alıcısı olan dört savaş atı! Quadriga atlarının antik devirden kalan tek örneği. Neredeyse saf bakır olan atlar, milattan önce dördüncü yüzyıla tarihleniyor. Üzerindeki çizikler, güneş ışığını daha iyi yansıtsın ve altın gibi parlasın diye kasten yapılmış. İkinci Theodosius atları Sakız adasında görünce çok beğenmiş. Krallara layık deyip Konstantinopolis'e taşıtmış, hipodroma koymuş. Bu yolculuk milattan sonra dört yüzlü yıllarda oluyor. 

Atlar sekiz yüz yıl Hipodromu süslemiş. Sonra Haçlılar geliyor. Amaçları eski bir hesabı kesmek. Daha önce anlaştıkları halde Venedik Düka'sına para yardımı yapmayan Bizans İmparatorunu cezalandırmak. Gözleri başka bir Bizanslı tarafından kör edilen Düka'nın kişisel intikamı da cabası. Kısaca "Dördüncü" denen bu yağma sonunda diğer yüzlerce sanat eseri ve mücevherle birlikte atlar da Venedik'e götürülüyor. Yıl 1254.  Devasa atlar ancak kafaları kesildikten sonra gemilere sığabilmiş. Şimdi atların boyunlarında koşum takımının bir parçası gibi görülen yakalıklar, kesim yerlerini gizlemek için sonradan yapılmış.


Atlar burada da pek huzur bulamamış. Bazilikanın ön giriş kapısı üzerinde, gözlerini meydana dikmiş dururlarken, Avrupa'nın yeni sanat kolleksiyoncusu Napolyon çıkagelmiş. Yıl 1797. Quadriga'sına at buldu diye sevindirik olup atları paketlemiş, Paris'e götürmüş. Bu Napolyon'a biraz acıyorum. Adam ahir ömründe bir at heykeline sahip çıkamamış. Önce Venedik, sonra Brandenburg, nereden bir heykel yürütse gelip geri almışlar. Bu atlar da Waterloo savaşı sonunda Venedik'e, bazilikanın ön kapısı üzerindeki yerlerine geri dönmüş. Bir süre sonra dışarıda zarar görmesinler diye içeriye, "Loggia dei Cavalli" denilen çatı katına alınmışlar. Dışarıdaki eski yerlerine de sahteleri yerleştirilmiş.  

Çatı katına giriş kapısının sağındaki dar bir merdivenle çıkılıyor. Bu katta üst katı dışarıdan çepeçevre saran bir teras var. Piazza ve yan taraftaki 500 yıllık astronomik saat kulesi, tepesindeki bronz çanı çalan moriler en güzel buradan gözüküyor. Bazilikanın alınlıklarındaki mozaikleri de yakından görmek mümkün. Atlar içeride, pek de ferah olmayan loş bir köşede sergileniyor. Yapay ışıklandırma atların bakışlarını daha da melankolik kılmış. Napolyon gelse de bizi buradan alsa, açık havaya çıkartsa der gibi bakıyorlar. İkinci Theodosius da olabilir. Hele Sakız adasına kaçsalar tadından doyum olmaz!

Biz bazilika'yı gezerken dışarıdaki beygirlerin çevresi restorasyon nedeniyle kapatılmıştı. Bu imitasyonlara beygir diyerek, içerdeki orijinal atlardan ayırmak istiyorum. Zaten beygirlerden birisinin toynağına kazınmış "Milano," yazısı da bunu itiraf ediyor, "biz sadece birer Milano'lu beygiriz, gerçek atlar içeride!"


Bazilika ve Tetrark heykeli



Atların hemen yanında, onların yanında biraz sönük duran, mora çalan koyu renkte mermer bir heykel duruyor; Tetrarchs. Atlardan gözleri kamaşarak bu heykeli ıska geçenler bile olabilir. 300 yıllarında, Roma İmparatorluğu'nun dörtlü yönetimine atfen, Mısır mermerinden yapılmış. Belli kişileri değil, ikisi yaşlı (Augusti), ikisi daha genç imparatordan (Caesar) oluşan yönetim şeklini ifade ediyor. Heykeller ikili grup halinde yapılmış. Her birinde birbirine sarılmış iki kişi var. Kişi dediğime kanmayın. Bunlar imparatorları temsil ediyor. Eskiden Konstantinopolis'te, Philadelphion önünde, iki ayrı sütun üzerinde duruyorlarmış. Şimdi yan yana, dördü birarada, atların bulunduğu kısımda birer sığıntı gibi duruyorlar. Eski fotoğraflarından birinde, bazilikanın Dükler Sarayı'na bakan bir köşesinde, açık havada durduklarını gördüm. Demek ki içeriye sonradan kabul edilmişler. 


Atların kader yoldaşı olan bu heykeldeki ikili gruplardan birisinin tek ayağının ve altındaki kaidenin bir kısmının orijinal olmadığını, beyaz alçıyla doldurulmuş olduğunu fark ettim Bu eksik kısım, aslında kayıp değil. Haçlı yağmasının kanıtı olarak İstanbul'da duruyor. Buraya kadar yazdıklarımı ve az sonra ekleyeceklerimi hayalinizde canlandırmanız için, Konstantinopolis haritasına bugünkü semt isimleriyle bakmak lazım. İnternette Bizans hakkında güzel bir sayfa var. Arkeolojik buluntulardan yola çıkarak 1200 yıllarındaki Konstantinopolis'in dijital rekonstrüksiyonunu yapmışlar. Hazıra konmayı pek seven okuyucuya kıyağım olsun (http://www.byzantium1200.com/index.html)...


Bizans’ta “bütün yolların başlangıcı” sayılan bir taş var. Şimdiki Sultanahmet'te gariban bir şekilde duran  Milion taşı! Bu taştan itibaren başlayan ana yol (Divan Yolu) Theodosius Forumu'nu (Beyazıt Meydanı) geçtikten biraz sonra ikiye ayrılıyormuş. Birisi Aksaray'dan geçip Yedikule'ye giden, diğeri Şehzadebaşı üzerinden Edirnekapı'ya uzanan iki yol. Yolların çatallandığı yerde Philadelphion adı verilen bir yapı bulunuyormuş. Tetrark heykelinin vaktiyle Philadelphion önündeki sütunları süslediği düşünülüyor. Üşenmeyip bu binanın modelini de buldum. 

Tetrark’ın kopuk ayağının bir kısmı eskiden Philadelphion’un bulunduğu yerde, Laleli’de tesadüfen bulunmuş. Yıl 1960.  Muhtemelen yerinden sökülürken kopup buraya düşmüştür. Mesih Paşa Camisi çevresinde yapılan kazıların gün yüzüne çıkardığı bu  küçük parça şimdi Arkeoloji Müzesinde sergileniyor. Venedikliler, hangi yüzsüzlükle bilmem, bunu da resmen  istemişler. Bazilikada göremeyeceğiniz için size bir iyilik yaptım, parçanın resmini yan tarafa koydum.


Venedik ve İstanbul'un geçmişlerinin bu kadar iç içe olması merakımı uyandırdı. Baksanıza, iki yönlü bir sürü gelen-giden olmuş. Buradan oraya Quadriga atları, Tetrark, altın sunak paravanı, cam ustaları ve bir sürü paha biçilmez kültür varlığı giderken, onlardan bize karantina, getto, lagün, gondol gibi kelimeler gelmiş. Örneğin karantina kelimesi Venedik lehçesindeki kırk gün ifadesinden türetilmiş. Veba salgınının tekrarlamasından korktukları için limana gelen gemileri açıkta 40 gün bekletirlermiş. "Quaranta giorni" 40 gün anlamına geliyor. Dengesiz bir alışveriş gibi gözükse de elimiz boş kalmamış sayılır. Son durum nedir diye "kardeş şehir" listesine baktım. Venedik 1993'te İstanbul'un kardeşi olmuş. Ne mutlu bize!

Tekrar Piazza, Çan kulesi, Meleğin Uçuşu

Venedik'te dolaşırken günde bazen iki kere, bazen üç, yolunuzun Piazza'dan geçmesi kaçınılmaz. Benim yazı da bu rutine uyup tekrar  aynı yere döndü. Çünkü meydan anlatmakla bitecek gibi değil.

Şehrin en yüksek binası 99 metre ile "Campanile" adı verilen Çan Kulesi. 1451'de Kutsal Roma İmparatoru III. Frederick kuleye atıyla çıkmış. Şimdiyse at yerine asansörle çıkmak mümkün. Eskiden adaba aykırı, skandal sayılan davranışlar burada cezalandırılırmış. Bir kafese kapatılan suçlular kulenin güney cephesinden yukarı doğru çekilir, en üst noktada bir süre sallandırılırmış. "Kafes İşkencesi" denen bu ceza bugün yürürlükte olsa, eminim ki üstüne para verip kafese girenler çıkacaktır.

Kulenin en tepesinde başmelek Cebrail heykeli, üst katında bir seyir terası ve önünde daima uzun bir kuyruk var. Cebrail'in üç metrelik altın heykeli kanatları sayesinde rüzgar gülü gibi kendi ekseni etrafında dönebiliyor. Meleğin yüzü Bazilikaya dönünce suların yükseleceği anlamına geliyormuş. Venedik halkı böyle söylüyor. Bir başka melek de kubbenin altındaki cephede var; adalet meleği "La Giustizia". Karnavalın ilgi çeken atraksiyonlarından birisi burada gerçekleşiyor; Meleğin Uçuşu, Volo dell'Anzolo! Meleklerden hangisinin kastedildiğini bilmiyorum. Görevlerine bakılırsa ikisi de olabilir. Bizde olsa Cebrail'dir derdim. Adalet meleği olmasını ummak ancak safça bir dilek olabilir.

Bizim tur şirketlerine göre karnavalın en popüler günü Meleğin Uçuşu'na denk geliyor. Orijinal kıyafetler giymiş kadın ve erkeklerin müzik eşliğinde geçiti, Dükün alana girişi, borazanlar, alkışlar derken ortalık tam bir ortaçağ atmosferine bürünüyor. Dük, meydanda hazırlanan bir platforma (bazen de Dükler Sarayının ilk katına) çıkıyor. Karnaval sırasında seçilen güzellik kraliçesi aynı zamanda o yılın meleği oluyor. Süslenip püsleniyor ve kulenin tepesinden sarkıtılan halattan kayarak aşağıya iniyor. Bu kayma işi tabii ki tarzan gibi olmuyor. Beline bağlanan mekanik bir düzenekle yumuşak iniş yapıyor. Aşağıda bekleyen düke bir çiçek sunuyor. Çiçeğin neyi temsil ettiği, göksel bir vahiy veya adalet, sizin dünya görüşünüze göre değişebilir. Hepsi bu kadar.

Bu seremoninin diğer bir adı "Güvercin Uçuşu". Bu ismi hiç sevmedim. Daha enteresan bir ismi de "Türk'ün Uçuşu"... Kelimelere bakıp bir Türk'e güvercin veya melek sıfatı yakıştırıldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Buradaki Türk, doğal olarak bir melek değil, sadece ip cambazı. 1500 yıllarında teknesinden kuleye gerdirdiği ipin üzerinde yürüyünce, adı olmasa da Türklüğü Venedik'e yadigar kalmış. Bu olay karnaval dolayısıyla hiç unutulmamış. Ama kulenin şahit olduğu başka bir olayı pek bilen yok. Bu çok önemli olayı öğrenmek için ya 8 Avro verip kuleye çıkmak, ya da benim Venedik yazımı okumak lazım. Olay şu: Galileo Galilei yaptığı ilk teleskoplardan birisini 25 Ağustos 1609'da Venedik Dükü'ne bu kulede göstermiş. Yan tarafa Bertini'nin bu tarihi anı gösteren resmini koydum. Teleskop 8-9 büyütmeliymiş. Galile, Venedikli tüccar denizcilerden bu sayede iyi para kazanmış. Galile'ye inanırsanız dileğiniz gerçekleşir ve melek de adalet meleği olur, nerede ihtiyaç varsa...

Ponte dei Sospiri, Ahlar Köprüsü


1979 yapımı "Küçük Bir Romantizm" filminde sevgililer gondolla "Sospiri" köprüsünün altından geçerken öpüşürler. Bu sırada Campanile'in çanları çalmaktadır. Tüm istedikleri aşklarının kutsanması ve sonsuza kadar sürmesidir. Çanlar önemli, çünkü dileklerinin yerine gelmesi ancak bu dört şartın aynı anda olmasıyla mümkündür. Gondola binilecek, çanlar çalacak, dudaklar birleşecek ve köprünün altından geçilecek!

"Langdon, ahlar köprüsünün ismini tutkulu iç çekişlerden değil de acılı inlemelerden aldığını öğrenince dehşete kapılmıştı".

Yukarıda "Sospiri" diye bahsettiğim, "Rio di Palazzo" kanalı üzerinde, Dükler Sarayı ile "Palazzo delle Prigioni" arasında bulunuyor. Sospiri inilti, Prigioni ise hapishane demek. Her tarafı kapalı, kemer şeklinde hafif eğimli bir köprü. Deniz tarafından bakınca üzerinde iki tane pencere var. Diğer tarafı da aynı olmalı. Köprüye on dokuzuncu yüzyılda "Bridge of Sighs" adını veren Lord Byron. Türkçe rehberlerde adı "Ahlar Köprüsü" olarak geçiyor. Mahkeme salonunda ceza alıp zindana atılacak mahkumlar içinse sadece kara bir tünelden ibaret. Dünya gözüyle gördükleri son manzara Venedik olduğu için ah çektikleri farz edilse de bunun doğru olmadığını anlamak zor değil. Zira pencerelerdeki ızgaralar arasından pek bir şey gözükmüyor (muş). Lord Byron biraz romantik takılmış. Kazanova'ya sormuş olsaydı doğrusunu öğrenirdi. Engizisyonun zina ve casuslukla suçladığı Kazanova da bir zamanlar burada tutuklu kalmış. Onbeş ay sonra nöbetçiyi kandırarak hapisten kaçmış.


Piazzale Roma ve dönüş yolu


Venedik'e gelişimizde Hava limanından Alilaguna şirketinin vapurlarından birine binmiş, keyifli bir deniz yolculuğundan sonra Büyük Kanal'daki Sant'Angelo iskelesinde inmiştik. Dönüşte değişiklik olsun diye karayolunu tercih ettik. Otelimizin hemen yakınındaki San Samuele iskelesinden 2 numaralı vapura bindik. 10-15 dakika sonra Roma Meydanı'ndaydık. Burası şehrin otobüs terminali. "Marco Polo Havalimanı" yazan otobüse bindik ve Özgürlük Yolu'ndan geçerek şehirden ayrıldık. Kısacası Venedik'e ön kapıdan girip, arka kapısından çıktık.

Sevdiğiniz şeylerden, kişi, eşya veya şehir fark etmez, ne kadar etkilendiyseniz, ayrılmak da o kadar zor oluyor. Biz de kimseye el sallamadık. Hiç bir şeyle vedalaşmadan, susup şehrin giderek uzaklaşan sesini dinlemek daha iyi. Biz de öyle yaptık. Fakat daha Venedik'ten ayrılmadan, vapurdan inip otobüse biner binmez büyü bozuldu. Kanallar ve gondollarıyla Venedik ne kadar zaman ötesi bir alemse, bu meydan ve otobüsler de o kadar başka bir yerdi. Roma meydanı adeta insanların gerçek dünyaya geçmeden önce uğradıkları bir durak gibiydi. Birazdan Dük'ün adamları gelecek ve mızraklarıyla sizi dürtecek; Silkinin ve kendinize dönün!

"Venedik'te Ölüm" kitabını daha önce okuyup bitirmiştim. Fakat uçakta tekrar okumak istedim. Özellikle Aschenbach'ın Venedik'e gelişini anlatan satırları arayıp buldum ve tekrar okudum. Bu bana iyi gelecek. Venedik'ten ayrılırken yapılacak en güzel şey, ilk günü düşlemek:

"İşte yine karşısındaydı: insanı hayretler içinde bırakan rıhtım; Republica’nın, denizden gelenlerin saygılı bakışlarına sunduğu o göz alıcı, fantastik yapılar kompozisyonu; sarayın hafif görkemi; Ahlar Köprüsü; kıyıdaki aslanlı, evliyalı sütunlar, masal tapınağının büyük bir gösterişle yükselen yan cephesi; takın altından geçen yol; büyük saat! Bunları seyrederken Venedik’e karadan gelip istasyondan girmenin, bir saraya arka kapıdan dalmak anlamına geldiğini, şehirlerin en efsanevisine, şimdi kendisinin yaptığı gibi, ancak engin denizden vaporetto’yla gelinebileceğini düşündü..."