29 Ocak 2011 Cumartesi

AHMET DAYIM

Oooo, müdür bey, hoşgeldiniz!
         Saat altı. Onbir yaşındayım. Kocamustafapaşa'dan (ya da Kocamustaapaşa!) Üsküdar'a gidiyorum. Yola çıktığımda, yaz ayları olmasına rağmen, gün yeni yeni ağarmaya başlamış, ortalıkta sadece çöpçüler ve ellerinde sefer taslarıyla hızlı hızlı yürüyen, belli ki ancak uzak bir yerlerde iş bulabilmiş bir kaç insan var. İlk otobüs, 35 numaralı, altıyı biraz geçerek kalkıyor. Uzun bir otobüs yolculuğu, Eminönü'nden vapur ve Üsküdar...
          O zamanlardan beri şehir hatları vapurlarını iyi tanırım. Halas, Kalender, Güzelhisar nispeten ufak, alçak ve düz burunlu, oldukça eski, birbirine tıpa tıp benzeyen 3 kardeş gemiydi. Kömürle çalışırlardı. İskelede bağlı olduğunda çocuklar burun tarafından denize atlar, yüzerlerdi. Her geminin bir numarası vardı ve sabah yolcularının hemen hepsi bu numaraları bilirlerdi. Neden bilmem, en çok 67 numaralı Kalender'i severdim. Yanlış hatırlamıyorsam merdivenlerinin başında Glaskow yapımı olduğu yazıyordu. Ben onun kazan dairesinin kapısından gelen kokuyu ve fırının önünde ter döken işcileri severdim. Fırına kömür küreyen işcileri... Sonra kömürlüler giderek seferlerini azalttılar. Yıl 1961-62. Onların yerlerini İnkilap, Turan Emeksiz, İhsan Kalmaz, Harbiye gibi dizelli vapurlar aldı. Bunların motor daireleri bir kaç katlıydı ve gıcır gıcırdı. Ortalıkta insan olmazdı, sadece inip çıkan pistonlar vardı. Benim için onlar arasındaki en önemli fark ise iskeleye yanaşmalarındaydı.
         Vapur yolcuları arasında gizli, kuralları ve hakemi olmayan bir yarışma vardı. Hepimiz vapurun kenarına dizilir, göz ucuyla birbirimizi süzer, pozisyon alırdık. Vapur daha yanaşmadan iskeleye ilk atlayan kazanırdı. Onun için kaptanın önce hangi taraftan yaklaşacağını bilmek gerekirdi. Kalender'in kaptanı çok ustaydı, o varsa hep ben kazanırdım (Başkaları farkında mı bilmiyorum?). Yeni dizeller geldiğinde önceleri iskeleye kolay kolay yanaşamıyorlardı, zamanla alıştılar. Benim için bunlar biraz daha kolaydı. Zira boyum kısa olduğundan ötekilerde aşağıdan yukarıya doğru sıçramak zorunda kalıyordum. Bunlarda ise geminin kenarı daha yüksekti, insanlar bir yana birikince yana fazla yatmıyordu. Atlamak da daha kolay oluyordu...
         İstanbul'a gelişimizden bir sonraki yaz tatilinde babamlar beni çalışmam için dayımın yanına vermişlerdi. Maksat "yeri belli olsun"du... Sonradan öğrendiğime göre yeme içme masrafı dayımdan olacak, yol paramı da ödeyecekti. Okullar açılırken de elbise parası! Ben hayatımdan memnundum. Her gün vapura binecektim! Dayımın tuzcu dükkanı Üsküdar'da, Balaban sokağında, karşısındaki caminin külliyesinden bozma eski bir vakıf binasındaydı. İçinde, derinlere doğru uzanan bölmelerde yemek tuzu, kaya tuzu depolanır, arada bir yerde gürültüyle çalışan kasnaklı makinelerde öğütülür, ön tarafta da paketlenirdi. Ben paketleme kısmında çalışıyordum. Makinede öğütülmüş yemek tuzunu küreklerle önümüzdeki boşluklara doldurur, karşısına taburelere oturup akşama kadar tuz paketlerdik. Her bir paket 1 kilo olmalıydı, ne eksik ne fazla. Doldur, tart, ağzını bağla, kenara koy... Günde 1000 paket bittiğinde büyük ödül!
          Büyük ödül Metin abiyle kamyona atlayıp sokak sokak dolaşmaktı. Üsküdar'daki bütün sokakları ve bakkalları öğrenmiştim. Büyük ödülün büyük ödülü ise uzaklara gitmekti, Pendik, Kurt köy... Büyük ödül, çünkü oralara giderken kamyonun direksiyonunu ben tutuyordum. Önceleri ayaklarım gaz pedalına yetişmediği için onları Metin abi idare ederdi. Derken bir Rus kamyonu alındı. Bu tam bana göreydi! ön konsolda bir el gazı vardı. Fren? frenin ne önemi var. Biz atladık mı kamyona kuş gibi uçardık! Metin abi arada dalga geçerdi, bak şimdi bu düğmeyi çekince bizim kamyon yerden bir karış havalanacak derdi. Ben de inanırdım, belki de inanmak isterdim. Kiloluk paketleri karpuz gibi, çifter çifter atıp tutmayı da öğrenmiştim. Sadece büyük çuvallara sıra geldiğinde oturup, hamalları seyrediyordum.
          Balaban sokakta öğle paydosunun habercisi köfte kokusudur. Sokak başında her zaman üç tekerlekli bir araba dururdu. Öğleye doğru sahibi elinde filelerle gelir, arabanın alt kısmından kömürleri, fileden köfteleri çıkarır, köfteleri tepsiye, kömürleri mangala dizerdi. Uzun lafın kısası, üç tekerli araba bir anda köfteci dükkanına dönerdi.  Köfte dediysem, aslı tükrük köftesidir. Dünyanın en lezzetli köftesidir. Ufak bir masanın etrafına toplanır, dünyanın en lezzetli köftesini yerdik. Çalışan çocuklar ve hamallar her zaman bize katılmaz, ayrı bir köşede sefer taslarını paylaşırlardı. Orada, o tuzcu dükkanında, sadece tuz paketlemeyi değil, daha bir çok şey öğrendim. Bir sefer tasının birden fazla insanı doyurduğunu, tuz hamallığının diğer hepsinden zor olduğunu, tek ıhlamayla 150 kiloluk çuvalları sırtına vuran hamallara "deli" dendiğini, bu delilerin daha erken öldüğünü orada öğrendim. Reji kadınlarının tütün koktuğunu da...
            Cuma günleri dayımla birlikte cuma namazına giderdik. Şimdi bakıyorum da, caminin içinden hiç bir şey hatırlamıyorum. Tuvaleti hariç! Çalışırken tuvalet ihtiyacımızı orada karşılardık. Önceleri her seferinde 5 kuruş derken, bu paraları tuvalet bekçisi sakallıya kaptırmak ağırıma gitmeye başladı. Adam tezgahın arkasında oturmuş, gözünü dikmiş paraları kontrol ediyor, kim verdi, kim vermedi.... Evde bir süre pratik yaptım ve sorunu çözdüm. Elime 5 kuruşu alıyor, adamın gözünün içine baka baka, elimdekini çat diye bırakırken, yanındaki 5 kuruşu gizlice alıyordum. Heyecanlı ve zevkliydi...
            Diğer çalışanlarla aramızda gizli bir çekişme vardı. Sonra öğrendim ki pek gizli değilmiş. Dayım hepsini bir bir anlattı bir gün. Birisine hırslanıp ayakkabılarını tuz öbeğinin altına saklayışımı, sonra o çocuğun beni kovalayışını filan... Az bir kötülük değildi. Tuz iki günde ayakkabılarımızı çürütüyordu... Sabah diğer çocuklar en geç yedi buçukta işbaşı yapıyorlardı. Bense genellikle sekize doğru gelebiliyordum. Beni kapıda "Oooo hoş geldiniz müdür bey!!!" diye karşılıyor, enseme bir şaplak atıyordu. Yolum uzundu filan ama, dayım da haklıydı. hepimize eşit muamele etmeye çalışıyordu. Benim az da olsa ayrıcalığım vardı tabii, ne de olsa müdür beydim. Bankaya para gideceği zaman bir gazeteye sarar, elime tutuştururdu. Sonraları milletin elinde "içimde para var" diye bağıran bond çantalarını filan görünce, dayımın yönteminin daha emniyetli olduğuna inandım. Dayım sonradan öğrendiği bu işi çok iyi geliştirmiş, Anadolu yakasının en büyük tuzcusu olmuştu. Markası "Kısmet" daha sonra kendi inşa ettiği evinin de ismi oldu. Beraber iyi vakit geçiriyorduk. Kızarken bile gözlerinin içi gülen, kızdığı için kızamayacağınız bir tarafı vardı. Yanında çalışanları çalışmaya zorlarken, herkesten fazla çalışırdı. Mahallede dolaşırken, ya da camiye girip çıkarken herkesin onu tanıması hoşuma giderdi. Mahallenin Ahmet abisiydi. Herkes için babacan, dost bir tarafı vardı. Tıpkı cenazesinde sorduklarında söylediğimiz gibi; iyi bilirdik!
          Dayımı ilk gördüğümde Cerrahpaşa'da, anneannemin yanında oturuyorlardı. Annem babamdan ayrılmış, bizi İstanbul'a getirmişti. 7-8 yaşlarındaydım.Cerrahpaşa'daki ahşap, iki katlı evde bir süre birlikte yaşadık. Yengemi ilk gördüğüm andan bugüne kadar düşüncelerim hiç değişmedi. Etrafımızda gördüklerimizden başka türlü bir kadındı! Bir saraylı gibi, çok gün görmüş, fakat belli etmeyen aristokrat bir yanı vardı, hep de öyle kaldı. Başı her zaman dikti, güzel ve tane tane konuşurdu. Dayımın şanslı olduğunu düşünürdüm. Dayım da onun için bir şanstı. O evde, bir de çocukla zor bir dönem geçirdiler.
          Dayımın yeşilimsi renkte, damalı bir Desoto'su vardı. Lastiklerinin ve iç döşemelerinin kokusunu çok severdim. Fırsat buldukça bizi gezdirirdi. Çoğu fırsatı da kendi yaratırdı. Tüm aile oturup sohbet ederken ayağa fırlar, hadi sizi bozacıya götüreyim derdi. Vefa bozacısını öyle tanıdım. Sonraları kamyonları olduğunda  Kumburgazı, Haramidere'yi yine onunla öğrendim. Kamyonun arkasına cümbür cemaat dolar, pikniğe giderdik. Sonraları bir sohbetimizde, bir aralar İsmail Dümbüllü'nün şöförlüğünü yaptığını da anlattı. İçten, cimri gibi gözüken (cimriliği çenesinde) cömert bir insandı. Bayramlarda en çok dayıma gitmeyi severdik. Sonraları sadece bolca harçlık verdiği için değil, bize karşı "iyi" olduğu için sevdiğimizi farkettim. Onun evine gitmek güzel bir olaydı hepimiz için. Güleryüzlü bir eve gireceğimizi biliyorduk. Bizi sevdiği için, biz de onu seviyorduk. Hayatlarımızın bir yerlerini, bizim bilmediğimiz ayrıntılarını biliyor ve bize anlatıyordu. Örneğin çocukken bile en çok pilavı sevdiğimi, daha bir kaç ay önce ondan öğrendim. Hastaydı, ağrıları vardı. Gücü azalıyor, ağrıları dayanılmaz hal alıyordu. Anneme telefon edip hal hatır sorduğunu biliyorum. İkisi de birbirini duyamadan konuşuyor, kendi söyledikleri bitince telefonu kapatıyorlardı. Varlığı kardeşleri ve bizler için bir güvenceydi. Ailesinin üzerine kanat açmış bir güvercin gibiydi. Yine bir güvercin gibi uçtu, gitti...

14 Ocak 2011 Cuma

ZEYNEBİM DOKTOR OLDU!

Pek de yakıştı!
Benim kızım diye söylemiyorum...


Bu fotoğraf için tüm emeğini, yıllarını verdi. Hem kendi eğitimi, hem de öğrencilerinin eğitimi için çalıştı. "Öğrencilerim" derken gözleri ışıldıyordu, ama biraz buruktu. Ya emlakçıda çalışmak zorunda kalsaydı? Neyse ki 2010 yılı güzel bitti. Hocalarının arasında hoca gibi durdu. Güvenli ve mutlu...
Hocalarının da ona doktora cüppesini giydirmekten mutlu olduklarına eminim.

Artık akademik kadrosunu da aldığına göre, bu karikatür hoş bir anı olarak kalabilir.

13 Ocak 2011 Perşembe

SİLAH NE İŞE YARAR?

Yıllar önce bir gazetede kendini “doğa aşığı” olarak tanımlayan 12-14 yaşlarında bir çocuğun söylediklerini okumuştum. Avcıların gelişigüzel avlanmasından yakınıyor ve ileride kendisi için avlayacak hayvan kalmayacağını söylüyordu. Okuduklarımın hepsini aklımda tutmaya çalışmam, fakat bu sözlerdeki derin çelişkiyi yıllarca unutmadım. Doğa sever çocuk, kendisine öldürecek hayvan kalsın diye başkaları öldürmesin istiyor! Av dediğiniz şey sonuçta (avcılar ne kadar inkar ederlerse etsinler) hayvanları zevk için öldürmek! Buna spor adını verenler de var. Dağ-tepe yürümek spor olabilir ama kendi halinde dolanan hayvanları ateş edip öldürmenin neresi spor sayılabilir? Hele kocaman geyikleri öldürmek neden usta avcılık sayılsın? Kendilerini nişancı sayıyorlarsa 50 metreden fareleri vursunlar da görelim. Doğanın kendi dengesini bozan tek canlı insanoğlu değil mi? Neden bir de spor yapıyoruz diye bir yalanın arkasına sığınıyorlar?

Burada esas amacım avcıları kınamak değil aslında. İnsanlarımızın giderek artan şekilde silahlanmasını kınamak istiyorum. Buradaki bahanenin adı da “korunmak”. İnsanlar korunmak için silah ediniyorlar. Kanunlar silahlanmayı kolaylaştıracak şekilde düzenleniyor. Gündemde olan yeni tasarı kanunlaşırsa, bir silahın bile gerekliliğini tartışmak gerekirken, insanlar 5 silah sahibi olabilecek. Hem de 18 yaşından itibaren! Bu korunma değil, olsa olsa bir savaş hazırlığı olabilir! Vaktiyle başbakanın milletvekillerine kitap yerine tabanca hediye ettiği bir devir de yaşadık. Nedense kitaplar hediyeden sayılmıyor ülkemizde. Terörle mücadele adı altında koruculuk düzeni icat edip insanları silahlandırdık, üzerine para da verdik ama terör bitmedi. Husumet davalarında hayatlarını kaybeden herkesin elinde veya belinde bir silah bulduk, gene vazgeçmedik. Çocuklarımız düğün şenliklerinde hayatlarını kaybettiler, havaya kurşun atmaya devam ettik. Havaya ateş etme ilkelliğini gelenek saydık. At avrat silah diye türküler yaktık. Bunu da erkeklik sandık.

Silah insanı korur mu? Oyun yazarı Anton Çehov “sahnede bir silah varsa mutlaka patlamalıdır” der. Biz de içinde silah bulunan senaryolar yazalım ve silahın sizi koruyup koruyamayacağına bakalım:
  • Soğuk, yağışlı, gözün gözü görmediği bir gecede kapınız çalınıyor. Kim o sorunuz cevapsız kalıyor. Birden korkuya kapılıyorsunuz. Evde (Allaha şükür!) daha önce böyle zamanlar için tedarik ettiğiniz bir tabanca var. Elinize alıyor ve kapıyı açıyorsunuz. Karşınızda tabancasını size doğrultmuş birisi var. Önce kim ateş eder?
  • Diğer bir senaryo; gece yatağınızda uyuyorsunuz. Başucunuzdaki komodinde bir tabanca duruyor. Gecenin ilerlemiş saatinde evin içinde birisinin dolaştığını fark ediyorsunuz. Size doğru yaklaşıyor. Elinde bir tabanca var. Bıçak da olabilir. Karanlıkta iyi fark edemiyorsunuz. Hemen komodindeki silaha doğru bir hamle yapıyorsunuz. Hırsız da sizin bu hamlenizi fark ediyor. Kaçabilir, fakat gözünü karartmış bir kere, daha eve girerken karar vermiş: direnirse canına okurum diye…
  • Bir diğer senaryo (bir gazetecinin (HP) gerçek hikayesi); ölüm tehdidi alıyorsunuz. Müracaat ediyor ve ruhsatlı bir tabanca temin ediyorsunuz. Belinize takınca kendinizi daha bir güvende hissediyorsunuz. Aradan zaman geçiyor. İşyerinize giderken tam karşıdan size doğru deli gibi koşan birisini görüyorsunuz. İşte bu o katil olabilir diyorsunuz, eliniz belinize gidiyor. Fakat o da ne? Silah yerinde yok. Olsa çıkartıp adama ateş edeceksiniz, fakat silah yok! Derken adam koşa koşa gelip yanınızdan geçip gidiyor. Meğerse ilgisiz bir adammış! Ya silah yanınızda olsaydı?
Bu senaryoları daha da çoğaltabilirsiniz. Hepsinin tek bir sonucu var: silah sizi (bizi) korumaz. Ancak karşınızdakini kışkırtır, tahrik eder. Hele bizimki gibi bir ülkede insan kötü niyetli olmasın! Silahı olmasa bile üzerinize yürür, dayılanır, daha saldırganlaşır. Silahı varsa ateş eder, en iyi ihtimalle havaya sıkar veya dizinize boşaltır mermileri. Siz karar verinceye kadar iş işten geçer. Kültürünüz, akl-ı seliminiz, ne ad verirseniz, sizin elinizi kolunuzu bağlar (iyi de yapar!). Tabanca sizin elinizde külçe gibi ağırlaşır, tetik kor gibi yakar. Ateş etmek kolay değildir. İnsanı sırf insan olduğu seviyorsanız, veya inancınıza göre, yaratandan ötürü seviyorsanız, içinizde biraz sevgi varsa, veya korku varsa (gene yaratandan ötürü) ateş edemezsiniz. Ettiniz diyelim. Bu sizi ancak bir katil yapar, kahraman yapmaz, savaşta bile!

7 Ocak 2011 Cuma

ADALETİN BU MU DÜNYA?

Hava kapalı. Aylardan Ocak. Daha ne bekliyorsunuz havadan? Tabii ki kapalı olacak.  Soğuk olacak. Kulaklar donacak. Ağızdan çıkanı kulak duymayacak. Soğuktan güneş bile evden çıkmayacak. Çıkanlar düşecek. Çukurlara dikkat!

Gözleri bağlı Adalet hanım sonunda önündeki çukuru göremeyerek sendeledi ve yüzü koyun kapaklandı. Olduğu yerde heykel gibi dursaydı (her zaman ki gibi) ayağı dolaşmaz ve düşmezdi. Ama "ileri demokrasimizin" çağdaş yargısı olma yolunda yürümeye kalkınca tökezledi maalesef. Zengini fakiri görüp de etki altında kalmayayım diye gözünü bağlayıp, adalet dağıtırken tarafsız olmak gibi uzak hedeflere kilitlenince önündeki çukuru göremedi zahir. Halbuki çukur yıllardır orada duruyordu. Yargıçlar da, politikacılar da, savcılar da (listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz) çukurun etrafından dolaşmayı öğrenmişler, idare ediyorlardı. Bu hınzır çukur sonunda yapacağını yaptı ve geldi, Adalet hanımın ayağına dolandı. Şimdi herkes bu çukuru kim açtı diye suçlu aramakta! Yahu bu çukur bir zamanlar küçücüktü (evladım!), ne zaman bu kadar büyüdü?

2011 yılının ilk haftasında televizyon kanallarının en fazla reyting alan dizisinin, ve yakında muhtemelen gazetelerin magazin sayfasına kadar düşecek olan konunun başlığı "Hizbullah örgüt üyelerinin özgürlük halayı". Aslında bu tam bir özgürlük olayı değil. Fakat genel kanı büyüklerimizin "aslında müebbede mahkumlar" demesine rağmen, tutukluluk halleri sona eren "muhtemel" canilerin yakın bir zaman içinde sırra kadem basacakları yönünde... Diğer yandan mahkemeleri ağır aksak süren, kaçma ve saklanma olasılığı hiç bulunmayan rektörler, gazeteciler ve emekli askerlerin tutuklulukları iki yılı aşkın zamandır devam etmekte... Demek ki Adalet hanım arada bir gözbağını aralayıp, bu içeri, bu dışarı diye ayırım yapıyor! Karanlığa alışan gözler ışığı görünce kamaşıyor herhalde!!

Mediada 7/24 çıkan haberlerden duyduklarım ve de yaşadıklarımdan edindiğim izlenimler ise şöyle:

  • bir avukat (İstanbul barosu eski başkanı); dosyaları temyiz incelemesinde olan kişiler için ceza mahkemeleri yasasının 102nci maddesini uygulayıp tahliye kararı verilmesi yasaya aykırı! 
  • Avrupa insan hakları sözleşmesinin 5inci maddesi; tutuklama süresi ilk derece mahkemesince verilen karar tarihine göre hesaplanır...
  • Hüküm giymiş, davası yargıtaydaki kişiler tutuklu değil, hükümlüdür. AİHM'nin Wemhof içtihadı, hükümlülerle tutukluları kesin çizgilerle ayırmaktadır.
  • Bir hukuk profesörü (Ankara Baro başkanı) ile söyleşi; savcılar müfettişler tarafından denetlendiğinde bir davayı neden açtığı değil, neden açmadığı sorulur, diyor. Onun için savcılar yeterli delil toplamadan dava açarlar, dolayısıyla bunları toparlama işi mahkemelere kalır. Avrupa Birliği ülkelerinde açılan davaların %80'i ceza ile sonuçlanır. Bu oran Japonya'da %99, Türkiye'de ise %60 civarındadır. Tercümesi şu; Türkiye'de gereksiz yere açılan davalar mahkemelerin yükünü daha da artırmaktadır.
  • Prof. M. Feyzioğlu (Ankara Baro Başkanı); karakollarda sohbet adı altında avukat gelmeden şüphelilerin ifadesi alınıyor, mahkemede de delil olarak kabul ediliyor.
  • Hizbullah davasında yargı sürecinin uzamasında suçu sadece yargıçlara yüklemek haksızlık olur. Bu davanın ilk 5 yılı mahkemeden adli tıbba gönderilen CD'lerin çözümlerini beklemekle geçmiş. 
  • Hizbullah gibi netameli bir davada sonucun gecikmesi bir dereceye kadar yargıçların da işine gelmekte. Çünkü onlar da tehdit altındalar ve devletin onları koruyamayacağını biliyorlar. Aslında bu geciktirme ve sürekli ertelemeler bir sürü davada yargıçların "çözüm" için uyguladıkları bir yöntem! Zaman her şeyi halleder (veya siler)...
  • Davalar bir şekilde zaman aşımına uğramadan sonuçlansa bile, yargıtayın "eksik (veya delil niteliği taşımayan) delil toplama ve eksik yargılama" nedeniyle geri çevirme oranı çok kuvvetle muhtemel. Bu yetersizlik Avrupa insan hakları mahkemelerinde Türkiye aleyhine sonuçlanan davalarda da vurgulanmakta. Demek ki nicelik sorunu yanında, bence daha önemli olan bir "nitelik" sorunu da var!
  • İş kanunu ile ilgili basit bir davada, yargı süreci yerel mahkemede 2 ay gibi kısa bir sürede bitse bile (kendim yaşadığım için biliyorum), dosyanın Ankara'ya gitmesi 2,5 ay sürebiliyor. Yargıtayda dosyanın ne zaman görüleceği ise meçhul. Bir yıl, iki yıl? Demek ki yargılamanın her kademesinde sorun var ve adaleti "saray"lardan dağıtmaya çalışmak sorunu çözmüyor. O nedenle Türkiye'de kan davaları bitmiyor ve bitmeyecek. Herkes kendi suçlusunu kendisi cezalandıracak. Bunu yapamayan da şeriat özlemiyle tutuşacak. Keseceksin elini!!!!!!!!!

Karşı karşıya kaldığımız durumun çaresi; piramitin en altından en üstüne kadar yargının her kademesini (nitelik ve nicelik açısından) ele almak, dolaylı ve dolaysız olarak yargıyla ilgili (polis ve savcılardan başlayarak, adli tıp ve dosya nakilleri gibi) bütün unsurları yeniden düzenlemektir. Çöken piramitin suçunu piramitin tepesinde aramak yerine, önce taban alanını yaymak ve güçlendirmek, en uygun açıyla taşları üstüste koymaktır (bakınız; Mısır piramitleri!). Bunu yapması gerekenler de (Imhotep değil) şimdiki yasama erki olduğuna göre manitu bizi korusun!.

Bu arada ortalıktaki toz ve dumanı yatıştıracak tek şey de (bence), mahkemelerden karar çıktığı zaman, davalı suçlu bulunduğu takdirde, ceza sürecinin başlatılması. Böylece yargıtayda uzayan süreç nedeniyle bugünkü gibi salıverilmeler önlenmiş olur. Eğer sonuçta yargıtay tarafından suçsuz olduğuna karar verilirse, kayıpları (kısmen de olsa) tazmin edilebilir.. Fakat bunu kesin çözüm olarak önermediğimi vurgulamak isterim. Esas çözüm yargı sürecinin "kalite yönetimiyle" ele alınması, yargıç başına düşen dosya sayısının azaltılması ve mutlaka ama mutlaka yargı sürecinin hızlanmasındadır.

Ve tarihten bir sayfa (ibret için!):
  • Büyük özgürlük şartı (Magna Carta, İngiltere 1215); özgür kimse.. yasal şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal-mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanun dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek, hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.

1 Ocak 2011 Cumartesi

FAS



25 Aralık 2010 - 1 Ocak 2011




Bizim Fas'a Fas dememizin nedeni Osmanlılardan kalma bir alışkanlıkmış. Tunus, Cezayir ve Trablus örneklerinde olduğu gibi berberi ülkeleri vaktiyle başkentlerine göre adlandırılırmışHatta ulus devlet kavramı henüz icat olunmadığına göre, başkente kralın oturduğu yer veya kibarca yönetim merkezi demek daha doğru olacaktır. Adet böyle olunca, Fas da o zamanki kralın oturduğu Fes'in (Fas) adıyla anılmış. Doğru bir mantık. Şehir veya ülke, hepsi kralın malı olduğuna göre, başka isim aramaya ne gerek var?

Fez şehri 1912'ye kadar başkent olarak kalmış. Batı Avrupa dillerinde ise ülkenin adı tarihi başkent Marakeş'ten geliyor. Uzun süre "Marakeş Krallığı" olarak tanımlanmış. Arapçadaki Murrakush, zamanla Maruecos, Maroc ve sonuçta Morocco'ya dönüşmüş. Fas'ın arapça ismi olan "El-Magrip" ise en batıdaki yer anlamına geliyor.



Gelelim gezimize...



Fas'a Bodrum'daki devre tatilimizi RCI üzerinden değiş-tokuş yaparak bir haftalığına gittik. O nedenle bir cumartesi günü başlayıp, sonraki cumartesi bitti. İstanbul'a döndüğümüzde aradan 1 yıl geçmişti (!).

KAZABLANKA



Gezimiz mecburen Kazablanka'dan başladı. Şehirde pek zaman harcama niyetinde değildim. Şöyle bir dolaşıp fikir edinelim, Rick'in barında demlenip Marakeş'e geçelim istiyordum. O nedenle Kazablanka'da fazla bir şey görmedik. Zaten olmayan şeyleri görmek de mümkün değildi. Şehrin sıradanlığı ve olumsuzlukları, yazıma da tersinden, görmediklerimle başlamama yol açtı:

Görmediklerim; cami etrafında satıcılar, dilenciler, trafik işareti, yön levhası ve Beşinci Muhammet meydanı...

Gördüklerim; Şehir kısmında beton yığını, Medine'de sıradan, bakımsız evler, kıyıda köşede asırlık kauçuk ağaçları, sahil boyunda 2. Hassan Camisi, Rick'in barı, Sam'in piyanosu, korniş, yani kordon boyu, çekirdek çıtlatıcılar, okyanus ve uzun bir kumsal......

Duymadıklarım; Yavaş yavaş Hasan Şaş ve bahşiş bahşiş sesleri, düzgün bir ezan sesi...



Unutamadığım; Marakeş'teki otelimize ilk gittiğimiz gün, karnımız açtır diye, aslında temizlikçi olan kadının bizim için pişirdiği Tajin, erikli etli muhteşem yemek.... 


Bu iyi bir özet oldu. Şimdi özeti hafifçe açayım.

Kazablanka hava alanına saat 13:30 sıralarında indik. bavullarımızı alıp gümrük kapısından çıktıktan kısa bir süre sonra elinde GUNAY yazan kağıtla bizi arayan şoförümüzü bulduk. İlk hedefimiz Kazablanka! Akşama kadar vaktimiz var. Niyetimiz şöyle bir dolanmak ve hava kararınca Marakeş'e doğru yola çıkmak...



Nedense bu şehrin kendisindense ismi daha cazip! Her halde bizim yaşımızdakilerden çoğunun ezbere bildiği film adlarından birisidir "Kazablanka". Biraz zorlarsanız artistlerini bile hatırlayabilirsiniz. Afrika'da olduğunu bilmeyebilirsiniz (zaten film de orada çekilmemiş!), fakat eminim ki Kazablanka'yı (oraya gitmiş kadar) bilirsiniz. En azından Rick'in barını, Sam'in piyanosunu ve Kazablanka hava alanını... 


Şoförümüz bizi meydan olduğunu söylediği bir yerde indirdi. Meydanı aramamızın sebebi elimizdeki haritada (Lonely Planet) gösterilen yürüyüş turunun buradan başlıyor olmasıydı. Dört ayrı kişiye sorduk, meydanı bulamadık. Sağa dediler, sola dediler, ne dedilerse yaptık, fakat bulamadık. Fakat sorun sadece bizde değildi. Şehirde tek bir yön levhası, trafik işareti, hiç bir şey yoktu. Şoförümüz bile dönüşte Marakeş'e giden yolu bulabilmek için arandı, durdu. Beşinci Muhammet meydanını sorduklarımızın her birisi bizi farklı tarafa yönlendirdi. Sonunda kader önümüze medineyi çıkardı, kapıdan girdik ve rahatladık. Artık alıştığımız bir yerdeydik.



Medine dediğim, evleri ve çarşısıyla arap ülkelerindeki eski şehir merkezleri oluyor. Bir benzerini son olarak Tunus'ta görmüştük. Fakat oradaki daha zengin, daha kalabalık ve gürültülüydü. Gürültünün çoğunu da çığırtkanlar yapıyordu. Türk olduğunuzu anlayınca "Yavaş yavaş Hasan Şaş" nakaratıyla sempati yaratıyorlar ve bir şeyler satmadan gitmiyorlardı. Kazara bir şey sorar veya fotoğraf çekerseniz de bahşiş vermek zorundasınız. Kazablanka'da bunların hiçbirisini yaşamadık. Önce yadırgadık, bizi sevmediler diye tasalandık, sonra rahatladık. Doğu - batı farkı dedik, peşimize kimse takılmadan, satıcılarla taciz edilmeden rahat rahat dolaştık. Medinede gördüğümüz en enteresan şeyi medinenin çıkışında gördük. Bu, kafasında kocaman ve rengarenk koni şeklinde şapkası, kırmızı cüppesi ile su satan bir sakaydı. Suyu koyun postundan tulumun içinde, sırtında taşıyordu. Uzun tüyler muhtemelen suyun ısınmamasını sağlıyor, tulumu sıkınca ağzındaki musluktan su geliyordu. Bu sakalardan daha sonra Marakeş'te de gördük. 


Medine'den çıkınca sahilde dünyanın en büyük üçüncü camisini görmeye gittik. İkinci Hassan camisi, tam okyanus kıyısında, sonradan doldurulmuş geniş bir araziye bir Fransız mimar tarafından yapılmış. Minarenin yüksekliği tam 210 m. Aynı anda 25000 kişi namaz kılabiliyormuş! Çevresi tamamen boş, neredeyse 200x200m kadar bir alanda tek bir cami ve külliyesi... Bu alanda tek bir satıcı, dilenci, halk dışında rahatsız edici hiçbir şey yoktu. Bir tarafı okyanusa bakan cami bu haliyle muhteşem gözüküyordu. Şansımıza tam güneş batarken oradaydık ve çevredeki her şey caminin mistik havasını tamamlıyordu. Ve birden sihir bozuldu! Minarelerdeki hoparlörlerden dünyanın en kötü okunan ezan sesi yükseldi. Tek düze, notasız, düz bir boruya üflenen kelimeler gibiydi (günaha gireceğim!). Bu kötü etkiden uzaklaşabilmek için (!) camiden çıkıp bara gittik (tövbe estağfurullah)!. 


Rick'in barı, kordon boyunun başlangıç kısımlarında bir yerdeydi. Kolay bulduk, çabuk kaybettik, yani giremedik. Bugün bizde mi bir şanssızlık var anlamadım. Kafe saat 18:30'da açılacakmış. Saat henüz beş buçuktu ve kapı önündeki telefondan arayıp ısrar etmemize rağmen kapıyı açmadılar. Bir bakıma iyi oldu. Bu sayede kornişte (kordon boyu) bir yürüyüş yapma fırsatı bulduk. Camiyi gezerken güneş batmış ve biz buralara gelinceye kadar ortalık kararmıştı. Buna rağmen halk ortalıktaydı ve tüm kordon boylarının klasik "piyasa" yürüyüşü burada da revaçtaydı! Yolun bir yanında varlıklı ailelerin evleri, diğer yanında yine varlıklı aileler için lüks lokantalar, havuzlu kulüpler, arada bir yerde eşantiyon olarak halk plajı ve halk kafeleri...
   
Tekrar Rick'in Barına döndük. İlk müşterileri olarak güzel bir masa seçtik, oturduk. Güzelliği piyanoya yakın olmasından geliyor. Hani Sam'in piyanosu olan piyano. Diğer yandaki kemerlerin arkasında bar kısmı var. Burası hoş bir mimarisi olan iki katlı bir yer. Orta kısmın, yani avlunun üstü tavana kadar açık. Kenardaki kemerlerin üzerinde, ikinci katın verandası çepeçevre dönüyor. Oradaki masalara oturup aşağıya kuş bakışı bakmak da keyifli olabilir. Üst katta bir bilardo masası var. Ayrıca duvarda bir televizyon, televizyonda Kazablanka filmi... Bitiyor, yeniden başlıyor. Demek ki bu barda her şeyin tekrar yapılanı makbul. Tekrar çal Sam, tekrar şapkanı tak Bogart, tekrar gel Ingrid, tekrar iç Jale, tekrar iç İlhan ve Hazal gibi...


Aslında filmin tamamı Kaliforniya'da çekilmiş. Çoğu Burbank'te, uçaklı sahneler Van Nuys hava limanında... Rikin barı, binlerce kilometre uzakta, halen bu filmin meyvelerini yiyor. Bir çeşit fırsatçılık! Benim için fark etmez. Sonuçta orası stüdyo, burası gerçek ve stüdyo artık yok! Şu anda benim için tek gerçek Kazablanka ve Rikin barı... Barda içkimi içip müziğin başlamasını bekliyorum. Birazdan Sam gelir ve tekrar çalar... Meraklısına bir not daha; Filmin senaryosuna temel olan "Everybody comes to Rick's" oyununda bazı diyaloglar da filmdekinden farklıymış. Örneğin Sam "As time goes by" parçasını çalarken, Rick (maalesef) "Tekrar çal Sam" demiyor. Orijinal oyunda "What the fuck are you playing?" diyor...



Marakeş'e vardığımızda pazar gününün ilk saatleriydi...


Marakeş'te oldukça merkezi bir yerde, 4 katlı bir otelin üçüncü katında, iki oda bir salon, bir de açık mutfak, suit bir dairede kalacağız. Residence Amina! Otelin üst katındaki terasta masalar var. Buradan çatılar da olsa şehrin  bir kısmı,  Djemaa el-Fna çevresindeki camilerden birisinin minaresi ve karşıda Atlas Dağları görülebiliyor.

MARAKEŞ

"Marakeş bir kent değil, kırmızı bir orospu gibi, takdiri ilahi tarafından, karla kaplı mağrur tepeleri uzaktan kıvılcım gibi çakan Atlas'ın eteklerine fırlatılmış, otonom bir gezegendir (Gezginin Oteli, C. Nooteboom)"

Marakeş, Fas'ın ilk başkenti. Atlas dağlarının eteklerinde, "kırmızı şehir" namlı, aslında kırmızıdan çok somon renginde, güzel bir şehir. Orijinal adı Berberi dilinde mur (n) akush, ve "Tanrının Ülkesi" anlamına geliyor!

Hissettiğim; burada yaşayabilirim!

Avlulu, her tarafı taş oymalar ve çinilerle bezenmiş bir ev alırım, tajin yerim, "jellaba" giyerim, işe atlı arabayla giderim, golf oynarım, fransızca konuşurum, eşeğe yan oturup çarşı pazar gezerim. ikide bir nane çayı içer (bardağa yüksekten dökerim), berberi pazarında traş olurum. Akşamüstü "Epices" kafesine takılır, hava kararınca fenaların toplandığı yere giderim. Yılan duası yaptırır (Kenya'daki büyücünün duası pek tutmamıştı, bu tutar mı acaba?), tabağı 10 dirheme berboush yer, şifalı otlar alırım. Yoksa Yves Saint Laurent'in evine mi taşınsam? Neyse biraz fazla uçtum herhalde... 


Yves Saint Laurent'in evi şehirdeki en gözde yerlerin başında geliyor. Marakeş'e gelen turistler burayı tavaf etmeden geçmiyor. Evin etrafındaki bahçe, Jardin Majorelle en az YSL kadar ünlü. Bu muhteşem bahçe 1924 yılında Faslı bir botanikçi tarafından kurulmuş. İçinde 300ü aşkın bitki var. YSL, bahçeyi ve içindeki mavi evi bir manzara ressamı olan eski sahibi Jacque Majorelle'den 1964 yılında satın alarak partneriyle birlikte yerleşmiş. Bahçeyi kendine saklamayıp daima halka açık tutmuş. 2008 yılında ölünce külleri bahçenin her tarafına serpilmiş. Limon sarısı boyanmış pencereleri, kobalt mavisi duvarları, kırmızı balıkların yüzdüğü havuzları, "sienne" kırmızısı yürüme yolları ile harikulade bir renk uyumu içinde, muhteşem bir bahçe! "Fuscia" ve portakal ağaçları, rengarenk begonviller, her çeşit kaktüsler... Bir köşede YSL anısına son derece sade bir dikit! Velhasıl, bir hayal bahçesi... Bina müze olarak kullanılıyor. İçerde fotoğraf çekme izni verilmediği için sadece anlatmakla yetineceğim. Keşke çekebilseydim. Hele son girdiğimiz odayı anlatmak epeyce zor olacak.


YSL bir söyleşide, renkleri Fas'ta tanıdığını söylemiş. Doğrudur. Odalardan ikisinde Fas esintisi taşıyan rengarenk giysiler, normal insan boyutlarındaki mankenler üzerinde sergileniyor. Aralarında dolaşarak geziyorsunuz. Derinden gelen müzik sesi ve adım başı koruma görevlileri sizi izliyor... Bir köşedeki ekranda evin içinde yapılan defilenin mankenleri dolaşıyor... Derken başka bir odaya geçiliyor. İşte burası başka bir hayal alemi! birden kendinizi loş bir odada, etrafınızı 360 derece saran yıldızların ortasında buluyorsunuz. Sanki evrenin ortasında sadece siz ve de etrafınızdaki cansız mankenler var... dört bir yandaki aynalar korkunç bir derinlik hissi veriyor... Ne yazık ki buradan da çıkmak zorundasınız... Bu atmosferi biraz daha korumak isteğiyle hemen yan tarafındaki kafeye girip oturmaktan başka çareniz yok! Ancak bir Majorelle keki ve kahve sizi kendinize getirebilir!

Djemaa el-Fna



Marakeş'te uğramadan veya anlatmadan geçilmeyecek diğer bir yer de "Fenaların Toplanma Yeri" (Djemaa el-Fna, Jâmiʻ al-fanâʼ veya Jemaa el-Fnaa). İspanyolların egemenliği altındaki dönemde burası idam cezalarının filan infaz edildiği meydan olarak kullanılırmış. Adını da oradan almış. Bizim rehberin yaptığı tanım bu şekilde. Başka bir rivayete göre de burası "Kıyamet Meydanı". Ben bu isme pek itibar etmedim. Tercümelerdeki farkı yaratan "Fanâʼ Fna veya "finâ'" olarak söylenen ikinci kelime. Bu kelime ölüm veya avlu, bir binanın, caminin önündeki alan gibi anlamları içeriyor. Bu da kıyamet meydanı olarak yorumlanıyor. Artık hangisinden alırsanız! Bu meydanda her zaman bir cami varmış. Almovaridler zamanında da varmış, şimdi de var. Bana göre meydanın bir ucundan kıyamete bağlanması doğru değil. Fna, fnaa, fina veya fana, olsa olsa bizdeki fani veya fena olabilir. Sonuç olarak bizim Faslı rehberin yaptığı tanım doğru değilse, doğrusu "Fanilerin Toplandığı Yer" olabilir.



Meydan yaklaşık bin yıldır fenaların değil, fanilerin toplanma yeri. İleride ne olur bilinmez. Memleketin her tarafından gelen insanlar burada hünerlerini gösterip para kazanıyorlar. Maymuncular, fare satıcıları, yılan oynatıcılar, çeşitli etnik müzik grupları, topla devrilen kukalar, falcılar, ilaç satıcıları artık aklınıza ne gelirse, veya ne gelmezse! Bu özelliğiyle sosyal olay olarak Unesco'nun kültürel miras listesine giren tek yer olmuş. Gün boyu her türlü şovun sergilendiği meydan akşamüstü açık hava lokantasına dönüşüyor. Gündüz veya gece fotoğraf çekmek istiyorsanız yanınızda bolca dirhem bulundurmanız gerekiyor. Bir de korkuyorsanız yılancılara fazla yaklaşmamanız! Yılancılar ortalıkta şaşkın şaşkın dolaşan bizim gibi safları bekliyor. Önce küçük yılanları boyunlarına sararak onları donduruyor (!) ve bahşiş almadan yılanı geri almıyorlar. Önceden böyle bir uyarı almadığımız için bu tuzağa düştük. Biz yani ben, boynuma aniden dolanan bir yılanla irkildim. Kendimin de anlamadığım şekilde, hemen toparlandım. Her nedense bu soğuk sürüngenler beni pek etkilemedi. Hatta eğlendim diyebilirim. Bunun üzerine yılancı kocaman bir tanesini daha boynuma doladı. Bahşiş de hoşuna gitmiş olacak ki, yılanın tekinin kafasını ve ağzını alnıma boynuma sürerek bir takım dualar okudu, sonunda da "get well" deyip beni azat etti... 

Yılancılardan kurtulunca meydana açılan yollardan birine daldık. Niyetimiz buradan uzaklaşıp ufak ufak otelimize yaklaşmak. Fakat ne mümkün? Dönüp dolaşıp tekrar aynı yere, meydana geldik! Bu arada meraklısına iki not: Doğal yün boyama havuzlarıyla rengarenk boyacılar çarşısı (Dyer's Souq, Souq Sebbaghine) cuma günleri kapalı oluyormuş! İkincisi Ali Ben Youssef mescitine girmek isterseniz en azından besmele çekmeyi bilmeniz gerekiyor. Yanına bir de tebarike koyarsanız giriş biletiniz kesiliyor (!). Kapıdaki görevliyi başka türlü atlatmak mümkün değil! 



Bu labirentin içinde dolaşmaktan yorulunca biraz dinlenmek için meydanın tamamını gören bir kafeye çıktık. Girişte uzun bir kuyruk vardı ve insanlar daha turnikeden geçerken paralarını ödeyip içkilerini alıyorlar ve ondan sonra içeri girebiliyorlardı. Adamlar manzarayı satıyorlar kısacası...


ATLAS DAĞLARI ve OURIKA VADİSİ


İnternetten planladığımız ilk gezimizi Ourika vadisine yaptık. Neden Ourika? Berberileri yaşadıkları yerde görmek için... Bir berberi evinde kahvaltı etmek, turistik olmayan gerçek bir berberi pazarını gezmek, Ourika vadisini sulayan dere boyunca Atlas Dağlarına doğru gidip Setti Fatma'yı görmek için... Setti Fatma, Atlas dağlarında, ortasından bir dere akan kanyon içinde ufak bir köy. Derenin sağında solunda yemek masaları, badem ve vişne ağaçlarıyla bezenmiş dar bir vadiden çıkılan 7 şelaleli yürüme rotasıyla güzel bir yerleşim yeriydi. Ayrıca kısa bir gezi olacaktı. Bir saatlik yol ve akşam beşte dönüş.



Berberi pazarı gerçekten iyi bir seçim oldu. Setti Fatma ne kadar turistik ise, burası da o kadar doğal bir yaşam alanıydı. Pazarda bana en enteresan gelenler,dizi dizi berberler ve bir köşede hastasını tedavi etmeye çalışan şifacıydı. Adamı önüne oturtmuş, başına bir ot demetiyle pıt pıt vurup dua okuyordu (adamın iyileşip iyileşmediğini öğrenemedik). En kötüsü de pazar içinde bir yerde içtiğimiz nane çayıydı. Zaten daha baştan yanlış bir seçimdi bizimki. Bir de bardakların nasıl yıkandığını (çalkalandığını demek daha iyi) görünce çayları bitirmeden kaçtık... Dağlardan inen berberiler burada mallarını satıyor, ihtiyaçlarını karşılıyor, yemek yiyip traş oluyor ve eşeklerine binip geri dönüyorlarmış. Nalbantlar da o nedenle pazar yerinin vazgeçilmezleri arasında...


ATLAS DAĞLARI ve AIT BENHADDOU 




İkinci gezi rotamız yine Atlas Dağlarına doğruydu. Yalnız biraz daha uzun ve meşakkatli bir yolculuk bizi bekliyordu. Toplam 176km ve 5 saat! 2260 metrelik Tichka tepesine tırmanış, aynı keskin virajlarla iniş, daha ilk hedefimize varmadan Jale'yi perişan etti. İyi ki bu geziyi ikinci güne ayarlamışım. Dağın zirvesi karlarla kaplıydı ve korkunç bir ayaz vardı. Tepeye yakın bir yerde içtiğimiz kahve ise tattığım en lezzetli kahvelerden birisiydi. 

İlk hedefimiz Ait Benhaddou kasabasına öğleye doğru ulaşabildik. Burası Unesco kültürel miras listesinde bulunan muhteşem bir yer. Artık yeşilin kaybolup, toprağın taşa ve çöle dönüştüğü bir yerde kurulmuş. Kendi halinde akan sığ bir nehirden başlayarak yükselen, tüm çevreye hakim bir tepenin üstünde asırlardır tüm görkemiyle duruyor. Çamurdan gözetleme kuleleri ve evler adeta altındaki toprak ile bütünleşmiş. Evlerin toprak renginin akşam güneşinde gül kurusuna dönmesi ise çok etkileyici...
Nehre birer metre aralıkla atılmış taşların üstüne basarak karşıya geçtik ve şehri gezdik. Elimizden tutarak bizi suya düşmekten kurtaran (!) 6-7 yaşlarındaki veletler bahşişi alır almaz kayboldular.  

On birinci yüzyıl yerleşkesi olan kasaba, bir sürü filmde mekan olarak kullanılmış. Gladyatör, Lawrence, Nazareth'li İsa, Çölde Çay bunların en tanınmışları. Dolayısıyla yerel rehberlerin hemen hepsi baş rol oyuncusu kıvamında. 5 yaşında şu filmde oynadım, 4 yaşında arenada gözüktüm diye hava atıyorlar. Halen Benhaddou kalıntılarında yaşayan on kadar aile varmış. İnsanların çoğu nehrin karşısındaki yeni kasabayı tercih etmiş. Toprak duvarların arasındaki dar labirentlerde resim atölyeleri ve hediyelik eşya satan yerler var. Sanatçılar sokaklarda hünerlerini gösteriyor. Bir kısım evlerde eski yaşam tarzını gösteren kap kaçak, mutfak eşyaları, oturma grupları sergileniyor. Hemen her evin penceresi uçsuz bucaksız boşluğa, çöle bakıyor. 


QUARZAZATE, ÇÖLÜN KAPISI

Benhaddou kasabasından 30 km kadar sonra Quarzazate kasabasına vardık. Görmeyi planladığım film stüdyolarını, bir sarayı ve diğer enteresan kasabaları zorlu yol koşulları dolayısıyla atlamak zorunda kaldık. Quarzazate ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Burası Fransız lejyonunun çölden önce kurduğu son garnizon. Adı da "çölün kapısı" anlamına geliyor. Fakat ortada çöl filan görünmüyor. Eh, ne de olsa burası çölün kapısıymış. Çöl demiyorlar ya! Çöl için 200 km daha gitmek lazım demeleri üzerine geri döndük. Şaka bir yana burası çöle uzanan yolda, güzel bir vadinin başına kurulmuş. Vadi 200 km boyunca enteresan yerleşkeler, yürüme parkurları vs ile dolu. Biz dönerken, tam teçhizat hazırlanmış bir grup motosikletli yola çıkmaya hazırlanıyordu. Artık bir daha ki sefere!


ATLAS OKYANUSU ve ESSAOUIRA


Bir gün Marakeş'te dinlendikten sonra Üçüncü gezimizi Atlas Okyanusuna doğru yaptık. Yolda, bir "Argane" yağı imalathanesinde mola verdik. Argane sadece buralarda ve Meksika'da yetişen bir bitkiymiş. Ağacı ve çekirdekleri zeytine benziyor. Çekirdekleri taş preslerle ezip yağını çıkartıyorlar, kozmetik endüstrisinde kullanıyorlarmış. 170 km.lik rahat bir yolculuktan sonra (2,5 saat) Okyanus kıyısına geldik.


Essaouira (okunuşu essaveera), etrafını çevreleyen surları, tamamı maviye boyalı teknelerle dolu balıkçı limanı, inleyen ve çığlık çığlığa uçan martıları ve hiç bitmeyen rüzgarıyla egzotik bir kent, tam bir fotoğraf cenneti.


Burayı görünce Marakeş'e yerleşmekten vazgeçtim.




Şehri yedinci yüzyılda Fenikeliler kurmuş. Bunu 16. yüzyıla kadar Portekiz hakimiyeti izlemiş. Kaleyi İnşa etmiş ve adını Mogador olarak değiştirmişler. 1540larda güç araplara doğru el değiştirmiş. Sur dışındaki yeni yerleşke Fransız Britanyasındaki Saint-Malo kasabasına benziyormuş. Çünkü ikisi de aynı mimar tarafından planlanmış. 1764'te Sultan Sidi Abdullah burayı mesken tutmaya karar vermiş. Bu Fransız mimarı tutarak kum ve rüzgarın ortasına yeni şehri inşa ettirmiş, adını da "iyi planlanmış" anlamına gelen " Essaouira" koymuş. Essaweera kentinin birkaç özelliği ilgi çekici. Bir zamanlar çok değerli olan ve Romalı asillerin giysilerini süsleyen mor renk, yalnız buralarda bulunan ve "Murex" adı verilen bir kabukludan elde ediliyormuş (Tyrian purple dye). Ayrıca kent açıklarındaki 2 ada (Purple isles) üzerindeki surlar, cami ve artık kullanılmayan bir hapishane ile Eleanora Şahinlerine yataklık yapmaktaymış... Bu şahinler nisan ve ekim ayları arasında buraya gelerek ürüyor ve sonra yaşamlarının geri kalanı için güneye, Madagaskar adasına geri dönüyorlarmış...

TEKRAR MARAKEŞ, YILBAŞI veya YIL SONU...


Geri kalan zamanımızın tamamını Marakeş'te geçirdik. Dolayısıyla yılın son gününü ve ilk gününün sabahını da Marakeş'te yaşadık. Ne içtik derseniz sadece su, nane çayı ve kahve diyeceğim. Zira ne güzelim "Epices" kafesinde, ne de üzerinde "Caruso Pub" yazan lüks barda şarap veya başka bir alkollü içecek yoktu. Ne yedik derseniz, o da resimlerde gözüküyor; sümüklü böcek!

Devam edecek, yani yolculuk, Fas değil, yolculuklar...