22 Eylül 2012 Cumartesi

IMAGINE


"imagine"  

John Lennon bu şarkıyı Yoko Ono ile evlenip Beatles grubundan ayrıldıktan sonra 1971'de yazmış. Hayalleri sınırsız ya! Önce sınırları kaldırmış. Açlık ve açgözlülük de olmasın demiş. Kardeşlik demiş. Her şeyi paylaşalım demiş. Eh, o arada dinlere de gerek kalmaz demiş. Ahlak, vicdan ve hoşgörü kendiliğinden gelir, savaşlar biter diye düşünmüş. Şimdi sıra sizde. Siz de bu hayallere katılın ve Lennon'a yalnız olmadığını gösterin. Bir insanın; Kendi istemeden, kendi seçmediği halde, tamamen tesadüfen doğduğu bir yerde ve şekilde, dünya üzerinde veya evrende her hangi bir noktada, sırf o noktada doğdu ve o dili konuştu diye, herkesten daha sarı veya siyah diye, ona değil de buna inanıyor diye herkesten daha iyi veya herkesten daha kötü olmadığı, onun da diğerleri gibi yaşama hakkı olduğu bir dünyayı hayal edin veya böyle bir dünya olacağına inanın,  Tevfik Fikret'in yüz yıl önce inandığı gibi;

...
Kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım
Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim
Ancak böyle düşünenin insan olacağına inandım
Şeytan da biziz cin de, ne şeytan ne melek var
Dünya dönecek cennete insanla, inandım...

...
Tekmil insanlar kardeşi birbirinin… bir hayal bu! 
Olsun, ben o hayale de bin canla inandım.
İnsan eti yenmez; oh, dedim içimden, ne iyi 
Bir an için dedelerimi unuttum da, inandım.
Kan şiddeti besler, şiddet kanı; bu düşmanlık
Kan ateşidir, sönmeyecek kanla, inandım...


Nerede olduğunu hatırlamadığım bir yerlerde, Lennon’un bu güzelim şarkısının bin yılın şarkısı seçildiğini, bir yerde de sakıncalı bulunduğunu, marksist şarkı diye damgalandığını okumuştum. Şarkının özellikle bir cümlesi bizim için de çok sakıncalıydı. Londra Olimpiyatlarının kapanış seremonisinde, şarkının sözleri tercüme edilirken TRT, "dinler de olmasın" cümlesini es geçmişti. Gerçi yasaklar ve bazı şeylerin "Es" geçilmesi bizim alıştığımız bir şeydi. Büyüklerimiz bizden daha iyisini bilir ve yasaklar bizi her türlü sapkın fikirden korurdu. Örneğin vaktiyle Stanley Kubrick'in "2001" filmi, "bu filmdeki kara taşın tanrıyla alakası yoktur" açıklamasıyla yayına sokulmuştu. Görüyorum ki evrende yalnız değiliz. "Imagine", yani "hayal et" şarkısı 11 eylül saldırıları sonrası, özgürlükler ülkesi (!) Amerika Birleşik Devletleri'nde yasaklanan 150 şarkıdan biri oldu. Sebep yine dinle ilgili satırıydı. Malum, kutsala dokunan yanar! Unuttukları; İnsan ve kitaplardan farklı olarak, şarkıların yakılamamasıydı. 2006 yılında da diğer bir özgürlük ülkesi İngiltere'de bir Anglikan kilisesinin yöneticileri, kamuya açık yerlerde söylenmesinin uygun olmadığını ileri sürerek, yıl sonu eğlencelerinde ilkokul öğrencilerinin şarkıyı söylemelerine engel olmuşlardı. Umarım ki bu, çocukların öyle bir dünyayı hayal etmelerine engel olmamıştır.

İki ülke için de demokrat değil de "özgürlük" vurgusu yapmamın nedeni, demokrasiyle özgürlükleri aynı kefeye koymamam ve iki ülkenin de özgürlük klişesiyle anılmaktan pek mutlu olmasıdır. O sıralar insanlar bu yasakların üzerinde pek durmadı. İnsanların din sarmalında kafalarının karıştığı günlerdi. Dinler vardı ve öbür din bizim dini öldürüyordu. Şimdi de bizim din öbür dini öldürmeliydi.

Derken 2012 yılı Ocak ayının 7nci gününde Times meydanında yapılan yılbaşı kutlamalarında Cee Lo Green isimli bir şarkıcı "Imagine" şarkısını ufak (!) bir değişiklik yaparak okudu, bütün dinleri şarkıya soktu: and all religion are true... Meydanı dolduran her yaştan insan şarkıcıyı alkışladı. Ne de olsa şarkıyı seviyorlardı. Bu sevgi uğruna o kadar iyi "şey" yapan adamın bir hatasını yıllarca sineye çekmişlerdi. Veya John Lennon'dan dinlerken onlara pek romantik gelmişti. Ama dinsiz de olur muydu?  Cennet yoksa ölünce nereye gidecektik? Ve sonunda şarkıdaki ve az kalsın, hayatlarında olabilecek tek hatayı da Green düzeltmişti. 

Buraya kadar ki onların hayatıydı. Dinlerine kavuştular ve olay bitti. Bizim için sorun daha büyük. Bizim sorunumuzun çözümü için birilerinin çıkıp, şarkının tamamını değiştirmesi lazım. Etrafıma bakıyorum, tahammülsüzlük, şiddet almış başını gidiyor. Tam da Fikret’in dediği yerdeyiz; kan şiddeti, şiddet kanı besliyor. Haberlerin eteklerinden kan damlıyor. Bir yanda giderek artan muhafazakarlık, bir yanda hamaset milliyetçiliği ve her yanda kan… Lennon’un korktuğu başımıza geldi. Olmasın dediği şeylerin kölesi olduk. Uğruna öldük ve öldürdük. En önemlisi barışı öldürdük. Melodisi güzeldi, ama sözlerini anlamadık. Şarkının sadece bir satırı bile hayal kurmaya değerdi, başaramadık! 



Cennetin olmadığını hayal et
Üstümüzdeyse sadece gökyüzü var
Hayal et bütün insanların
bu gün için yaşadığını...
Hiç ülke olmadığını hayal et
Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok
Ve din de yok
Hayal et bütün insanların
hayatı barış içinde yaşadığını
Hırsa ve açgözlülüğe gerek yok
İnsanların kardeşliğini
Hayat et bütün insanların
Tüm dünyayı paylaştığını
Benim bir hayalci olduğumu söyleyebilirsin
ama tek ben değilim
Umarım bir gün sen de bize katılırsın
Ve dünya yekvücut olarak yaşar


18 Eylül 2012 Salı

KALIPLAR, KLİŞELER ve MUTLU SON



“Külkedisi saraya gitmiş ve prens ile kucaklaşmış! İkisi sonsuza kadar mutlu yaşamışlar…”

İşte size mutlu son! Bu cümle “Külkedisi” isimli masal kitabından alıntıdır. Kişiler ve olaylar gerçek olmayıp, tamamen hayal ürünüdür. Masalın bu alıntıyı yaptığım versiyonunda kucaklaştıktan sonra neler olduğu yazmıyor. Tercüme eden kişi muhtemelen çocuklar için bu kadarının yeterli olduğunu düşünmüş. Kucaklaşsınlar yeter. Çocukların hemen hepsinin “Evlenmişler mi? Evlenmişler mi? Diye sorduklarına eminim. Özellikle kız çocukları kitabı göğüslerine bastıracaklar ve mutlu sonu hayal edecekler. Çünkü bütün kız çocukları için mutlu son eşittir evliliktir. Hayır çocuklarım, kucaklaşma olmuş, ayıptır söylemesi, biraz daha fazlası da olmuş ama evlilik olmamış. Oğlan tarafı yan çizmiş. Külkedisi prensin metresi olmuş. Belki evlenir diye hamile kalmış. Kumistan Krallığının varisi prenses Kumkedisi ile evlenme hazırlığı yapan prens buna çok bozulmuş. Nayır, nolamaz deyip külkedisini ormana götürmüş. Bu bir çocuk masalı olduğu için bundan sonrasını çok açık yazamıyorum. Çünkü hiçbir masalda bıçak, kasatura, döner bıçağı, altıpatlar gibi şeyler olmaz, insanlar hele de kadınlar uluorta öldürülmez. Ölmüş gibi yapanları da ya bir kurbağa, ya da yakışıklı prens öper ve sonsuza kadar mutlu yaşarlar...

KALIPLAR, BASMAKALIPLAR

Sonsuza kadar mutlu yaşamak, masalların vazgeçilmez klişesidir. Hiçbir masalda külkedisinin sonsuza dek bulaşık yıkayacağı yazmaz. Mutlu son bir klişedir. Evlenmek her zaman mutlu sondur. Klişeler sorgulanmaz. Klişelerle konuşmak kolaydır. Anlamak da kolaydır. Neyin sonu diye sormak gereksizdir. Mutlu son sonrasızdır.

Sadece bu konuda değil, farkında olarak veya olmayarak, ki bu ikisi arasında pek fark yok, yaşamın her anı için kullanılan hazır klişeler var. Sağda solda, gazetelerde, haberlerde, her konuşma ortamında kalıplaşmış ezberler veya ezberlenmiş kalıplar, klişeler uçuşmakta. Basmakalıp sözler benim kafamı fazlaca meşgul ederken, bazılarını düşünme, yorumlama gibi kafa yorucu işlerden kurtarıyor. Her sorunun belli ezberlerle açıklanması sinirimi bozuyor.

Bunların bir kısmı son derece masum ifadeler. Neden öyle söylediğimizi bilmeden, aslında olduklarından çok farklı anlamlar yükleyerek kullandığımız kelimeler… Örneğin dünya evine girilmesi “mutlu son” oluyor. Ya da sıcak bir yaz günü Ege’nin mavi sularına dalınca “dünya varmış” diyoruz. Bir İngiliz bunları duysa ve “bu ne??” dese, tabii ki İngilizce, nasıl tercüme edilir, nasıl anlatılır bilemiyorum.

Diğer bir grup ise insanların saf ve aptal olduğu farz edilerek kullanılan klişelerdir. Bu gruptaki kalıp ve klişelerin bir asli, bir de gizli görevi vardır. Asli görevleri bizim saflığımızla ilgilidir. Bizi kimin, nasıl iğfal ettiği konusunda hiçbir fikrimiz yoktur. Diğer anlam veya anlamları ise şifrelere gizlenmiştir. Bu kısım da milleti aptal yerine koyanlarla ilgilidir. Bereket versin 7’lerin, 14 ve 19’ların şifrelerini, İbrahim suresinin ve hatta daha geriye giderek Maya takviminin şifrelerini bile darmadağın eden halkımız bu şifreleri de çatır çatır kırmaktadır…

Gazetecilerin ve de siyasilerin raflarında her ahval ve şerait için kullanılmak üzere hazır kalıplar dizilmiş, duruyor. Münferit hadise kalıbı, konu yargıya intikal etti kalıbı, bölücü kalıbı, tahrik kalıbı gibi… Devamlı bir zihinsel boşluk veya lüzumsuz yoğunluk içindeki beyinler klişelere sığınmış durumda. Ne zararı var derseniz, tabii ki elle tutulur bir zararı yok. Ve maalesef, sözün çıktığı ağız kadar, sözün girdiği kulaklar da bu kolaylıktan veya kolaycılıktan memnun. Örneğin, kürenin yuvarlak bir şey olduğunu ilkokuldan beri bilen insanımız,  küreselleşme lafı geçince soruyu tam anlamasa da "yuvarlanıp gidiyoruz işte" deyip işin içinden çıkar. “Kardeş ülke” denilince Suriye’nin kastedildiğini, “Hazırlıksız yakalandık” denince bir yeri sel bastığını, “kanı yerde kalmayacak” dendiğinde, “sözün bittiği yerde” olduğumuzu ve bir yerlerde dağın taşın “sıfır hatayla” bombalandığını hemen anlar.

Niyetim siyasi konular üzerine ahkam kesmek değil. Kırmızı hatlar hiç değil. Bahsetmek istediğim konu, gözümüze gözümüze sıkılan siyaset gazı yüzünden körleştiğimiz insan yaşamı ile ilgili. Sıradan insanların sıradan yaşamları ve sıradan ölümleriyle ilgili. Biraz daha özelleştirecek olursam; diğerlerinden daha çok üzerinde duracağım klişe kısmen evlilik, kısmen ölümle ilgili. Ne ilgisi var derseniz, beyaz kumaştan başka, ikisinin de “son” la ifade edilmesi diyebilirim. Farkları; ilkinde soyut olan “son” kavramının, ikincisinde mutlak olması. Bir de (ölçmedim ama) harcanan kumaş miktarı…

MUTLU SONA DOĞRU

Konu çocuksuz aileler gibi kolay dağılıyor. Felsefi labirentlere dalmadan esas amacımı açıklamalıyım. Mevsimsel olarak artan düğün dernek muhabbetleri dolayısıyla, yukarıda “masum” gruba soktuğum "mutlu son" lafına, dönemsel olarak artan erkek zulmü ve kadın ölümleri dolayısıyla da aynı lafın özellikle “son” kısmına takmış ve de takılmış durumdayım. Ne yazık ki "takdir-i ilahi" deyip geçemiyorum. Önce mutlu sonla başlayayım;

Çarşıdan, pardon karşıdan elektrik alınır. Önce burçlar sorulur. Kahveler içilip fincan ters çevrilir. Niyet tutulup baş üstünde iki defa çevrilir. İskambil falı açılır. Yıldızlara bakılır. Kız oğlana senin olmak istiyorum der. Oğlan kıza artık benimsim der. Oğlanın başı bağlanır. Arabanın arka camına "mutlu son" yazılır. Hayatlar birleşir, dünya evine girilir. Seninim-benimsin muhabbeti en başta veya sonda olabilir. Her bir cümle tek başına takıntı sebebi olabilir. Benim için farketmez. Ben mutlu sona takıkım. 

Takıntı dedim ya, sanal âleme daldım, düğün davetiyelerine baktım. Basım evlerinin hazırladığı davetiye örneklerini, müstakbel evlilerin günlerce düşünüp yazdıkları deyişleri, manileri araştırdım. Baktım ki her biri popart kıvamında bir sanat eseri, akla zarar deyişler, millet arayıp da yorulmasın, internette kaybolmasın diye bir kaçını aldım, aşağılara yazdım...  
Yürüyoruz mutlu bir geleceğe / Gün değil - Ay değil - Yıl değil / Bir ömür boyu beraberliğe / Tutuştuk el ele / Sesleniyoruz bekar gençlere / En mutlu şey evlilik diye / Bekliyoruz sizleri de / Düğün merasimine...

MÜNFERİT GELİŞMELER

Bekar gençlere "en mutlu şey evlilik" diye sesleniyoruz, ama daha bir kaç ay öncesine kadar "bekarlık sultanlık" değil miydi? Elini sallasa ellisi değil miydi? Sonra ne oldu da sultanlık sona erdi? İhtilal mi oldu? Balyoz mu? Yakamoz mu, yoksa ayışığı mı? Sultanlık devrilince mi mutlu son oldu? Ya da sultanlık devrilince mutlu son oldu mu? 

Diyelim ki bekarlık kötü bir şeydi. Sultanlık bize ağır gelmişti. Sultan da bizi eziyordu. Elimizdeki, avucumuzdaki her şey sultanlığa gidiyordu. Yol su elektrik olarak geri dönen bir şey de yoktu. Sultanlık yalnızlıktı, yokluktu. Uzatmaya gerek yok, balyozu indirdik, son dedik bitirdik. Bitirmekle kalmadık, bir de mahkeme kararı çıkarttık:
Gereği düşünüldü / Birbirine karşı mutluluk suçunu / İka etmiş olduklarından / Medeni Kanun'un 4721 Maddesi'ne göre / Evlilik cezasına çarptırılmışlardır. / Sizleri de aralarında görürlerse
        Suçları ömür boyu mutluluğa dönüşecektir...


Veya bekarlık iyi bir şeydi. Bekarlık dizisi yönetmeninin "rating" kaygısı yoktu. Yıllardır eveleyip geveleyip aynı senaryoyu çekiyor, millet de aynı şeyleri seyretmekten, ve de hep aynı şeyleri konuşmaktan mutlu, ne, neden, nasıl gibi sorulara hiç yer olmayan hayatlarını sürdürüyordu. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey oldu, değişmeyen hayatlarında değişen bir şey oldu, esas çocuk yaşlandı. Bekarlık olayı azıcık zamparalığa, sonra da kart zamparalığa dönmeye başladı. Bu durum izleyicilerin canını sıktı. Altın günlerinin konusu dizilerden onun bunun "bey"ine kaydı. Semiha hanım evde Mediha yellozunun kocasını konu edince, Semiha hanımın beyi Semih bey "sizin başka işiniz yok mu?" diye terslendi. Arka odaya geçip telefonundaki SMS'leri sildi. Fakat dananın kuyruğu kopmuştu bir kere; "Rating" barometresindeki alçak basıncı hisseden yönetmen sultanlığın sonunu açıkladı, esas çocuk evlendirilecek! Oğlanın başı bağlanacak, sultanlık mutlu-mesut sonlanacak.

Başı bağlanma deyiminin anlamı sözlükte "serbest, özgür olmayan, bir yere bağımlı olan" diye yazmakta, öznenin kız mı erkek mi olduğu anlaşılmamaktadır. Çünkü gerçek hayatta esas kız için “serbest, özgür, bağımsız” diye bir konu yoktur. Kısacası başı bağlanan genellikle esas oğlandır. Bekarlığında "serbest, özgür ve bağımsız" olan esas oğlan evlenince bunları kaybeder, bu da mutlu son olur! Çelişkili gibi gözükmesi sonucu değiştirmez. Düğüne katılan herkes için “evlilik” mutlu sondur. Bu sırada esas oğlan kıs kıs gülmektedir.

Yazı gene istemediğim bir yöne doğru kayıyor. Biraz fazlaca “erkek tarafı” oldu. Tehlikeli sulara girmeden açıklayayım ve tornistan yapayım. Mutluluk kısmıyla bir derdim yok. Anlaşılan sultanlık kısmı insanları mutlu etmemiş, bekarlık bir dertmiş, iyi ki de bitmiş. Evde kalınmamış, kızlar kurumamış! Ama aşağıdaki davetiye öyle demiyor. İlk iki satıra bakın:

Elveda gençlik güzel günlere 
Biz çok mutluyuz darısı sevenlere
Bir yuva kuruyoruz ilerideki günlere
Bizi sevenler gelsin düğünümüze 

Mutluluğumuzu görmeye...


Çocuğun, kız veya erkek, aklı karışmış. Hem güzel günlere elveda diyor, hem de çok mutluyuz diyor. Ne de olsa bekar gözü kör gözü! Gene konumuza dönelim. Konunun biraz "son" kısmına, biraz da “dünya evi” kısmına girelim, daha çok da son kısmına…

Kaptırdık gönlümüzü
Mutluluk seline
İşte biz de gireceğiz dünya evine
Bütün dostlar buyursun
düğün törenimize..


Bu dünya evinin nasıl bir şey olduğu belli değil. Coğrafik mekanın dünya olduğu kesin. Ev de bildiğimiz ev olmalı. Fakat ikisi bir araya gelince tehlikeli bir şey olacağından ve her an patlayacağından şüpheliyim. Tıpkı potasyum ve nitrat gibi veya nitrojen ve gliserin gibi. Halk ağzıyla söylersek güvercin boku ve mısır gevreği gibi. Buna diğer bir örnek de; hayat ve kadın kelimeleri. Bu iki kelimeye tek tek bakınca bir sorun yok. Fakat hayat kadını denilince konu değişiyor. İki masum kelimenin bir anda nasıl yoldan çıktığını anlamak mümkün değil (buradaki yol, doğru yol oluyor). Kendi halinde iki kişinin bir araya gelince beklenmedik sapıklıklar yapması gibi bir şey. Bir yandan da ötekileri düşünüyorum. Onlar hayat kadını ise ötekiler ne oluyor? Hayat kadını olmayanlar ölüm kadını mı? Böyle saçmalarken birden aklım başıma geldi. Anladım ki ben de aynı hatayı yapıyor, hayata tek pencereden bakıyordum. Sözlüğü açıp “H” harfini buldum; Hayat; duvarla çevrili avlu, dış duvarın içinde, fakat ev kapısı dışında olan alan demekti. Sokak kadını olmaktan bir kademe öncesi, sokak ile ev arasında bir kararsızlık durumu. Acaba bu kadınlara hayat kadını demek ilk önce kimin aklına geldi? Hangi kadın bir erkeğe böyle bir ilham verdi? Bu da başka bir yazının konusu olabilir. Ben gene öteki kadınlara döneyim. Bu durumda ötekiler de “ev kadını” oluyor. Yeter ki bir kere dünya evine girilsin. Peki, evden dışarı çıkmak, açık hava filan, kadını hayat kadını yapıyorsa, ev kadınlığı bir mahpusluk hali midir? 

Bütün bu klişelerin öznesi kadındır, evi ev eden avrattır. Yuvayı dişi kuşun yapması kadınlara verilen bir paye gibi gözükürse de erkeklerin kadını eve kapama numarasından başka bir şey değildir. Evlenmek daima mutlu sondur ve sonsuza kadar sürer. Kız çocukları masallardan başlayarak mutlu sona kilitlenirler.  En sevdikleri oyun evciliktir. Erkek çocukların en sevdikleri oyun “dekman”, biraz büyüyünce tüfekle balon patlatmaktır. Hedefleri “erkek” olmak ve ağlamamaktır. Çünkü “erkekler ağlamaz” klişesiyle büyürler. Sonra töreleri öğrenirler. Bunlar yazılı olmayan kanunlardır. Törenin ana fikri namustur. En önemli gül namus gülü’dür. Aile içi çapraz ve çarpık ilişkiler, afedersiniz (!) ensest filan önemli değildir. “Kol kırılır, yen içinde kalır” deyişi bu tip aile içi münferit olaylar için icad edilmiş olup, şirket ve siyaset işlerinde de kullanılır.

 
Erkek çocuk, erkeklik denen şeyin törelerle ilgisini, pipi ve silahla ilişkisini çok küçük yaşta keşfeder. Bebekle oynamak erkekliğe sığmaz. Evcilik oynamadığı için bunun mutlu sonla ilişkisini anlamaz. Mutlu son önceleri kuş vurmak, çocukken çocuk, adamken adam, pardon büyükken büyük dövmekken, sonraları gol atmak, milli olmak olur. Burada kız ve erkek çocukların yolu ayrılır. Milli olmanın takımı erkek ligindedir. Bakirelik kızlar tarafından korunması ve kanıtlanması gereken bir şeydir.  Erkekler bu konuda da rahat olup bütün mahalleyi ve atasözlerini arkalarına almışlardır. Kemiği onun eti bunundur. Vakit çok geç olmadan dizini dövmeyen kızını dövmüştür. Çünkü, bir rivayete göre babaların vurduğu yerde gül bitmektedir. Bu konuda babalar yalnız değildir. Analar, öğretmenler ve kocalar sıraya girmiştir. Orasında burasında gül bitmemiş tek tük sivri tiplerin hakkından da “mahalle” gelir. Kızların namusu mahallenin namusudur. Mahallenin görev tanımında “bir sorunun halledildiği yer” yazmaktadır ve mahalle bu göreve son derece sadıktır. Kızların “ille de okumak” istemesi “evde kalma” kotasını zorlamaktadır ve bu durum, oğlanların gözünün dışarıda olmasına sebep olan önemli bir sorundur, acilen çözülmelidir. Bu tip karışık durumlar genellikle allaha havale edilir:

Allah’a bağladık özümüzü
Peygambere verdik sözümüzü
Mevlam akeylesin yüzümüzü
Buyurun dostlar gelin

Beraber yapalım düğünümüzü...


 
MUTLU SON

Biraz hızlanıp olayı mutlu sona bağlamam lazım.

Durumu Türkiye Türkçesi ağzıyla özetlersem dünyalıların başları bağlanıp girdiği veya gireceği eve dünya evi denir.  Belediye başkanları bu evlerin kayıt işlerini yapan, bonus olarak da tapularını veren resmi emlakçılardır. Bu tapu aynı zamanda mutlu son belgesidir. Sultanlık ilga edilmiş, kızın sopu oğlanın soyuna katılmıştır. Sorun yoktur. Çünkü sonlanan her şey kız tarafıyla ilgilidir. Bu da biz erkekleri ilgilendirmeyen bir şeydir. “Son” an, gelin hanımın tapuyu elinde sallayarak gülücükler dağıttığı andır. Mutlu son illüzyonu, “ayağına bas” çığlıklarıyla zirve yapar. Hemen her zaman esas kızın esas oğlanın ayağına basmasıyla sonuçlanır. Hatta oğlan özellikle ayağını uzatır. İzleyicilerden orgazm çığlıkları yükselir. Bir kısmı sigara molası verir. Kız mutlu, kız tarafı mutlu, oğlanın babası biraz buruk mutlu, oğlanın anası kıza bunun hesabını soracağından umutludur.

MUTLU SONDAN SONRAKİ SON

Aşk ne kadar dengesizlik işiyse, evlilik de o kadar denge işidir. Fakat hemen her zaman dengesini kaybedip düşen kadın olur. Kafasını yere ilk vuruşunda ne olduğunu anlamaz. Ayağının kaydığını zanneder. İkinci vuruşunda yükselen burcunu sormadığını hatırlar. Üçüncü vuruşunda fal baktığı yıldızların aslında yıldız olmadığını, uzaydaki avare uydular olduğunu anlar. Gözünün önünde uçuşan yıldızlar bunu anlamasına yardımcı olur. Dördüncü vuruşta iskambil destesinde kupa asının eksik olduğunu fark eder. Beşinci vuruşta denge oyununda karşı tarafın hilesini yakalar. Hilenin yakalanması ağır tahrik suçuna girer. Altıncı vuruş altın vuruştur, karnında sıpa, sırtında sopa ile yorgan döşek yatmaktadır.

Halbuki her şey ne kadar güzel başlamıştı. Erkeği “Sen benim namusumsun” dediğinde onun çok önemli bi şeyi olduğunu düşünerek sevinmişti. Hatta gurur duymuştu. En sevdiği şarkıcı Cem Karaca, en sevdiği şarkı “Namus Belası” ydı. İstiklal marşını Mehmet Akif’in yazdığını ilkokulda öğrenmişti, fakat “en kötü vahşet: namus” dediğini kimse öğretmemişti. Önce “sever de döver de” dedi. Öyle öğrenmişti. Sonra…

Sonrası yok. “Son”dan bir sonraki son belli olmuştur. Esas oğlan “Bizi ancak ölüm ayırır” dediğinde kızın içini saran mutluluk dalgası kısa devre yapmıştır.

SONDAN SONRAKİ EN SON

Güldünya, Mahmure, Gülay, ŞY, CŞ, HŞ ve yüzlerce kadın, yüzlerce isim veya sadece iki harf;

Susmamız oturmamız
Hep boyun eğmemiz
Hayatı seyretmemiz
İstendi bugüne dek

Dediler kendisi de bir kadın olan FK’nın ağzından. Biz erkekler ise;

Suskunduk ve bekledik
Yaşandı seyrettik

Bu arada; Güldünya, törelerin tehditi altında aylar geçirdi. Polislere sığındı. Her seferinde yalnız bırakıldı. İki kez ölümden kurtuldu. Kardeşlerimden şikayetçi değilim dedi, kardeşleri tarafından öldürüldü. ZB, çocuk gelin Mahmure'yi tam 47 bıçak darbesiyle öldürdü… Kocası tarafından 3 aralık 2011’de öldürülen Gülay Armağan'ın ilk duruşması… Eski eşi tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülen kadın… Kocasının boğazını keserek öldürdüğü ŞY.’nin cenazesi, vesaire… Kocası tarafından boğazı bıçakla kesilerek öldürülen 6 çocuk annesi, vesaire vesaire…

Cesetler burada, erkekler nerede?

Bursa'da, 9 yıllık eşini internette izlediği porno filmdeki kadına benzettiği için 22 yerinden bıçaklayarak öldürdüğü iddia edilen dokumacıya tahrik indirimi uygulayan mahkeme… Polis memuru AŞ, kızı CŞ´yi orta şiddette tahrik altında öldürdüğü gerekçesiyle 17 yıl 6 ay hapis, eşi HŞ´i ise hafif tahrik altında öldürdüğü için de… vesaire vesaire…

Adalet Bakanlığı 2002-2009 yılları arası kadın cinayetlerinin %1400 arttığını açıkladı. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformu 2008-2011 yılları arasında kadın cinayetleri ile ilgili hiçbir verinin tutulmadığını saptadı… Her iki kadından biri kendi hayatına karar verme durumunda öldürüldü. Aile meclisi kararıyla öldürülme oranı %50 arttı... Koruma talep eden kadınların %75’ine yapılan koruma kağıt üzerinde kaldı. Sığınma evine yerleştirilen kadınların %37,5’u öldürüldü…  En çok gelir düzeyi asgari ücretin altında ve orta-alt sınıftan olan kadınlar öldürüldü. İntihar ettiği söylenen kadınların %50’sine intihar süsü verildi, vesaire vesaire…

Uzun lafın en kısası;

 “Mutlu son” kadınca bir hayaldi. Şansları yüzde elliydi. Evdeki hesap evliliğe uymadı. Hayatları roman, hayalleri masal oldu.

 “Ve böylece güzel pamuk prenses yakışıklı prensle evlenmiş ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar”