“Külkedisi saraya
gitmiş ve prens ile kucaklaşmış! İkisi sonsuza kadar mutlu yaşamışlar…”
İşte size mutlu son! Bu cümle “Külkedisi” isimli masal
kitabından alıntıdır. Kişiler ve olaylar gerçek olmayıp, tamamen hayal ürünüdür.
Masalın bu alıntıyı yaptığım versiyonunda kucaklaştıktan sonra neler olduğu
yazmıyor. Tercüme eden kişi muhtemelen çocuklar için bu kadarının yeterli
olduğunu düşünmüş. Kucaklaşsınlar yeter. Çocukların hemen hepsinin “Evlenmişler
mi? Evlenmişler mi? Diye sorduklarına eminim. Özellikle kız çocukları kitabı
göğüslerine bastıracaklar ve mutlu sonu hayal edecekler. Çünkü bütün kız
çocukları için mutlu son eşittir evliliktir. Hayır çocuklarım, kucaklaşma
olmuş, ayıptır söylemesi, biraz daha fazlası da olmuş ama evlilik olmamış.
Oğlan tarafı yan çizmiş. Külkedisi prensin metresi olmuş. Belki evlenir diye
hamile kalmış. Kumistan Krallığının varisi prenses Kumkedisi ile evlenme
hazırlığı yapan prens buna çok bozulmuş. Nayır, nolamaz deyip külkedisini ormana
götürmüş. Bu bir çocuk masalı olduğu için bundan sonrasını çok açık
yazamıyorum. Çünkü hiçbir masalda bıçak, kasatura, döner bıçağı, altıpatlar
gibi şeyler olmaz, insanlar hele de kadınlar uluorta öldürülmez. Ölmüş gibi
yapanları da ya bir kurbağa, ya da yakışıklı prens öper ve sonsuza kadar mutlu
yaşarlar...
KALIPLAR,
BASMAKALIPLAR
Sonsuza kadar mutlu yaşamak, masalların
vazgeçilmez klişesidir. Hiçbir masalda külkedisinin sonsuza dek bulaşık
yıkayacağı yazmaz. Mutlu son bir klişedir. Evlenmek her zaman mutlu sondur. Klişeler
sorgulanmaz. Klişelerle konuşmak kolaydır. Anlamak da kolaydır. Neyin sonu diye
sormak gereksizdir. Mutlu son sonrasızdır.
Sadece bu konuda değil, farkında olarak veya
olmayarak, ki bu ikisi arasında pek fark yok, yaşamın her anı için kullanılan
hazır klişeler var. Sağda solda, gazetelerde, haberlerde, her konuşma ortamında
kalıplaşmış ezberler veya ezberlenmiş kalıplar, klişeler uçuşmakta. Basmakalıp
sözler benim kafamı fazlaca meşgul ederken, bazılarını düşünme, yorumlama gibi
kafa yorucu işlerden kurtarıyor. Her sorunun belli ezberlerle açıklanması
sinirimi bozuyor.
Bunların bir kısmı son derece masum ifadeler.
Neden öyle söylediğimizi bilmeden, aslında olduklarından çok farklı anlamlar
yükleyerek kullandığımız kelimeler… Örneğin dünya evine girilmesi “mutlu
son” oluyor. Ya da sıcak bir yaz günü Ege’nin mavi sularına dalınca “dünya
varmış” diyoruz. Bir İngiliz bunları duysa ve “bu ne??” dese, tabii ki
İngilizce, nasıl tercüme edilir, nasıl anlatılır bilemiyorum.
Diğer bir grup ise insanların saf ve aptal
olduğu farz edilerek kullanılan klişelerdir. Bu gruptaki kalıp ve klişelerin bir
asli, bir de gizli görevi vardır. Asli görevleri bizim saflığımızla ilgilidir.
Bizi kimin, nasıl iğfal ettiği konusunda hiçbir fikrimiz yoktur. Diğer anlam
veya anlamları ise şifrelere gizlenmiştir. Bu kısım da milleti aptal yerine
koyanlarla ilgilidir. Bereket versin 7’lerin, 14 ve 19’ların şifrelerini,
İbrahim suresinin ve hatta daha geriye giderek Maya takviminin şifrelerini bile
darmadağın eden halkımız bu şifreleri de çatır çatır kırmaktadır…
Gazetecilerin ve de siyasilerin raflarında
her ahval ve şerait için kullanılmak üzere hazır kalıplar dizilmiş, duruyor. Münferit
hadise kalıbı, konu yargıya intikal etti kalıbı, bölücü
kalıbı, tahrik kalıbı gibi… Devamlı bir zihinsel boşluk veya lüzumsuz
yoğunluk içindeki beyinler klişelere sığınmış durumda. Ne zararı var derseniz,
tabii ki elle tutulur bir zararı yok. Ve maalesef, sözün çıktığı ağız kadar,
sözün girdiği kulaklar da bu kolaylıktan veya kolaycılıktan memnun. Örneğin, kürenin yuvarlak bir şey olduğunu
ilkokuldan beri bilen insanımız, küreselleşme lafı geçince soruyu
tam anlamasa da "yuvarlanıp gidiyoruz işte" deyip işin içinden
çıkar. “Kardeş ülke” denilince Suriye’nin kastedildiğini, “Hazırlıksız
yakalandık” denince bir yeri sel bastığını, “kanı yerde kalmayacak”
dendiğinde, “sözün bittiği yerde” olduğumuzu ve bir yerlerde dağın taşın
“sıfır hatayla” bombalandığını hemen anlar.
Niyetim siyasi konular üzerine ahkam kesmek
değil. Kırmızı hatlar hiç değil. Bahsetmek istediğim konu, gözümüze gözümüze
sıkılan siyaset gazı yüzünden körleştiğimiz insan yaşamı ile ilgili. Sıradan
insanların sıradan yaşamları ve sıradan ölümleriyle ilgili. Biraz daha
özelleştirecek olursam; diğerlerinden daha çok üzerinde duracağım klişe kısmen evlilik, kısmen ölümle
ilgili. Ne ilgisi var derseniz, beyaz kumaştan başka, ikisinin de “son” la
ifade edilmesi diyebilirim. Farkları; ilkinde soyut olan “son” kavramının, ikincisinde
mutlak olması. Bir de (ölçmedim ama) harcanan kumaş miktarı…
MUTLU SONA
DOĞRU
Konu çocuksuz aileler gibi kolay dağılıyor. Felsefi
labirentlere dalmadan esas amacımı açıklamalıyım. Mevsimsel olarak artan düğün
dernek muhabbetleri dolayısıyla, yukarıda “masum” gruba soktuğum "mutlu
son" lafına, dönemsel
olarak artan erkek zulmü ve kadın ölümleri dolayısıyla da aynı lafın özellikle “son”
kısmına takmış ve de takılmış durumdayım. Ne yazık ki "takdir-i ilahi"
deyip geçemiyorum. Önce mutlu sonla başlayayım;
Çarşıdan, pardon karşıdan elektrik alınır. Önce burçlar
sorulur. Kahveler içilip fincan ters çevrilir. Niyet tutulup baş üstünde iki
defa çevrilir. İskambil falı açılır. Yıldızlara bakılır. Kız oğlana senin olmak
istiyorum der. Oğlan kıza artık benimsim der. Oğlanın başı bağlanır. Arabanın
arka camına "mutlu son" yazılır. Hayatlar birleşir, dünya evine
girilir. Seninim-benimsin muhabbeti en başta veya sonda olabilir. Her bir cümle
tek başına takıntı sebebi olabilir. Benim için farketmez. Ben mutlu sona
takıkım.
Takıntı dedim ya, sanal âleme daldım, düğün davetiyelerine baktım. Basım evlerinin hazırladığı davetiye örneklerini, müstakbel evlilerin günlerce düşünüp yazdıkları deyişleri, manileri araştırdım. Baktım ki her biri popart kıvamında bir sanat eseri, akla zarar deyişler, millet arayıp da yorulmasın, internette kaybolmasın diye bir kaçını aldım, aşağılara yazdım...
Yürüyoruz mutlu bir geleceğe / Gün değil - Ay değil - Yıl değil / Bir ömür boyu beraberliğe / Tutuştuk el ele / Sesleniyoruz bekar gençlere / En mutlu şey evlilik diye / Bekliyoruz sizleri de / Düğün merasimine...
MÜNFERİT
GELİŞMELER
Bekar gençlere "en mutlu şey evlilik" diye sesleniyoruz, ama daha bir kaç ay öncesine kadar "bekarlık
sultanlık" değil miydi? Elini sallasa ellisi değil miydi? Sonra
ne oldu da sultanlık sona erdi? İhtilal mi oldu? Balyoz mu? Yakamoz
mu, yoksa ayışığı mı? Sultanlık devrilince mi mutlu son oldu? Ya da
sultanlık devrilince mutlu son oldu mu?
Diyelim ki bekarlık kötü bir şeydi. Sultanlık bize ağır gelmişti. Sultan da bizi eziyordu.
Elimizdeki, avucumuzdaki her şey sultanlığa gidiyordu. Yol su elektrik olarak
geri dönen bir şey de yoktu. Sultanlık yalnızlıktı, yokluktu. Uzatmaya gerek yok, balyozu indirdik, son dedik
bitirdik. Bitirmekle kalmadık, bir de mahkeme kararı çıkarttık:
Gereği düşünüldü / Birbirine karşı mutluluk suçunu / İka etmiş olduklarından / Medeni Kanun'un 4721 Maddesi'ne göre / Evlilik cezasına çarptırılmışlardır. / Sizleri de aralarında görürlerse
Suçları ömür boyu mutluluğa dönüşecektir...
Veya bekarlık iyi bir şeydi. Bekarlık dizisi yönetmeninin
"rating" kaygısı yoktu. Yıllardır eveleyip geveleyip aynı senaryoyu
çekiyor, millet de aynı şeyleri seyretmekten, ve de hep aynı şeyleri
konuşmaktan mutlu, ne, neden, nasıl gibi sorulara hiç yer olmayan hayatlarını
sürdürüyordu. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey oldu, değişmeyen hayatlarında
değişen bir şey oldu, esas çocuk yaşlandı. Bekarlık olayı azıcık zamparalığa,
sonra da kart zamparalığa dönmeye başladı. Bu durum izleyicilerin canını sıktı.
Altın günlerinin konusu dizilerden onun bunun
"bey"ine kaydı. Semiha hanım evde Mediha yellozunun kocasını
konu edince, Semiha hanımın beyi Semih bey "sizin başka işiniz yok
mu?" diye terslendi. Arka odaya geçip telefonundaki SMS'leri sildi. Fakat
dananın kuyruğu kopmuştu bir kere; "Rating" barometresindeki
alçak basıncı hisseden yönetmen sultanlığın sonunu açıkladı, esas çocuk evlendirilecek!
Oğlanın başı bağlanacak, sultanlık mutlu-mesut sonlanacak.
Başı bağlanma deyiminin anlamı sözlükte "serbest, özgür olmayan, bir
yere bağımlı olan" diye yazmakta, öznenin kız mı erkek mi olduğu
anlaşılmamaktadır. Çünkü gerçek hayatta esas kız için “serbest, özgür,
bağımsız” diye bir konu yoktur. Kısacası başı bağlanan genellikle esas oğlandır.
Bekarlığında "serbest, özgür ve bağımsız" olan esas oğlan evlenince
bunları kaybeder, bu da mutlu son olur! Çelişkili gibi gözükmesi sonucu
değiştirmez. Düğüne katılan herkes için “evlilik” mutlu sondur. Bu sırada esas
oğlan kıs kıs gülmektedir.
Yazı gene istemediğim bir yöne doğru kayıyor. Biraz fazlaca
“erkek tarafı” oldu. Tehlikeli sulara girmeden açıklayayım ve tornistan
yapayım. Mutluluk kısmıyla bir derdim yok. Anlaşılan sultanlık kısmı insanları
mutlu etmemiş, bekarlık bir dertmiş, iyi ki de bitmiş. Evde kalınmamış, kızlar kurumamış! Ama aşağıdaki davetiye öyle
demiyor. İlk iki satıra bakın:
Elveda gençlik güzel günlere
Biz çok mutluyuz darısı sevenlere
Bir yuva kuruyoruz ilerideki günlere
Bizi sevenler gelsin düğünümüze
Mutluluğumuzu görmeye...
Çocuğun, kız veya erkek, aklı karışmış. Hem güzel günlere
elveda diyor, hem de çok mutluyuz diyor. Ne de olsa bekar gözü kör gözü! Gene konumuza dönelim. Konunun biraz
"son" kısmına, biraz da “dünya evi” kısmına girelim, daha
çok da son kısmına…
Kaptırdık gönlümüzü
Mutluluk seline
İşte biz de gireceğiz dünya evine
Bütün dostlar buyursun
düğün törenimize..
Bu dünya evinin nasıl bir şey olduğu belli değil. Coğrafik
mekanın dünya olduğu kesin. Ev de bildiğimiz ev olmalı. Fakat ikisi bir araya
gelince tehlikeli bir şey olacağından ve her an patlayacağından şüpheliyim.
Tıpkı potasyum ve nitrat gibi veya nitrojen ve gliserin gibi. Halk ağzıyla
söylersek güvercin boku ve mısır gevreği gibi. Buna diğer bir örnek de; hayat
ve kadın kelimeleri. Bu iki kelimeye tek tek bakınca bir sorun yok. Fakat hayat kadını denilince konu değişiyor. İki
masum kelimenin bir anda nasıl yoldan çıktığını anlamak mümkün değil (buradaki
yol, doğru yol oluyor). Kendi halinde iki kişinin bir araya gelince beklenmedik
sapıklıklar yapması gibi bir şey. Bir yandan da ötekileri düşünüyorum. Onlar
hayat kadını ise ötekiler ne oluyor? Hayat kadını olmayanlar ölüm kadını mı?
Böyle saçmalarken birden aklım başıma geldi. Anladım ki ben de aynı hatayı
yapıyor, hayata tek pencereden bakıyordum. Sözlüğü açıp “H” harfini buldum;
Hayat; duvarla çevrili avlu, dış duvarın içinde, fakat ev kapısı dışında olan
alan demekti. Sokak kadını olmaktan
bir kademe öncesi, sokak ile ev arasında bir kararsızlık durumu. Acaba bu
kadınlara hayat kadını demek ilk önce kimin aklına geldi? Hangi kadın bir
erkeğe böyle bir ilham verdi? Bu da başka bir yazının konusu olabilir. Ben gene
öteki kadınlara döneyim. Bu durumda ötekiler de “ev kadını” oluyor. Yeter ki bir kere dünya evine girilsin. Peki, evden
dışarı çıkmak, açık hava filan, kadını hayat kadını yapıyorsa, ev kadınlığı bir
mahpusluk hali midir?
Bütün bu klişelerin öznesi kadındır, evi ev eden avrattır. Yuvayı
dişi kuşun yapması kadınlara verilen bir paye gibi gözükürse de erkeklerin kadını
eve kapama numarasından başka bir şey değildir. Evlenmek daima mutlu sondur ve sonsuza kadar sürer. Kız çocukları
masallardan başlayarak mutlu sona kilitlenirler. En sevdikleri oyun evciliktir. Erkek
çocukların en sevdikleri oyun “dekman”, biraz büyüyünce tüfekle balon
patlatmaktır. Hedefleri “erkek” olmak ve ağlamamaktır. Çünkü “erkekler
ağlamaz” klişesiyle büyürler. Sonra töreleri öğrenirler. Bunlar yazılı
olmayan kanunlardır. Törenin ana fikri namustur. En önemli gül namus gülü’dür.
Aile içi çapraz ve çarpık ilişkiler, afedersiniz (!) ensest filan önemli
değildir. “Kol kırılır, yen içinde kalır” deyişi bu tip aile içi münferit
olaylar için icad edilmiş olup, şirket ve siyaset işlerinde de kullanılır.
Erkek çocuk, erkeklik denen şeyin törelerle
ilgisini, pipi ve silahla ilişkisini çok küçük yaşta keşfeder. Bebekle oynamak
erkekliğe sığmaz. Evcilik oynamadığı için bunun mutlu sonla ilişkisini anlamaz.
Mutlu son önceleri kuş vurmak, çocukken çocuk, adamken adam, pardon büyükken
büyük dövmekken, sonraları gol atmak, milli olmak olur. Burada kız ve
erkek çocukların yolu ayrılır. Milli olmanın takımı erkek ligindedir. Bakirelik
kızlar tarafından korunması ve kanıtlanması gereken bir şeydir. Erkekler bu
konuda da rahat olup bütün mahalleyi ve atasözlerini arkalarına almışlardır. Kemiği onun eti bunundur.
Vakit çok geç olmadan dizini dövmeyen
kızını dövmüştür. Çünkü, bir rivayete göre babaların vurduğu yerde gül bitmektedir. Bu konuda babalar yalnız
değildir. Analar, öğretmenler ve kocalar sıraya girmiştir. Orasında burasında
gül bitmemiş tek tük sivri tiplerin hakkından da “mahalle” gelir. Kızların namusu mahallenin namusudur. Mahallenin
görev tanımında “bir sorunun halledildiği yer” yazmaktadır ve mahalle bu göreve
son derece sadıktır. Kızların “ille de okumak” istemesi “evde kalma” kotasını zorlamaktadır ve bu durum, oğlanların gözünün dışarıda olmasına sebep olan
önemli bir sorundur, acilen çözülmelidir. Bu tip karışık durumlar genellikle allaha havale edilir:
Allah’a bağladık özümüzü
Peygambere verdik sözümüzü
Mevlam akeylesin yüzümüzü
Buyurun dostlar gelin
Beraber yapalım düğünümüzü...
MUTLU SON
Biraz hızlanıp olayı mutlu sona bağlamam lazım.
Durumu Türkiye Türkçesi ağzıyla özetlersem dünyalıların
başları bağlanıp girdiği veya gireceği eve dünya evi denir. Belediye başkanları bu evlerin kayıt işlerini
yapan, bonus olarak da tapularını veren resmi emlakçılardır. Bu tapu aynı
zamanda mutlu son belgesidir. Sultanlık ilga edilmiş, kızın sopu oğlanın soyuna
katılmıştır. Sorun yoktur. Çünkü sonlanan her şey kız tarafıyla ilgilidir. Bu
da biz erkekleri ilgilendirmeyen bir şeydir. “Son” an, gelin hanımın tapuyu
elinde sallayarak gülücükler dağıttığı andır. Mutlu son illüzyonu, “ayağına
bas” çığlıklarıyla zirve yapar. Hemen her zaman esas kızın esas oğlanın ayağına
basmasıyla sonuçlanır. Hatta oğlan özellikle ayağını uzatır. İzleyicilerden
orgazm çığlıkları yükselir. Bir kısmı sigara molası verir. Kız mutlu, kız
tarafı mutlu, oğlanın babası biraz buruk mutlu, oğlanın anası kıza bunun
hesabını soracağından umutludur.
MUTLU SONDAN
SONRAKİ SON
Aşk ne kadar dengesizlik işiyse, evlilik de o kadar denge
işidir. Fakat hemen her zaman dengesini kaybedip düşen kadın olur. Kafasını
yere ilk vuruşunda ne olduğunu anlamaz. Ayağının kaydığını zanneder. İkinci
vuruşunda yükselen burcunu sormadığını hatırlar. Üçüncü vuruşunda fal baktığı
yıldızların aslında yıldız olmadığını, uzaydaki avare uydular olduğunu anlar.
Gözünün önünde uçuşan yıldızlar bunu anlamasına yardımcı olur. Dördüncü vuruşta
iskambil destesinde kupa asının eksik olduğunu fark eder. Beşinci vuruşta denge
oyununda karşı tarafın hilesini yakalar. Hilenin yakalanması ağır tahrik suçuna girer. Altıncı vuruş
altın vuruştur, karnında sıpa, sırtında sopa
ile yorgan döşek yatmaktadır.
Halbuki her şey ne kadar güzel başlamıştı. Erkeği “Sen benim namusumsun” dediğinde onun
çok önemli bi şeyi olduğunu düşünerek sevinmişti. Hatta gurur duymuştu. En
sevdiği şarkıcı Cem Karaca, en sevdiği şarkı “Namus Belası” ydı. İstiklal
marşını Mehmet Akif’in yazdığını ilkokulda öğrenmişti, fakat “en kötü vahşet: namus” dediğini kimse
öğretmemişti. Önce “sever de döver de”
dedi. Öyle öğrenmişti. Sonra…
Sonrası yok. “Son”dan bir sonraki son belli olmuştur. Esas
oğlan “Bizi ancak ölüm ayırır”
dediğinde kızın içini saran mutluluk dalgası kısa devre yapmıştır.
SONDAN SONRAKİ EN
SON
Güldünya, Mahmure, Gülay, ŞY, CŞ, HŞ ve yüzlerce kadın,
yüzlerce isim veya sadece iki harf;
Susmamız oturmamız
Hep boyun eğmemiz
Hayatı seyretmemiz
İstendi bugüne dek
Dediler kendisi de bir kadın olan FK’nın ağzından. Biz
erkekler ise;
Suskunduk ve
bekledik
Yaşandı seyrettik
Bu
arada; Güldünya, törelerin tehditi altında aylar geçirdi. Polislere sığındı.
Her seferinde yalnız bırakıldı. İki kez ölümden kurtuldu. Kardeşlerimden
şikayetçi değilim dedi, kardeşleri tarafından öldürüldü. ZB, çocuk
gelin Mahmure'yi tam 47 bıçak darbesiyle öldürdü… Kocası tarafından 3 aralık 2011’de öldürülen
Gülay Armağan'ın ilk duruşması… Eski eşi tarafından
defalarca bıçaklanarak öldürülen kadın… Kocasının boğazını
keserek öldürdüğü ŞY.’nin cenazesi, vesaire… Kocası
tarafından boğazı bıçakla kesilerek öldürülen 6 çocuk annesi, vesaire vesaire…
Cesetler
burada, erkekler nerede?
Bursa'da,
9 yıllık eşini internette izlediği porno filmdeki kadına benzettiği için 22
yerinden bıçaklayarak öldürdüğü iddia edilen dokumacıya tahrik indirimi
uygulayan mahkeme… Polis memuru AŞ, kızı CŞ´yi orta şiddette tahrik altında
öldürdüğü gerekçesiyle 17 yıl 6 ay hapis, eşi HŞ´i ise hafif tahrik altında
öldürdüğü için de… vesaire vesaire…
Adalet
Bakanlığı 2002-2009 yılları arası kadın cinayetlerinin %1400 arttığını
açıkladı. “Kadın Cinayetlerini Durduracağız” Platformu 2008-2011 yılları arasında
kadın cinayetleri ile ilgili hiçbir verinin tutulmadığını saptadı… Her iki
kadından biri kendi hayatına karar verme durumunda öldürüldü. Aile meclisi
kararıyla öldürülme oranı %50 arttı... Koruma talep eden kadınların %75’ine yapılan
koruma kağıt üzerinde kaldı. Sığınma evine yerleştirilen kadınların %37,5’u
öldürüldü… En çok gelir düzeyi asgari ücretin altında ve orta-alt
sınıftan olan kadınlar öldürüldü. İntihar ettiği söylenen kadınların %50’sine
intihar süsü verildi, vesaire vesaire…
Uzun lafın en kısası;
“Mutlu son” kadınca bir hayaldi. Şansları
yüzde elliydi. Evdeki hesap evliliğe uymadı. Hayatları roman, hayalleri masal
oldu.
“Ve böylece güzel pamuk prenses
yakışıklı prensle evlenmiş ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar”