28 Ekim 2009 Çarşamba

SURİYE


Ekim 2009

Suriye'ye bir tur şirketiyle gittik. Uzmanlığı hac turizmi olan bir tur şirketiyle...



Eş-dost bir arada oturup konuşurken, esas amacımın Kudüs'ü görmek olduğunu söylemiştim. Önce Arap ülkelerini dolaşacak, sonra pasaportumu yenileyip, boş pasaportumla İsrail'e gidecektim. Böylece arap ülkelerine girip çıktığıma dair bir iz kalmayacaktı. O zamana kadar İsrail ile siyasi durumların da yatışacağını umuyordum. Ayrıca kimseye bahsetmediğim bir şey daha vardı. Bir fırsatını bulunca, örneğin Halep’te, yani tam yerinde lafı açar, anlatırdım. Bir kaç senedir Zecharia Sitchin'in fantastik dünyasına dalmıştım ve dünyanın gizli tarihinin peşindeydim. İz sürmek için Halep iyi bir başlangıç olacaktı. Bunu da sonra anlatırım. Ben Şam, Halep filan deyince baldızım Emel, her zaman yaptığı gibi, geziyi şipşak düzenledi, önümüze koydu. Suriye'ye gidiyoruz. 

Cilvegözü'nden Suriye

Otobüsle içinden geçerken göz ucuyla gördüğüm kadarıyla gezimiz Adana'dan başladı. Ardından Antakya'ya yöneldik. İskenderun ve güzelim sahil boyunu es geçip uzun atladık. Antakya'yı daha önce görmüştüm. Kent merkezini, müzeyi tekrar görmek cazip gelmedi. Grup kısa bir tur atıp dönünceye kadar, bir köprünün üzerinden Asi nehrini seyrettim. "Biran önce Suriye'ye geçelim bari" moduna girmiştim. Vizeler kalktı diye sevinirken sınırdan geçişimiz vizeli geçişten farksız oldu. Adı Cilvegözü yerine bahşiş kapısı olsa daha iyi olurmuş. Pasaportlara Suriye damgası vurulmasın diye cilveler, ricalar filan... Böylece arap ülkesinde bahşişin ricadan daha değerli olduğunu daha sınırda öğrenmiş olduk.



Sonra uzun bir otobüs yolculuğu başladı. Geçtiğimiz kasabalar bizim güneydoğu kasabalarının, köylerinin daha cansız, daha kuru, daha terk edilmişleri gibiydi. En farklı yanları cami minareleriydi. Hemen bütün camilerin şerefeleri saçaklıydı ve minareleri gayet makul yükseklikteydi. Saçaklardaki oymaları, süsleme ve dış görünüşleri ile kesinlikle bizimkilerden daha fotojeniklerdi. En fazla iki katlı taş evleri, taşı toprağı, camisi, insanı hep aynı renkti. Önceleri toprağın rengi diye düşünürken, sonraları çölün, her şeye kendi rengini verdiğini anladım. Antakya’nın yeşilliğinden, tarlaların canlılığından sonra, geçtiğimiz yerler çölün çok uzakta olmadığını hissettiriyordu. Yolculuk zaman zaman esip gelen kum bulutları, yan yatmış sarımık ağaçlar ve tek düze, dağınık yerleşim yerleriyle giderek daha sıkıcı ve yorucu hale gelirken, rehber gayet lakayıt bir şekilde “buralarda bir de “Maalula” diye bir yer var gibi bir şeyler mırıldandı. Eski hristiyanlar, eski dil, eski özelliklerini koruyan filan… O kadar sıkılmıştık ki, bu sözcükler bizi uyandırdı. Görelim, görelim diye bağırdık. İyi ki de bağırmışız. Şam’a neredeyse 50-60 km. kalmıştı. Hava kararmak üzereydi ve muhtemelen bu saatten sonra Şam yolunda başka bir şey göremeyecektik. Günün son ışıkları bakalım bize neler vaat ediyordu? Geçip gitseydik, ve daha sonra bir yerlerde resmini görseydim üzülürdüm.

Maalula


Maalula 1500 metre yükseklikte, sarp kayalarla çevrili bir vadinin karşılıklı iki yamacında kurulmuş çok eski bir yerleşim yeri. Ana yoldan değil görülmesi, fark edilmesi bile olanaksız. Bu kasabada ve çevresinde hala eski Arami dili konuşuluyormuş. Fakat lehçelerinin birinci yüzyılda Hz. İsa’nın konuştuğu Aramice’den farklı olduğu söyleniyor. Maalula da Aramice bir kelime ve “giriş” anlamına geliyor. Bu nedenle yöre, eski Arami dili hakkında araştırma yapan linguistik uzmanları için çok önemli. İnsanlar, ilk hristiyanlar, burada binlerce yıl gizli bir yaşam sürdürmüş ve bu sayede dillerini korumuşlar. Hepsi topu topu 2000 kadar insan, dillerini korumak için neden bu kadar uğraşmışlar, hayret (!). Ancak modern iletişim olanakları, araplarla ilişkilerin artması bu izolasyonu giderek zorlaştırıyormuş. Gelip giden turist grupları da cabası. Yavaş yavaş burası da diğer bir sürü benzerlerinden biri haline dönmeye başlamış.


Kasabaya girerken ana temanın din üzerine kurulduğu hemen anlaşılıyor. Daha girişte, çok sarp bir yere Meryem ana heykeli yapılmış. Böylece, daha kasabaya girmeden “kutsal bir yere geliyorsunuz haa” mesajı veriliyor. Dağ-tepe ışıklandırılmış hac ve ikonalar ile dolu. Kasabanın iki kilisesi çok ünlü. Yunan Katolik kilisesi “Mar Sarkis”eski bir pagan tapınağının üzerine, 5. veya 6. yüzyıldaki Bizans döneminde inşa edilmiş. Sarkis bey (Saint Sergius) hristiyan olduğu için (doğal olarak!) öldürülen Romalı bir asker. “Mar Taqla” manastırı ise ortodoks hristiyanlara ait. O da Aziz Paul’ün öğrencisi olan bir Seleucid prensesi. Bir ihtimal Aziz beyle evli ve inancı dolayısıyla babası tarafından dışlanmış! Belki de “benim kızım saraylara layık” diyen kralca bir sebeple babası onu, bu ne idüğü belirsiz adamdan “kurtarmaya” çalışıyor! Rivayete göre babasının askerleri tarafından tam yakalanacağı sırada sıkı bir dua etmiş, dağ ortadan yarılarak ikiye ayrılmış ve prenses kaçarak kurtulmuş. Kasaba da adını bu efsaneden almış. Bizde efsane çok! Dağ yarılır, tüneller açılır, denizler çekilir… Olan da zalimlere olur, ister firavun olsun, ister Seleukos kralı…



Maalula’yı süratle, adeta koşar gibi dolaştık. Kiliseler kapanmıştı, olsun, Mar Taqla’nın üst tarafından vadi çok güzel gözüküyordu. Kitapçısı ve hatta Maalula hakkında kitabı bile vardı. Akşamın daha geç bir vakitte geleceğini tahmin ederken vadi süratle karardı ve oradan ayrıldık. Yarım saat sonra Şam’daydık.

Eski Aremice dilinde Darmeseq "iyi sulanmış yer" demekmiş. Avrupalılar bu kelimeden gelen Damas veya Damascus’u kullanıyorlar. Kentin arapça ismi ise “Dimashq Ash-Sham” ve Araplar genellikle "Ash-Sham" veya sadece Şam demeyi tercih ediyorlar. “Ash- sham” kök olarak kuzey kelimesinden geliyormuş.



Hama, Humus, Şam, uğradığımız her yerde aynı şeyleri tekrarlayıp durduk. Cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı, cami, başını ört, ayakkabını çıkar, dilenci, satıcı... Pejmürde insanlar, boyasız evler, tıklım tıklım çarşılar her yerde, pek az farklarla aynıydı. Boyasız evleri yadırgamamak lazım. Çöl rüzgarlarının etkisiyle evlerin duvarında boya filan durması zaten imkansız gibi. Renkli olan sadece, yerleşim yerlerindeki büyük camilerdi. Biz de renkleri izledik. Camilere girip çıktıkça kendimizi büyük bir "din turizmi" olayının içinde bulduk. Rehberimiz fırsatı bulmuş, anlatıp duruyordu. Tüm hazretler mezarlarından fırlayacak gibiydi. Birden arkamdan bir darbe aldım. Çarpılıyor muyum ne? Arkamda kara kara bir şeyler öne arkaya sallanıp duruyordu.. Hayırdır inşallah! Neyse ki İranlı turistlermiş! Her taraf İranlı turistlerle doluydu. Otobüsleri son derece bakımsız ve eski, karalar içinde kar yüzlü insanlar.. Duraklarda bagajlardan kap kaçaklar çıkıyor, tüp gazlarda kara tencereler kaynıyordu. Bunlar dünyaya "halimize şükredelim" diye gönderilmişlerdi...




Hicaz demiryolunun istasyon binası, Süleymaniye külliyesi, Sultan Vahdettin’in kabri, eşi, dostu ve çocuklarının mezarları, ehl-i beyt mezarlığı, Bilal Habeşi’nin kabri, camisi derken, cinler basmadan hemen önce mezarlıklardan kurtulup Hamidiye çarşısına girdik. Burası bizim kapalı çarşının bir türlüsü. 20. yüzyılın başında 2. Abdülhamid tarafından yaptırılmış. Daracık sokaklar, ufak ufak yüzlerce dükkan, dükkanlardan sarkan giysiler, hediyelik ıvır zıvır, yiyecek büfeleri, ortalıkta gezen ve yük taşıyan eşekler, seyyar satıcılar, her köşede ayrı bir curcuna! Bu Hasan Şaş'ın şöhreti her tarafı sarmış. Kendisi farkında mı bilmiyorum ama, Tunus dahil en sık duyduğumuz ses "yavaş yavaş Hasan Şaş" sesiydi. Türk olduğumuzu anlayınca bunu tekerleme gibi tekrarlayıp duruyorlar. Önce hoşumuza giden bu sesler, bir süre sonra kabak tadı vermeye başladı. Anlamıştım ki Hasan Şaş tüm arap diyarında, maşrıkta ve mağripte peşimizi bırakmayacaktı.



Grubun çarşı içinde darmadağın olduğu bir sırada Jale’yle yavaşça (!) kaybolduk. Hamidiye Çarşısı’nın arka sokaklarına daldık. İyi ki dalmışız. Daracık, karşılıklı evlerin pencerelerinin öpüşecek kadar yakın olduğu loş sokaklarda dolaştık. Tonozlu geçit anlamına gelen gizemli kantaralardan geçtik. Sokak satıcısından çanta şeklinde simitlerden (!) alıp, keyifle (biraz da endişeyle) yedik. İçlerine bolca zahter koydurduk. Sokak çeşmesinde su içtik. Kapıları açıp içlerine baktık. Bakıp içeri daldık. Ve çok hoş bir sürprizle karşılaştık. Bu kapıların birisinin arkasında bir tekstil imalathanesi vardı. Trikoları filan dikip satıyorlarmış. Çalıştıkları yer iki katlı çok eski bir binaydı. Gençlerden birisi bizi ikinci kata da çıkardı ve övünerek, tavan süslemelerini gösterdi. Davranışları tavan süslerinden daha güzeldi. Aşağı kata inip trikolar arasındaki aygaz (!) ocağında demlenen çayı paylaştık. Onlar Arapça, biz İngilizce, uzun uzun konuştuk. Uzun zamandır içtiğim en güzel çaydı…



Ortalık kararınca otelden otobüsle ayrılıp şöyle bir dolaştık. Geniş caddeleri, ışıl ışıl meydanlarıyla çok hoşumuza gitti. Ardından panoramik manzaralı Kasiyun dağına çıkıp otobüsten indik. 10-15 dakika kadar şehre “şöyle bir tepeden baktık!” Bu tepe hakkında da enteresan bir rivayet var. Zaten bu inanç durumları hep böyle değil midir? Musa buraya değneğini vurdu, bu şurada dönüp arkasına baktı, şunun hanımı burada taş oldu, yunus yuttu, suya düştü, deniz yarıldı filan böyle uzayıp giden bir sürü hikaye. Aslında İştar’ın (Halep bahsinde yazacağım) astronot hikayesi de bunlardan farksız, ama güzel hikaye! Buranın hikayesi de Habil ve Kabil hakkında! Musevi kaynaklarına göre Kabil Habil'i bu tepede öldürmüş. Hikayenin diğer bir simgesel yönü de kıskancın iyiyi öldürmesi!


Çöl kumuyla tanışma


Bir sabah erken bir saatte Şam'dan ayrıldık. Yolumuz epeyce uzundu. Kuzeydoğuya doğru 215 km kadar gidecek ve Palmyra'da konaklayacaktık. Yol üstündeki evlerin çoğunun değil boyası, sıvası bile yok. Üst katlar da yeni çıkacak katların "filizleri" ile dolu. Böylece "ev daha bitmedi" diye vergi filan gibi dertlerden kurtuluyorlarmış. Ne de olsa eski Osmanlılar! Kent yavaş yavaş (evet yavaş yavaş) bitti. Evler azaldı, boyları alçaldı, ağaçlar bitti, insanlar bitti, toprak bitti, kuma döndü. tek tük çadırlar başladı, sonra onlar da bitti. Kumdan başka bir şey görünmez oldu. Zaman da anlamını yitirdi. Ne kadar gittik bilmiyorum. Birden rüzgar çıktı. Kumlar yerden 1-2 metre yükseklikte savrulmaya başladı. Derken rüzgar arttı, göz gözü görmez oldu. Ortalık kum kokmaya başladı. Çöldeydik...



Çölün ortasında bir benzin istasyonu! Durduk. başka bir dünyada gibiydik. Birden silkindim. Rüzgar kumları duvar diplerine toplamıştı. Otobüsten indim. Kum kulaklarımı bıçak gibi kesiyordu. Ceplerime kum doldurdum. Bu kadar kumu bir daha ne zaman göreceğim? Kumu avuçladığım yerler 1-2 saniyede tekrar kumla örtüldü. Benzinciden ayrılırken şimdiye kadar bildiğimiz her şey artık çok geride kalmıştı. Kum tüm geçmişimizi örtmüştü. "Farklı" bir evrendeydik. Herhalde fırtınayı geçerken başka bir evrene kaymıştık. Geriye dönebilecek miydik?

Çöl zamanıyla (normal saatle söylemek anlamsız) epeyce gittik. Fırtına yavaşladı. Hayır, otobüs yavaşlamış. Kumların arasında "Bagdad Cafe!!" Buzlu bir camın arkasından adeta bir Fellini filmi seyrediyoruz. 200 m ileride bir bedevi çadırı, bir kuyu ve "Cafe".. Hayret ki ne hayret! Kafenin içi hediye satış yeri. Çay-kahve bahane!... Kahve içtim. Ama burnuma kum kokusundan başka bir koku gelmedi! Tekrar fincana baktım, kahve mi bu?

Palmyra

Çöl ortasında bir vaha...

Güneş çölü yalnızlığına terk ederken Palmyra'ya geldik. Buraya gelinebilecek en güzel saatte. Gökyüzü maviden laciverde dönerken harabeleri aydınlatan ışıklar yandı. Uzakta, ufuk çizgisindeki bir tepede Ba'al tapınağı güneşin son ışıklarını alırken daha aşağılardaki eski mezar kubbeleri karanlığa bürünüyordu. Sırayla yanan ışıklar muhteşem Palmyra kalıntılarını yavaş yavaş aydınlattı. Sağdaki soldaki, ilerideki derken kendimizi eski bir Roma kentinde yürürken bulduk. Gün ortasında gelseydik aynı şeyleri hisseder miydim? bilmiyorum. Çölü aşıp gelmeseydik de bu kadar etkilenmeyebilirdim. Sonuçta antik bir kentteydik ve bir çok benzerini daha önce görmüştüm. Esas fark eden bir vahaya ulaşma duygusuydu. Buraya geldiğimiz akşamın gündüzünde çölde bir deve yarışı yapılmış. Bitiş noktası da burasıymış. Gündüz bunu seyretmek de ilgi çekici olabilirdi. Fakat öyle zannediyorum ki, o hay huy arasında, bu kadim kentin atmosferi develerin salyalarına bulaşır giderdi....



Ortalık kararıp deveciler filan kaybolunca, etrafta çöl soğuğundan başka bir şey kalmadı. Gündüzün sıcağından sonra biraz soğuk fena olmazdı. Fakat soğuğu çadırda karşılamak? Bu iyi bir fikir mi? Düşünmesi bile üşütüyor. Akşam yemeğini bir bedevi çadırında yiyeceğimizi öğrendik. Bu soğukta çadır mı? Neyse, turların sakıncası da bu, çaresiz, takılıp gideceğiz. Şimdi sıcacık bir sobanın başında olsak! Thanks god! 15 dakika sonra bir çadırdayız ve sobanın başındayız. Hizmet diye buna derim! Keşke başka bir şey dileseydim denir ya, işte öyle! Bulunduğumuz yer, salon salomanje epeyce büyük bir çadır. Duvarlar, yani çadır tentesi çift kat, çadırın orta yerinde upuzun bacaları çadırı delip çıkan sobalar, iki sıra upuzun alçak bir masa, etrafında oturacak minderler... Ortada harlı harlı yanan, kızıla dönmüş sobalar! Gel keyfim gel. Hemen etrafına tünedik. Bir de çay olsa, şöyle ince belli bir bardakta... Thanks god (again), çaylar geldi! Ölecek miyim ne? Biz sohbet ederken sobaların önüne bir dizi tabure kondu. Kapıdan giren uzun beyaz etekli bedevi müzisyenler temenna ile bizi selamlayıp taburelere oturdular. Dört kişiydiler. Bir beşinci ki anladığımız kadarıyla şefleri oydu, sırayla adlarımızı sordu. Ben buralarda Smail olarak tanınıyorum! Smail dedim. Mustafa, Smail, Serap, Emel derken müzik başladı. Sonradan kayıtları dinlediğimde aslında hep aynı müziği çalıp sadece sözlerini değiştirdiklerini anladım. Hele ritim hiç değişmiyordu. İsimlerimizi söyleyip güya kompliman yapıyorlar, sonra bir grup genç bedeviyle karşılıklı göbek attırıyorlardı. Amaç gönüller bir olsun, torbalar parayla dolsun! Epeyce eğlendik. En sonda bir grup bedevi hareketli bir gösteri yaptı ve gece bitti... Neş'e içinde otelimize döndük. pardon önce kasabaya uğradık. Eski görünümlü hediyelik eşyalar satan bir iki yeri dolandık, sonra yürüyerek otelimize döndük. Otel, kalıntıların hemen yanında tek katlı bir binaydı. Yanında değil, içinde bile denebilir. Anlaşılan mösyöler birilerini görmüşler (!). Allahın çölü işte, SİT alanı ne ola ki?








Fırat kıyısındaki Mari kentinde bulunan Babil tabletlerine göre Palmyra, MÖ 2000 yıllarından beri bilinen bir ticari ve dini merkez. Bir rivayete göre buradaki vahada ilk yerleşke Kral Solomon (Süleyman) zamanında kurulmuş ve "çölün gelini" diye anılır olmuş. Kent, zaman içinde gelişmiş, Pers, Yunan ve daha sonra, en yoğun olarak da Roma etkisinde kalmış. 

Y
ahudilerin kutsal kitabı Tanah’ta Kral Solomon (MÖ 970 – 928) tarafından kurulduğu yazılan Tadmor veya Tedmur, “Kralların ilk Kitabı” kısmında ise Tamor veya Tamar olarak geçen şehrin şimdiki Palmyra olduğu düşünülüyor. Arapça ismi de Aramicedeki gibi. Anlamı "Boyun Eğmeyen Kent" veya "Mucize" şeklinde yorumlanıyor. Yorumlanıyor, zira bu eski dillerin tercümesi biraz karışık. Türkçe kaynaklarda “Mucize” den bahsedilirken, İngilizcede “Town that Rebels” gibi karşılıkları var. Bunu tercüme etmeye çalışmadan, okuduğum gibi yazıyorum. Neden böyle dendiğini pek anlayamadım. Zaten kuruluş tarihleri de pek örtüşmüyor. Arkeolojik kanıtlara göre MÖ 2000 daha doğru bir başlangıç gibi duruyor. O zaman Tanah’taki isimler de hikaye oluyor.
Bu bölgeye yerleşen Yunanlar ise bu isimleri kullanmak yerine, kenti ve ismini Yunanlaştırmayı tercih etmişler. Bu da bizim yabancı olmadığımız bir fikir... Çöldeki palmiye ağaçlarından esinlenerek Palmyra demişler. Yunan kökenli olanlar da, Romalılar da, ticari öneminden dolayı şehri özerk olarak bırakmışlar. Şimdiki serbest bölge gibi bir konumda zamanın en zengin şehirlerinden birisi olmuş.
Tepede gördüğümüz Ba’al tapınağı, vaktiyle Kenan Ülkesinden buralara gelen Fenikelerin yaptığı Ba’al tapınağından geriye kalanlar üzerinde, milattan sonra ilk yüzyılın ilk yarısında yükselmiş. Mimarisi daha çok Helenistik, antik yakın doğu, Helen ve Roma karışımı. Kenan (Canaan) ülkesinde güneş ve ayla ilişkilendirilen Bel (Ba'al), Atina’da Zeus, Roma’da Jüpiter ayarında bir tanrı. “Lord of Heaven”, Cennetin efendisi, lord, master, sahip, artık ne derseniz... Palmyra’daki Baal Shamin Tapınağı, Bel’e adanan tapınaklar içinde en önemlisiymiş, Bunları kısmen rehberler anlattı, kısmen de internetten öğrendim. Sonuçta tüm kompleks1980'de Unesco'nun dünya miras listesine girmiş.



Bu yazıyı yazmaya çalıştığım sırada bir yandan elimdeki kaynaklara bakıyor, yoruldukça da Amin Maalouf romanlarından birisini okuyordum. Kitap milattan sonra üçüncü yüzyılda antik Hristiyan, Zerdüşt ve Budist inançlarını harmanlayarak kendi dinini kuran Mani'den bahsediyor; Işık bahçeleri... Güzel bir rastlantı, kitabın baş taraflarında şöyle bir diyalog geçiyor: "...Pattig devam etti; Palmyra! Orada heykelsiz bir tapınak olduğu ve bilinmeyen bir tanrıya adandığı doğru mu?" Burada Pattig'in sözünü ettiği tapınak tepedeki "Ba'al" olmalı...





Sabahın erken saatlerinde kalıntıları gezmeye başladık. Kurban alanlarını, tiyatrosunu filan dolaştık. O arada az kalsın biz de bir kurban veriyorduk. Bir arkadaşımız, hepimiz gibi, sütunlara, daha doğrusu havalara bakarken önündeki çukuru görmedi ve burun üstü kapaklandı. Düşmesine sebep olan oyuk, kurban kanlarının akıtılıp atık suyuna karışmak üzere aktığı olukmuş! Neyse ki kırıksız atlattı. Yandaki resimde "burada hep düşerler zaten!" diye burun kıvıran bir deve görülüyor...




Kalıntıların hemen yakınında mezar kulelerinin olduğu kısım bence kalıntıların en görmeye değer kısmıydı. 20m kadar yüksekliği olan bu kuleler kral Solomon (Süleyman) zamanlarında ölüler için yapılıyormuş. İçeride yerden tavana kadar, karşılıklı dört duvarda sıra sıra oyulmuş “cesetlikler” var. Ölülerini üst üste raflara koyuyorlarmış desem daha iyi anlaşılır herhalde. Bir de resim ekledim mi tamam!


Palmyra'dan sonrası, Hama ve Halep

Palmyra’dan ayrılıp, geldiğimiz yolun daha kuzeyinden, Humus’a doğru yola çıktık. Bu yolda çöl etkisi o kadar fazla değildi. Yahut da çöl yine çöldü de biz alışmıştık. Yolda sadece askeri tesisler gördük. Fotoğraf çekmek, her zaman ki gibi (nedense?) gene yasak! Eh, artık google’dan bakarız…


Humus’u geçelim, geçtik. Gelirken camisini gezmiştik, yeter. Hama’ya girdik. Su değirmenlerini görüp, çıkacağız. Gördük, çıktık.

Çölü geçtikten sonra bu kadar suyu bir arada görmek iyi geliyor.
Halep’teyiz. Halep Arapça'da ve diğer bazı Sami dillerinde “süt veren” demekmiş. Wikipedi’nin yalancısıyım! Hazır risk almışken, Aşık Emrah’ın sevdiğini Halep’te aradığını, Kerem’in Aslı’nın ateşiyle burada yanıp kül olduğunu da söyleyeyim bari! Halep oradaysa, arşın burada, isteyen aksini ispatlasın! Başka bir rivayete göre de Halep’in Yedi kapısı varmış. Birisinden girdik ama hangisi bilmiyorum.



Halep programında gene çarşı-pazar ve kale var. Bir rivayete göre bizim Atatürk Kültür Merkezi gibi 35 tane kültür merkezi varmış! Halep hakkında yazılanlarda, kapı sayısında bile tutarsızlıklar olduğunu gördüğüm için bu rakama da şüpheyle baktım. 35 veya 5, tabii ki hiç birisi bizim programımızda yok. Müze de program da yok. Fazla kalmayacaksak müzeyi ne zaman göreceğim? Halep çarşısı? Müze? Kale? Derken, doğal olarak kaleyi feda ettim. 5000 yıl beklemiş, biraz daha bekleyebilir! Ben illa ki arkeoloji müzesini göreceğim. Müzede ne var? Ortadoğunun arkeolojik tarihi ve Ishtar! Lafı uzatmadan İştar’a gelelim. İştar, İnana, kanatlı tanrıça, bereket tanrıçası veya vazolu tanrıça. Hangi ismini beğenirseniz! Bence en havalısı İştar! Kah uçan, kah konan bu tanrıçanın en ilgi çekici heykellerinden birisi, Sümer medeniyetinin onuncu ve sonuncu başkenti olan “Mari” kenti kalıntılarında bulunmuş ve Halep arkeoloji müzesine getirilmiş.

İştar

İştar ile ilk tanışmam Dustin Hofman’ın İştar filmi dolayısıyla oldu. Beni müzeye gitmeye zorlayan ise Sümerlerin Gılgamış destanı ve Zecharia Sitchin’in fantastik hayalleriydi. Lübnan’a gitmek istememin sebebi de aynıydı. Bu vesile ile onun “dünya tarihçesi keşif seferleri” başlıklı kitabından alıntılar yapmak istiyorum. Sitchin, dünyanın alternatif tarihçesinin izlerini ararken, Fırat nehri kıyısındaki, Mari kentinden ve müzedeki İştar heykelinden bahsediyor. Zaman milattan önce 4000-1760 yılları arası…

“… Kireç taşından yapılma o muhteşem heykele yaklaşırken kalplerimiz gümbür gümbür artıyordu.


… müze rehber kitabı “ellerinde yana eğilmiş bir vazo tutmaktadır, heykelin içindeki boru sayesinde su tanrıçanın balıklarla süslü elbisesinden aşağıya akıtılmaktaydı” diye açıklıyordu. Oysa içine suyun dökülebileceği böyle bir delik bulamamıştık. Hiç şüphe yok ki, tanrıça tarafından tutulan vazodan dışarı taşan su fikrine … bazı duvar resimlerindeki betimlemeler yol açmıştı. Halbuki duvar resimlerinde tanrıçalar, bu heykeli farklı kılan teçhizatla gösterilmedikleri gibi, heykel de yumuşak kireç taşının akan suyla aşınmasına ilişkin herhangi bir erozyon belirtisi taşımamaktadır. Heykeli ne kadar yakından incelediysek de miğfer, kulaklıklar, boyun kutusu, omuz yastıkları, çaprazlanmış bantlar ve hortum, bereket tanrıçasının işlevlerinden ve vasıflarından çok daha farklı bir şeyleri işaret etmekteydi.”

Müzede fotoğraf çekmeme izin vermediler. Hemen yanımızda biten bir rehber hem eserler hakkında bilgi verdi, hem de bizi kontrol altında tuttu. İştar’ın öyküsünü de aynen müze rehberindeki gibi anlattı. Ben tesir altındaydım, fakat gene de sabırla dinledim. Benim öyküm daha heyecanlıydı, fakat dinleyicim yoktu. Dünyaya gelen bir uzaylı astronot fikri çok cazip gelmişti. Olağandışının çekim gücü mantığımla savaşıyor, mantığımı eğip büküyordu. Zaten tanrılar da bu kadim ziyaretçiler değil miydi? İnanna’nın göklere yükselip süzüldüğünü anlatan Sümer metinleri vardı. Uruk’un ünlü kralı Gılgamış’ın destanı, İnanna’nın gök odasından aşağıya bakarak onu nasıl izlediğini anlatır. Bir Sümer metni İnanna’nın, büyük amcası Enki’den uygarlık formüllerini içeren tabletleri çalarak, göksel sandalına atlayıp nasıl kaçtığını anlatır. Ona adanan ilahilerde “kanatlı bir kuş gibi” göklerde nasıl süzüldüğü anlatılır. Asur’dan kalan bir betimleme onu miğferli bir pilot olarak göstermektedir. Bense, heykele baktığımda iki öyküyü birbirinden ayırt edemiyordum. Eh, ne de olsa Nasrettin Hoca’nın hemşehrisiyiz. O da haklı, o da haklı! Ama ya göklerdeki kanatlı kuş oysa?

Heykellerin çoğunun içleri boş, saçtan yapılmış taklitler olduğunu öğrenince hiç şaşırmadım. Çıkıştaki mütevazi satış ofisinden İştar’ın yine kireç taşından yapılmış bir heykelini satın aldım. Hatta iki tane aldım. Diğeri Feyza için. Beni Marduk’la, Zecharia Sitchin’le tanıştırıp kanıma giren kadın! Yandaki resim, bendeki kopyanın İstanbul'da çektiğim bir fotoğrafı. Gerisi hayal gücünüze kalmış. Müzenin dışı içinden daha görkemliydi. İçerisi soğuk ve kişiliksizdi. Daha çok bir ardiye havasındaydı. Tenhaydı. Biz gezerken içeride başka hiç kimse yoktu. Dışarıya çıktığımızda kalabalık bir yabancı turist grubuyla karşılaştık. Bizim Türklerden buraya gelen pek olmuyor herhalde!



Halep'ten Türkiye...
 
Kale civarında grubumuzu yakaladık. Onlar da kaleyi gezmiş olmaktan mutluydular. Antep kalesinin bir eşi olduğuna göre bence fazla sorun yok. Gider Antep kalesini gezerim! Biraz dinlenip Halep çarşısına daldık. Burası içinde 15000 kadar işyeri barındıran, Şam’daki Hamidiye çarşısından 30-40 kat daha büyük bir labirent! Daracık sokaklarında kaybolmamak için son derece dikkatli olmak lazım. Bunun da yolu nirengi noktalarına ve çıkış kapılarına dikkat etmekten geçiyor. Tabii ki, bir dört yol ağzında sağa sola bakarken, bir yük eşeğinin çarpmasıyla fırıldak gibi dönmezseniz!

Halep’in başka bir kapısından kuzeye, sınır ve Türkiye… İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri!



Sınırla birlikte ortalık yeşerdi. Halep fıstığı Antep fıstığı, kantaralar bildiğimiz taş kemer oldu. Memleketimin her renkten evleri, her renkten insanları ve her renkten halleri birbiri ardına sökün etti. Radyodan bildik sesler bildik haberleri okumaya başladı. Hiçbir şey değişmemişti. Memleketin curcunasına geri dönmüştük ve her şey bıraktığımız yerdeydi.


Gezimizi Alevi ozanı, inançları yüzünden Halep’te linç edilerek öldürülen Seyyit Nesimi’nin dizeleriyle bitiriyorum.


Şol şem’i gör ki narına pervaneyim yine
Baş oynamakda gör nice merdaneyim yine

Saki lebinden esrimişim şol kadehten uş
Mestane gözlerin gibi mestaneyim yine