28 Aralık 2012 Cuma

BANGKOK




Kmerler Siyam'lıları yenmişti. Bunu görmüştük. Şimdi de Siyam'lı vatandaşlar ne yapmış onu görmeye, Tayland'a gidiyoruz. Zeynep'in programından devam;


1 Kasım Perşembe Siem Reap'tan Bangkok, 19.45-20.40 (55 dakika), Bangkok Airways, 868 Dolar. Konaklama B1 
Taksi tut, şoföre otelin yerini haritada göster, harita Thai dilinde olsun, saati açtır, 45 dakika git. Oteli bul. Saatte yazanı öde. 400 Baht.
2 Kasım Cuma Bangkok, otelden çık, şehre gir, tapınak gez, Buda'yı gör, nehir turu, güney, sonra kuzey, Nonthaburi markete git, şehre dön, tapınak gez, Buda'yı gör, saraya git, kralı gör, göreme, yorul, geri dön, tekrar çık, Chinatown, yemek ye, gökdelen gör, tepeye çık, çıkama, in, tekrar yorul, tekrar geri, yat, uyu...

Konaklama B2 Hepsi+herkes hep beraber 243 Dolar, 7520 Baht. Bir Amerikan Doları 30-31 Baht. 73 Dolar depozit ödendi. 
Lonely Planet... lamphutreehotel.com, tamam...  
Yapım ve yönetim; Zeynep...

B; Bangkok, B1 ve B2 Bangkok'ta iki gün demek. 
Konaklama; Lamphu Tree House


3 Kas Cumartesi Bangkok, 09.00-21.30 gezi, minibüse bin, yüzen markete git, otur, dolaş, dön, otur, kalk, dön, otele git, havuza gir, çık, kuru, giyin, bavulu al, hesabı öde, minibüse bin, 22.00’de hava alanında ol, 23,45'te havalan. THY, uçuş süresi 11 saat. 4 kasım 17:40 Yeşilköy, taksiye bin, eve gel, yat, iki gün kalkma, kalk, fotoğraflara bak, yarısını sil, gene yat...

Program bir kaç aksama dışında iyi gidiyordu. Her ülkede bir aksaklık hesabıyla üçte üç ediyor ama olsun, biz hayatımızdan memnunuz. En azından Zeynep kadar dert etmiyoruz.

A1; "A" aksaklık anlamına... Vietnam'da tayfun yüzünden Halong Körfezini göremedik. 

A2; Angkor'da yağmur bastırınca tapınak gezimiz kısa sürdü. Ben; yağmur görmek de güzeldi, desem de kimseyi inandıramadım.

A3; Bangkok'ta ilk gün nehir boyunca tekne gezisi yapacak, şehri boylu boyunca gezecek, kanallara girip çıkacaktık, olmadı. Anlatayım:


Kralların Nehri


Adı geçen nehir, Kralların Nehri "Chao Phraya" oluyor. Şehri kuzeyden güneye ortalayıp Thailand körfezine dökülüyor. Esas adı olan Menam, kısaca nehir demek. Nerede olursa olsun, yerli halkın doğaya bakışı ve sesleniş şekli her yerde aynı. Bu şey akan bir suysa adı akarsu oluyor. Biraz büyükse akarsuyun anası oluyor. Mae Thai dilinde ana, Nam da su demekmiş. Büyük Dük gibi bir anlamı olan Chao Phraya adı bir asalet ünvanı gibi Mae Nam'ın sonuna eklenmiş. Sonra öbürünü bertaraf edip tek başına kalmış. Bu, büyük ihtimalle kralın yalakalarından birisinin veya krala yağ çekip el altından madenlere filan sahip çıkmak isteyen bir İngiliz'in marifetidir. İki ihtimal aynı kişiyi gösteriyor da olabilir! Bir artı bir eşittir gene bir...

Kitabî gezginlerin kutsalı "Lonely Planet" diyor ki; erkenden kalkın, Chao Phraya üstünde tekne turu yapın, "Rama VIII" köprüsünün altından geçin, kuzeydeki Nonthaburi Marketine gidin, vs vs... Maalesef tekne turu yapamadık, sevgili ve de "Lonely" gezegen!... O gün tüm nehir boyu engellerle doluydu. Nehre çıkan bütün yollar görevliler tarafından tutulmuş, kimseyi nehir tarafına salmıyorlardı. Koca nehri bizim Vatan caddesine çevirmişler. Resmi geçitlerden içi bayılmış Türk gençleri olarak barikatlara yan gözle bakıp geçtik.

Tam da o gün, sevgili okurlar, tam da o gün Thai deniz kuvvetlerinin törensel geçit provası varmış. Her neyse, bir şeyin kutlaması? Anayasa olayı mı, sadece başkentle mi ilgili, birisinin doğuşu mu, yoksa birilerini nasıl da yenmiştik kutlaması mı bilmiyorum. Bütün diğer ordular gibi, Thai ordusu da dişine göre birisini bulmuştur yenecek. Bu birisi de büyük ihtimalle Burma ordusudur! Thai askeri kafasını Burma'yla bozmuş. Burma da kurtuluşu, adını değiştirip Myanmar yapmakta bulmuş. Myanmar'a gidecek olursam bu konuyla ilgilenmeye söz veriyorum, sayın okurlar. Şimdilik bizim nehre geri dönelim. Güvenlik için nehir üzerindeki tüm ulaşım durdurulmuş, tüm tekne seferleri iptal edilmiş. Tam da o gün, o saatte! Tayfun çıkmasından iyidir deyip bulduğumuzla yetindik. En azından kıyıda hayat normal akışında!

Yürüye, bakına, dolaşa "Ta Phra Arthit" iskelesine vardık. İskeleden kalkan son tekneyi ucu ucuna yakaladık, güneye mi kuzeye mi derken, son tekne lafını duyunca herkeste bir telaş, kısmet dedik, çaresiz atladık... Tekne burnunu kuzeye döndü, Zeynep'in listesindeki bir sürü durak, şafak tapınağı Wat Arun dahil, güneyde kaldı!

Kısacası, durak durak dolaşıp Bangkok'u ıslak tarafından seyredemedik ama, dolmuş usulü bir tekneye doluşup kuzeye keyifli bir yolculuk yaptık. Şehri epeyce geçtik, son durakta indik. Dönüş allah kerim!


Nonthaburi Market

Tam adıyla "Nonthaburi (Pibul 3) Pier" dolmuş teknesinin kuzeydeki son iskelesi. Herkesle birlikte kalktık, kıyıya çıktık. Bekleşen tuktuklardan birine atlayıp, çek oğlum dedik, markete gidiyoruz...

Burası aynen bir pazar yeri. Bizimkilerden en önemli farkı öncelikle kokusu. Kahvaltıda yediğimiz (yiyemediğimiz) kabından yeni çıkmış ayak kokulu tropikal meyveden sonra (veya önce), kokladığım en kötü kokuydu. Su ürünlerinin yoğun olduğu tezgahlarla, üstlerini örten tenteler arasında sıkışan nemli ve basık hava burun direğini oldukça zorluyor. Bu kısımlarda Mısır çarşısının baharat kokusunu özlüyorsunuz. İkinci fark tezgahtaki hayvanatın nevi. Kaz ayaklarından, pişmiş domuz kafası, bilmem ne pipisi, yılan ve enva çeşit kabukluya kadar her şey sofranıza gelmeyi bekliyor. Sofranıza derken ben hariç herkesi, kabuklu derken de ıstakozu tenzih ederek, irice bir takım böcekleri kastediyorum...
Jale dişine göre yılan ararken, giderek hızlandım ve turuncu renkli tentelerin bittiği bir yerden, neresi olduğu önemli olmayan bir sokağa kendimi zor attım... Siz bana bakmayın! Nonthaburi markete mutlaka gidin. Şefin tavsiyesi!

Bangkok'u anlatmaya sulak tarafından başladım. Öyle anlaşılıyor ki sulak bir yerde de bitecek. Yüzen marketi en sona bırakıyorum. Bu arada, yolculuk dönüşü internette dolaşırken tesadüf ettiğim bir notu aktarmak istiyorum. Gezgin yorumlarından;

"...Endonezya'da otellere girişi kesinlikle yasaklanmış durian meyvesi var... Meyve resmen on gün yıkanmamış ve lastik bir ayakkabı içinden çıkarılmamış ayak kokuyor... görüntüsü sivri dikenli bir mitolojik yaratığa benzeyen meyve yerel halkın bir numarası... büyüklüğü orta boy bir kavun kadar olabiliyor..."

Durian'a halk "meyvelerin kralı" diyormuş. Cennet-cehennem diye de anılıyor. Cehennemi anlamak kolay. Kokusu kabuğundan geliyormuş. Ayrıca tohumları yenirse nefes darlığı yapıyormuş. İçi seni, dışı beni yakar durumu! Cennetliği de etli kısmının lezzetinden ve 100 gramında 135 kalori olmasından herhalde. Demek ki Durian meyvesini nezle olunca yemek lazım! Kabuk kısmı ipeği beyazlatma işleminde kullanılıyor. Bu işi yapan işçiler de cennetlik oluyor. Son bir not da Singapur gezginleri için: Singapur'da elinizde veya çantanızda Durian varsa otobüs veya metroya binemiyorsunuz. Yanımda yok deme şansınız da yok. O içeriden, ben buradayım diye bağırıyor. Fakat, opera binası Durian meyvesi şeklinde yapılmış!


Rama I; Krung Rattanakosin In Ayothaya, Krung Thep Maha Nakhon,
Rama IV; Krungthepmahanakhon Amonrattanakosin Mahintharayutthaya Mahadilokphop Noppharatratchathaniburirom Udomratchaniwetmahasathan Amonphiman-Awatansathit Sakkathattiyawitsanukamprasit ve
en nihayet Bangkok...

Baştan başlayalım, Rama'dan...

Tayland'ın yöneten "Chakri" sülalesinin krallarına Rama deniliyor. Rama hindular için önemli bir tanım. Hindu inanışına göre Vishnu'nun yedinci kuşaktan avatarı Rama oluyor. Neyse, bu son cümleyi unutun. Bu konuya dalarsam, içinden çıkmam mümkün olmayacak. Neden silmedin derseniz, kıyamadım derim.


Rama'lar, Avrupa'daki numaracı hanedanlara özendiklerinden olacak, Bangkok'u kuran ilk Rama'dan itibaren kendilerini numaralandırmışlar. Bu durum halkın işine gelmiş. Çünkü kralın ismi de cismi gibi kutsal sayılıyormuş. Sonuçta ismini söylediğin kişi bir kral! Orada burada "bizim Bhumibol" demek olmaz. Halbuki kısaca "dokuzuncu" desen hem herkes anlar, hem de kutsallığa halel gelmez. Örneğin şimdiki kral Bhumibol Adulyadej, nam-ı diğer "Hiç Gülmeyen Kral" Rama IX oluyor. Taylandın dokuzuncusu, maşallah 67 yıllık saltanat süresi ile tüm rekorları kırmış durumda. Allah dokuzunculara uzun ömür versin! Bu yazıyı hazırlarken onların dokuzuncusu hakkında iki not gözüme ilişti. Aktarayım;

Saraydan (2009); Kral bugün tekrar yemek yemeğe başladı...
Bir İngiliz; Öyle görülüyor ki kraliçe, Bhumibol'ün yerine geçebilmek için biraz daha beklemek zorunda. Charles'ın neler hissettiğini anlamıştır herhalde...



 
 
Birle dokuz tamam, Yul Brynner hangisi oluyor diye merak ettim. Dördüncü oluyormuş, Dördüncü Rama, Siyam kralı Mongkut! Yul Brynner 1985'te sizlere ömür, Siyam 1939'da... "Karanlık" Siyam, yeni yaşamında  "özgürlerin ülkesi" Tayland olmuş, Mongkut ve Brynner ise ne olmuş belli değil. Bir ihtimal, Mongkut aradaki süreyi kutsal beyaz fil olarak geçirip bilmem kaçıncı turda dokuzuncu olarak dönmüş olabilir. Yul Brynner ise olsa olsa Cristiano Ronaldo olmuştur. Neden derseniz, hem Yul öldüğünde doğmuş, hem artist gibi çocuk, hem de kral! Ne de olsa gol kralı...



Bangkok, Bangkok olarak değil ama Rattanakosin olarak, 1782 yılında birinci Rama tarafından kurulmuş. Halk ise, uçan bir melek mi, yoksa uçuran mı, hangi melek bilmiyorum, melekler şehri "Krung Thep" demeyi tercih etmiş. Dördüncü Rama, bu ismi kısa ve sıkıcı bulmuş. Ayrıca meleklere ait gibi yanlış bir algı oluşmasın, asıl mal sahibinin kral olduğu iyice anlaşılsın diye meleklerin kanatlarının nereden geldiğini açıklamış. Şehrin resmi adı:
"Melekler şehri, ölümsüzlerin büyük şehri, dokuz mücevherin muhteşem şehri, kralın koltuğu, kraliyet sarayları şehir, yeniden doğan tanrıların evi, Indra'nın emriyle Visvakarman tarafından kurulan şehir" olmuş!
Fazla yer tutmasın diye ufak puntoyla yazdım. Şehrin ismi güzel de, yazmak epeyce zaman alıyor. Şehrin amblemi ve bayrağında fili Erawan'a binen Indra'nın resmi var.


Şehrin tam ismi, bu bölümün başlığında yazdığım gibi, Rama IV'ten sonra gelen dokuz kelime! Hikaye kısmı güzel, isim gayet fiyakalı ama, halk pek oralı olmamış. Üstelik zaman geçip her yer araba dolunca plakacı esnafı isyan etmiş. Bunca kelime otuz santimlik plakaya nasıl sığsın? Çaresiz, ucundan biraz almışlar, şehrin ismi "Krungthep Mahanakhon" olmuş! Kralın plakayla filan işi olmadığına göre sorun yok!


Kral Mongkut, sayı hesabıyla 4. Rama, hem ismini hem de şehri kanatlandırmış. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan alt yapı, eğitim ve sağlık yatırımları, matbaanın kuruluşu, demiryolu taşımacılığının gelişmesi şehri ve ülkeyi yörenin en gözde şehri haline getirmiş. Bu durum konacak şeker arayan sineklerin halet-i ruhiyesindeki malum ülkelerin malum yatırımcılarının ilgisini çekmiş. Hangileri olduğunu yazmayacağım. Benim ilgimi çeken, buna rağmen, ikinci dünya savaşındaki kısa Japon işgali dışında ki bu sayılmaz, hiç bir zaman, hiç bir ülkenin sömürgesi olmamış olmaları...


Bang "akıntı üzerindeki köy" demek. Gerisi hakkında rivayet muhtelif. Ko kökünden türemişse ada, makok kökünden geliyorsa bir cins erik ağacı oluyor... Şehrin eski halini düşününce "ada" anlamına gelen kök bana daha uygun gibi geldi. Bangkok isminin, gelip giden yabancıların etkisiyle yerleştiği söyleniyor. Bang köy demek ama köyün şimdilerde köylük hali kalmamış. Sadece merkezde dokuz milyonu aşkın insan yaşıyor. Sukhumvit bölgesi silme gökdelen dolu. Birisi, Baiyoke kulesi tam 304 metre. Büyük bir metropol, güneydoğu Asya'nın finans merkezi, canlı ve ışıltılı bir şehir. Diğer taraftan biraz yakından bakınca durum karışıyor. En ışıltılı yerlerde gölgeler uzuyor... Bizim İstanbul gibi üçü bir yerde! Zenginlik ve sefahat, fakirlik ve sefalet, inanç ve ibadet...


Lamphu Ağacı Oteli


Eski merkez, tarihi Rattanakosin, şehrin orta yerinde ufak bir bölge olarak kalmış (Phra Nakhon). Etrafı güvenlik amacıyla kazılan gayet geniş su kanallarıyla çevrili. Dolayısıyla bölgeye Rattanakosin adası da deniliyor. Kraliyet Sarayı, önemli tapınaklardan Wat Pho, Wat Phra Kaew, Milli müze ve şehir sütunu da bu ada içinde... Adanın doğu tarafındaki, üzerinde hükümet binası ve demokrasi anıtı bulunan Ratchadamnoen Caddesi Bangkok'un Şanselize'si... Bizim kaldığımız, ne ağacı olduğunu öğrenemediğim Lamphu Ağacı oteli de buraya çok yakın, hemen kanal kenarında güzel bir otel. Saraya uzaklığımız kuş uçuşu 2 km, kuş dediğim avare bir martı olsa 3 km, tuktukla 10 dakika, benim adımlarımla, sağ kalçadan frenli, 1 saat, bilemedim 1,5 saat...


Otele girişimiz epeyce sorunlu oldu. Buna da A4 diyelim. Zeynep'in aylar önce ayırtıp parasını da ödediği kanal manzaralı oda değiştirilmiş! Otel müdürünün dudaklarındaki sırıtış; ben fırsatçı ve düzenbaz bir adamım, der gibiydi. Üstelik hem oda hem de bina değiştirilmiş, ana bina dışında bir yere sürülmüştük. Daha ucuz olması muhtemel odalara yolculuğumuzun en yüksek ücretini ödeyecektik. Uzatmayalım, bir geceliğine ek binaya gidip yattık, sabah kalkıp ana binaya geçtik. Müdürün keyfi Zeynep'in başındaki birkaç siyah saç teline mal oldu. Sinir ve stresten saçları biraz daha beyazlandı.


Hemen balkona çıkıp kanal manzaramıza baktık. İki yanda iki köprü, biraz ilerde 4-5 katlı eğreti binalar, karşıda iki katlı bir dizi salaş bina, ufacık odalarda yaşayan insanlar, kanal manzaralı bir kahvaltı masası, binaların arasına sıkışmış, gayet ufak, tapınak tarzı bir yapı, önünde suya inen 7-8 basamak, basamaklardan inip elindeki bezi suda çalkalayan bir adam, bizim tarafta teneke çatılar, ufak kulübeler, yol üstünde leğenler, suyun kenarına gelişigüzel atılmış çürük tahtalar, tahtanın bir kenarına çömmüş bir adam, suya yatmış bir ağaç, bir ağacın dibinde gülen Buda, önündeki suda oyuncak ördekler, bir kaç japon balığı, üzerinde donla kapı önüne çıkmış bir adam ve kanalda ileri geri yüzen bir timsah...

BANGKOK'tayız...





Sokak tezgahları, Bangkok'un işportacıları


Nonthaburi dönüşü Büyük Saray'ın bir kaç sokak kuzeyinde, "Sanam Luang" yakınlarında bir yerde taksiden indik. Sanam Luang, Tayland'ın meşhur uçurtma festivalinin yapıldığı çok geniş bir alan. Yakınlarında da ulusal tiyatro, müze, bir takım okullar ve iki üniversite olduğundan, özellikle nehir tarafındaki yollarda trafik iyice sıkışıyor ve insan yoğunluğu artıyor. Phra Chan ve Maha Rat caddelerinden itibaren saraya kadar bütün kaldırımlar seyyar satıcılarla dolu. Singer makinesinin başına oturmuş terziler, kolye diziciler de var. İnsanlar tezgahlarla binalar arasında kalan daracık kaldırımlarda zar zor yürüyor, bir yandan da alışveriş yapıyor. Bir çeşit açıkhava pazarı... 

Tezgahlardaki en popüler malzeme "amulet" denen muska veya nazarlık gibi şeyler. Üstü kapalı, özel muska pazarı bile var. Dediklerine göre amulet ticareti multi-milyon Bahtlık bir ekonomi yaratıyormuş. Alıcılardan ciddi olanlar yanlarında büyüteçli gözlükler taşıyor, muskaları, üzerindeki yazıları son derece dikkatle inceliyorlar. Diğer popüler malzemeler din büyüklerinin çerçeveli resimleri, madalyonlar ve eski paralar. Bunun dışında her boy ve her pozisyonda Buda heykelciklerini ve diğer sıradan hediyelik eşyayı yazmama gerek yok.


Thai polisinin üniforması nasıldır, zabıtanın şapkası ne renktir, bu konularda bilgi veremeyeceğim için affedin. Onlarca işportacı görmüş, bir tane bile belediye zabıtasına rastlamamıştık. Ne tezgahını toplayıp kaçan vardı, ne kovalayan. Haraçlarını peşin yatırmış olmalılar diye düşündüm. Satıcıları, tezgahları ve üstlerinde her ne varsa hepsini çok sevdim. Bu sokaklarda bir aşağı, bir yukarı, gün boyu gezebilirdim. Ama ne yazık ki kolumdaki saatle anlaşamıyoruz. Ben yavaşladıkça o hızlanıyor. Zamanı aldatmanın tek yolu, sevdiğin bir anıyı yanında taşımaktır. Ben de öyle yaptım. Bir tezgahın başında fotoğrafları tek tek inceleyen bir keşişe sordum; bunlardan hangisi sizin patron? Anlamadı. Hangisi en önemli? En büyük? Gene anlamadı. Sonuçta kim ne bilecek, hoşuma giden birisini, bol yazılı ve en oturaklı diye, seçtim aldım, geldim, duvarıma astım. Zannedersem zamanı atlattım. O hep ileriye gidiyor, ben fotoğrafa baktıkça geriye, Bangkok'a dönüyorum.

Yolun sonu Büyük Saray'a çıkıyordu. "Phra Lan" caddesine geldik, ön kapıdan saraya girdik.


Büyük saray


Büyük Saray benim için büyük hayal kırıklığı oldu. Daha girişinde nöbetçiler yolumuzu kestiler. Kılığınızdan utanın! bu kılıkla mı sarayımıza gireceksiniz? demediler ama demiş kadar oldular. Alt tarafı saray diyecek olduk, üst tarafı da saray dediler. Baktım olmayacak. Turist milleti de uzun bir kuyruk yapmış, şalvar kiralamakta... Soyumdaki tüm inatçı genler başkaldırdı, içerden içerden dürtükledi, biz olsak girmeyiz dedi! Ben de onlar oldum, girmedim. Siz girin dedim, kızları gönderdim, üstünde saray müzesi yazan yere girdim. sağa sola bakar, bir kaç bir şeyler, kitap filan alırım, soranlara gezdim derim dedim. Fakat içeride ne gezmeye ne de görmeye değecek bir şey bulamadım. Merdivenlere oturdum, geleni geçeni seyrettim. Bir kaç da fotoğraf çektim.

 
Saray 1782'den 1925'e kadar kralların hem oturup hem de ülkeyi idare ettikleri yer olmuş. Şimdi sadece bazı resmi işler ve törenler için kullanılıyormuş. Giriş kapısının sağında müze ve kafeterya, solunda muhafız birliğinin binası var. Saraya kadar uzanan düz ve iki yanı ağaçlı yolun sol tarafında son derece geniş ve yemyeşil bir bahçe uzanıyor. Ağaçların hepsi konik bir şekilde traşlanmış. Bahçe duvarlara kadar kesintisiz, dümdüz uzanıyor, duvarların üstünden Wat Phra Kaew gözüküyordu.


Wat Phra Kaew, saray duvarlarının içinde, sarayın kuzey doğu avlusunda bulunan kraliyet şapeli ve Buda'nın evi. Tayland'daki en kutsal tapınak sayılıyor. Aynı zamanda Budistler için ikinci derecede hac yerlerinden birisi...


Şapelin en önemli özelliği "Emerald", yani Zümrüt Buda'yı barındırması. Bu nedenle ismi "Emerald Budha" tapınağı olarak da geçiyor...
Heykele zümrüt deniliyor ama bu zümrüt, çakma zümrüt! Gerçekte yeşim taşından yapılmış, 66 cm yüksekliğinde, ufak tefek bir heykel. Rengi dolayısıyla zümrüt ismi yakıştırılmış. Çakma filan ama hakkında bir sürü efsane var. İlk olarak Buddha Nirvana'ya erdikten 500 yıl kadar sonra Hindistan'da ortaya çıkıyor ve Sri Lanka, Laos, Burma, Kamboçya dolaşıp en sonunda Tayland'a geliyor. Yıldırımlar düşüyor, gök gürültüsü, fil hikayesi filan derken, en sonunda Bangkok. Bu üç satırlık kısım yaklaşık 1700 yıl filan sürüyor. Hikaye kısmına girmiyorum. Çünkü ne şapeli gezdim, ne de heykeli gördüm. Biraz ayıp oldu ama gerçek bu! 

Kendimi affetmek için (!) etrafta kahve içebileceğim bir yer aradım.

Sarayın ana giriş kapısının tam karşısında, caddeyi geçer geçmez aradığımı buldum: Au bon Pain! Nefis kahve çeşitleri, kruvasan ve diğer kurabiyeler beni bekliyordu. Duvarlarındaki camekanlarda müze reyonunda bile olmayan kitaplar, biblolar, iyi bir havalandırma, şık masalar, velhasıl epeyce keyifli bir ortam vardı. Yerel keyif saplantısı olanlar kusura bakmasın. Önceki hayatımda bir kahve ağacıydım. Kokusunu özlemişim!

O Wat senin, bu Wat benim!


Wat'ın Budist tapınağı olduğunu öğrenmiştik. Kelime Laos'ta okul anlamına kullanılıyormuş. Bir yere "wat" denilmesi için içinde en az üç keşişin yaşaması gerektiğini de burada öğrendim. Bu nedenle Wat Phra Kaew de aslında bir tapınak değil şapel oluyor. Eski tapınak kalıntılarında keşiş yaşamadığına göre onlara da "wat" denmesinin doğru olmadığı ortaya çıkıyor. Örnek: Angkor Wat! Teorik olarak doğru olabilir, ama pratikte fark etmiyor, bütün tapınaklara "wat" deniyor. Bizim için de fark etmez. Uludağ'da keşiş yaşamıyor ama güneydoğudan esen rüzgara hala keşişleme diyoruz...
WAT BOWORNIET WIHARA


Otelden çıkıp kanalı geçince, ki burası artık tarihi bölge "Phra Nakhon" olmakta, karşımıza mütevazi bir tapınak kompleksi çıktı. Wat Boworniwet Vihara. Altıncı Rama yaptırmış. Siftah deyip içeri girdik. Ortalıkta dolaşan bir kaç keşiş ve bizden başka kimse yoktu. Boylu boyunca uzanan havuzdaki fıskiyelerden gelen su sesinden başka ses duyulmuyordu. Sanki izin almadan evlerine girmişim gibi hissettim. Çıkıncaya kadar da bu his peşimi bırakmadı. Havuzun bir yanında keşişlerin ikametgah ve dershaneleri, öbür yanında tapınak binaları vardı. Altın kabartmalı kapılar, seramik çatı kaplamaları, alınlıklarındaki destansı resimler, oymalar müthiş güzeldi. Altın kaplama, mütevazi boyda bir Buda heykeli görkemli köşesinde günahkarları bekliyordu. Koridorlardaki heykellerle göz göze gelmemeye çalışarak bu güzelliklerin tadını çıkardım. Göz göze gelsem, cüppeni giy de gel diyecek gibiydiler...


Bir köşede 2012 nisanından kalma bir pano gördük. Panoda 11-16 nisan tarihleri, tapınaklardan dokuzunun isimleri ve hangi kral tarafından yaptırıldıkları yazılıydı. 9 kral ve 9 tapınak ismi. Önce pek anlamadım. İlk aklıma gelen Mongkut oldu. Aklımdan çıkmıyor ya, ondan. Mongkut hangisini yaptırmış? Rajapradit tapınağını yaptırmış. Aferin ona... Buna rağmen içim pek rahatlamadı. Kafamın bir köşesinde çöreklenmiş araştırmacı gazeteci uyandı. Uzun lafın kısası burada unutulan panonun basit bir listeden fazlasını anlattığını keşfettim.

Panonun üst kısmında yazan "Songkran" kelimesi 13-15 nisan arasında kutlanan geleneksel Thai yeni yılını ifade ediyor. 13 Nisan yeni yılın başlangıcı, 14 Nisan Ulusal Aile günü, 15 Nisan ailenin birlikteliğini vurguladıkları diğer bir özel gün oluyor. Thai inanışına göre, tapınaklardan herhangi dokuzunu aynı günde ziyaret etmek refah ve şans getiriyormuş. Bilumum Budaların "Nam Op Thai" adı verilen kokulu bir suyla ıslatılması, ayrıca aynı suyun yaşlıların eline dökülüp hayır dualarının alınması seremoniyi tamamlıyor. Bizdeki "eline su dökemez" lafının bu gelenekle ortak bir yanı var mı, bilmiyorum! Fakat yeni nesiller bu adeti de iyice sulandırmış! Geçen seneki kutlamalardan kalan fotoğraflardan gördüğüm kadarıyla millet, çoluk çocuk eline su tabancaları almış, birbirlerini ıslatmakla meşguldü.

 
Tapınağın çıkışında, üzerine para iliştirilmiş bir takım çubuklar gördük. Paraları bir kutuya atmak yerine, rengarenk çubukların ortasındaki yarıktan geçirip, çiçek diker gibi, bir bardağın içine bırakıyorlar. Halk bu şekilde keşişlere veya tapınak bakımına parasal katkıda bulunuyor. Normalde budist inanışa göre keşişlerin para kullanmalarının yasak olması lazım. Fakat malumunuz, anayasalar gibi bu cins kurallar da bir veya bir kaç kez delinebilir.

Bangkok'da gördüğümüz diğer tapınak, yatan Buda heykelinin bulunduğu "Wat Pho" oldu. Bu tapınak yine Rattanakosin adasında, Büyük Saray'ın hemen güneyinde yer alıyor. Daha aşağıda anlatacağım saray gezisinden sonra Wat Pho'ya geçtik. Esasında bu tapınakla saray bahçesi arasında sadece bir cadde var. Fakat saray kompleksi o kadar geniş bir yer kaplıyor ki yürümeye değmez. En iyisi bizim yaptığımız gibi bir tuktuka binip saray bahçesinin etrafından dolaşmak, beyaz fillerin şaha kalktığı anıtı, şehir sütununun bulunduğu binayı, eski silah müzesini, savunma bakanlığını dışarıdan seyredip, Wat Pho'nun hemen girişinde inmek.

ŞEHİR SÜTUNU - BANGKOK CITY PILLAR

Şehir sütunu dediğim "şey" asıl adıyla "Bangkok City Pillar Shrine"...  Bu uzun ismin "City Pillar" yani "sütun" kısmını anlamak kolay. Pratik olarak diğer şehirlerin Bangkok'tan uzaklığını ölçmek için kullanılan bir başlangıç noktası. Bu yanıyla Sultanahmet'teki "million" taşına benziyor. Sütun her ne kadar "ben sade bir mil taşıyım" dese de, vatandaş bununla tatmin olmamış, sütuna "şehrin koruyucusu, şehrin ruhu" gibi ruhani görevler yüklemiş (Lak Meuang). Dolayısıyla sütunun içinde bulunduğu yapı, şehrin ilk binası da türbe olmuş çıkmış. Aslında binanın içinde bir değil, iki sütun var. Büyük sütun birinci Rama tarafından, 1782'de Bangkok'un başkent oluşu şerefine dikilmiş. Daha küçük olan ikincisini Mongkut diktirmiş. Birileri de bu sütunları fallusa benzetip, internet sayfalarında animistik gelenek, dışa vurum gibi yorumlar yapmış. Bu doğruysa şehrin ruhunun bir fallustan ibaret olduğu veya şehri bir, hatta iki fallusun koruduğu gibi bir anlam çıkıyor ki, bizi allah korusun, Thai vatandaşlarına hiç yakıştıramadım! Artık ne niyetiyle bakarsanız o! Biz önündeki filli anıta uzaktan şöyle bir bakıp geçtik, Wat Pho'ya gittik...

WAT PHO

Wat Pho, ismini Hindistan'da Buda'nın yaşadığına inanılan bir manastırdan almış. Kurulduğu alan daha önce geleneksel Thai tıbbının öğretildiği bir merkezmiş. Yıllar boyu bir sürü değişikliğe uğramış, ilaveler yapılmış. Şimdi de tapınağın bir köşesinde alternatif tıp ve masaj eğitimi devam ediyor. Üzerinde tıbbi bilgilerin bulunduğu yazıtlar, tapınağın çevresine Rama III zamanında yerleştirilmiş. Birisi 20-25 metre yükseklikte, bir diğeri "Yatan Buda" olmak üzere binden fazla Buda'ya ev sahipliği yapıyor. 


Yatan Buda heykelinin bulunduğu binanın önündeki bahçede "Bodhi tree" denen bir incir ağacı var. Bu ağaç, Hindistan'daki Bodh Gaya'da, Buda'nın altında oturup aydınlanmayı beklediği ağacın bir dalından üretilmiş. 8 hektarlık tapınak alanında dördü büyük, 95 tane "chedi veya stupa" adı verilen, üzeri genellikle kabarık çiçek motifli muhteşem seramiklerle kaplı, höyük benzeri, fakat daha sivri uçlarla yükselen yapılar var. Bunların içinde dini malzemeler, kraliyet ailesinden ölmüş kişilerin külleri vs muhafaza ediliyor ve budistler için meditasyon mekanları oluyor. Yandaki resimde meditasyon yapan bir kedi görülüyor.  

                                                
Tapınak binalarının arasında, içinde dolaşmak, merdivenlerde veya Bodhi ağacının gölgesinde dinlenmek son derece keyifli. Hatta ortamı özümsemek için şart da diyebilirim. Tapınağın her köşesi Çinli dev nöbetçiler ve budizmle ilgili sembollerle dolu. Stupa'ların sayısı, katlar, katmanlar hep bir takım dini olay veya inançlarla bağlantılı. Her zaman dediğim gibi, benden bu kadar. Meraklısı açsın, baksın. Benim ilgimi çekenlerden bir kaçını yazmak istiyorum. Çan kuleleri, yatan Buda'nın yanı başındaki kâseler ve ayak tabanındaki süsler...



Hemen her manastırda "Hor Rakhang" adı verilen çan kuleleri bulunuyor. İngilizce kaynaklarda "belfry - time teller, çan kulesi" olarak geçiyor, üzerinde de bir çan var ama, çanın saat veya zamanla ilgisi yok. Bu kuleler Budistler için "asil gerçek, dürüstlük, doğruluk için uyanış ve huzurun hissedilişi, gibi duyguları  sembolize ediyor. "gerçeğin asaleti ve huzur duygusu için uyanış" şeklinde tercüme edenler de var.  Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Zaten Buda (Buddha) isminin kökü olan Budh fiili "Uyanmış, idrak etmiş, bilinçlenmiş" anlamına geliyor.  Wat Pho'da bu kulelerden iki tane bulunuyor.



Wat Pho ve yatan Buda heykeli, budistler için, yine Tayland'daki Ayutthaya veya Wat Phra Kaew kadar önemli değil. Örneğin, kutsal hac yerleri arasında sayılmıyor. Sadece saygı göstermek için ziyaret ediliyor. Hac yeri olmasa da, hem budistler hem de turistler için son derece popüler bir yer. 15 metre yüksekliğinde ve 46 metre uzunluğundaki heykel 1832'de yapılmış. Buda, kendi boyu kadar bir binanın içinde, sağ koluna yaslanmış, dudağında muzip bir ifade, uzanmış yatıyor. Yatış şekli Nirvana'ya geçiş pozisyonuymuş! Bana biraz laubali geldi. Başının altında iki tane üst üste küp şeklinde yastık var. Yastıkların üzeri cam mozaikle ince ince, çok zarif şekillerle işlenmiş. Esasında bu süslemeler her tarafta var, tavanda, duvarlarda, sütunlarda ve heykelin ayak tabanında...


Heykelin kenarlarında insanların geçebilmesi için ancak 3-4 metre kadar bir boşluk var. İçeriye uzun bir kuyrukla girildiğinden, itiş kakış, fotoğraf çekmek için doğru dürüst bir açı yakalamak çok zor. Mekan göreceli olarak bu kadar küçük olunca, heykel daha azametli gözüküyor. İlk bakışta çimlere uzanmış bulutları seyrediyor gibi duruyor. Fakat ne yerde çim var, ne de gökte bulut. Olsa olsa tavandaki oymaları sayıyor olabilir. Orası pek belli değil, ama etrafındaki kâselerin sayısı belli. Odanın uzun duvarının önünde, peşi sıra dizilmiş 108 adet kâse duruyor. 108 kâse, Buda'nın 108 kutsal niteliğini temsil ediyormuş. İnsanlar bu kâselere sırayla para atıyorlar. Maksat Buda'nın hayır duasını almak! Ve de keşişlerin...




 
Buda'nın her bir ayağının eni bir buçuk, uzunluğu dört buçuk metre. Benim 183 santimlik boyumda, ayağım 28cm geldiğine göre Buda'nınki yaklaşık 7 metre olmalıydı. Biraz mütevazi olmuş. Buda'nın küçücük (!) ayakları muhteşem altın ve sedef işçiliği ile ince ince süslenmiş. Her bir ayak tabanı sedef kakmayla 108 eşit parçaya bölünmüş. Bu 108 bölüme, 108 sembol işlenmiş. Rivayet o ki; Bu semboller gerçek Buddha'nın sol ayağının tabanında da varmış (!) Sedeften yapılmış çiçekler, dansçılar, kuşlar, beyaz filler, kaplanlar, Budizmle veya Buda'nın önceki hayatlarıyla ilgili muhtelif semboller, semboller... Hepsinin ortasında büyük bir daire, dairenin üstünde kutsal "Meru Dağı", dağın tepesinde Indra'nın sarayı, sarayın içinde cennetin, savaşın, gök gürültüsünün ve havanın tanrısı, tanrıların kralı "Indra" resmedilmiş.


NEDEN 108?


Bu 108 sayısına kafam takıldı. Bu "kafam takıldı" lafını sık sık tekrarlar oldum. Tanımayanlar kafamın şeklini merak edebilirler. Emin olun diğer herkesten farklı değil. Biraz büyük olabilir, o kadar. Bu da soruların sarmal girdaplarında veya nereye çıktığı belli olamayan kara deliklerde sıkışıp kalmasına sebep oluyor...


Gelelim 108 kutsala. Bu da dokuzlar, yediler ve kırklar gibi sihirli ve de şifreli bir sayı mıdır, merak ettim. Örneğin Budist tespihlerinde 108 boncuk bulunuyor. Meditasyon tekniklerine bakınca 108 tane sıralanıyor. Yoganın güneş selamlama ritüelindeki geleneksel sayı 108... Nedir bu 108? 108'in hikmetini tapınakta sormadığıma pişman oldum. Sorumun cevabını, her zaman olduğu gibi sanal dünyanın ağsı sarmallarında araştırdım. Bu dünyada bir sorunun cevabını bulabilmek için soruyu "kısa ve öz" sormak lazım. Sordum; Buddha 108?...

Akıllı birisi benim gibi düşünmüş ve yazmış;  

Tayland'a gidip orada sor!

Doğruya doğru, ne diyebilirim? Bir keşişe sorsaydım, şöyle bir cevap alabilirdim; Gelen insanlar kör değil ya, 108 kâseden birisini görür, harçlığımızı bırakır... Böyle bir cevap alabilir miydim? Alamazdım. Bir keşişten böyle bir cevap duymak mümkün değil. Budist keşişleri kirleten 108 yanlıştan birisi para hırsı ise, bir diğeri de boşboğazlık!

Diğer bir cevap; Bunlar, tıpkı Amerikan Pop müziği/kültürü/dini hareketleri gibi, Budizm'in popülarizmi sayılır... 

Devam etmiş; bu yazılanların hiçbirisi Nirvana'ya ulaşmak için önemli bir Budist figürü değildir...

Bir gayya kuyusuna düşmüştüm. Aynen dokuzların, on dokuzların kerameti gibi, yoga, meditasyon, matematik formüller, ince hesaplar, topluyorum, çarpıyorum, yoruldum, boğuluyorum derken, sıkı bir ayak darbesiyle kendimi dışarı atıp derin bir nefes aldım. Budizm konusunda bir sürü kaynak var. Arayan bulur. Ben kolaylık olsun diye sadece "güneşi selamlama" konusuna dair kaynak göstereceğim, benden bu kadar;

http://www.elephantjournal.com/2010/02/why-108-sun-salutations/



Sürpriz


Wat Pho içinde uzun uzun dolaştık. Dar koridorlarda, binadan binaya geçerek, heykellere ve seramiklere hayran hayran bakarak zaman geçirdik. Oturduk, kalktık, gene dolaştık, stupa hangisi, prang hangisi, öğrendik. Arada bir kaybolup dışarı çıktık, tekrar para turnikelerinden geçerek içeri girdik. Ve iki bina arasında bir yerde, bir sürprizle karşılaştık. Her ne vesile ile bilmiyorum, bir binanın etrafında çeşitli ülkelerin bayrakları asılmıştı. En güzelinin fotoğrafını çektim...


Gece hayatı, Çin mahallesi, gökdelenler


Bangkok'ta ille de görülmeli denilen yerlerden birisi de Yaowarat, yani Çin Mahallesi, daha havalı adıyla; Chinatown. Oldukça kozmopolit bir şehir olan Bangkok'ta sayı olarak çok fazla Çinli yok. Bunun sebebi 1930 yıllarında Çin'den gelen göçün yasaklanmış olması. Mevcut Çinlilerin hemen hepsi Yaowarat'ta toplandıkları için, bölge tam bir Çin Mahallesi olmuş. Bizim gördüğümüz ışıltılar muhtemelen mahallenin kaymak tabakasıydı. Her taraf çince yazılar, büyük boy reklam panoları ile gayet pırıltılı, çalışanlar yeşil önlükleri ile gayet şık, çalımlı çalımlı gezen kızlar gayet havalıydı. Eh, servis de çok hızlıydı... Sokak lokantaları mahalleyi Asmalı Mescit'e çevirmiş. Tabii ki eski haline. Belediyenin el atıp masaları yasaklamaları yakındır. Çünkü içeri sokun deseler, içeride yer yok. Her yer dışarısı!

Mahallenin en işlek köşesinde (zannedersem başka köşe yoktu), "T&K Seafood Old Shop Original in Yaowart" yazısının altında boş bir masa bulup oturduk. Burada neler yediğimize gelince...

Karidesli acılı bir çorba, bolca haşlanmış istiridye, yengeç, jumbo karides, deniz yosunlu bir çorba ve uzakdoğunun olmazsa olmazı; noodle! Ben diyim erişte, siz diyin şehriye...

Gayet leziz ve MSG'siz...
Yemekten sonra biraz yürüdük, biraz taksiye bindik, Çin Mahallesinden çıkıp gökdelen mahallesine gittik. Hedefimiz adı "State Tower" olanı görmek. Adı neden "devlet kulesi", devletle ne ilgisi var bilmiyorum. Eski adı "Royal Charoen Krung Tower, RCK Kulesi" imiş. Royal krala ait demek. Kraliyet - devlet, neyse kafa yormaya değmez. Kral demek devlet demek, devlet demek kral demekse, kuleye de devlet kulesi denmiş, fark etmez. Kral yerine, her şeyi bilen bir başkanları olsaydı "Başkan Kulesi" derlerdi. Ama ne yazık ki yok! Olsaydı, yakışıklı bir "President" kuleleri olurdu. Konumuza dönelim. Bu kule Bangkok'un Bang Rak bölgesinde, 68 katlı, 247 metre yüksekliğinde bir bina. Tepesine çıkıp şehri yukarıdan seyredeceğiz.

KILIK KIYAFET

Gökdelenlerin çoğu bu bölgede toplanmış. Boynunuz ağrımaya başlayınca gökdelen bölgesine geldiğinizi anlıyorsunuz. Kuleyi kolayca bulduk, güvenliği geçtik, kapıdan içeri girdik. Niyetimiz asansöre binip 64üncü kata çıkmak. Burada "Sirocco" isimli bir bar var. Özelliği dünyanın en yüksek açık hava restoran-barı olması ve menüdeki bolca sıfırları... Diğer bir özelliğini de son anda öğrendik...

Asansörün önüne gelmiştik ki gestapo bakışlı iki genç kız yanımıza geldi. Birisi daha bir amir pozisyonundaydı. "Giremezsiniz" dedi. Yani "böyle giremezsiniz". Kız benim kısa pantoluma takmıştı. Dizimi işaret edip "dizlerim çok güzeldir" dedim, olmadı. Jale'nin çiçekli elbisesi bile oldu, benim pantolonum olmadı. Kısa pantolon, şort, açık ayakkabı ile yukarı çıkmak yasakmış. Kendimi okul kapısından dönen türbanlılar gibi hissettim. Siyasi bir amacım yok dedim (içimden), yutturamadım. Tapınaklara bile daha rahat girmiştik. Bari onlar çıksınlar dedim, kendimi feda ettim. Zaten canım istemiyordu, dedim. Çıkıp da ne olacak? dedim. Çıkmasalardı yedeğimde daha bir sürü yalan vardı. Sonunda razı ettim. Ayşe Bangkok'taki korumam olarak yanımda kaldı. Onlar yukarıya, biz dışarıya çıktık.

Bizimkiler gelinceye kadar bu pantolonla nereye girebilirim diye bakınırken, kulenin 300 metre kadar ilerisinde bir İrlanda kafe-barı gördük. Dilimdeki bütün tad ve lezzet papillaları heyecanla dikildi. İçeriden kahve ve konyak kokusu geliyordu. Bangkok'ta İrlanda barı! Ayıplayanlar olabilir diye burada kesiyorum.


Yüzen Market "Damnoensaduak floating market"


Gezimizin son gününde bir de suda yüzenini görelim dedik, otelden minibüs ayarladık, pazara gittik. Bangkok yolları bu yarımadadaki en konforlu yollar. Tümseksiz ve motorsuz olmaları, konforlu demek için yeterli. Ana yollarda Vietnam'dakine göre çok az sayıda motor var. Bu cümle yanlış oldu. Zaten her hangi bir yerde oradakinden daha fazla motor olması mümkün değil. Sonuç olarak birisi çarptı, çarpacak diye gerginlik olmuyor. Asfalt daha kaliteli, trafik ışığı bile var :)

Çinhindi yarımadasındaki en önemli ekonomik sektörlerden birisi de yüzen pazar yerleri. Her taraf bu kadar sulak olunca alışverişin de su üstünde yapılması gayet normal! Diğer normal gelen şey de ortalığın turist kaynaması. Alışveriş-yerel ve gelenek kelimeleri masaya oturunca dördüncüyü bulmaları zor olmuyor. Turist geliyor, kareyi tamamlıyor. Peki bunca insan ne alıyor derseniz onu anlamadım. Bana daha çok botlara binip, bir aşağı, bir yukarı geziyorlar ve kanal kenarlarındaki aş evlerinde karın doyuruyorlar gibi geldi. En azından biz öyle yaptık.

Bangkok çevresinde dört yerde yüzen market var. Damnoen Saduak bu marketlerin en tanınmışı. Tayland'ın Ratchaburi bölgesinde, Bangkok'un 100 km kadar güneybatısında bir yer. Yola erken çıkmak kaydıyla 1,5 saat sürüyor. İş saatine kalındığı takdirde trafik epeyce sıkışıyor. 150 yıl önce Rama IV (Bizim Yul Brynner!) iki nehir arasında, ulaşım amaçlı 32 kilometrelik kanal açtırmış. Etraftaki toprak bereketli, sebzesi, meyvesi de bol olunca halk bu kanalları ürünlerini sattıkları bir pazar yeri olarak kullanmaya başlamış. İsterseniz adam başı 500 Baht ödeyerek bir saatlik bir kano turu yapabiliyorsunuz.
Market alanında iki saat geçirdikten sonra kenarda bekleşen motorlu botlardan birisine binip, kanal boyunca yarım saatlik bir yolculuk yaptık. Bir timsah çiftliğine gidiyoruz. İki yanımızdan barakalar, suyla içiçe yaşamlar, güleryüzlü insanlar ve de sonraki yaşamlar için dikilmiş "ruh evleri" akıp geçti. Güler yüzlü insanlar deyişim laf olsun, torba dolsun diye değil. Sadece Bangkok için de değil. Vietnam'da da aynı şeyleri yaşadık. Ne zaman birisinin fotoğrafını çekmeye kalksam, kaçıp saklanacağına, yüzünde bir memnuniyet ifadesi beliriyor. Önceleri kamerayı görürlerse kızarlar diye çekingen davranıyordum. Bir gün yüksekçe bir balkonda gayet hoş, yaşlı bir kadın gördüm. Fotoğrafını çektiğimi anlayınca öne doğru geldi ve gülümseyerek el salladı. O günden sonra ben de rahatladım. El sallıyorum ve deklanşöre basıyorum.

Çiftlikte hapsedilmiş timsahları ve yılan terbiyecilerinin şovunu seyretmeye hiç hevesimiz yoktu. Toplu gezilerin bir sıkıntısı da bu. Ben istemiyorum arkadaş diyemiyorsunuz.


Thai masajı
Son akşamımızda otelin havuzunda yüzüp yorgunluk atarken, kafamda bir ampul yandı. Tayland'a kadar gelmiş, bir masaj yaptırmadan dönüyorduk. Nayır, nolamaz diyerek havuzdan çıktım. resepsiyondaki adam beni rahatlattı. Hemen sokağın köşesinde bir masaj evi olduğunu söyledi. Klasik, mahalle arası, sıradan bir masaj evi. Tam aradığım yerdi. Kalktık, Jale'yle birlikte masaja gittik. Çorabım zaten yoktu. Ayakkabımı çıkarıp masözümün önüne uzandım. Kadın ayağımı aldı önce dizden aşağı iyice yağladı. Evirdi çevirdi, ovdu ovaladı, eliyle, parmağıyla, düz bir çubukla, içini dışını, altını üstünü iyice mıncıkladı. İki saat uğraştı. Ayaklarım pamuk, ben hoşaf gibi oldum. Sonunda bacaklarımı havluyla örtüp yeşil çay ikram etti. Biz salonun giriş kısmında beş kişi yan yana uzanmıştık. Bu sırada bir adam içerideki odaya girip epeyce uzun zaman kaldı. Merak ettim, ama soramadım. Bir dahaki gelişimde direkt oraya girmeye karar verdim. İkimiz için 300 Baht (10 dolar) verdik, biraz da bahşiş, karşılıklı iki kere eğildik kalktık, dışarı çıktık.


Suvarnabhumi Havalimanı, Gülücüklerin havalimanı

Bunu ben demiyorum. Hava limanı için kullandıkları slogan böyle.

Hava limanı 2006 yılında açılmış. Kontrol kulesi dünyanın en uzunu, kendisi Asya'nın en moderni, dört milyar dolarlık çelik ve alüminyum anıtı! Enteresan bir ismi var. Biraz karıştırınca bu ismin arkasında başka şeylerin olduğunu öğrendim. Kısaca şöyle; Hava limanı bu ismi efsanevi Suwannaphum ülkesinden, yani "Altın ülke"den almış. 90-168 yılları arasında yaşayan Grek feylesof Ptolemeus "Ganj'ın ötesindeki İndia" eserinde buralardaki bir altın ülkesinden bahsediyormuş. Buralarda diyorum, çünkü değil yeri, varlığı bile belli değil. Bu keramet bölgedeki milleti, özellikle Thai ve Burma krallıklarını birbirine düşürmüş. Thai hükümeti de politik bir kararla, bu efsanevi ülkeye çaktırmadan sahip çıkmak amacıyla işe hava limanından başlamış, adını Suvarnabhumi koymuş.


Havalimanı girişindeki rutin kontrollerden sonra bekleme salonuna giderken bir sürprizle karşılaştık. Angkor Wat'daki meşhur duvar kabartmasının konusu olan "çalkalama" veya "çalkalayıp yağını çıkarma" olayı, yani "Samudra Manthan", üç boyutlu olarak karşımızda duruyordu. Bir yanda 92 şeytan, diğer yanda 88 yarı tanrı, bir yılanı Meru Dağı'na dolamış, yılanın başı şeytanların tarafında, iki yandan çekiştirip süt okyanusunun yağını çıkarıyorlar. Bütün çaba ölümsüzlük nektarını elde edip, bilumum tanrısal güçleri yeniden kazanmak için. Ortadaki animasyonun kısa tercümesi bu.
Yarı tanrılar kutsal güçlerini neden kaybetmişler, cezayı kim kesmiş, bu aklı onlara kim vermiş, şeytanları nasıl kafaya almışlar, Vishnu neden kaplumbağa'ya dönüşmüş, hikayenin sonunda ne olmuş, ölümsüzlük nektarını kim içmiş, içmiş de ne olmuş, bunları anlatmayacağım. Bu yazı bir gezi yazısı. Bilge "Durvasa" kim, hikmeti nereden geliyor, Indra neden bir çelenke sahip çıkamıyor, fil çelenki ezince neden bilgeye hakaret oluyor, "Asura" hangisi, "Deva" hangisi, "Vasuki" ne oluyor, bu konulara da girmeyeceğim. Sadece bir kaç ipucu vermekle yetineceğim. Meraklısı açsın, "Purana"ya baksın, Samudra Manthan'ı okusun. Gaza gelirse Vishnu'yu araştırsın, gene olmazsa gitsin hindu olsun, budist olsun...

  
Yine, yeniden, tekrar "Tomb Raider"...

 
Gezimizin böylesine güzel bir hava limanında bitmesi iyi oldu. On bir saatlik uçak yolculuğu için hazırız. Moraller yüksek, keyifler yerinde. Çinhindini fethettik, dönüyoruz. Burma'yı Laos'u da sonra alırız. Uçak tam zamanında kalktı. Havalandık. Onbir saatlik yolumuz var. Koltukların önündeki ekran çalışmaya başladı. Film seyredelim dedik. Sinema kanalını açtık. Baktık, "Tomb Raider" oynuyor. Ancelina'yı göreceğiz ya, hani epeydir bizden sayılır, kulaklıkları taktık, Angkor cangılına daldık. Az gittik, uz gittik, zamanında İstanbul'a indik. Eve gittik. Erkenden yattık. Yattık ama uyumadık. Televizyonu açtık. Açılan ilk kanalda bir film: Tomb Raider! Tekrar seyrettik...