4 Nisan 2020 Cumartesi

AKLIMA DÜŞENLER

Zor günler geçiriyoruz.

Hikayelerde ilk cümlenin vurucu (veya çarpıcı) olması gerekiyormuş. "Hayatım Roman" gibi bir cümle... Çarpsın ki gerisi de okunsun. Orijinal? Orijinal de olması lazım. Hem orijinal hem çarpıcı? İkisi birden daha da zor. Bu günler hakkında yazan herkes zaten "zor" veya aynı anlama gelen bir kelimeyle başlıyor anlatmaya. Çünkü zor günler geçiriyoruz. İnsanların işlerini ve gelirlerini kaybettiği, maske ve eldiven borsasının alabildiğine yükseldiği, kolonya kokusunun geri döndüğü...

Zencefil veya zerdeçaldan medet ummamak gerektiği, virüsün hapşırıkla daha çok yol aldığı, ilaç yoksa tonik içileceği, tuzlu suyla gargaranın pek de yararlı olmadığı, limonlu suyun daha iyi, bağışıklığın önemli olduğu herkesin dilinde. En önemlisinin de maske takmak, el yıkamak ve bir de "Sosyal mesafe" olduğu...

Temizlik denen olayın sadece el ıslatmaktan ibaret olmadığı, sabunla yıkamak olduğu, kişisel temizlik kadar çevre temizliğine de önem verilmesi gerektiği, sosyal mesafenin de (en doğru ifadeyle) fiziksel olarak diğer insanlarla araya mesafe koymak olduğu anlatılsaydı daha iyi olurdu ama buna da şükür deyip konuya dönelim...

Valiler bile ortalıkta dolaşıp resmi kurumların önlerinde toplaşmış insanlara "Sosyal Mesafe" diye bağırıyorlar, milletin hangi sıkıntılı bekleyişler için kendilerinden vazgeçtiklerini düşünmeden veya bu insanları orada toplayan sorunları çözmeyi düşünmeden... Arkalarında sosyal denen şeyle kafası karışmış insanlar bırakarak geçip gidiyorlar...

"Bilimsel Kurul" toplanıp dip dibe oturmuş, varsın otursunlar, kendileri bilir. Biz oturmayalım. Baştan beri ne yapmam gerektiğini düşünüyorum. Evim ve ailemin korunması için neler yapmak gerektiğini... Hekim arkadaşlara, hasta olursak hangi hastaneye gitmemizin daha iyi olacağını soruyorum. Şimdiden bir strateji oluşturmak lazım. Bu bir savaş çünkü! Savaşlar başka türlü kazanılmaz.

Öbür savaşlar uzun zamandır unutuldu. Keşke bittikleri için unutulmuş olsaydı! Her seferinde son olmasını gönülden dilediğim, lakin hiç bitmeyen savaşların sonuncusunda, bu yeni savaşın neferleri sağlıkçılar! Ayırt etmeden, birini diğerinin önüne koymadan, hekiminden hasta bakıcısına hastanelerde ölümüne (gerçekten ölümüne) çalışan tüm sağlık çalışanları...

Çanakkale Savaşının yıl dönümünde, televizyonlarda ve internette, bir marş eşliğinde sıklıkla tekrarlanan coşkulu sözleri anımsadım. Tek koluyla savaşan Mehmet Çavuş, erkek kılığına girerek savaşan Halime Çavuş, çoğu şehit olan 57. Alay ve unutulmaz Seyit Onbaşı...

Ne ilgisi var, bilmem; hastanelerde gece gündüz büyük bir özveriyle çalışan, halk sağlığına göğüslerini siper eden hekimler, hemşireler ve diğer sağlık emekçileri aklıma düştü.

Hastaneye yatmak zorunda kalırsam ilk selamı verecek güvenlikçiler, sedyemi itecek emekçiler, yatağımı yapacak hasta bakıcılar, ilaçlarımı hazırlayacak eczacılar, hiç kimsenin görmediği tıbbi teknisyenler, idrar, kan, gaita demeden hastalıkların gizlerine gömülmüş laborantlar, mikrobiyologlar, biyokimyacılar, ömürleri telaş içinde geçen ameliyathane personeli, bugünlerde ekstra işler başaran perfüzyonistler, her hastaya şefkatle,  gözleri gibi bakan hemşir ve hemşireler, hasta yakınlarını sabırla göğüsleyen danışmanlar, yerleri köşe bucak temizleyen Halime kadın, Çorumlu Mehmet veya Keşanlı Selim, bu lanet virüs ve sırasını bekleyen bir sürü lanet mikrobu ve belayı ilk göğüsleyen sağlık emekçileri ve yazmayı istemeyerek unuttuğum diğer hastane çalışanları...

Hepsi en az hekimler kadar alkışı hak eden, hastalansalar, hatta ölseler bile istatistik rakamlarına karışıp gidecek, hiçbir yere isimleri verilmeyecek, iş ve hayat arkadaşları dışında isimleri anılmayacak emekçiler...

Birden, öyle aniden aklıma düştüler...
Aklımın bir köşesinde onlar için bestelediğim bir marşla beraber....