17 Aralık 2010 Cuma

DEMOKRASİNİN ENGELLERİ (II)

(2. kısım)



YÜKSEK ÖĞRETİM KURUMLARI ve YÖK


Son günlerde artan talebe olayları ve protestolar dolayısıyla Yüksek Öğretim Kurumları ile ilgili görüşlerimi öncelikle yazmaya karar verdim. Başlangıçta niyetim önce aile içi demokrasiden, ilköğretimden, çocuklarımızın demokrasi kültürünü üniversite döneminden önce kazanması gerektiğinden bahsetmekti. Üniversitede demokrasiyi ilk baştan başlayarak öğretmek biraz geç kalmış bir çaba olur. Üniversiteler demokrasinin yaşandığı yerler olmalıdır, gençler için de daha önce alfabesini öğrendikleri, fakat belki de ANLAMINI tam kavrayamadıkları demokrasi ilkelerinin uygulama alanı…

Anayasamızın 130. maddesine göre üniversitelerimiz, bilimsel özerkliğe sahip kamu kuruluşlarıdır… Anayasada sözü geçen özerklik, LIMA sözleşmesinde (aşağıda tekrar bahsedeceğim) kabul edilen tanımıyla; yüksek öğretim kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik çalışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki bağımsızlıkları anlamına gelmektedir. Bizim demokratik anayasamızda idari ve mali özerklik yoktur. Burada idari ve mali unsurlarıyla tam bir özerklik, yani otonominin, doğru bir yöntem olup olmadığı tartışmasına girmeyeceğim. Niyetim üniversitenin genel sorunlarına değinip, konuyu öğrencilere getirmek…

Devlet üniversiteleri idari ve mali açıdan özerk değildir. Anayasamızda, siyasi baskıyı üniversiteden uzak tutarak kendi kendini idare etmesi gibi bir tanım da yoktur. Bu nedenle bağımsızlıktan bahsedilemez. Çünkü önemli maddi kaynağı devlettir. Kaynaklarını kendi varlıklarından alan vakıf üniversiteleri biraz daha özerk sayılır. Bununla beraber, tüm üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, devletin gözetimi ve denetimi altındadır… Tekrar idari kısma dönelim: 2547 sayılı Yüksek Öğretim Kanunu göre öğretim üyelerinin seçtikleri rektör tarafından yönetilir ve denetlenir. Seçim sonucuyla genellikle ilgisi olmayan bir rektör tarafından... Önce, siyasilerin seçtiği cumhurbaşkanının atadığı YÖK başkanı seçim sonuçlarını şöyle bir tartar, “kerameti kendinden menkul” bir sıralama yaparak gene siyasiler tarafından seçilmiş cumhurbaşkanına sunar. O da başka bir “keramet” ile seçime girenlerden bir adayı rektör olarak atar. Sonuçta Rektörü öğretim üyeleri seçmiş gibi yapılır. Rektör de üniversiteyi özerkmiş gibi yönetir! Seçim yaptık ve rektörümüzü seçtik. Son derece demokratik oldu değil mi?


Görüldüğü gibi daha işin başında, işin başını seçerken bile deve mi kuş mu, belli olmayan bir yöntem uygulanıyor. Seçilen kişi,üniversitenin birimleri ve her düzeydeki personel üzerinde genel gözetim ve denetim görevini yapmak” gibi son derece geniş yetkilerle donatılıyor. Gerisi doğal olarak hikaye… Bu zeminde özerklik son derece sakıncalı bir anlam kazanıyor, tuzak haline geliyor.  Rektör taraf tutmuş, adamını sokmuş, bilmem kimin profesörlüğünü hasıraltı etmiş, hasıraltından boş kadrolar yaratmış, akademisyenler baskı altındaymış, kişiliksizleştiriliyormuş, iş güvenceleri yokmuş… O bir “He-man!” kim tutar onu?


Üniversitelerin özerklik talebi yanında, diğer önemli bir husus da öğretim elemanlarının yönetim ile ilişkilerinin ne kadar özerk olduğudur. Bugün uygulanan sistemin sıkıntılarından bir kısmı da burada yatmaktadır. Tek yetkili rektörlük düzeni yanında, bilimsel özerkliği sınırlayan diğer bir sorun da, doçent ve profesörlerin iş güvencelerinin olmasına karşın (bazı vakıf üniversitelerinde bu bile yoktur), kariyerlerinin ilk basamaklarında olan öğretim elemanlarının bu güvenceden tamamen yoksun olmalarıdır. Akademik işlerin hamallığını yapan bu grup, işlerinin sürekliliği için üstleri ile iyi anlaşmak zorundadır. Virgül, nokta veya …mıştır, …caktır eleştirileriyle defalarca yeniden yazılan tez çalışmaları vardır. Çoğu fakültede ders yükünün aşırılığından araştırma yapmaya vakit yoktur. Neyse ki her hangi bir araştırma ortamı da yoktur. Ayrıca araştırma fonlarından katkı almak deveye hendek atlatmaktan zordur, ama bilimsel özerklik vardır! Hocaların yüzlerce yayınının olmasının nedeni genellikle hiç haberleri bile olmayan makalelere adlarının “mecburen” yazılmasıdır. Kongre katılımları ise ayrı bir maceradır. “Kadrolu kongreciler” yanında uluslararası bir kongreye katılmak deveye hendek atlatmaktan zordur. Üniversite yönetimlerinin başlangıçta titizlikle hazırladığı “bilimsel kriterler” genellikle kongreye katılma taleplerini reddetmek için kullanılır. Kafa karıştırıcı, ama devam edelim; Tek yetkilinin rektör olması dolayısıyla da “doğal” olarak süre uzatmaları da “iyi çocuk” kriterlerine bağlanmıştır. Jürilerin dosya inceleme süreci, ricacı telefon diplomasisinin tavana vuruğu süreçlerdir. Akademik yaşantısının daha başlangıcında bu travmaları yaşayan bir genç bilim insanı, bir şekilde yükseldiği takdirde düşündüğünü ifade etmekten çekinen, edilgen, sorumluluktan kaçan, bir türlü katılımcı olamayan, aslında inanmadığı düşüncelere destek veren, başkalarının sorunlarına duyarsız bir “çağdaş” bilim insanı olur. Bu yeni bilim insanı karakteri geometrik hızla çoğalır ve tüm akademik yaşamın dominant tipi haline gelir. Bakınız; üniversiteler…


Şimdi de yüksek öğretim kurumlarının özerkliği ve akademik özgürlük üzerine LİMA BİLDİRGESİ’ne bir bakalım ve bu bildirgeden üniversitelerdeki demokratik ortama dair çıkarımlar yaparak öğrencilerin sorunlarına biraz daha yaklaşmaya çalışalım.


LIMA Bildirgesi, 6-10 Eylül 1988 tarihleri arasında Lima'da toplanan Dünya Üniversiteler Servisi (WUS) Altmış sekizinci Genel Kurulu tarafından uluslararası standartları gözeterek hazırlanmıştır.

Bu bildirge, eğitim haklarından yalnızca, akademik özgürlüğün var olduğu ve yüksek öğretim kurumlarının özerk oldukları bir ortamda tam anlamıyla yararlanılabileceğini vurgular ve eğitime ilişkin şu ilkeleri kabul eder:
…Her devlet, her tür ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik ya da başka görüş, milliyet veya toplumsal köken, ekonomik durum ya da başka bir statüye ilişkin olarak herhangi bir ayrımcılık yapmadan eğitim hakkını güvence altına almalıdır. Her devlet, ulusal gelirinin uygun bir miktarını eğitim hakkından tam anlamıyla yararlanılabilmesini sağlamak amacıyla ayırmalıdır.
Eğitim olumlu bir toplumsal değişimin aracıdır. Dolayısıyla, eğitim her ülkenin toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel durumundan kopuk olmamalı, bütün hak ve özgürlüklerin tam olarak edinilmesine yönelik bir biçimde statükonun değiştirilmesine katkıda bulunmalı ve daimi biçimde değerlendirilmeye açık tutulmalıdır.
...Tüm devletler ve yüksek öğrenim kurumları öğretim üyeleri ve araştırmacılar için istikrarlı ve güvenceli bir istihdam sistemini temin ederler. Akademik çevrenin hiç bir üyesi, akademik çevrenin demokratik yollarla seçilmiş bir organı önünde adil bir savunma yapılmadan görevinden alınamaz.
...Tüm yüksek öğretim kurumları öğrencilerin, kurumun idari organlarında yer almalarını temin ederler. Tüm devletler ve yüksek öğretim kurumları öğrencilerin herhangi bir ulusal ya da uluslararası sorunla ilgili görüşlerini tek tek ya da toplu halde ifade etmek haklarına saygı gösterirler.
…Devletler, tüm orta öğretim mezunları veya yüksek öğretim düzeyinde öğrenimlerini sürdürebileceklerini ispat edebilecek diğer kişiler için ücretsiz bir yüksek öğretim sistemi tasarlamak, düzenlemek ve yaşama geçirmek için tüm gerekli önlemleri almalıdırlar.
…Akademik çevrenin tüm üyeleri, çıkarlarını korumak amacıyla sendikalar kurma ya da sendikalara katılma hakkı da dahil olmak üzere başkalarıyla birlikte örgütlenme özgürlüğü hakkına sahiptir.
…Yukarıda sıralanan hakların kullanılması bazı özel görev ve sorumlulukları da birlikte getirir ve başkalarının haklarının korunması için gerekli olan bazı kısıtlamalara tabi tutulabilir. Öğretim ve araştırmalar mesleki standartlara tümüyle uyularak sürdürülmeli ve toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yanıt verir nitelikte olmalıdır.
Tüm yüksek öğretim kurumları ilgilerini toplumun karşı karşıya bulunduğu çağdaş sorunlara yöneltirler. Bu amaçla, bu kurumların müfredatları ve faaliyetleri bir bütün olarak toplumun ihtiyaçlarına yanıt verir. Yüksek öğretim kurumları, kendi toplumlarında politik baskıları ve insan hakları ihlallerini kınamalıdırlar.
…Tüm yüksek öğretim kurumları diğer benzeri kurumlar ve kendi akademik çevreleri içindeki bireylerle, baskıya maruz kaldıkları zaman dayanışma içinde olmalıdırlar. Bu dayanışma maddi ya da manevi olabilir ve baskı kurbanlarına sığınma, iş ya da eğitim olanakları sağlamayı içermelidir.
…Akademik özgürlükten gerektiği gibi yararlanmak ve yukarıdaki maddelerde sözü geçen yükümlülüklere uymak, yüksek öğretim kurumlarının üst düzeyde özerkliğe sahip olmasını gerektirir. Devletler, yüksek öğretim kurumlarının özerkliğine müdahale etmemekle ve toplumdaki diğer güçlerin müdahalelerini de önlemekle yükümlüdürler.

Eğitim hakkını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden sonra tekrar ele alan, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklarla İlgili Uluslararası Sözleşme, (BM, 16 Aralık 1966) eğitim hakkını da yeniden (13. Madde) vurgulamıştır. 1976’da yürürlüğe giren sözleşme Türkiye tarafından 15 Ağustos 2000 tarihinde imzalamış, fakat birçok diğer anlaşma gibi bu da lafta kalmıştır. Enteresan olan bu alanda tek ülke olmamamızdır. Bilindiği gibi Fransa ve İngiltere de öğrenci harçlarını kaldırmak şöyle dursun, devamlı artırmaktan sabıkalıdır. Bu sözleşmeye imza atan ülkeler;
…Yüksek öğrenimin, her uygun yolla ve özellikle ücretsiz eğitimin giderek yaygınlaştırılmasıyla herkese, becerisine göre eşit olarak açılmasını;
…Her düzeyde bir okul sisteminin geliştirilmesini, yeterli bir burs sisteminin kurulmasını ve eğitim personelinin maddi koşullarının giderek iyileştirilmesini kabul etmişlerdir.
Görülüyor ki anayasamızda sözü edilen “akademik özerklik” sınırları içinde öğrencilere de tanınmış haklar var. Öğrencilerin bunları yönetimden talep etmeleri demokratik haklarıdır. Cevapsız kalan soruların ve sorunların bir gün patlayarak kendini göstermesi kaçınılmazdır. Hangimiz yüksek öğretimde her şeyin dört dörtlük olduğunu söyleyebilir? Bazılarının “şiddet” olarak nitelendirdiği protesto şekli daha yaratıcı olabilirdi. Fakat unutulmamalıdır ki bu olaylardan önce hiçbir medya organı, üniversite yönetimi veya YÖK bu taleplerle ilgilenmemiştir. Bu sayede birkaç kişi de olsa, öğrenciler ekranlarda ve gazetelerde dertlerini anlatma fırsatı bulmuştur. Onları dinlemek veya isteklerini dile getirecek ortamı sağlamak yöneticilerin görevidir. Neyin yapılıp neyin yapılamayacağını anlatmak da… Bunun adı diyalogdur! Siyasi iktidarlara düşen görev ise imza attıkları uluslararası sözleşmeleri ciddiye almak, bunlarla ilgili hedeflerini açıkça ortaya koymaktır.. Diğer taraftan, emniyet kuvvetleri de aynı yaratıcılığı göstermeli, uyguladıkları aşırı şiddetin olayları tırmandırmaktan başka bir işe yaramadığını anlamalıdır. Bunca sene sonra, toplumsal olaylarda dünyanın en deneyimli polisleri olmaları gerekirken, coplama ve biber gazı dışında bir planı olmayan emniyet yönetimine hayret ediyorum.

Şimdi de kah tekel işçilerinin direnişine destek verirken, kah üniversitelerdeki anti-demokratik uygulamaları ve baskıları, paralı eğitimi protesto ederken gördüğümüz gençlerle ilgili olarak gazetelerimizde yer alan bazı haberlerden “kıssadan hisse” özetleri:

  • …YÖK Başkanı Ankara Üniversitesine bir yazı göndererek öğrenciler hakkında çok geniş çaplı bir soruşturma başlatılmasını talep etti. 
  • ….Devlet bakanına yumurta atan öğrenci için 2 yıl hapis istemiyle dava açıldı. 
  • …Başbakan: bu tür olaylar devam ettikçe polis tavrını koyacaktır 
  • …AKP Anayasa komisyonu başkanı: “bu üniversitenin rektörü, dekanı, bölüm başkanı istifa etmelidir. …senin yaptığın dekanlığı babam da yapar” 
  • Ve Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. C. Göle’nin, AKP Anayasa Komisyonu Başkanı’na son derece seviyeli (ve özlediğimiz) cevabı: siz gerçekten sivil misiniz?



Türkiye'den demokrasi haberleri devam ediyor:

17 Aralık 2010: The Economist dergisinin yaptığı "Ülkelerin 2010 yılı demokrasi endeksi" araştırması yayınlandı. Kriterler; seçim sistemi, çoğulculuk, hükümet fonksiyonları (etkinlik, şeffaflık), siyasi katılım (oy verme, parti üyeliği), siyasal kültür, temel hak ve özgürlükler. Bu kriterlere göre yapılan sıralama; Tam demokrasi, kusurlu demokrasi, melez demokrasi ve otoriter rejimler şeklinde. Türkiye, incelenen 167 devlet arasında "melez rejim" kategorisine giriyor. 5,73 puanla 89uncu sırada...

            Bunun anlamı şu: Türkiye'deki seçimler özgür ve adil değil, muhalefet partileri üzerinde iktidar baskısı var, siyasal kültürümüz henüz oluşmamış, sivil toplum ve katılımcılık eksik, hukuk devleti olduğu şüpheli, media baskısı var... Bu rejime "demokrasi" demekte zorlandıkları için "melez" demekle yetinmişler. Kaç puan daha alırsak "kusurlu" kategorisine yükseleceğimizi (!) ise bilmiyorum!!!!!!!!!!

            2008 yılında 87nci sırada olan Türkiye, ileri demokrasiye geçtiği (...ni zannettiği) 2010 yılında 89uncu sıraya gerilemiş! Bakın şu gavurların yediği naneye!

17 Aralık 2010: TBMM'nde hazırlanan yeni bir "hep bana hep bana" kanun tasarısı: başbakan, bakanlar, bürokratlar, ve belediye başkanları görevi kötüye kullanma suçu işledikleri takdirde alacakları ceza azaltılıyor...

23 şubat 2011: Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, YÖK verilerine dayanarak, 2007-2010 seneleri arasında 131452 öğrencinin üniversitelerden ilişkilerinin kesildiğini söyledi. Nedenleri; afiş asmak, bildiri dağıtmak, üniversite yönetimini protesto etmek, devamsızlık, örgüt adına propaganda yapmak…


PARTİ İÇİ DEMOKRASİ

Bazı karikatürler fazla söze gerek bırakmıyor...


Parti içinde başlayan bu sorun, iktidar fırsatı bulunca devlet yönetiminde de devam ediyor. Ayrıntıya girmeyeceğim, daha önce yazdığım gibi politikacı değilim, köşe yazarı da değilim, "bir bilen" hiç değilim, sadece doktorum. Çözüm? Psikolojik bir sorunsa "her şeyi ben bilirim" olgusu, "çocukluğuna inmek" yarar sağlar mı?  İşte doktorca bir çözüm önerisi! Liderleri bu yaşta eğip bükemeyeceğimize göre, demokrasinin temellerini aile içinde atmak, bunu eğitimle pekiştirmek daha köklü bir çözüm olmaz mı? 

Bu uzun ve zahmetli "kim öle, kim kala" yolu, hem seçmenler için, hem de gelecekteki yöneticiler için, demokrasinin özümsenebileceği tek yol. Bu "olmayan ülkeyi" ben görür müyüm, bilemem. Ama çocuklarımızın göreceğini umut edebilirim!


ASKERİN YERİ

Asker hakkında çok fazla bir şey yazmak istemediğimi fark ettim. Tabu olduğundan değil. Demokrasilerde askerden bu kadar çok bahsetmemek gerektiğinden. Onun için kısa yazacağım, sadece kendimi açıklayacak kadar...


Askeri gerektiğinden fazla öne çıkaran ülkelere bakalım; Pakistan, Yunanistan, Mısır, Türkiye... Bu ülkelerin askeri bütçeleri ne kadardır? Kime karşı silahlanırlar? Hele Yunanistan! Hayali bir Türkiye tehdidiyle yıllardır halkının refahına el koymuyor mu? Pakistan ordusuna bu kadar para ayrılmasaydı, halkı daha farklı bir yerde olmaz mıydı? Mısır'da 30 yıldır aynı insanın hüküm sürmesi demokrasiye bağlanabilir mi? 952 Mısır devrimi yeni bir firavunlar yaratmak için mi yapıldı? Türkiye? Atatürk bu ülkeyi gençliğe emanet etmedi mi? Genç derken kastettiği, yaşı 25'ten küçük (!) olanlar mıydı? Ben mi yanlış anladım! Yoksa bu genç, Türkiye'yi emanet ettiği genç demokrasimiz değil miydi? 


Ayrıca, sonuçları halkı ilgilendiren her hangi bir konuda, "asker ne düşünür" demenin, "ulemaya soralım" demekten ne farkı var? Devamlı "kurtarıcı" arayıp askere bakmak, "allah korusun" deyip, patlak lastikle yola çıkmak gibi bir şey değil mi? Askerler neden hayatımızın bu kadar içinde? Örneğin, anayasa değişeceği zaman neden askerlere sorulur da doktorlara sorulmaz?  İnsanlar milli eğitim bakanının adını bilmezler, ama genel kurmayı, kuvvet komutanlarını ezbere sayarlar. İşte ben, insanlarım için demokrasi isterken, bunu istemiyorum. Ben, artık genel kurmay başkanının adını bilmek istemiyorum. Kuvvet komutanlarını da...




Diğer konu başlıkları:
TOPLUMDA KADININ YERİ

DEVAM EDECEK...