30 Temmuz 2009 Perşembe

JAMBO!


Kenya, Temmuz 2009

Maasai'lerin konuştuğu Swahili dilinde "Safari" kelimesi uzun yolculuk anlamına geliyor. Arapçadaki "safar" kelimesinden kaynaklanan bir kelime (Türkçede de "sefer" olmuş! Salami veya salama gibi, selam anlamına...) Kenya'da 3 müthiş safari yaptık. Vahşi doğa, okyanus ve kültür safarisi...

Devre değişim sisteminin Atina şubesinde çalışan, çok güzel Türkçe konuşan bir Rumun önerisini ev ahalisi ile paylaştığımda herkes değişik tepki verdi. Kızlar hevesle atılırken, Jale ne oluyoruz, nereden çıktı şimdi gibi tepkiler gösterdi. Temmuzda Afrika! Yazın sıcağında Afrika'da işimiz ne?

Karibu Kenya!

Nairobi'de uçaktan indiğimizde havaalanındaki herkes eldivenli ve atkılara sarınmış dolaşıyordu. Kara ikliminin soğuk bir gecesiydi. Nairobi 1660 metre rakımda olduğu için kıyı bölgelerine göre her mevsimde 5-6 derece daha soğuk. Mombasa'ya gidecek Kenya uçağının kalkışına 2-3 saat vardı ve etrafta her tarafı kapalı, korunaklı hiç bir yer yoktu! Bir kafenin köşesine büzülerek sabahın olmasını bekledik. Hedefimiz Kenya'nın en eski şehri, Hint Okyanusu kıyısındaki Mombasa.

Uçaktan indiğimizde pilotumuzun bir kadın olduğunu görmek hoşuma gitti. Vay canına dedim, aferin! Her tarafa merakla bakarken uykumuz ve yorgunluğumuz dağılır gibi oldu. Çıkış kapısında, kalacağımız "Royal Safari Beach Club" tatil köyünün servis şoförünü de karşımızda görünce rahatladık. İşler yolunda gidiyordu. Şoför son derece hoş sohbet ve espritüel birisiydi. Kenya'yı sevmeye zaten hazırdık. Geçtiğimiz her yer, her cadde, pazar yeri, teneke kulübeler, eğri büğrü barlar, bir aşağı bir yukarı yürüyen, koşan, bisiklete binen insan kalabalıkları, aralarda kırmızı giysileriyle hemen ayırdedilen Maasai yerlileri ve hatta cezaevi bile hoşumuza gidiyordu. Neden gitmesin? Şoförümüze göre Kenya'da kalınacak en ucuz yerdi ve tüm duvarları maymunlarla doluydu! Şoförümüzün sayesinde insanlarını da sevdik. Sonradan diğer tanıdıklarımız da en az onun kadar sıcak, samimi ve güleryüzlüydü. O günden sonra en sık işittiğimiz swahili deyişini de ilk ondan duyduk; "Hakuna matata". Hakuna, yok anlamında bir kelime. Matata da ingilizcedeki "matter" gibi. Kısacası problem yok! Dünyanın tüm sahil kentleri için slogan olabilecek bir laf!

Havuz keyfi, denizin, pardon, okyanusun gelgitlerini izlemek, palmiye ağaçları altında "Tuscer" birası yudumlamak, terastan yağmuru seyretmek, hepsi çok güzeldi. Dedim ya, herşeyi sevmeye zaten hazırdım. Fakat herşeyden çok birlikte olmayı sevdim. İlk defa olarak bir yurtdışı tatilinde dördümüz birlikteydik. Neyse, konu dağılıyor gibi. Uzatmadan tura başlayalım. Önce Mombasa'ya çok yakın iki yerden bahsedeceğim.

NGOMONGO 

"Ngomongo villages" adı verilen, Mombasa'nın 10 km kadar kuzeyinde ve kıyıdan 600-700 metre içeride olan bu bölge 1991'e kadar mercan madeniymiş. Sonra terk edilmiş. Belediye burayı çöp dökme yeri olarak göstermiş. Fakat çöp döküldüğü takdirde büyük bir çevre felaketinin kaçınılmaz olduğunu gören bir tıp doktoru, Frederick Gikandi (yaşasın tıbbiye!) bunu kendine dert etmiş. Zeminin 1-1,5 metre altındaki su tabakasının okyanusla irtibatta olduğunu, kirlenen zeminden sızan pisliğin kıyıda yeni oluşan mercan resiflerini yok edeceğini iddia etmiş. Ayrıca çıkan gazlardan oluşacak hava kirliliği de cabası...

Dr. Gikandi bakmış devletten bir yarar yok, 1998 yılında tek başına yola çıkmış. Bir yandan yoluna taş koyanlarla ve belediye ile uğraşırken, 16000 m2 araziye ağaç dikmiş. Bir yandan da halkı aydınlatmış ve kurtarılan alan 65000 m2'ye çıkmış. 2008 yılından sonra da üniversitelerin desteğini almışlar. Şimdi tüm bölge ekonomik değeri çok yüksek casuarina, baobab, palmiye, mango gibi ağaçlarla kaplı. Bu arazinin bir kısmını da turistik amaçlı kullanıyorlar. Kenya'nın çeşitli bölgelerinde yaşayan başlıca 9 kabilenin yaşam tarzını gösteren köy örnekleri sergiliyorlar. Bu örneklerin her biri, bir-iki kulübe ve ekim alanından oluşuyor. Göl kıyısında yaşayan kabileler için de ufak bir gölet yapıp içine timsah filan koymuşlar. Orada da nasıl balık tuttukları gösteriliyor. Burada kalan kabile mensupları genelde bekarlardan seçiliyor. haftanın her günü sırayla bir kişi gelerek köyünü tanıtıyor. Ateş yakıyor, yemek yapıyor, ok atıyor, balık tutuyor, yerel bir enstrüman çalıyor. Asıl yaşam alanlarında olduğu gibi, burada da beslenen hayvanların tek sayıda olmasına dikkat ediliyormuş. Kolay boşanmaları önlemek için paylaşımda bir zorluk olarak düşünmüşler! Bu kabilelerden birinde bir doktorla (!) karşılaştık. Doktor, büyücü, falcı, şifacı artık ne derseniz! Oturduğu yerin etrafında bir sürü kuru kafa vardı. Büyücü atalarının kafalarını yanlarında tutuyorlarmış (manevi destek vaziyetleri!). Benim falıma baktı. Ayağının baş parmağına geçirdiği ipe takılmış (ipin diğer ucu yukarıda bir yere bağlı) kuru bir kabağı önce ipin üzerinde yukarı itip, kabak aşağı doğru inerken bir şeyler mırıldandı. Dediğine göre benden büyük mevkide birisi (hayırdır inşallah!) benimle uğraşıyor ve aşağı doğru çekmeye çalışıyormuş!!! Sonucu da söyleseydi iyiydi ama, onu da BEN yaşayarak göreceğim (gördüm!). Konuşurken bir yandan da elindeki çakıyla küçük bir tahta parçasına şekil veriyordu. Ayrılırken bu tahta parçalarını birer ipe geçirerek herkese hediye etti. Uğur kolyesiymiş. Şartı da şu: tuvalete girerken ve içki içerken takılmayacak! 

AKAMBA KABİLESİ TAHTA İŞLERİ KOOPERATİFİ

Ngomongo'nun bir kısmı, tahta oymacılığında çok usta olan Akamba kabilesinin çalışma alanı olarak ayrılmış. 15000 civarında insan, 140-150cm yüksekliğindeki, yanyana, sırt sırta kulübeler içinde, yarı karanlıkta, ellerine geçen her cins ağaçtan, keser, keski gibi basit el aletleriyle oymalar yapıyorlar. Sert abanoz ağaçlarından 2-3 mm çapında bacakları olan upuzun maasai adamlarına şekil veriyorlar. Satış kısmına karışmıyorlar. Satışlar ayrı bir binada yapılıyor. Her bir eserin üzerindeki numaradan kime ait olduğu anlaşılıyor, satıldığı takdirde, hissesine düşen para hesabına geçiyor. Her akşam, dağılma saatinde insanlar bir tahtanın üzerine asılan listelerden nelerin satıldığını ve o gün kimin ne kadar para kazandığını öğreniyorlar. Sonra vezneye veya boyunlarını bükerek kapıya yöneliyorlar.

İmalat alanında pazarlık ve satış olmaması iyi bir şey. Satışla uğraşmayıp, sanatlarına yoğunlaşmalarını sağlayan, o kalabalık içinde ön sırada veya arka sırada olmanın önemini azaltan, ağzı iyi laf yapanla yapmayanın arasındaki farkları kaldıran bir sistem. Bir anlamda "fırsat eşitliği" sayılabilir. Fakat gene de insanın aklına bazı sorular takılıyor. Aslan payı kime düşüyor? Her satılan parçadan ne kadar pay alıyorlar? Kooperatif tarafından sömürülüyorlar mı? gibi...

MOMBASA

Mombasa Kenya'nın ikinci en büyük şehri. Hint Okyanusu kıyısında, bir ada üzerine kurulu, büyük bir limanı tarihi bir şehir. Anakaraya köprülerle bağlı. Ulaşım için ayrıca feribotlar kullanılıyor. Swahili dilinde adı "Kisiwa Cha Mvita = savaş adası". Tarihi boyunca Portekizlilerin, Çinlilerin, hintlilerin, Yemenlilerin, Umman emirlerinin, arapların ve de Osmanlıların ilgi odağı olmuş, üstüste sahip değiştirmiş. İbn Battuta da 1331'de gelmiş ve halkını şafi müslümanlar olarak tanımlamış. "...a religious people, trustworthy and righteous. Their mosques are made of wood, expertly built." Vasco de Gama'nın gelişi bölgeyi çok etkilemiş (1498). Portekizliler 16. yüzyılda burayı kolonize etmişler ve "fort Jesus" kalesini inşa etmişler (yukarıdan bakınca, şekli çarmıha gerilmiş bir adamı andırıyor!).

Burada uzun zaman kalan Portekizli denizciler sıkıntıdan duvarları boyamışlar, resimler yapmışlar, sevgililerinin adını kazımışlar. Osmanlıların en önemli işi de bu duvardaki resimlerin 20 cm kadar önüne başka bir duvar inşa etmek olmuş, görünmesin diye! Demek ki bir yandan da resimlerin güzelliğine kıyamamışlar...

Eski şehrin sokaklarında dolaşmak çok güzeldi. Yerel rehberin yapışkanlığından kurtulmak ise imkansız! Her yerde olduğu gibi burada da zenginler kendilerine kurtarılmış alanlar yaratmışlar. Yüksek duvarlar arkasında ayrıcalıklı bir yaşantıları olduğu belli. Lüks evler, geniş bahçeler, golf kulüpleri. Duvarlar ne kadar yüksekse, teller ne kadar dikenli ve camlar ne kadar keskinse içerideki adam da o kadar zengin demek. Dışarıdaki adam içinse her şey günlük! Günlük kazanıp günlük harcıyorlar. Kimin umurunda? Sonuçta Hakuna Matata!! Mombasa'da en çok duyduğumuz laf "hakuna matata". Deniz kıyısında olmak insanlar üzerinde her zaman bir fark yaratıyor. Nairobi'de bu deyişi duyduğumu hiç hatırlamıyorum. Hindistan cevizi kesip satan da, kıyıda balık tutan da, garson da şoför de hep aynı, hakuna matata...


TSAVO ve İNSAN YİYEN ASLANLARI

Safari programını Zeynep ayarladı. Maasai Mara Mombasa'ya çok uzakmış. Sadece bunu söylese bana yeterdi. Bunu vurucu darbe olarak en sona saklayıp, daha bir sürü sebep sıraladı. Mara'ya gidilmezmiş, orası fazlaca turistik hale gelmiş, hayvanlar büyük bir hayvanat bahçesinde imişler gibiymişler filan. Tsavo çok daha güzelmiş. Kenya'nın en geniş, en doğal safari alanıymış. İnsan yiyen aslanlar varmış. Yani kendileri yoksa da hikayesi varmış. Filmi de varmış. Daha ne olsun?

Haklıymış. Tsavo gerçekten görülmeye değer bir yermiş. Rehberimize insan yiyenler nerede diye sorduk, yok dedi. Hikayesi varmış, ama aslanlar yokmuş. İnsan yiyen aslanları kast ediyorum. Ölmüşler ve efsane olmuşlar. Yelesiz iki erkek aslan şu anda içi doldurulmuş vaziyette, Şikago’daki bir müzede sergileniyor (Chicago Field Museum). Yelesiz erkek aslan Tsavo’da bulunan özel bir tip.  25 yıl Patterson’un oturma odasını süsleyen iki aslan postu, 1924 yılında, şimdiki değeriyle 66 bin dolara müzeye satılmış. Şimdi bu Patterson kimdir, insan yeme meselesi nedir, kimlerdendir, onu açıklayıp tekrar konumuza dönelim.

 
Bazıları Tsavo isminin “katliam yeri” anlamına geldiğini yazsalar da bunu pek inanılır bulmadım. Zira “insan yiyen aslan” efsanesi çıkmadan önce de burası Tsavo diye anılıyormuş. Maasai’ler bölgeden geçen nehre “Tsavok = büyük nehir” diyorlar. Ayrıca bunlar yelesiz aslanlar. Testosteron seviyesi düşük aslanlarda yele miktarı azalıyor. Bence olaya katliam demek hayvanlara haksızlık olur. Bir hipoteze göre o tarihlerde Zanzibar’a giden köle kervanlarının yolu Tsavo’dan geçiyormuş. Yolda bayılan veya ölen köleler yabani hayvanlara yem oluyormuş. Aslanların insan etine alışmaları bu yüzden olabilir. Biraz hazır yemek durumu var gibi. 1898 yılında, Uganda – Kenya demiryolunun Tsavo’dan geçen kısmının inşaatı sırasında iki erkek aslan şantiye kampına musallat olmuş ve aynı yıl, mart ve aralık ayları arasında yüzden fazla insan yemiş. Demiryolunun İngiliz mühendisi Yarbay Patterson uzun çabalar sonunda iki aslanı da öldürmüş. Daha sonra, emeklilik maaşı yetmeyince oturmuş, bir kitap yazmış; The Man-Eaters of Tsavo. Efsane böyle başlamış. 1996 yılında çekilen “The Ghost and the Darkness” filmi bu kitaptan esinlenmiş.

DOĞU VE BATI TSAVO


Sabah karanlığında otelden ayrıldık. Soğuktan mı yoksa heyecandan mı olduğunu anlayamadığım ürpermeler arasında yola koyulduk. Yaklaşık 240 kilometre sonra, öğlene doğru Tsavo’ya geldik. Üzerinde “Doğu Tsavo” yazan bir kapıdan geçtik. Kapının öncesi ve sonrası arasında, görünürde pek fark yoktu. Ama kapıda ödenen giriş parası artık doğal park bölgesinde olduğumuzun resmi kanıtıydı. Bunu dönüşte anlatacaklarımıza inanmayanlara gösterebilirdik. Kanıt no:1… Uçsuz bucaksız gibi gözüken ovada uzun süre bir sağa, bir sola dolaştık. Buradaki yön ifadesi, sağ-sol vs bir süre sonra gayet anlamsız bir hal aldı. Aynı yerde dönüyor da olabilirdik. Kızıl kırmızı kumluk arazide, daha önce aynı yoldan geçmiş araçların izinde, şoförümüzün içgüdülerine ve arada sırada telsizden gelen anlaşılmaz kelimelere güvenerek epeyce yol aldık. Şoför bazen yoldaki izlerden anlamlar çıkarmaya çalışıyor, bazen de telsizin öbür ucundan tüyo almaya çalışıyordu. Saatler geçti, kuru çalılar, tek tük akasya ağacı ve önceleri kum tepesi sandığımız termit yuvalarından başka bir şey görmedik. Termit yuvası görmüş olmak da iyi bir şey sayılabilirdi. En azından, daha önce bilmediğimiz bir şeydi…

 
Tavanı 40-50cm yükseltilmiş minibüste ayağa kalkmış, ne göreceğimizi bilmeden, etrafa bakınıyorduk. Ellerimiz kameraların tetiklerinde, her an ateş edecekmiş gibi hazırdık. 20-25 metre ilerimizde otlayan ufacık bir antilop birden hepimizi heyecanlandırdı. Antilop, antilop! Şoför onayladı; antilop. Devamlı “sessiz olun” diye uyarıyordu. Bir şey görürseniz "stop" diyeceksiniz! “OK” dedik. Bir antilop daha; stop, bir tane daha; stop, bir tavuk; stop, bir kuş; stop. Keyfimiz yerindeydi. Uzun süre başka bir şey görmedik. Ufağı, büyüğü, boynuzlusu, kıçı renkli olanı, bir sürü antilop, ilaveten bir kaç tavuk benzeri... Bir yandan da şoför yerdeki izleri anlatıyordu; buradan aslan geçmiş, bir şey sürüklemiş, şurada yemiş filan. Evet! Safari yapıyorduk (adı bile havalı!). Ama neredeydi bu hayvanlar? Aslan, maslan? İnsan yiyenine bile razıydık (!)

Arabada bizden başka bir de Avustralya'lı çift vardı. Doğrusu adam da, karısı da pek hoştu. Karısının bize fısıldadığına göre; adamın 75 yıldır tek hayali, bir gün Afrika'da safari yapmakmış. Bunun için timsah derisinden bir şapka alıp kenara koymuş ve yıllarca beklemiş! Kadın ise ciddi bir kuş fanatiğiydi. Kuşların çoğunu ezbere biliyordu. Bilemezse elindeki kitaptan, gördüğümüz kuşların adını filan buluyor, kocasına gösteriyordu. Sonra oyuna biz de katıldık. Malum, safariye "game" adı da veriliyor! Nasıl bir oyunsa? Zamanla samimiyet arttı. Biz de kitaba uzanıyor, karnı mavi, sırtı kırmızı, bu değil şu, şu değil bu, ne şirin filan deyip devam ediyorduk. Sonra bizim de kafamız karıştı, her gördüğümüz kuşun, böceğin önünde çığlıklar atarak durmaya başladık.


Önceleri şoförümüz bu çığlıkların sebebine anlam veremiyordu, ama sonra o da alıştı. bak kuş, bu da kuş, bu tavuk derken, küçücük dikdikler ortaya çıktı. Bayıldık! Ben "besin zinciri..." diye başlayınca hepsi üzerime yürüyecekti. Besin zinciri dedim de aklıma geldi. Öğle yemeğini Tsavo ovasını kuş bakışı gören bir yerde yedik. Epeyce yüksek bir tepenin üzerinde müthiş bir yerdi. Voi Safari lodge! Hemen önümüzdeki üç yapay gölete gelip su içen maymunları, "buffalo" denen bizonları izlemek de güzeldi ama, uçsuz bucaksız ovayı seyretmek bana daha cazip geldi.

Yorucu bir günün ardından gece kalacağımız yere geldik. Adını not etmemişim. Batı Tsavo'dayız. Ndewe yamaçlarındaki "Ngulia Safari Lodge" olabilir. Tepelere tırmanmadan önce, ovanın bitiminde, 80-90 yıl önce bu tepelere uçağıyla çakılıp ölen bir pilotun anısına dikili bir taş görmüştük. İleride oradan bulabilirim belki. Odalarımıza çekildik ve hesapladık. Başlangıçta oldukça kısır geçen saatlerden sonra bol bol fil, zebra, zebra şeyi, zürafa, üç-dört tane de (neredeyse 1 km uzaktan, hayal meyal) aslan ve akşama doğru, dönüş yolunda bir kaç sığır, pardon buffalo görmüştük. 5 büyük için daha yolumuz vardı. Birden kapı vuruldu. Bu aynı zamanda alarm anlamına geliyordu. Binanın ön tarafında bir leopar görülmüş! 

Doğrusunu isterseniz ortada bir hile vardı. Leoparları doğal halinde görmek çok zor olduğu için, burada bir düzen kurmuşlar. Seyir terası gibi bir yer yapıp, 20-30 metre önündeki kuru ağacın dallarına, belli saatlerde, yeni kesilmiş keçi asıyorlarmış. Leoparlar zamanla buna alışmış. Hazıra kim alışmaz ki? Kokuyu alınca geliyor, karınlarını doyurup, sularını içiyor ve gidiyorlarmış. Böylesini bile görmek son derece heyecan vericiydi. 1963 yılında, 13 yaşındayken, bir jaguarın yaşamını anlatan sinema filmi için iki defa okuldan kaçan birisi yazıyor bunu...

Ertesi gün tek hedefimiz bir gergedan görmekti (beşliyi tamamlamak için). Onun yerine bol bol gnu gördük. Maasai'lere göre tanrı tüm hayvanları yarattıktan sonra artan parçalardan gnuları yapmış. O arada "Mzima Springs" diye bir su kaynağı gördük. Burası da Batı Tsavo'nun çok özel yerlerinden birisiymiş. Volkanik Chyulu tepelerinden gelen yeraltı sularının beslediği bir kaynak bölgesiymiş. Ayrıca Klimanjaro'nun buzullarından gelen sular da burada birikiyor ve Kenya'nın en önemli içme suyu kaynağını oluşturuyormuş. Uzun, devasa akasya ağaçları arasında, kristal berraklığında bir göletle karşılaştık. Hipoları ilk defa bu kadar temiz bir su içinde gördük. Bunlar herhalde hipoların "yüksek cemiyet hayatına" karışmış olanlarıydı. Önümüzde silahlı bir muhafız (vahşi hayvanla karşılaşma olasılığına karşı), uzun bir yürüyüşten sonra göletin üzerine doğru uzanan bir gözlem yerine geldik. Merdivenlerle alt kata inerek önümüzden geçen balıkları vs seyrettik. Burasının esas numarası hipoları yakından, su altında görebilme olasılığı bulunmasıymış. Avlanırken, yüzerken filan. Bize denk gelmedi.Ayrılırken yolun kenarından biraz lav kalıntısı söktüm. Eh, ne de olsa Klimanjaro havası!

Daha sonra bütün gün rhino rhino diye sayıklayarak dolaştık. Sadece gergedanlar için ayrılmış koruma bölgesini bir aşağı, bir yukarı defalarca dolaştık. Öğrendiğimize göre burada sadece 50 kadar gergedan kalmış. Onun için son derece sıkı bir şekilde korumaya almışlar. Bölgede başka vahşi hayvan yok. Fakat biz zürafadan başka bir şey görmedik. Su aygırlarının gölgesine gergedan diye çığlıklar attık, fakat heyhat... Kırpmadan uzaklara bakmaktan gözlerimizin pınarları kurudu, bir tane bile göremeden akşamı ettik ve Tsavo'dan ayrıldık. Yorgun fakat mutluyduk. Beşte dört de fena değil!


MAASAİ YERLİLERİ VE BİR MAASAİ KÖYÜ

Kenya demek Maasai demek. Ünleri aslan avcısı olmalarından. Karizmalarının en önemli kaynağı da bu ünleri. Onları bavul taşırken, turist gezdirirken veya sirk modunda görmek kötü oluyor. Tanzanya ve Kenya arasında sınır çizilirken yaşam alanları da bölünmüş. İngilizlerle başlayan itilip kakılma halen devam ediyor gibi. vahşi doğayı koruyalım derken onların da bu doğanın bir parçası olduğu unutulmuş. Kültürleri de yozlaşmaya terk edilmiş. Korudukları sadece "show business!" Maasailer Engai adını verdikleri tek tanrıya inanıyorlar. Bu tanrının çift doğası varmış. Siyah tanrı yardımsever, kırmızı tanrı ise cezalandırıcı. Kırmızıya müthiş tutkunlar. Ben de Maasai kırmızısına (bu da klasik turist bakış açısı!).

Köyleri son derece basit. Etrafı yabancı hayvanlara karşı çitlerle çevrili. Köylerini gezmek için adam başı 10 dolar ödedik. Çocukların okul masrafı için istediklerini söylediler. Gelen giden turistlerden iyice bıkmışlar, bari para kazanalım diyorlar herhalde. Kadınları incik boncuk satarken daha hevesli, fakat erkekler bayağı bıkkın. Şarkıları da zıplama seremonileri de tamamen şova yönelik. Çocuklar da işin gırgırında. Kulübeler kadınlar ve çocuklara ait. Erkekler hep dışarıda. Geceleri herhangi bir kulübenin önüne mızraklarını dikip içeriye giriyorlar. Kapıda mızrak varsa içeriye başka erkek girmiyor. Eve kilometrelerce uzaktan su taşımak, çocuk bakmak, yemek hazırlamak, kısacası tüm iş kadınların omuzlarında. Erkekler avcı, fakat av yok! Av olmayınca ellerinde birer sopa, bütün gün ağaç gölgesinde pinekliyorlar. Tabii ki yeni bir turist kafilesi için zıplayıncaya kadar. Dolaşırken kadınlardan birisi Jale'ye yaklaşıp alçak bir sesle; bir Maasai çocuğuna sahip olmak isteyip istemediğini sordu. Diğer bir kadın turist de Maasai erkek teklifi almış. Muhtemelen bunlar da şova dahil.


RESİFLER VE HİNT OKYANUSU

Otelin önünde kilometrelerce uzanan bembeyaz bir kumsal vardı. Bu kumsalın bir zamanlar "canlı" olduğunu düşünmek çok farklı bir duygu. Kumsal denize doğru uzanıyor, suyun altında kaldığı yerlerde yeniden hayat buluyordu. Bazı mercan kayalarını bir gün canlı görüyorduk, sonraki gün ölü. Üzerlerinde su kalmayınca, kuruyor ve ölüyorlar. Med ve cezir günde iki defa tekrarlanan ve suyun seviyesini neredeyse 2 metreden fazla değiştiren bir okyanus hareketi, Türkçesi gel-git olayı. Kıyıdan uzaklaştıkça mercanların sağ kalma olasılığı artıyor. 

İşte bu resiflerin üzerinde, kıyıdan başlayıp okyanusa doğru, bir başka "safari" daha yaptık. Yanımızda yerli halktan rehberler vardı. Bu rehberler boyunlarında resmi (!) gibi gözüken bir belge taşısalar da, aslında bütün gün plajda dolaşıp turistlerden bahşiş koparmaya çalışan, yakın bir köyün gençleri. Önce resiflerde yürümenin tehlikelerinden bahsedip, bilen birisiyle birlikte gezmenizi tavsiye ediyorlar. Doğal olarak bilen kişi, size bunu söyleyen kişi oluyor. Bir kişiyle sözleşseniz bile iki kişi geliyorlar. Bu da rehberler arası sosyal dayanışma oluyor. Ayrıca ufak bir para karşılığında evlerini gezmek ve yaşam şartlarını görmek mümkün. Utanmanıza gerek yok, bunu kendileri teklif ediyorlar. İngilizce bilen, parasal beklentileri fazla olmayan, gayet dost insanlar. 

Biz de bu gençlerden ikisiyle, suyun en alçak olduğu saatte buluşarak yürüyüşe başladık. Suyun 10 santim altı, çeşit çeşit deniz yıldızları, solucanları, hıyarları ve kestaneleri ile doluydu. Açık denize, okyanusun tüm haşmetiyle resifleri dövdüğü yere kadar, aşağı yukarı 1 km yürüdük. O bölgede resiflerin arasında, 1,5-2 metre derinliğinde, ufak çapta bir havuz boyutunda gölcükler vardı. Gözlüğümü takıp daldığımda akvaryumda yüzer gibi hissettim. Arada nefes almak için dışarı çıkmayı unutacak kadar güzeldi! Duvarları canlı mercanlarla kaplı akvaryumda, suyun yükselmesiyle oralara gelip geri dönemeyen rengarenk balıklar ve ben... Kenya gezimizin en unutulmaz anlarından birisiydi...

Dönüşte Jale'nin ayakkabılarını rehberlerden birisine bıraktık Suya dayanıklı, altına da kestane dikeni batmıyor diye çok beğenmişti!

NAİROBİ

Uçağımız Mombasa'dan hareket ettikten biraz sonra solumuzda, bulutların üzerinde, Tanzania tarafındaki Klimanjaro'nun tepelerini gördük. Klimanjaro nedense (herhalde gördüğümüz filmlerin etkisiyle) bende hep farklı duygulara yol açar. Swahili dilinde adı Beyaz dağ, bizim dağımız. En yüksek tepesinin (5895m) adı ise UHURU yani "özgürlük tepesi" ve daima buzullarla kaplı. Bu buzullardan süzülen sular Kenya'nın en önemli içme suyu kaynağı ve buzulların giderek azalması ilerisi için büyük sorun! Biz gördüğümüzde üzerinde çok az beyazlık vardı. Umut ederim ki görmediğimiz tarafında daha çok vardır.

Nairobi büyük ve gelişmiş bir şehir. Lakabı "nairobery!" Hırsızlık olaylarının aşırılığı şehrin adına ve sanına kazınmış gibi. Hemen her an bu tedirginlikle dolaşıyorsunuz. Lüks bir lokantaya gidiyorsanız otelinize kadar rahat dönmeniz için özel servisleri veriyorlar. Biz yürümeyi tercih ettik (biz Türküz, bize bir şey olmaz!)

Nairobi'de esas hedefimiz dünyanın 2nci büyük "slam" bölgesi Kibera'ı görmekti. Yani yoksul yerleşim bölgesi. Otelde buraya gitmenin çok tehlikeli olduğunu söyledikleri için öncelikle otelden bir minibüs ayarladık. Sonra Kibera girişindeki bir karakoldaki polislerle 500'er şiline anlaştık. Yanımıza refakatçi olarak A3G3 makineli tüfek taşıyan 2 asker-polis verdiler ve Kibera'ya girdik!


Polislerden dolayı olsa gerek, hiç bir olayla karşılaşmadık. Fakat tedbirimizi de aldık. Hiçbir erkekle göz temasına girmemeye, yaklaşanlardan bir şekilde uzaklaşarak polislere yakın durmaya çalıştık. Çocuklardan uzak durmak ise imkansızdı. Müthiş güzel çocuklardı ve çok mutlu gözüküyorlardı. Burada yaşayanlar için hükümet yeni binalar yapsa bile insanlar ayrılmak istemiyorlarmış. Hatta yeni apartman dairelerini kiraya verip burada yaşamaya devam ediyorlarmış. Niye gitsinler ki? Herşey çok ucuz, ortam fıkır fıkır, hayat dolu. Tüm olanaklar eliniz altında, berberi, kuaförü, manavı, bakkalı ne isterseniz, ikişer metrekarelik dükkanlarda aradığınız herşeyi bulur, büyük bir sosyal dayanışma içinde sırt sırta yaşarken neden uzak beton yığınlarına mahkum olasınız? Hırsızsanız veya uyuşturucu kullanıyorsanız kolayca saklanabilirsiniz. Kibera sizi korur. Çalışmak isterseniz de biraz ileride büyük bir şehir sizi beklemekte. Giyersiniz pembe fistanı, ince ince örersiniz saçları, inersiniz şehre. Diğerlerinden hiç farkınız kalmaz. Hele çocuklar için hiçbir sorun yok. Doğur ve sokağa bırak. Trafik yok, beton yığınları yok, her yer oyun bahçesi.. o sokakta büyür gider, ingilizce bile öğrenir...


Kwaheri Kenya! tüm güzelliklerin için ahsante sana..