30 Haziran 2013 Pazar

PANAMA

Soru; Amerika'da neden hiç savaş olmaz? (Sorudaki Amerika, ABD oluyor!)
 
Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Ortada sorun olmasa, sorusu da olmaz. Sorusu olsa cevabı bulunmaz. Yolculuğumuzun bu kısmında, sorunun doğru cevabını bulmaya, Panama’ya gidiyoruz…  
 
2012’de yapılan bir araştırmada Panama, dünyadaki en mutlu insanların bulunduğu kent olarak rapor edilmiş. Kriterleri bilmiyorum, yazılmamış. Böyle raporları her zaman şüpheyle karşılarım. Dünyanın en kritik coğrafyalarından birisinde, belki de başta gelen bir bölgede olup da bu mutluluğa çomak sokulmamış olması mümkün değil. Bir beyin yıkama operasyonu olabilir. Bakın ne kadar mutlusunuz gibi! Çomağı kimin tuttuğu, kimin kötü, kimin iyi adam olduğu gibi konulara fazla girmeyeceğim (Bu, azıcık girebilirim demek!). Bir gün bir sızıntı olabilir, aslında şöyleydi ama biz size böyle söyledik diye aklımızı karıştırabilir, melekler şeytan, şeytanlar melek olabilir. Burası böyle bir bölge. Dedim ya; fazlasıyla kritik, politik ve de stratejik!
 

Örneğin çok eski değil, daha 1989 yılında Amerikan başkanı baba Bush Panama’yı işgal etti. O sırada Panama’nın başında Noriega vardı. İyi adamdı, kötü adamdı bilemem. Benim ilgimi çeken adamın daha önce Amerikan ordusundan istihbarat-karşı istihbarat ve psikolojik operasyon konularında eğitim almış olması. Bin ladin hakkında da böyle bir şeyler hatırlıyorum. Neyse, demek ki bir süre sonra adamı delikten aşağı süpürmeye karar vermişler. Allah başkalarını korusun!
 
Amaç her zamanki gibi demokrasi ve insan haklarını korumak ve kollamaktı. Uyuşturucu trafiği ve kanalın fonksiyonları gibi mazeretler de eklenince, Bush Panama’ya demokrasi getirmeye mecbur (!) kaldı. İki haftada yüzlerce asker ve sivil öldü. 1995 yılındaki Birleşmiş Milletler raporuna göre çoğu fakirlik seviyesinin altında yaşayan 20000 insan göç etmek zorunda kaldı. 10000 civarında memur veya işçi işini kaybetti. Bir buçuk- iki milyar dolarlık ekonomik yıkım gerçekleşti. Sonra nasıl bir mucize oldu da, daha yirmi yıl geçmeden dünyanın en mutlu insanı oldular anlamadım. Darısı Irak vatandaşlarının başına! Kaldı 7-8 yıl…
 
Fikir uçuşmaları arasında az kalsın soruyu da, cevabını da unutuyordum. Panama, Irak derken cevabı hatırladım. Tekrar sorayım:
 
Soru; Amerika'da neden hiç savaş olmaz?
Cevap; Olmaz, çünkü Amerika'da hiç Amerikan konsolosluğu yok!
 
 
PANAMA TURİSTİK
 
Buraya CIA ajanı olarak gelmediğimize, iki gün kalıp döneceğimize göre işimize ve notlarımıza bakalım.
 


Önceden vize almak gerekmiyor. Giriş yaparken turistik form doldurulması ve bu formla birlikte kişi başına 30 USD ödenmesi yeterli. Turist kartları 30 gün geçerli. Elektrik prizleri Amerikan tipi, yassı delikli. Adaptör gerekiyor. Voltaj 110, frekans 60. Tehlike yok. 220 voltla çalışan aleti 110 voltluk prize takarsanız biraz yavaş çalışır, o kadar. Tersini yapmayın! Musluk suyu “absolutely” içilebilir diyorlar, ama pek güvenemedim. Nerede içilebiliyor ki? En iyisi şişe suyu içmek. Gitmeden önce sağlık sigortası gerekli, aşı gereksiz. Resmi dil İspanyolca, ama bilmek gerekmiyor. Yerliler bile İngilizce biliyor. Trafik sağdan. Zaman dilimi -5, bizimki +3. Yaz saatiyle saat farkı sekiz. Panama'da yaz saati yok, kış saati de yok.

 
Para birimi şeklen ve aslen Amerikan doları. Resmi kayıtlarda, döviz listelerinde Balboa (PAB) yazsa da önemli değil. 1903 yılındaki bağımsızlık kazanımı ile Kolombiya Pezosu gitmiş, Amerikan Doları gelmiş. Ufak paralar PAB veya sent, kağıt paralar sadece Dolar! Buna dolarizasyon deniyor ve kimin patron olduğunu gösteriyor. Para mevzuuna bakarken enteresan bir durumla karşılaştım. 1941 yılında Başkan Arias aşka gelmiş, Balboa adı verilen, tarihteki ilk ve son Panama banknotunu basmış. Fakat 7 gün sonra her ne olduysa, tüm baknotlar piyasadan geri toplanıp yakılmış. Birisi başkanın kulağına bir şeyler fısıldamış olmalı. Bağımsızsınız dediysek, o kadar da değil gibi bir şey! Halk bu banknotlara “Yedi gün Doları” adını koymuş. Koleksiyonculara duyurulur.
 
Turistik bilgiler dedim ama kalemim biraz politik takılıyor. Kalem dediysem lafın gelişi. Kalemler masamın üstünde süs olarak duruyor. İnternete girelim, politik iklimden meteorolojik iklime geçelim. Ne zaman gideceğiz, ne giyeceğiz, şemsiye alacak mıyız, kasırgaya rastlar mıyız diye fazlaca tasalananları merakta bırakmamak lazım..
 
Panama hakkındaki en iyi meteorolojik haber kasırga kuşağının dışında olması. İklimi tropikal. Mevsimler arasında önemli bir ısı farkı yok. Kuru mevsimde ısı gün boyu 24-30 derece arasında seyrediyor. Nadiren 32 dereceyi geçiyor. Ülkenin Pasifik tarafında ısı biraz daha düşük, dağlık yerler oldukça serin. Yağmur mevsimi nisan ile aralık ayları arasında, 7 ila 9 aya kadar sürüyor. Yağışın hemen tamamı bu sırada oluyor. En yağışlı ve soğuk ay kasım, en sıcak ay ise mayıs ayı. Yağış miktarı açısından bölgeler arasında önemli farklar var (130-300 cm gibi). Karaib tarafında yağış, Pasifik tarafından daha fazla. Örneğin iki kıyı kentinden Colon’daki yağışın yıllık ortalaması, 80 km ötedeki Panama’ya yağan yağmurun yarısından fazla...
 
Biz Panama’ya mayıs ayında gittik ve pişman olmadık. Bence her mevsimde gidilebilir. Şansa bırakmamak için kasım ve aralık ayları hariç tutulabilir, fakat biraz ıslanmanın ne zararı olur?

 
PANAMA KENTİ, PANAMA
 

Mayıs ayının 23’ünde Panama Havayollarına ait bir uçakla Guayaquil'den kalktık, iki saat uçtuk, Panama’ya geldik, Tocumen hava limanına indik. Saat 20:35... Panama hakkında rehberden öğrendiğimiz ilk şey kente “Panamerikan” kara yolundan gideceğimiz oldu. Burası bir ucu Alaska’da, diğer ucu Buenos Aires’te olan, gayet uzun bir yol. Pan-Amerikan deniyor, ama ufak bir sorun var. Yolun 160 km.lik bir kısmı eksik! Burası Panama’nın doğusundaki yağmur ormanlarına, sarp dağlar ve bataklıklarla dolu zorlu Darien bölgesine denk düşüyor. Adamlar Embera yerli halkını da merkezden çıkarıp buralara sürmüşler. Fakat her şeye rağmen koca Amerika için bu 160 km dert mi? Yağmurun dinmesini bekliyorlardır. Uzun lafın kısası, Amerika kıtasının ve de sınır tanımaz Amerikan ütopyasının orta yerindeyiz.
 
Anayolda batıya giderken, kente dair ilk gördüğümüz manzara çok etkileyici, biraz da şaşırtıcı. Kent silueti uzaktan Manhattan’a benziyor. Deniz kıyısından başlayarak geniş bir alanı kaplayan, nerdeyse bitişik nizam yükselmiş onlarca gökdelen var. Deniz kıyısı diyorum, ama “deniz kıyısı olması gereken yerden başlayarak” demek daha doğru olur. Çünkü o sırada deniz orada değil, yüzlerce metre uzaktaydı. Okyanuslardaki gel-git olayı manzarayı devamlı değiştiriyor. 

 
Kent merkezinde 150 metre üzerinde, yapılmış ve yapılmakta olan 70’den fazla bina varmış. İçlerinde en yükseği 284 metrelik  “Trump Ocean Club” oteli. Brooklyn köprüsüne hiç benzemeyen, sıradan bir köprüden geçerken, birbirine az çok benzeyen binalar arasından, diğerleri kadar yüksek olmasa da değişik bir mimari dikkatimi çekti. Dev bir DNA sarmalını andırıyordu. Katların bir eksen etrafında tirbuşon gibi döne döne yükseldiği 52 katlı binanın orijinal adı Devrim Kulesi’ymiş. Devrim dediğin biri gelir, biri gider. Kediye kedi demeyi tercih eden halk, vidaya benzeyen kuleye vida, “El Tornillo” demiş. 243 metre yüksekliğinde bir "vida"! Mimarı Pinzon Lozano... Mimarın adını araştırmamın ve buraya yazmamın sebebi, birbirinin kopyası olan binalardan onun gibi benim de bıkmış olmamdır.
 

Burası 3700 bin küsur kişinin yaşadığı Panama Cumhuriyeti’nin 900, çevresiyle 1300 bin nüfuslu başkenti Panama. En geniş yeri yaklaşık 81, boyu 670 kilometre olan bu ince ve uzun boylu orta Amerika ülkesinin pasifik kıyısında, Acun’un “survivor” adasının biraz ötesindeyiz. Acun’un teknesiyle yarım saatlik mesafede! Uçakta tesadüfen yanına oturduğumuz genç adam böyle söyledi. Acun’un ekibindenmiş. Biraz dedikodusunu yaptık. Gerçekten açlık ve sefalet mi, yoksa gizli gizli atıştırıyorlar mı? diye sorduk. Yeminli müşavir edasıyla “gerçek” dedi. Biz de inandık. Televizyon şovunda sadece üç tanesini gördüğümüz adaların tamamı 183 tane ve hepsine birden “İnci Adaları” deniyor.
 
Panamalılar Panama adının “Balık, ağaç ve kelebek bolluğu” anlamına geldiğini söylüyor. İspanyollar karaya ilk çıktıklarında avuç içi kadar kelebekleri görüp, “aaa, ne kadar çok kelebek var” demiş olmalılar. Milli Eğitim Bakanlığı bu tanımı onaylamış. Bu demek oluyor ki isimde bir sakatlık var. Diğer taraftan kökeninin “bannaba” olduğu da söyleniyor. Bannaba, Panama yerli halklarından olan Kuna dilinde “uzak” anlamına geliyormuş. Nereden uzak olduğunu, ne kast edildiğini bilmiyorum. Fakat Bakanlık bu konuda görüş bildirmediğine göre en doğru tanım bu olmalı!
 
Bizim gezimizle ilgili olmamakla beraber, Bannaba tanımını okuduğum kaynaktan bazı enteresan şeyler öğrendim. Paylaşmaktan zarar gelmez. İsteyen bir veya bir kaç paragraf atlayabilir veya sayfayı kapayabilir. Başkaları bu kabileye Kuna diyor, ama onlar kendilerini “Halk” olarak isimlendiriyor.  Nece konuştuklarını soranlara da “Halk ağzı” diye cevap veriyorlar. Bu kadar basit! Ayrıca Kuna’lar anaerkil bir topluluk. Damat içgüveyi gidiyor ve gelinin soyadını alıyor.
 
Kolombiya ve Panama’da yaşayan bu yerli halkın bayrağının orta yerinde, sola bakan Svastika logosu var! Yorumsuz…
 
Gene Panama’ya, otelimize dönelim. Marriott otelinde kalıyoruz.
 
Gayet merkezi ve güvenli bir bölgede, son derece lüks bir oteldeyiz. Çevrede bolca finans merkezi ve banka bulunması ek güvenlik garantisi. Alt katındaki restoranlardan birisi Akdeniz mutfağı konseptinde. Memleket hasreti çekenler için ideal. İlk gece otel yönetimi bizim grubu Amerikan spor-bar stili bir kafeye iteledi. Ortam gene de güzeldi ama tur şirketi bizi daha önce lükse alıştırdığı için biraz yadırgadık. Rehberimiz Onuralp Bey olaya el koydu, sorunu çözdü. Hiçbir zaman, hiçbir yerde alttan almaması, grubun haklarını koruması ve grup yönetimi muhteşemdi. Sonraki öğünde fiyakalı bir dikey geçiş yaparak konfor katsayısı oldukça yüksek başka bir restorana alındık. Bundan sonrası önce garsonları, sonra da bizi buraya layık görmeyen şef garsonu hırpalamakla geçti. Başka zaman olsa sineye çekeceğimiz hiçbir şeyi kabul etmedik. Zavallı adam sonunda beceriksiz garsonları gönderip kendisi servis yapmaya başladı. Yemeğimiz bittiğinde yaka paça dağılmış ve ruhen çökmüş vaziyetteydi.
 
Otelin karşısında dizi dizi barlar ve kulüpler vardı. Bunların en tanınmışı “Beirut Club”, tam karşımızda ışıl ışıl duruyor. Gece hayatı oldukça hareketli bir bölgedeyiz. Fakat bizim gece hayatımız aynı frekansta değil. Kentin hareketli bölgeleri bizim hareketli bölgelerimizi zorlayabilir. En iyisi merhemleri sürüp yatmak.
 
 
"TRANSCONTINENTAL" TREN YOLCULUĞU

 

İlk günün programında bir okyanustan diğerine gitmek var. Pasifik kıyısından kalkıp Atlas Okyanusuna gideceğiz. Havalı bir tarif, anlam olarak doğru, fakat ben lafı okyanusa değil trene bağlamak istiyorum. Okyanusları aşağıdaki “kanal” kısmında bağlayacağız. Başka türlü anlatayım; ülkeyi trenle bir uçtan diğer uca kat edeceğiz. Bu daha iyi oldu. Cümledeki “bir uçtan diğer uca” ifadesi ilk bakışta ürkütücü gelebilir. Tren ve uç kelimeleri yan yana gelince akla önce “Sibirya Treni” geliyor. İkinci aklıma gelen “Pacific Railroad” oldu. Bizimkisi de aynen (!) böyle bir "transcontinental" tren yolculuğu olacak. Türkçesi; Tüm kıtayı uçtan-uca geçeceğiz!
  

Tren garına vardığımızda, peronda bekleyen lokomotifi ve ardındaki vagonları görünce biraz hayal kırıklığına uğradım. Oldukça yeni, modern bir dizel lokomotif ve aynı renkte boyanmış gıcır gıcır vagonlar… Broşürü dikkatle tekrar okudum. Cümle aynen şöyle; Bineceğiniz tren vagonları eski orijinal hali ile korunmuştur...  Ben bu cümleyi okuyunca ahşap vagonlardan oluşan bir katar ve uzun bacasından istim salan buharlı bir lokomotif  düşlemiştim. Vagonlar en azından yüz yıllık olmalıydı. Sonradan bu asıl trenin fotoğrafını da buldum ve yan tarafa iliştirdim. Demek ki yanlış bir beklentiye kapılmışım. Burada trenden değil, sadece vagonlardan bahsediyor. Fakat vagonların da orijinal olduğuna pek inanamadım. Rayların döşendiği tarihte veya kanal yapılırken kullanılan vagonların bunlar olması mümkün değildi! Demiryolu inşaatı 1851 yılında başlayıp, 4 yılda tamamlanmış. Orijinalse, ancak kanal işletmeye açıldıktan sonra yenilenen vagonlar olabilir. Vagonun barında oturup geniş camlardan etrafı seyrederken bunları düşünüyordum. 
 
Vagonlar iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım barın bulunduğu yüksek tavanlı kısım. Buradan altı basamakla ikinci kısma çıkılıyor. Burası daha basık, fakat tavanın orta yerine kadar uzanan geniş, panoramik pencereleri var. Böylece etraf gayet rahat ve biraz daha yüksekten seyredilebiliyor. Koltuklar rahat ve yumuşak. İşçi poposu görmüş gibi durmuyor.


 

Gelelim “transcontinental” olayına! Burada biraz ironi seziliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu ve batı uçlarını birleştiren ilk “Transcontinental” demiryolunun döşenmesi 1869’da bitmiş. Amerikalılar bu yolun açılışını büyük törenlerle kutlamışlar. 1876 yılında San Fransisko’dan kalkan bir tren, 83 saat ve 39 dakikada New York’a vasıl olmuş. Panama’lılar ise kendilerinin bunu Amerikalılardan 14 yıl önce başardıklarını, kıtanın bir ucundan diğerine ray döşediklerini söylüyorlar. Yalan da değil. Sadece 1, yazıyla bir saatlik yol, ama tanım değişmez. İkisi de tüm kıtayı enine geçiyor sonuçta! Adamların suçu yok, Amerika denen kıta iri göğüslü, ince belli, koca kıçlı, afedersiniz geniş basenli bir kıta. Kıtanın eni tam orta yerinde ancak bu kadar…



Demiryolu 1880 yılında Fransızların kontrolüne geçmiş. Adamlar kanal işinde çuvallayınca, daha önce siyasi ortamı hazırlayan ABD, 1904’te her ikisini birden satın almış. Bu sırada olan bitenin dedikodusunu kanal bahsinde yapacağım. ABD demiryolunun posasını 1977’de Panama Hükümetinin kucağına bırakmış. Hükümet bu konuda hiçbir yatırım yapamamış. 1986’de demiryolu taşımacılığı ile ilgili, ABD orijinli bir takım standartlar yayınlanmış. Bunları yapmazsan benim vatandaşımı ve askerlerimi taşıyamazsın denmiş. İflas eden demiryolu 1998 yılında özelleştirilmiş. Bu şirketin hangi ülkeden olduğunu tahmin etmek zor değil. Hattın işletilmesi için şirkete 50 yıllık imtiyaz verilmiş. Ben bu işten bir şey anlamadım. Atalarım anlamış olmalı ki “at binenin, kılıç kuşananın” demişler.
 

Kısacası bizim bindiğimiz tren eski değil, 98 sonrası yenilenen tren. İşte benim de üzerinde durduğum nokta buydu. Artık eminim ki tanıtım broşüründeki ifade yanlış. Burada eski olan tek şey demiryolunun güzergâhı! O da kanal kazılırken daha uzağa taşınan demiryolu. Şimdi üzerinde giderken, solumuzda kanaldan geçen gemileri gördüğümüz raylar, post-kanal raylar oluyor... En orijinal, kanal öncesi rayların üçte ikisi Gatun gölünün ve kanalın dibinde kalmış!
 
Gemileri gördüğümüzü derken biraz abarttım. Trenden bakınca kanal ve göl ile aramızda kalan çalılık ve ağaçlardan dolayı gemilerin gövdeleri gözükmüyordu. Görebildiğimiz sadece üzerlerindeki yük sandıklarıydı. Ağaçların arkasında yavaş yavaş süzülen tepeleme yığılmış sandıklar, altlarında devasa bir yük gemisi olduğuna işaret ediyordu. Önceleri gayet şaşırtıcı olan bu görüntüye bir müddet sonra alıştık. Tıngır mıngır veya trik trak giderek bir saatlik bir yolculuktan sonra Colon kentine geldik.
 
Bir saat veya 83 saat, fark etmez. Bütün yolculuklar gibi bu yolculukta da nereye gidildiği, ne kadar zamanda gidildiği değil, yolculuğun kendisi önemli.
 
PORTOBELO
 
Colon kenti civarındaki son durakta trenden indik. Minibüsümüz burada bizi bekliyordu. Hedefimiz Portobelo, Türkçesi güzel liman… Bir rivayete göre isim babası Kristof Kolomb’muş. Adam limana bakmış; ne güzel liman demiş! Yıl 1502…
 


Sık ağaçlarla çevrili dar bir yolda yarım saat kadar gittikten sonra deniz kenarına ulaştık. Atlas okyanusunun en romantik isimli parçası, Karaib denizi kıyılarındayız. Açık deniz, kıyıda kayıklar, bir-iki kulübe, balıkçı tekneleri derken, bir kale kalıntısı önünde durduk. Önümüzdeki yeşilliğin ortasında yarı yarıya çimlere gömük gibi duran surlar ve ardında olağanüstü güzel, pırıl pırıl parlayan bir koy vardı. Kalenin duvarları mercan kayalarından yapılmış. Burçlarda bir dizi top karşıdan gelecek İngiliz donanmasını bekliyor gibi. Fakat topların menzilinde lüks yatlardan başka bir şey yok. Hiç kimse onlara Kaptan Drake’in yıllar önce dizanteriden öldüğünü söylememiş. Burası “San Lorenzo” kalesi. İspanyollar yapmış, işi bitince terk etmiş. Tıpkı Portobelo gibi…
 
Kale 1980 yılında dünya mirası kabul edilmiş. Şimdi sakin ve sessiz bir şekilde koyu ve hemen yanındaki Portobelo’yu bekliyor. Kasaba ilk bakışta terk edilmiş intibaı bırakan, nüfusu üç bini geçmeyen uykulu bir yer. Tamamını gezmek için dolaşmak değil, kendi çevrenizde dönerek etrafa şöyle bir bakmak yeterli. Biz de öyle yaptık. Evlerden birinin önünde miskin bir köpek, kıyıda yaktıkları ateşin arkasında durup, konuşmadan ufka bakan dört genç, müze niyetine kullanılan taş binanın önünü süpüren adam ve biz gelince okuduğu gazetesinden zorlukla kopan müze görevlisinden başka kimse görmedik. İnanması zor ama burası zamanın en aktif ticaret merkeziymiş. Zaman dediğim onaltıncı yüzyıl. Tablo şu: Bir yandan İspanya’dan gelen malzeme ve erzak doklara indiriliyor, bir yandan Peru hazineleri, gümüş ve altın gemilere yükleniyor. Doklar çevreden ve çok uzaklardan gelen arabalar ve tüccarlarla dolu. San Lorenzo kalesinde askerler koşuşturuyor, toplar temizlenip yağlanıyor, burçlarda gözcüler uzun dürbünlerle koyun ağzını tarıyor…
 

Bunları kafadan atmıyorum. Kasabanın ufak müzesindeki karanlık odada seyrettiğimiz filmi anlatıyorum. Filmin sonunu da söyleyeyim; meşhur İngiliz denizci, korsan, kâşif, köle taciri, mühendis, politikacı, aynı zamanda şövalye ve kaptan Francis Drake’in ceseti bir tabuta konuyor ve koyun girişinde, kalenin karşı kıyısında denize bırakılıyor. Yıl 1596… 
Aslında filmin sonu böyle değil. Filmin sonunu getiren, Amerikan soygununun bitişi. Yaklaşık on sekizinci yüzyıl. Kesin tarih bilinemez…

 
EMBERA YERLİ KÖYÜ


Gatun nehrinde botlara binip, Panama kanalının kuzeydoğusunda bulunan Chagres Ulusal Parkına gideceğiz. Gatun nehri Panamadaki 500 kadar akarsudan birisi ve hemen hemen en tanınmışı. Çünkü kanal gölüyle irtibatlı. Chagres ormanları ise Panama’nın içme suyunun ve elektriğinin elde edildiği bölge. Onun için koruma altında. Burada koruma altında olan diğer bir şey de bir Embera köyü; “Embera Quera Village”. Mealihalk kokusu” gibi bir şeymiş. Bu isimle neyi ima ettiklerini sonra anladım.

Embera’lılar, yukarıda bahsettiğim Kuna kabilesi gibi, kendilerine kendi dillerinde “halk” diyor ve “halk ağzı” konuşuyorlar. Yani Embera kelimesi Emberacada halk anlamına geliyor. Embera yerlileri Panamada yaşayan 7 kabileden biri. Hükümet bu kabileleri merkezden uzaklara iteleyip bir çeşit otonomi tanımış. Embera yerlilerine ayrılan rezervasyon bölgesi Panama’nın doğusunda 1983’te kurulmuş. Muhtemelen Amerikan usulü bir izolasyon söz konusu. Bize dokunmasınlar da ne halleri varsa görsünler durumu… Resmen söylenmese de tercümesi budur.

Gatun nehrine geldiğimizde hava gayet güzeldi. Kıyıda ağaçtan oyularak yapılmış büyükçe bir kano duruyordu. Üç yerli genç can yeleklerini giymemize yardım etti, kanoya enine konmuş oturaklara yerleştik ve yola çıktık. Gençlerden ikisi önde oturmuş önümüzdeki çalı çırpıyı ve nehrin derinliğini kontrol ediyor, arkadaki genç de kıçtaki takma motoru idare ediyordu. Üzerlerinde sadece bir don ve donlarını ancak örten, işlemeli mini etekler vardı. Keyifle etrafı seyrediyorduk. Tur arkadaşlarımızdan birisi nehre bakıp; ne çok balık var dedi. Suya düşen yağmur damlalarından yayılan daireleri sudaki balıklara bağlamıştı. Yağmur yağıyor dedim. 2-3 dakika geçmedi, hava birden değişti. Tek tük damlalar arkalarından gelen kovalarca suyun habercisiymiş. Bereket, biraz ötede nehrin üzerinden bir köprü geçiyordu. Kanoyu köprünün ayakları arasına sokup yağmurun geçmesini bekledik.

Yağmur mevsiminin ilk ayında, asıl mevsiminde yağmurun nasıl yağacağına dair fikir sahibi olduk. 40-45 dakika sonra yağmur dindi. Hiçbir şey olmamış gibi yola devam ettik. 20-25 dakika kadar sonra nehir genişledi, göl haline geldi. Kıyıdaki ağaçlarda enva çeşit kuşlar, birkaç tane de kartal gördük. Gölün sığ kısımları nilüfer yaprakları ile kaplıydı. Gür Mango ağaçları suya kadar sarkıyor, yaprakların arasından maymun çığlıkları geliyordu. Sonra bu maymunlardan birisini oldukça yakından gördük. Kerata şov yapar gibi bir süre bizi izledi, daldan dala atlayarak ardımız sıra geldi ve gözden kayboldu.



Köyün iskelesine yaklaşırken gördüğümüz manzaradan oldukça etkilenmiştik. Karşımızda tahta bir iskele ve iskeleden itibaren hafif bir eğimle yükselen yemyeşil yamacın az ötesinde, ağaçlar arasında, 16-17 evden oluşan bir köy vardı. Gezimizin Panama kısmında bir yerleri anlatırken devamlı olarak yemyeşil dediğimin farkındayım. Bu, yeşilin daha fazlasını ve daha güzelini anlatacak başka bir kelime bilmediğimdendir.

Biz iskeleden yürüyüp köye yaklaşırken, evlerin önündeki açıklığa dizilmiş erkekler çalmaya, kızlar oynamaya başladı. Bu açıkça bir hoş geldin seremonisiydi. Bir süre seyrettik, müzik bitince tek tek ellerini sıkıp tanıştık ve üstü kapalı bir yere davet edildik. İçlerinden sadece bir erkek bize refakat etti, iki kadın da hemen yanımızdaki mutfakta ateş yakıp bir şeyler hazırlamaya başladı.

Bizle gelen genç erkek bu kabilenin şefiymiş. Şefler 17 yaşını geçenlerin oylarıyla seçiliyorlar ve diğer işleri yanında, burayı ziyarete gelen turistlere bilgi verme görevini de üstleniyorlarmış. Bir kadın da aday olabilir ve seçilebilirmiş. Anaerkil gelenekleri buna uygun. Bizim şef 20-25 yaşlarında gözüküyordu. Etrafında çepeçevre oturduk. Önce o anlattı, sonra biz sorduk. Verdiği cevapları aşağıdaki paragrafta toparladım.
Köyde 46 kişi yaşıyormuş. 12 yaşını bitirmeyen kız çocukları dans gösterilerine katılmıyormuş. Okuma çağına gelen çocuklar buradan kanolarla okula taşınıyorlar. Kızlar kendi istekleri dışında evlendirilmiyorlar. Geleneklerinde poligami var, ama giderek tek eşlilik tercih ediliyor. Asimilasyona karşı Panama ve Kolombiyalılarla evlenmiyorlar. Devlet memurluğu gibi resmi işlerde çalışmıyorlar ve Panama için askerlik yapmıyorlar. Köyde yapılacak bütün işler ve tarım topluca, imece usulü yapılıyor. Yaban domuzu veya tapir gibi büyük bir av yakalanırsa eti tüm köy paylaşıyor. 



Burada bizim şef bu köy için bir farklılık olduğunu söyledi. Söylediklerinin ne anlama geldiğini o sırada pek anlamamıştım. Yaptığım ses kaydını Türkiye’ye döndükten sonra tekrar dinledim. Bu köy 6-7 sene önce eko-turizm amacıyla kurulmuş. Bu eko-turizm ne ola ki diye araştırdım. Uluslararası Doğa Koruma Birliği eko-turizmi; “doğayı ve kültürel kaynakları anlayarak korumayı destekleyen, ziyaretçi etkisi düşük olan ve yerel halka sosyo-ekonomik fayda sağlayan, bozulmamış doğal alanlara çevresel açıdan sorumlu seyahat ve ziyarettir” şeklinde tanımlamış. Bir nevi “show business”, fakat eko-turizm gibi havalı bir isim verilmiş.

Ziyaret ettiğimiz köyün arazisi Panama devletine ait. Yerliler bu topraklar için kira ödüyorlar. Yaptıkları gösteriler ve yetiştirip sattıkları ürünlerden kazandıklarıyla bu araziyi satın almaya çalışıyorlar. Kabilenin asıl yaşadığı doğudaki Darien bölgesinde ise arazilerin tamamı kabileye ait. Bunu öğrenince köye neden “quera” ismini verdiklerini anlar gibi oldum. Bizim gezdiğimiz köy, asıl kabilenin buralardaki kokusu gibi…



Toucan, evler ve jaibana


Şef konuşurken oturduğumuz yerin arkasında dolaşan bir Tukan kuşu fırsat buldukça sırtımızı gagalıyordu. Çizgi filmden fırlamış gibi gözüken bu rengârenk kuşa hayran oldum. Sadece orta ve güney Amerika’da yaşayan, ağaçkakan ailesinden, uzun gagalı bir kuş. Rehber şanslı olduğumuzu söyledi.   
                                                                                  
Konuşma faslı bittikten sonra evlerin arasında dolaştık. Evler ağaç kalaslar üzerinde, yerden 1-2 metre yüksekte yapılmış. Çatıları palmiye yapraklarıyla kapatılmış. Evlerin içinde duvar yok, zemin uzun kamışlarla döşeli. Evlere çıkılan merdivenler enteresan. Gece yatarken merdivenleri ters çeviriyorlar. Basamaklar öyle ayarlanmış ki hayvanlar çıkamıyormuş. Tabii ki sadece bir kısım hayvanlar. Sürüngenleri, kuş ve sinekleri tenzih ediyorum.

Evlerden birisi otel gibi kullanılıyor. Bir süre kabile hayatı yaşamak isteyenler veya antropoloji öğrencileri gelip kalıyorlarmış.

Bizi köyde kabilenin bilge doktoru, bir Jaibana gezdirdi. Kolunun altında içi boşaltılmış bir bağa taşıyor, darbuka niyetine çalıyordu. Şaman veya büyücü de denebilir, ama gerçekte bitkileri çok iyi tanıyan, hastaları tedavi eden, halkı hasat ve ekim zamanları için yönlendiren doğa dostları. Bir yandan evleri gezdirirken bir yandan da ağaçlardan veya yerden yapraklar topluyor, bu şekere iyi gelir, romatizmaları iyileştirir, bu baş ağrısını keser diye anlatıyordu. Şekere iyi gelen bitkiyi anladım da, hastanın şekeri olduğunu nasıl bildiğini anlayamadım. Muhtemelen idrarını tadıyordur. Orada sormadığıma pişman oldum. 



Yılan ısırığına, ateş ve ishale iyi gelen yaprakları, otları gördük. Jaibana bunların hazırlanışını anlattı. Fakat püf noktalarını es geçtiğine eminim. Bir de şerbet ve dondurma yapımında kullanılan, içi taneli bir meyve gösterdi. “Jagua” meyvesiymiş. Renksiz sıvısı vücuda sürülünce siyahlaşıyor ve karada sineklere, gölde de vampir balıklarına karşı koruyormuş. Kısacası etrafta ne sorun varsa, bitkilerde onun devası var. Bu kadar ağaç arasında bana aşina gelen tek şey, ağacın kendisi değil ama, ağaçta baş aşağı sallanan Kaju yemişi oldu.

Çamur banyosu ve temizlik faslı

Evlerin arasında gezerken bastığımız toprak killi, kaygan bir topraktı. Yol kenarına arklar kazıp fazla suyu drene ediyor ve göle yönlendiriyorlar. Suya başka neler karıştığını bilmiyorum. Öğrenmek için bir fırsat elime geçti, ama bilinçli olarak bu fırsatı kullanmadım, sormadığıma da pişman değilim.

Elimde kamera sağa sola hayran hayran bakıp fotoğraf çekerken tek ayağım bu arklardan birine battı. Resmen battı. Dengemi sağlamaya çalışırken diğer ayağım da arkın içine girdi. Düşmedim, ama düşmüş kadar oldum. Düşmemek için ayağımı yere (aslında arkın orta yerine) sıkıca vurduğum için çukurdaki bütün çamur belime kadar sıçradı. Ayakkabımın içi vıcık vıcık oldu. Düşseydim daha fazla ne olurdu bilmiyorum. Nerede temizlenebilirim diye etrafa baktım. Bir kulübenin önünde lavabo gördüm. İçeride de alafranga bir tuvalet vardı ama su akmıyordu. Kâğıtları alıp dışarıya çıktım. Suyla ıslatıp çamurları silmeye çalıştım. Fakat iyice yaymaktan başka işe yaramadı. Napalım, birazdan kurur deyip pes etmiştim ki tek ayağı protez olan bir yerli yanıma geldi. Elinde bir su şişesi vardı. İşime yarayabilirdi. Almak istedim ama vermedi. Bacağımı işaret etti. Şaşkınlığım arasında eline su döküp bacağımı yıkamaya başladı. Aman yapma etme derken, 3 kız daha geldi. Kıkırdayarak yıkama işlemini üstlendiler. Biri ayakkabılarımı çıkarıp gitti, biraz sonra tertemiz getirdi. Baktım ki itirazlarım fayda vermiyor, kendimi kızların nazik ellerine bıraktım.

Yanlarına döndüğümde bizimkiler yemeklerini yemiş, dans gösterisinin yapıldığı yere doğru yürüyorlardı. Neden geciktiğimi sordular. Umursamaz bir ifadeyle “Kızlar ayağımı yıkadılar” deyip yemeğimin başına oturdum. Ben palmiye yaprağı içindeki et ve balığımı aceleyle yerken onlar bu cümlenin bilmecesini çözmeye çalışıyorlardı.

Müzik ve dans

Bir yandan “Patacanos” denen kızarmış yeşil muz cipslerini atıştırarak dans gösterisinin yapılacağı açıklığa yürüdüm. 
Embera yerlileri doğaya olan şükranlarını müzik ve danslarla ifade ediyorlar. Dansların figürleri ve isimleri hayvanlardan alınmış. Sinek kuşu dansı, Nequa’nın dansı gibi. Nequa orta Amerika’da yaşayan bir cins kemirgen. Müzik aletleri flüt ve vurmalılar. Vurmalı olarak kullanılanların birisi de içi boşaltılmış kaplumbağa bağası. Erkekler çalgıcı, kızlar oyuncu, melodi bayıcı, figürler sıkıcıydı. Figürlerin hangi hayvanı taklit ettiğini anlamaya çalışmak ise beyhude bir çabaydı. Figürleri bırakıp kızlara baktım. Kızların başlarında çiçekli taçlar, boyunlarında bitki dallarından ve tohumlardan yapılmış renkli kolyeler vardı. Büstiyerlerinin üzerinde deliklerinden tutturulmuş, 3-4 sıra metal para sallanıyordu. Kendi gösterileri bitince gelip turistleri dansa kaldırdılar. Bizimkilerin dansı tedavüldeki canlıların hareketlerine pek benzemiyordu (!) ama idare ettiler. Nurullah Bey doğa ritmine ayak uyduramayınca olayı tango gösterisine çevirdi. Ben her zaman olduğu gibi fotoğraf çekiyorum numarasına yattım. Sonuçta herkes gönlüne göre eğlendi. Biz onlarla, onlar bizle…


Sonra alışveriş faslı başladı. Ben üç tane bilezik ve bir maske aldım. Bulsaydım Toucan maskesi alacaktım ama ne olduğunu anlamadığım bir kuşla yetindim. Bir rivayete göre baykuşmuş! Bilezikler malum kişiler için. Buna ne diyorsunuz diye sordum, bir kağıt verip yazmasını istedim. Şef “Chunga de Pna” yazdı. Bilezik diye yorumladım. Su kullananın, toprak işleyenin diyerek pazarlık yapmadan parasını ödedim. Eve gelince sözlüklere baktım. “Chunga” İspanyolcada “çok tehlikeli” demekmiş. Diğer sözlüklerde yok. Çok tehlikeli olan nedir, tehlikelerden koruyan bir şey midir anlamadım. Bizi gezdiren rehbere e-posta gönderip sordum (Bu zamanda bu kadar kolaylık olsun artık). Chunga, bir çeşit palmiye ağacıymış. Gövdesi inşaatlarda, yaprakları bilezik, kuş yuvası, tabak vs yapımında kullanılıyormuş. 


Ayrılırken 3-4 yaşlarında iki küçük kız gelip ellerimden tuttu, kanoya kadar uğurladı. Küçücük elleri avucumda hissetmek çok iyi geldi. Gene gelin dediler. Gene geliriz diye el sallayıp ayrıldık. Yalan da olsa güzel bir dilek.

LAS TINAJAS

Las Tinajas İspanyolcada kavanoz demek. Türkiye’de bir lokantanın adı kavanoz olsa gitmezdim. Akşam yemeği için rezervasyonumuz varmış, gittik.

Burası bir yanında ufak bir sahne olan, Panama yemekleri sunan bir lokanta. Dekorasyonu eski bir evin avlusuna benzetilmiş. Biz avludaki masalara oturup bir yandan yedik, içtik, bir yandan da sahne şovunu izledik. Gösteri bir saat kadar sürdü. Gösteride asıl amaç Panama halklarını, otantik danslarını ve giysilerini tanıtmak. Önce bir sanatçı çıkıp dansın ne anlama geldiğini anlatıyor, giysilerin detaylarından bahsediyor, sonra dans başlıyor. Tanıtımda olayı “flavor & folklore” diye özetlemişler.

Halkın %70’i, yani çoğunluğu Ekvador’da olduğu gibi Mestizo’larmış. %14’üne de Amerindian deniyor. Gerisi beyaz. Mestizolar beyazlarla karışmış Amerikan yerlileri oluyor. İspanyolca konuşan Latin Amerika ülkelerinde kadınların geleneksel giysilerine Pollera deniyor. Kızların hayatları boyunca, birisi 16 yaşından önce, diğeri sonra olmak üzere 2 polleraları oluyormuş. Genellikle beyaz olan bu tek parça giysinin üstünde mavi veya kırmızı motifler işlenmiş. Etek uçları ve üst kısımları kat kat fırfırlı. Kısacası yandaki fotoğraftaki gibi. Beyaz, mavi ve kırmızı aynı zamanda bayraklarındaki renkler. Mavi demokrasiyi, kırmızı cumhuriyeti, beyaz da barışı temsil ediyormuş. Bu renk kodlarından hiç anlamam. Örneğin en fazla kırmızı olan bayraklardan birisi bizimki, ama sembolize ettiği şey şehitlerin kanı, yani bir anlamda savaş. En mavilerden birisi Somali bayrağı. Demokrasi deseniz kendileri de inanmaz.

Erkeklerin geleneksel giysileri Montuno. Beyaz gömlek, beyaz pantolon. Gömleklerin yakaları hakim yaka ve her daim kapalı. Omuzlarında kumaştan, ufak bir çanta asılı. Şapkaları enteresan. Şapkalarının geniş kenarlarını ön ve arkadan yukarı kıvırarak kullanıyorlar. Amerikan kovboylarını protesto eder gibi bir halleri var.

PANAMA KANALI

Panama kanalındayız. 1914 yılında açılan, ancak yapay göl, baraj ve genişletme inşaatları 1940’ların sonuna doğru tamamlanan, inşaatı sırasında otuz bine yakın işçinin can verdiği, dünyanın en uzun ikinci su kanalı, Panama Kanalında! Elimdeki broşürde böyle yazıyor. Uzunluğu 77 kilometre, yılda 14 binden fazla gemi geçmekte…

Demiryolu nasıl “transcontinental” ise, kanal da aynen öyle. Ayrıca demiryolunun tarihi kanalın tarihiyle, kanalın tarihi de ülkenin tarihiyle özdeş. Kanaldan bahsederken rayları, rayları anlatırken, işçileri, işçileri anlatırken Fransızları, Fransızlardan bahsederken, mecburen Amerikayı, Amerikaya gelince, ön balkon, arka bahçe gibi şeyleri, laf bahçeye girince Panama’yı, Panama derken pentagon ve CIA’yi yazmak gerekiyor.

Ne kadar; bu gezi yazısıdır, gördüğümü yazayım, politikadan ve entrikadan uzak durayım desem de olmuyor. Benim bir suçum yok. Panama denen yer böyle bir yer… Burada kısa bir ara verip dinlenmek, Antik “Club Union”un bombalanmadığını hayal ederek verandasında oturmak ve okyanusa bakarak konyağımdan bir kaç yudum almak istiyorum. Sözü Mustafa Fehmi Bey’e bırakıyorum.


Acâyib-i Âlemden Bir Hârika-i Medeniyyet

Panama kanalından Mustafa Fehmi Bey bildiriyor;

“…Panama berzahında gayet müthiş bir hastalık illeti var. Amele dayanmıyor, pek çabuk hastalanıyor ve ölüyordu. Amele bulmak müşkül olduğundan pek ziyade gündelik vermek icap ediyordu. Bundan başka kanalın açılacağı yerler gayet arızalı. Bâ husûs bu arızalı arâzînin bir noktasında gâyet yüksek bir dağ var, bu dağ granit taşından mürekkep bulunuyor. Bu dağı kırmak, ortadan kaldırmak fevkalade masraflı ve müşkül idi. İşte Süveyş Kanalı'nı kemâl i muvaffakiyetle açan De Lesseps bu teşebbüsünde muvaffakiyet gösteremedi. İlk önce kanalın hafrini der uhde eden Fransız Kumpanyası iflas etti. Birçok sû’i isti‘mâlât da vukû‘ buldu. Hatta Fransız (Büyük Fransız) namıyla yâd ettikleri De Lesseps bile huzûr ı mahkemeye çıkarıldı...”



Bir paragrafını aktardığım mektup, 1914 yılı 7 Mayıs ve 4 Haziran tarihleri arasında basılan “Musavver Malumat-ı Nafia” dergisinde yayınlanmış. Meali; "Resimli Yararlı Bilgiler" dergisi oluyor. Hüdavendigar Vilayeti, Pazarköy Kazası İslam ahalisinden Mustafa Fehmi Bey, fi tarihinde Panama’ya gitmiş, kanalda makinist olarak çalışmış ve sadece çalışmakla kalmamış, bu dergiye yazı ve fotoğraf göndermiş. Mektubun tamamı Sayın Sinan Çuluk'un blog sayfasında mevcut (http://sinanculuk.blogspot.com/2012/10/panama-kanali-insaatinda-calisan.html).   



Dergi haberi okurlarına şu şekilde duyurmuş:




“... Panam[a]'nın sûret i hafrini bir sinema gibi göstereceğiz ve bu sûretle asîl ve necîb vatandaşımızın hamiyet i milliye, gayret i vataniyyesi sayesinde Panam[a]'nın bir kıt‘a mükemmel panoramasını hediye etmiş olacağız.


Kanalın hikayesi ve behemehal açılışı!

Bu ara bana iyi geldi. Mustafa Fehmi Bey'in müsaadesiyle sözü bıraktığım yerden devralıyorum. Zaten amacımız aynı;

Bâ husûs kanalın tâ bidâyet i hafrinden târîh i küşâdına kadar geçirdiği safahâtı anlatmak...

... Ferdinand de Lesseps bu kadar felakete rağmen yılmamış. Ortamın ne kadar güvenli olduğunu göstermek için ailesini Panama’ya getirtmiş. Fakat işler büsbütün kötüleşmiş. Tüm ailesini, diğer mühendisler ve işçiler gibi, sıtma ve sarı hummadan kaybetmiş. O sırada bu hastalıkların sivrisineklerle ilişkisi henüz bilinmiyor. Hastalar bir umutla hastaneye yatırılıyor. Beklentinin aksine, hastaneye yatanlar daha kötüleşiyor. Duruma önce işçiler uyanıyor ve hastanede kalmayı ret ediyorlar. Sonradan bunun sebebi anlaşılıyor. Hastanelerde sürüngenler yatağa çıkmasın diye yatakların ayakları su dolu kaplar içinde duruyormuş. Bu sular değiştirilmedikleri için zamanla sivrisineklerin rahatlıkla üredikleri bir besi yeri haline geliyormuş. Hastaları sineklerin kucağına bırakmak gibi bir şey... Binlerce insanın hayatına mal olan bir kısır döngü!

Özetle kanal henüz bitmeden yirmi iki bin küsur insan ölüyor, Fransız şirketi iflas ediyor. Ve Kaptan Amerika ortaya çıkıyor.


Alavere - dalavere veya 
önce dalavere, sonra alavere

Evet, ABD, sinsi sinsi sırıtarak ellerini ovuşturmakta, yavaş yavaş hazırlanmakta... JF Stevens isimli bir mühendis, Panamanın granit zeminini kazmanın güçlüğünü görünce bu iş başka nasıl yapılır diye kafa yoruyor. Beyhude bir kazıyla uğraşmak yerine, havuzlar yapalım, suyu havuzlarla yukarı taşıyalım, gemileri tepenin üstünden geçirelim diyor. Fatih’in gemileri Tepebaşından aşırtma projesinden ilham almış olabilir (!), ya da dedesi Türk olabilir, bakmak lazım. Sonuçta geçişin havuz sistemiyle yapılmasının daha iyi olacağına Başkan Theodor Roosevelt’i ikna ediyor. 

Fransızlar Panama'da debelenirken, başka bir kanal projesi daha gündemde. Alternatif proje Nikaragua topraklarında. US kongresinin ikisi arasında karar vermesi gerekiyor. Panamacılar lobi için bir avukat ayarlıyorlar. Lobinin esas dayanağı Nikaragua’daki kanal bölgesinin volkanik olması. Avukat sismik olaylara dikkat çekip korkutmak için, kongre üyelerine Nikaragua’daki volkanın resmi olan pullarla yazılar gönderiyor. Ayrıca ödenen rüşvetlerin belgesi olmadığı için yazmıyorum. Paralar pul olmuş uçuşurken, doğa kendi mesajını duman işaretiyle veriyor. Kongrede oylama yapılmadan bir gün önce Nikaragua’daki değil, ama karşıdaki Martinik adasında bir volkan patlıyor ve 30000 kişi ölüyor. Bunu da mı avukat ayarladı bilmiyorum, ama kongreden çıkan kararı bilmek zor değil.

O zamana kadar Amerika nasıl oluyor da bu kadar önemli bir su yolunu Fransızların kapmasına müsaade ediyor, anlaşılır gibi değil. Örneğin çok önceden, 1823 yılında ortaya atılan Monroe Doktrini not in my neighborhood!” diyor. Kısaca, bir Avrupa devletinin Amerika kıtasında yapacağı herhangi bir girişimi düşmanlık sayacağını ilan ediyor. Bunu Miraflores’teki sergi katlarından birisinde okudum. Bir nevi kırmızı çizgi! Mösyö Lesseps bu sırada 74 yaşında ve yeterince, en azından kırmızı çizgilerin fiyatını bilecek kadar deneyimli. İki milyon dolara sorunu çözüyor. Fakat maalesef, kanal Fransızlara yâr olmuyor. Bu durumda her zamanki gibi tek kazanan var. Hem parayı lüp eden, hem de kanal haklarını alan Birleşik Devletler! Hatta bizzat Amerikan Ordusu (US Army Corps of Engineers). Yıl 1903! Ne tesadüf ki aynı yıl Panama, Kolombiya Cumhuriyeti’nden ayrılarak bağımsızlığını kazanır ve yaptığı ilk resmi antlaşmada kanalın kontrolünü ABD’ye bırakır...

1914 yılına kadar beşbin kişi daha ölüyor, inşaat bitiyor ve kanal 15 Ağustos’ta açılıyor. Mustafa Fehmi Bey açılışı şöyle bildiriyor:

“…Kanalın son ameliyatını Bahr i Muhit i Kebir bentlerinin inşası teşkil eder. Kanalın manzara i umumiyesi pek dil-nişindir. Bu da şayan ı dikkattir. Bu iki bentte hitam pezir olduktan sonra kanal seyr i sefaine salih bir hale gelmiş Yeni Dünya'ya harika engiz bir yenilik bahş eylemiştir…”

Sonrası malum arka bahçe olayları! Devrim, ayaklanma, darbe, her darbede yeni anlaşmalar, otokrasi, demokrasi, insan hakları derken 1999 yılında kanalın hakları Panama Hükümetine geçer. Şeklen böyle. Gün gelir Wiki miki ne der bilemem!



Miraflores ve alavere havuzları

Gemi geçişlerinin en yoğun 13:30’da olacağını öğrenip tam zamanında Miraflores’e geldik. İspanyolcada "Mira" görüş, "flores" çiçek demek. Etrafta çiçek hariç, her şey var. Demek ki çiçekten başka bir seyredeceğiz, ama çiçek gibi diyeceğiz. Burası kanalda olup bitenin en iyi şekilde izlenebildiği, 5 katlı bir gözlem yerinin bulunduğu yer. Binanın İlk 4 katında hediyelik eşya mağazası, kanalın tarihini ve çalışma prensiplerinin anlatan salonlar var. Dördüncü katta bir şilebin kaptan köşkünü canlandırmışlar. Önünüzde bir uçtan diğerine 180 derece uzanan camlardan dışarı bakınca, geminizin kanalda ilerlediğini görüyorsunuz. Bu camların aslında video ekranı olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Görüntü ses efektiyle birleşince 60 saniye içinde geminin kaptanı olduğunuzu farz etmeniz ve dümene sarılmanız kuvvetle muhtemel. Bu katta zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Kanalın aslını görmek için herhangi bir katın önündeki balkona veya daha iyisi en üst kattaki terasa çıkılıyor. 



Terastan bakınca Miraflores gölünden itibaren peşi sıra 3 havuzu ve havuzların açıldığı Balboa Limanını panoramik olarak görmek mümkün. Aktarma havuzları tam önünüzde. Bunlara alavere havuzu deniyor. Havuzların genişliği 33 metre. Bu havuzlar sayesinde gemiler hidrolik bir asansördeymiş gibi, önlerindeki tepeyi aşabiliyor veya bir tepeden inebiliyor. Biz oradayken havuzlara Pasifiğe doğru seyreden gemiler giriyordu. Sonra sıra diğer yöne, Atlantiğe geçmek isteyenlere gelecek. Saat 15:30’da geçiş yönü değişiyormuş. Gece 23 ile 06 arasında iki yönlü geçiş yapılıyor. Çünkü kanallar yan yana iki tane. Bir tane de yeni yapılmakta olan var. 2015’te açılacakmış. 

Burada soluk alıp biraz dedikodu yapalım; Bu ihaleyi aslında bir İspanyol firması kazanmış. Ama ne hikmet ki inşaatı ABD’li Bechtel firması yapıyormuş! 




Miraflores havuzlarında gemiler iki kademede 16,5 metre yükseliyorlar (veya alçalıyorlar) ve Miraflores gölüne geçiyorlar. Bu işlem yaklaşık 30 dakika sürüyor. Miraflores gölü ile Gatun gölü arasında da Pedro Miguel havuzu var. Böylece çıkılan yükseklik toplam 26 metreye ulaşıyor. İniş ve çıkış havuzları arasındaki Gatun gölünün deniz seviyesinden yüksekliği bu kadar. Bu iki göl de yapay göller. Gatun gölünün Atlantik Okyanusu’na bakan diğer tarafında aynı şekilde çalışan 3 havuz daha var. Bu arada öğrendiğim yeni bir şey de Pasifik ve Atlantik okyanuslarının su seviyelerinin farklı olduğu. Pasifik tarafı 20 cm kadar daha yüksekmiş.

Havuza giren gemiler kendi güçleriyle seyretmiyor. Katırlar (!) tarafından çekiliyorlar. “Mule engine”, havuzun iki yanındaki raylar üzerinde gidip gelen, lokomotife benzeyen elektrikli makinelere verilen isim. Bütün olan biteni terastan izleyebilmek için 5 dolar, diğer katlardaki sergileri ve videoları izlemek için de ilave olarak 8 dolar ödeniyor. Panamalılara bilet kesilmiyor. Hepimiz Panamalıyız dedik ama kandıramadık. Aksanımızdan anlamış olmalılar!


TARİHİ MERKEZ

Panama’daki ikinci, gezideki son günün sabahı önce tarihi merkezi görmeye gittik. 

Tarihi merkez iki kısımdan oluşuyor. “Panama Viejo” ve “Casco Viejo”. Dünya mirası listesine birlikte girmişler. Vieja, İspanyolca kocakarı, viejo eski demek. Panama Viejo 1519 yılında bir yerli köyünün üzerine kurulmuş. 150 yıl boyunca Güney Amerika’nın zenginlikleri, altın ve gümüş önce buraya, sonra da katırlarla Karaib kıyısına taşınmış. Panama Kanalında gemileri çeken makinelere beki de onun için katır deniyor. Bu ilk İspanyol yerleşimi 1671de korsan Henry Morgan tarafından yakılmış ve yıkılmış. Korsan Morgan sonradan Amiral Sir Morgan olmuş, o başka. Morgan hakkında başka şeyler de var; Steinbeck “Altın Kupa” romanında onun hayatını anlatmış. Maceraları ve hazinesi bir sürü korsan filmine ve “Gerçek Karaib Korsanları” dizisine konu olmuş. Korsan deyip geçmemek lazım. Panama’yı bombaladığı için İspanyollar Morgan’ın cezalandırılmasını beklerken, İngilizler adamı şövalye yapmışlar.



Şimdi bu bölgede sadece eski kentin kalıntısı var. Fakat boş ve terk edilmiş değil. Bu haliyle bir takım sanatsal faaliyetlerin sergilendiği güzel bir mekan olmuş. Ayakta olan tek şey eski katedralin kulesi (imiş). İmiş, çünkü biz buraya uğramadık, dolayısıyla görmedik.

İki yıl kadar sonra İspanyol kolonistler tekrar gelmiş, 2 km batıda, kanal ağzına daha yakın bir yerdeki, savunması daha kolay bir yarımadaya yerleşmişler. Kara tarafını surlarla korumaya almışlar. Böylece “Casco Viejo” ortaya çıkmış. Biz burayı gördük.


Casco Viejo

Casco Antiguo, Casco Viejo ve San Felipe, hepsi aynı bölgeyi tanımlıyor. Surları geçince minibüsten indik, yürümeye başladık. Fazla geniş olmayan, taş döşeli sokaklarda, Karayip, İspanyol, Fransız, farklı üsluplarda olmakla beraber, hepsi bir armoni içinde... Bunlar genelde iki veya üç katlı, gül rengi, sarı, beyaz badanalı, balkonlu binalar. Gül rengi olanlarda ahşap panjurlar açık yeşile boyanmış. Panjurların çoğu kapalı. Ferforje korkuluklarla çevrili balkonlar, katların ön yüzü boyunca uzanıyor. Kimisi yıkadığı çamaşırları sergilemiş, kimisi ufak bir koltuk atmış, kimisi de rengârenk çiçekler ve ufak ağaçlarla bezemiş. Bir kısmı da çiçek olayını abartmış, bir de önüne kuşlara karşı tel gerip üzerini yine saksılarla doldurmuş. Bazı balkonlarda çatıyı tutan ahşap direkler var. Yeni yapıldığı belli olan binalar da bunlarla uyum içinde ve hiç sırıtmıyor. Birkaç tane de restore edilen bina gördük. Balkonlara saç plakalar çakmış, üzerine tel örgüler germişler. Artık içeride bu kadar korumaya değer ne varsa!

Sağa sola hayran hayran bakarak yürüdük. Adım adım anlatacak değilim. Evlerden en beğendiğini söyle deseler, “Hotel Columbia” derim. Beğendiğim çok ev var, ama bunun kadar gösterişlisi yok. Bolivar meydanında 1937’de yapılmış. Adı otel olmakla beraber kendi değil. Otel olarak iflas edince lüks apartmana çevrilmiş. Başka bir enteresan ev; Başkan’ın evi veya Başkanlık Sarayı. Havalı adıyla “El Palacio de Las Garzas”, nam-ı diğer “Heron’s Palace”. Bunlar eve verilen ismin İspanyolca ve İngilizcesi. Heron, İsrail’in arka bahçesinde dolaşan insansız hava aracı değil, Türkçesi balıkçıl kuşu olan “heron”! Büyük harfle değil, küçük harfle başlayan…

Saray veya ev her neyse, ismini avluda serbestçe dolaşan balıkçıl kuşlarından almış. Evin önünde duran silahlı asker olmasa diğer sokaklar gibi sıradan bir sokak deyip geçersiniz. O bir tek asker size içeride önemli birisinin oturduğunu hatırlatıyor. Adamlar bakmışlar ki zamanı gelince başkanı kem gözlerden korumak mümkün değil, asker sayısından ekonomi yapmışlar.

Vaktimiz bol, keyfimiz yerinde, Panama şapkalarımızı takmış geziyoruz. Bundan sonrasını gezdiğim değil de, aklıma gelen sırayla anlatayım.

Antigo Club Union

Etrafı tahta perdeyle çevrili bir bina enkazı önünden geçtik. Rehberimiz anlatıyor; James Bond buraya geldi, şurada durdu, burada arabaya bindi… “Quantum Solace” filminde bazı sahneler bu yıkıntılarda çekilmiş. Burası bir yanı deniz kenarında olan büyük bir bina. Tahta perde grafiti ile donatılmış. Yıkıntının ön duvarında eski halinin fotoğrafı var. Burası bir vakitler Panama’nın en ayrıcalıklı kulübüymüş. Noriega zamanında, VIP partilerin verildiği subay kulübüne dönüşmüş. 1989 yılında ABD tarafından bombalanarak yıkılmış.

Las Bovedas

Kulüp yıkıntılarını geçince önümüz açıldı. Eski kentin kenarında, okyanusun önündeyiz. Doğu tarafında yeni kentin gökdelenleri, denizin açıklarında “Amador” adaları gözüküyor. Öğle yemeği için oraya gideceğiz. Biz yavaş bir eğimle yükselen bir duvarın üstüne doğru yürüdük. Burası orijinal, İspanyol yapımı, 300 yıllık antik bir taş duvar; “Las Bovedas”. Türkçesi tonoz. Yani “Yarım silindir biçiminde tavan örtüsü. Bir kemer gözünün aralıksız olarak devam etmesi ile meydana gelen örtü biçimi”. Büyük Türkçe Sözlük böyle diyor. İngilizce adı “Promenade of Vaults” Bu, bize gezdiğimiz yerin mezarla ilgili olduğunu anlatıyor.

Duvar geniş bir yarım daire çizerek Fransa Meydanına (Plaza de Francia) doğru gidiyor. Üstündeki yürüme yolunda müzik yapıp bahşiş bekleyen, eserlerini sergileyen sanatçılar ve hediyelik eşya satılan tezgahlar sıralanmış. Okyanus tarafında, kenti koruyan bir duvar gibi duruyor. Bu duvarın içindeki hücrelerin bir kısmı kolonyal dönemde depo olarak, bir kısmı da zindan olarak kullanılmış. İspanyollar mahkumları alt kattaki hücrelere kapatır, okyanusun gel-giti sırasında hücreler suyla dolar, hepsi telef olurmuş. 1980 sonrası bu hücrelerden bir kısmı “Ulusal Kültür Enstitüsü”ne ayrılmış. Bu iyi bir şey. Ama hemen yanında bu iyiliği telafi (!) etmişler. Hücrelerden üç tanesi Fransız restoranı olarak kullanılıyor. Adı “Las Bovedas”…



Fransa Meydanı
 

Sağınızda beliren uzunca bir obelisk, tepesindeki horoz ve “poinciana” ağaçlarının parlak kırmızı-portakal rengi çiçeklerle bezenmiş dalları size duvarın sonuna geldiğinizi ve aşağıda Fransa meydanının olduğunu gösteriyor. Türkçesi daha anlamlı; Ateş ağacı! Bu ağaç mayıs ve temmuz ayları arasında çiçekleniyormuş. O muhteşem renkleri görmek için yol programını bu çiçeklere göre ayarlamaya değer!



Meydan, kanal yapımı için uğraşan, hastalanan ve can veren Fransızları onore etmek için düzenlenmiş. Ferdinand de Lesseps ve yardımcılarının büstleri meydanın karşısındaki Fransız elçiliğine bakacak şekilde yerleştirilmiş. Elçilik süt mavisine boyalı, eski bir bina.  Lesseps’in hemen yanındaki büst, sarı humma virüsünü bulan Küba’lı doktor Carlos Finlay’e ait. İkisinin büstünün yan yana durması kaderin cilvesi mi, yoksa burayı düzenleyen mimarın bir mesajı mı, bilemem. Finlay, hastalığın sivrisineklerle taşındığını Fransızlar zamanında bulmuş olsaydı, büyük ihtimalle Lesseps ne ailesini, ne de kanalı kaybederdi.

Giderek paranoyaklaşan aklım bir noktaya takıldı. Açtım tarihleri kontrol ettim. Doktor, hastalığın sivrisineklerle yayıldığına dair ilk hipotezi 1881’de kurmuş. Bulgularını ABD Ordusu’nun Küba’daki “Sarı Humma Komisyonu”na gönderiyormuş. Komisyonun başındaki Walter Reed Amerikan ordusunda doktor! Aradan neredeyse yirmi yıl geçmiş, Fransızlar iflas etmiş, komisyon hipotezi onaylamış. Hatta Dr. Reed, bazı kitaplarda sarı hummayı yenen kişi diye geçiyormuş. Uyanık Amerikalılar önce sivrisinekleri halledip sonra inşaata girişmişler. Kanalın tarihçesi ile karşılaştırınca, bu işte de bir bit yeniği olduğundan şüphelendim. Bu Panama memleketi insanı komplo teorisyeni yapıyor!


Bağımsızlık Meydanı


Burası eski kentin ana meydanı. “Katedral Parkı” diye de biliniyor. Demek ki çevredeki binalardan birisi Metropol Katedrali! Yapılması 1688’de başlayıp yüz yıldan fazla sürmüş. Bu kadar uzun sürünce, muhtemelen mimarları da değiştiği için her tarafında farklı bir üslup ortaya çıkmış. Ortadaki koyu renkli kısmın duvarlarındaki taşlar,  Korsan Morgan tarafından yıkılan Panama Viejo’dan taşınmış. Daha sonra yapılan iki yandaki kuleler bittiğinde Latin Amerikanın en yüksek yapıları olmuş. Konik kubbelerinde sedef kakmalar parıldıyor. Bir zamanlar sedef buralarda altından daha kıymetliymiş.


Fransa meydanı ile Bağımsızlık Meydanı arasında eski bir manastır yıkıntısının önünden geçtik. Girişindeki demir kapı kapalıydı. Avlusu kültürel ve artistik sergiler için kullanılıyormuş. Bize de bir heykel sergisi denk düştü. Serginin güzelliği, eserlerin renk, estetik ve fikir olarak, yıkıntılarla son derece uyum içinde olmasıydı. Burası “Santo Domingo” kilisesi ve manastırı. 17nci yüzyılda yapılmış, 1756’da yanmış. Avlunun ön duvara yakın kısmındaki düz kemerin (Arco Chato) bir hikâyesi var. Kanalın yeri için neresi daha uygun diye araştırılırken, birileri çıkıp bu kemeri örnek göstermiş. Bu kemer onca depreme nasıl dayandıysa, bu bölgede açılacak kanal da dayanır, denmiş (ne alâkaysa?). Kemer 2003 yılındaki depremde yıkılmış.

Fransız döneminden kalma Kanal müzesi binası, Belediye Sarayı, Zümrüt Müzesi, Tarih müzesi ve eski Cizvit Manastırının (Convent of the Society of Jesus – Old Jesuit Convent) yıkıntıları bu çevredeki önemli yapılar. Cizvit manastırı ilk yapıldığında (1741) içinde sonradan üniversiteye çevrilen bir okul varmış. İspanya kralı Cizvitleri buradan ve bütün İspanyol kolonilerinden kovmuş. Kilise 1781’de yanıp harap olmuş, yüz yıl sonraki depremde de geriye kalanlar yıkılmış. Sadece dış duvarları ayakta kalmış. Ön duvardaki nişler ve en üstteki alınlık oldukça dikkat çekici. Bu alınlık katedralin orta kısmının üstündeki alınlığa çok benziyor. Bu tarz süslemeye Cizvit stili deniyormuş.

Meydanın bir kenarına pazar yeri kurulmuş. En revaçta olanlar gene Panama şapkaları. Meydanın çevresinde ayrıca İspanyol veya Fransız stili 2-3 katlı, içinde insanların yaşadığı evler var. Bunlardan birisi kinin ticaretiyle zenginleşen bir kadına aitmiş. Kadın ölmüş, çocukları servetini hala bitirememiş…


İnternetteki “cascoviejo.com” sitesi bu konuda bilgi almak isteyenler için ideal bir adres. Bu kadar yürüyüşten sonra acıktık. Öğle yemeği için karayolundan Amador adalarına gittik.


AMADOR ADALARI (Causeway Islands)

 


Bunlar kentin karşısındaki bir dizi, dört adet küçük ada. Deniz kanal kazısında çıkan kayalarla doldurulmuş ve adalar böylece hem birbirine, hem de anakaraya bağlanmış. Adalar ve kıstak birlikte, adeta kanalın ağzını okyanustan koruyan bir mendirek oluşturmuş. Buradaki kıstağın Türkçemiz açısından önemi var. Kıstak kelimesinin etimolojik kökenine baktığımda berzah kelimesiyle, berzaha baktığımda şöyle bir açıklama ile karşılaştım; "19 yy. sonlarında Panama Kanalı münasebetiyle gündeme gelmiştir". Demek oluyor ki o zamana kadar sadece dinsel anlamı bilinen berzah kelimesi, coğrafi yapıyı açıklamak için de kullanılmış.
 
Yol ve adalar uzun zaman askeri bölge olarak kabul edilmiş. Arazide hala eski silah parçalarına rastlanıyormuş. Şimdi marinalar, otel, mağaza ve restoranlarla dolu. İşte bu adalardan birisinde, “Mi Ranchito” isimli güzel bir restoranda öğle yemeği yedik. Gezimiz boyunca, Ekvador dahil, silahlı asker ve polis gördüğümüz tek yer de burası oldu. Panama’da gezerken her konunun içinde ordu, asker, darbe, askeri saha, bomba, askeri bina, lojman, komutanlık, güvenlik, yasak bölge lafları geçiyordu, fakat hepsi laftaydı. Görünce rahatladım. Özlemişim çelik yelekleri ve asker mavzerini…
 


Saat bir buçuk olmadan kalkmamız gerekiyordu, kalktık, minibüsümüze atladık. Son kıstağın bitip anakaranın başladığı yerde çok farklı bir inşaat gördük. Henüz bitmemiş, etraf moloz dolu… Fakat gene de dikkat çekici, renkli bir yapı. İleride nasıl bir afet olacağı şimdiden belli. Adam olacak çocuk hesabı! Sordum. Kısaca Frank Gehry dediler. Bittiğinde “Biodiversity Museum - Biyoçeşitlilik Müzesi” olacakmış, olsun bakalım. Gözlerimi alamadan bakakaldım, birazcık da kıskandım. Birazdan biraz daha fazla…

 
ŞEYTAN ARABALARI ve DÖNÜŞ YOLU
 

Yolda sağımızdan solumuzdan son derece renkli boyanmış, ön tampondan arkaya, tavanından şasisine kadar yazıyla dolu otobüsler geçiyordu. Burada cümleyi revize etmem gerekiyor. Renkli yerine rengârenk, alaca bulaca, yazı yerine grafiti, geçiyor yerine de “çılgınca geçiyordu” demek daha doğru olur. Çünkü bunlar şeytan arabası, “Devil’s Car” lâkaplı halk otobüsleri. Devamlı olarak kaza yaptıkları için halk bu ismi vermiş. Ön camları dahil her tarafları boyalı. Şoförlerin yolu nasıl gördükleri belli değil. Görmek derdinde oldukları da kesin değil!
 
Kalkmamız gerekiyordu, çünkü bugün kanala ilk gemi saat bir buçukta girecek. Sabah uğradığımızda kanalda bakım vardı. Onun için gezi programında bir değişiklik yapmıştık. Ben de yazı planında bir değişiklik yaptım. Kanalı önce anlattım. Yazıyı da güzel bir manzara ve leziz bir yemekle bitiriyorum. Bir anlamda “back to the future” durumu… Şimdi acele edip ilk gemiye yetişmeliyiz. Kanaldan sonra da hava alanına uçağımıza… Hareket 19:10 KLM, Panama – Amsterdam… Saatler ileri alınacak. 20:25 Amsterdam’dan hareket… Takvim ileri alınacak. 00:45 İstanbul.