Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Ortada sorun olmasa, sorusu da olmaz. Sorusu olsa cevabı bulunmaz. Yolculuğumuzun bu kısmında, sorunun doğru cevabını bulmaya, Panama’ya gidiyoruz…
2012’de yapılan bir araştırmada Panama, dünyadaki en mutlu insanların bulunduğu kent olarak rapor edilmiş. Kriterleri bilmiyorum, yazılmamış. Böyle raporları her zaman şüpheyle karşılarım. Dünyanın en kritik coğrafyalarından birisinde, belki de başta gelen bir bölgede olup da bu mutluluğa çomak sokulmamış olması mümkün değil. Bir beyin yıkama operasyonu olabilir. Bakın ne kadar mutlusunuz gibi! Çomağı kimin tuttuğu, kimin kötü, kimin iyi adam olduğu gibi konulara fazla girmeyeceğim (Bu, azıcık girebilirim demek!). Bir gün bir sızıntı olabilir, aslında şöyleydi ama biz size böyle söyledik diye aklımızı karıştırabilir, melekler şeytan, şeytanlar melek olabilir. Burası böyle bir bölge. Dedim ya; fazlasıyla kritik, politik ve de stratejik!
Örneğin çok
eski değil, daha 1989 yılında Amerikan başkanı baba Bush Panama’yı işgal etti.
O sırada Panama’nın başında Noriega
vardı. İyi adamdı, kötü adamdı bilemem. Benim ilgimi çeken adamın daha önce
Amerikan ordusundan istihbarat-karşı istihbarat ve psikolojik operasyon
konularında eğitim almış olması. Bin ladin hakkında da böyle bir şeyler
hatırlıyorum. Neyse, demek ki bir süre sonra adamı delikten aşağı süpürmeye
karar vermişler. Allah başkalarını korusun!
Amaç her zamanki gibi demokrasi ve insan haklarını korumak ve kollamaktı. Uyuşturucu trafiği ve kanalın fonksiyonları gibi mazeretler de eklenince, Bush Panama’ya demokrasi getirmeye mecbur (!) kaldı. İki haftada yüzlerce asker ve sivil öldü. 1995 yılındaki Birleşmiş Milletler raporuna göre çoğu fakirlik seviyesinin altında yaşayan 20000 insan göç etmek zorunda kaldı. 10000 civarında memur veya işçi işini kaybetti. Bir buçuk- iki milyar dolarlık ekonomik yıkım gerçekleşti. Sonra nasıl bir mucize oldu da, daha yirmi yıl geçmeden dünyanın en mutlu insanı oldular anlamadım. Darısı Irak vatandaşlarının başına! Kaldı 7-8 yıl…
Fikir uçuşmaları arasında az kalsın soruyu da, cevabını da unutuyordum. Panama, Irak derken cevabı hatırladım. Tekrar sorayım:
Soru; Amerika'da neden hiç savaş olmaz?
Cevap; Olmaz, çünkü Amerika'da hiç Amerikan konsolosluğu yok!
PANAMA TURİSTİK
Buraya CIA ajanı olarak gelmediğimize, iki gün kalıp döneceğimize göre işimize ve notlarımıza bakalım.
Önceden vize almak gerekmiyor. Giriş yaparken turistik form doldurulması ve
bu formla birlikte kişi başına 30 USD ödenmesi yeterli. Turist kartları 30 gün
geçerli. Elektrik prizleri Amerikan tipi, yassı delikli. Adaptör gerekiyor.
Voltaj 110, frekans 60. Tehlike yok. 220 voltla çalışan aleti 110 voltluk prize
takarsanız biraz yavaş çalışır, o kadar. Tersini yapmayın! Musluk suyu
“absolutely” içilebilir diyorlar, ama pek güvenemedim. Nerede içilebiliyor ki?
En iyisi şişe suyu içmek. Gitmeden önce sağlık sigortası gerekli, aşı gereksiz.
Resmi dil İspanyolca, ama bilmek gerekmiyor. Yerliler bile İngilizce biliyor.
Trafik sağdan. Zaman dilimi -5, bizimki +3. Yaz saatiyle saat farkı sekiz. Panama'da yaz saati yok, kış saati de yok.
Para birimi şeklen ve aslen Amerikan doları. Resmi kayıtlarda, döviz listelerinde Balboa (PAB) yazsa da önemli değil. 1903 yılındaki bağımsızlık kazanımı ile Kolombiya Pezosu gitmiş, Amerikan Doları gelmiş. Ufak paralar PAB veya sent, kağıt paralar sadece Dolar! Buna dolarizasyon deniyor ve kimin patron olduğunu gösteriyor. Para mevzuuna bakarken enteresan bir durumla karşılaştım. 1941 yılında Başkan Arias aşka gelmiş, Balboa adı verilen, tarihteki ilk ve son Panama banknotunu basmış. Fakat 7 gün sonra her ne olduysa, tüm baknotlar piyasadan geri toplanıp yakılmış. Birisi başkanın kulağına bir şeyler fısıldamış olmalı. Bağımsızsınız dediysek, o kadar da değil gibi bir şey! Halk bu banknotlara “Yedi gün Doları” adını koymuş. Koleksiyonculara duyurulur.
Turistik bilgiler dedim ama kalemim biraz politik takılıyor. Kalem dediysem lafın gelişi. Kalemler masamın üstünde süs olarak duruyor. İnternete girelim, politik iklimden meteorolojik iklime geçelim. Ne zaman gideceğiz, ne giyeceğiz, şemsiye alacak mıyız, kasırgaya rastlar mıyız diye fazlaca tasalananları merakta bırakmamak lazım..
Panama hakkındaki en iyi meteorolojik haber kasırga kuşağının dışında olması. İklimi tropikal. Mevsimler arasında önemli bir ısı farkı yok. Kuru mevsimde ısı gün boyu 24-30 derece arasında seyrediyor. Nadiren 32 dereceyi geçiyor. Ülkenin Pasifik tarafında ısı biraz daha düşük, dağlık yerler oldukça serin. Yağmur mevsimi nisan ile aralık ayları arasında, 7 ila 9 aya kadar sürüyor. Yağışın hemen tamamı bu sırada oluyor. En yağışlı ve soğuk ay kasım, en sıcak ay ise mayıs ayı. Yağış miktarı açısından bölgeler arasında önemli farklar var (130-300 cm gibi). Karaib tarafında yağış, Pasifik tarafından daha fazla. Örneğin iki kıyı kentinden Colon’daki yağışın yıllık ortalaması, 80 km ötedeki Panama’ya yağan yağmurun yarısından fazla...
Biz Panama’ya mayıs ayında gittik ve pişman olmadık. Bence her mevsimde gidilebilir. Şansa bırakmamak için kasım ve aralık ayları hariç tutulabilir, fakat biraz ıslanmanın ne zararı olur?
PANAMA KENTİ, PANAMA
Mayıs ayının 23’ünde Panama Havayollarına ait bir uçakla Guayaquil'den kalktık, iki saat uçtuk, Panama’ya geldik, Tocumen hava limanına indik. Saat 20:35... Panama hakkında rehberden öğrendiğimiz ilk şey kente “Panamerikan” kara yolundan gideceğimiz oldu. Burası bir ucu Alaska’da, diğer ucu Buenos Aires’te olan, gayet uzun bir yol. Pan-Amerikan deniyor, ama ufak bir sorun var. Yolun 160 km.lik bir kısmı eksik! Burası Panama’nın doğusundaki yağmur ormanlarına, sarp dağlar ve bataklıklarla dolu zorlu Darien bölgesine denk düşüyor. Adamlar Embera yerli halkını da merkezden çıkarıp buralara sürmüşler. Fakat her şeye rağmen koca Amerika için bu 160 km dert mi? Yağmurun dinmesini bekliyorlardır. Uzun lafın kısası, Amerika kıtasının ve de sınır tanımaz Amerikan ütopyasının orta yerindeyiz.
Anayolda batıya giderken, kente dair ilk gördüğümüz manzara çok etkileyici, biraz da şaşırtıcı. Kent silueti uzaktan Manhattan’a benziyor. Deniz kıyısından başlayarak geniş bir alanı kaplayan, nerdeyse bitişik nizam yükselmiş onlarca gökdelen var. Deniz kıyısı diyorum, ama “deniz kıyısı olması gereken yerden başlayarak” demek daha doğru olur. Çünkü o sırada deniz orada değil, yüzlerce metre uzaktaydı. Okyanuslardaki gel-git olayı manzarayı devamlı değiştiriyor.
Kent merkezinde 150 metre üzerinde, yapılmış ve yapılmakta olan 70’den fazla bina varmış. İçlerinde en yükseği 284 metrelik “Trump Ocean Club” oteli. Brooklyn köprüsüne hiç benzemeyen, sıradan bir köprüden geçerken, birbirine az çok benzeyen binalar arasından, diğerleri kadar yüksek olmasa da değişik bir mimari dikkatimi çekti. Dev bir DNA sarmalını andırıyordu. Katların bir eksen etrafında tirbuşon gibi döne döne yükseldiği 52 katlı binanın orijinal adı Devrim Kulesi’ymiş. Devrim dediğin biri gelir, biri gider. Kediye kedi demeyi tercih eden halk, vidaya benzeyen kuleye vida, “El Tornillo” demiş. 243 metre yüksekliğinde bir "vida"! Mimarı Pinzon Lozano... Mimarın adını araştırmamın ve buraya yazmamın sebebi, birbirinin kopyası olan binalardan onun gibi benim de bıkmış olmamdır.
Burası 3700 bin küsur kişinin yaşadığı Panama Cumhuriyeti’nin 900, çevresiyle 1300 bin nüfuslu başkenti Panama. En geniş yeri yaklaşık 81, boyu 670 kilometre olan bu ince ve uzun boylu orta Amerika ülkesinin pasifik kıyısında, Acun’un “survivor” adasının biraz ötesindeyiz. Acun’un teknesiyle yarım saatlik mesafede! Uçakta tesadüfen yanına oturduğumuz genç adam böyle söyledi. Acun’un ekibindenmiş. Biraz dedikodusunu yaptık. Gerçekten açlık ve sefalet mi, yoksa gizli gizli atıştırıyorlar mı? diye sorduk. Yeminli müşavir edasıyla “gerçek” dedi. Biz de inandık. Televizyon şovunda sadece üç tanesini gördüğümüz adaların tamamı 183 tane ve hepsine birden “İnci Adaları” deniyor.
Panamalılar Panama adının “Balık, ağaç ve kelebek bolluğu” anlamına geldiğini söylüyor. İspanyollar karaya ilk çıktıklarında avuç içi kadar kelebekleri görüp, “aaa, ne kadar çok kelebek var” demiş olmalılar. Milli Eğitim Bakanlığı bu tanımı onaylamış. Bu demek oluyor ki isimde bir sakatlık var. Diğer taraftan kökeninin “bannaba” olduğu da söyleniyor. Bannaba, Panama yerli halklarından olan Kuna dilinde “uzak” anlamına geliyormuş. Nereden uzak olduğunu, ne kast edildiğini bilmiyorum. Fakat Bakanlık bu konuda görüş bildirmediğine göre en doğru tanım bu olmalı!
Bizim gezimizle ilgili olmamakla beraber, Bannaba tanımını okuduğum kaynaktan bazı enteresan şeyler öğrendim. Paylaşmaktan zarar gelmez. İsteyen bir veya bir kaç paragraf atlayabilir veya sayfayı kapayabilir. Başkaları bu kabileye Kuna diyor, ama onlar kendilerini “Halk” olarak isimlendiriyor. Nece konuştuklarını soranlara da “Halk ağzı” diye cevap veriyorlar. Bu kadar basit! Ayrıca Kuna’lar anaerkil bir topluluk. Damat içgüveyi gidiyor ve gelinin soyadını alıyor.
Kolombiya ve Panama’da yaşayan bu yerli halkın bayrağının orta yerinde, sola bakan Svastika logosu var! Yorumsuz…
Gene Panama’ya, otelimize dönelim. Marriott otelinde kalıyoruz.
Gayet merkezi ve güvenli bir bölgede, son derece lüks bir oteldeyiz. Çevrede bolca finans merkezi ve banka bulunması ek güvenlik garantisi. Alt katındaki restoranlardan birisi Akdeniz mutfağı konseptinde. Memleket hasreti çekenler için ideal. İlk gece otel yönetimi bizim grubu Amerikan spor-bar stili bir kafeye iteledi. Ortam gene de güzeldi ama tur şirketi bizi daha önce lükse alıştırdığı için biraz yadırgadık. Rehberimiz Onuralp Bey olaya el koydu, sorunu çözdü. Hiçbir zaman, hiçbir yerde alttan almaması, grubun haklarını koruması ve grup yönetimi muhteşemdi. Sonraki öğünde fiyakalı bir dikey geçiş yaparak konfor katsayısı oldukça yüksek başka bir restorana alındık. Bundan sonrası önce garsonları, sonra da bizi buraya layık görmeyen şef garsonu hırpalamakla geçti. Başka zaman olsa sineye çekeceğimiz hiçbir şeyi kabul etmedik. Zavallı adam sonunda beceriksiz garsonları gönderip kendisi servis yapmaya başladı. Yemeğimiz bittiğinde yaka paça dağılmış ve ruhen çökmüş vaziyetteydi.
Otelin karşısında dizi dizi barlar ve kulüpler vardı. Bunların en tanınmışı “Beirut Club”, tam karşımızda ışıl ışıl duruyor. Gece hayatı oldukça hareketli bir bölgedeyiz. Fakat bizim gece hayatımız aynı frekansta değil. Kentin hareketli bölgeleri bizim hareketli bölgelerimizi zorlayabilir. En iyisi merhemleri sürüp yatmak.
"TRANSCONTINENTAL" TREN YOLCULUĞU
İlk günün
programında bir okyanustan diğerine gitmek var. Pasifik kıyısından kalkıp Atlas
Okyanusuna gideceğiz. Havalı bir tarif, anlam olarak doğru, fakat ben lafı
okyanusa değil trene bağlamak istiyorum. Okyanusları aşağıdaki “kanal” kısmında
bağlayacağız. Başka türlü anlatayım; ülkeyi trenle bir uçtan diğer uca kat
edeceğiz. Bu daha iyi oldu. Cümledeki “bir uçtan diğer uca” ifadesi ilk bakışta
ürkütücü gelebilir. Tren ve uç kelimeleri yan yana gelince akla önce “Sibirya Treni” geliyor. İkinci aklıma
gelen “Pacific Railroad” oldu.
Bizimkisi de aynen (!) böyle bir "transcontinental" tren yolculuğu olacak. Türkçesi; Tüm kıtayı
uçtan-uca geçeceğiz!
Vagonlar iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım barın bulunduğu yüksek tavanlı kısım. Buradan altı basamakla ikinci kısma çıkılıyor. Burası daha basık, fakat tavanın orta yerine kadar uzanan geniş, panoramik pencereleri var. Böylece etraf gayet rahat ve biraz daha yüksekten seyredilebiliyor. Koltuklar rahat ve yumuşak. İşçi poposu görmüş gibi durmuyor.
Gelelim “transcontinental” olayına! Burada biraz ironi seziliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin doğu ve batı uçlarını birleştiren ilk “Transcontinental” demiryolunun döşenmesi 1869’da bitmiş. Amerikalılar bu yolun açılışını büyük törenlerle kutlamışlar. 1876 yılında San Fransisko’dan kalkan bir tren, 83 saat ve 39 dakikada New York’a vasıl olmuş. Panama’lılar ise kendilerinin bunu Amerikalılardan 14 yıl önce başardıklarını, kıtanın bir ucundan diğerine ray döşediklerini söylüyorlar. Yalan da değil. Sadece 1, yazıyla bir saatlik yol, ama tanım değişmez. İkisi de tüm kıtayı enine geçiyor sonuçta! Adamların suçu yok, Amerika denen kıta iri göğüslü, ince belli, koca kıçlı, afedersiniz geniş basenli bir kıta. Kıtanın eni tam orta yerinde ancak bu kadar…
Demiryolu 1880 yılında Fransızların kontrolüne geçmiş. Adamlar kanal işinde
çuvallayınca, daha önce siyasi ortamı hazırlayan ABD, 1904’te her ikisini
birden satın almış. Bu sırada olan bitenin dedikodusunu kanal bahsinde
yapacağım. ABD demiryolunun posasını 1977’de Panama Hükümetinin kucağına
bırakmış. Hükümet bu konuda hiçbir yatırım yapamamış. 1986’de demiryolu
taşımacılığı ile ilgili, ABD orijinli bir takım standartlar yayınlanmış.
Bunları yapmazsan benim vatandaşımı ve askerlerimi taşıyamazsın denmiş. İflas
eden demiryolu 1998 yılında özelleştirilmiş. Bu şirketin hangi ülkeden olduğunu
tahmin etmek zor değil. Hattın işletilmesi için şirkete 50 yıllık imtiyaz
verilmiş. Ben bu işten bir şey anlamadım. Atalarım anlamış olmalı ki “at binenin, kılıç kuşananın” demişler.
Kısacası bizim bindiğimiz tren eski değil, 98 sonrası yenilenen tren. İşte benim de üzerinde durduğum nokta buydu. Artık eminim ki tanıtım broşüründeki ifade yanlış. Burada eski olan tek şey demiryolunun güzergâhı! O da kanal kazılırken daha uzağa taşınan demiryolu. Şimdi üzerinde giderken, solumuzda kanaldan geçen gemileri gördüğümüz raylar, post-kanal raylar oluyor... En orijinal, kanal öncesi rayların üçte ikisi Gatun gölünün ve kanalın dibinde kalmış!
Gemileri gördüğümüzü derken biraz abarttım. Trenden bakınca kanal ve göl ile aramızda kalan çalılık ve ağaçlardan dolayı gemilerin gövdeleri gözükmüyordu. Görebildiğimiz sadece üzerlerindeki yük sandıklarıydı. Ağaçların arkasında yavaş yavaş süzülen tepeleme yığılmış sandıklar, altlarında devasa bir yük gemisi olduğuna işaret ediyordu. Önceleri gayet şaşırtıcı olan bu görüntüye bir müddet sonra alıştık. Tıngır mıngır veya trik trak giderek bir saatlik bir yolculuktan sonra Colon kentine geldik.
Bir saat veya 83 saat, fark etmez. Bütün yolculuklar gibi bu yolculukta da nereye gidildiği, ne kadar zamanda gidildiği değil, yolculuğun kendisi önemli.
PORTOBELO
Colon kenti civarındaki son durakta trenden indik. Minibüsümüz burada bizi bekliyordu. Hedefimiz Portobelo, Türkçesi güzel liman… Bir rivayete göre isim babası Kristof Kolomb’muş. Adam limana bakmış; ne güzel liman demiş! Yıl 1502…
Kale 1980 yılında dünya mirası kabul edilmiş. Şimdi sakin ve sessiz bir şekilde koyu ve hemen yanındaki Portobelo’yu bekliyor. Kasaba ilk bakışta terk edilmiş intibaı bırakan, nüfusu üç bini geçmeyen uykulu bir yer. Tamamını gezmek için dolaşmak değil, kendi çevrenizde dönerek etrafa şöyle bir bakmak yeterli. Biz de öyle yaptık. Evlerden birinin önünde miskin bir köpek, kıyıda yaktıkları ateşin arkasında durup, konuşmadan ufka bakan dört genç, müze niyetine kullanılan taş binanın önünü süpüren adam ve biz gelince okuduğu gazetesinden zorlukla kopan müze görevlisinden başka kimse görmedik. İnanması zor ama burası zamanın en aktif ticaret merkeziymiş. Zaman dediğim onaltıncı yüzyıl. Tablo şu: Bir yandan İspanya’dan gelen malzeme ve erzak doklara indiriliyor, bir yandan Peru hazineleri, gümüş ve altın gemilere yükleniyor. Doklar çevreden ve çok uzaklardan gelen arabalar ve tüccarlarla dolu. San Lorenzo kalesinde askerler koşuşturuyor, toplar temizlenip yağlanıyor, burçlarda gözcüler uzun dürbünlerle koyun ağzını tarıyor…
Bunları kafadan atmıyorum. Kasabanın ufak müzesindeki karanlık odada
seyrettiğimiz filmi anlatıyorum. Filmin sonunu da söyleyeyim;
meşhur İngiliz denizci, korsan, kâşif, köle
taciri, mühendis, politikacı, aynı zamanda şövalye ve kaptan Francis Drake’in ceseti bir tabuta
konuyor ve koyun girişinde, kalenin karşı kıyısında denize bırakılıyor. Yıl
1596…
Aslında filmin sonu böyle değil. Filmin sonunu getiren, Amerikan soygununun
bitişi. Yaklaşık on sekizinci yüzyıl. Kesin tarih bilinemez…
EMBERA YERLİ KÖYÜ
Gatun nehrinde botlara binip, Panama
kanalının kuzeydoğusunda bulunan Chagres
Ulusal Parkına gideceğiz. Gatun nehri Panamadaki 500 kadar akarsudan birisi
ve hemen hemen en tanınmışı. Çünkü kanal gölüyle irtibatlı. Chagres ormanları ise
Panama’nın içme suyunun ve elektriğinin elde edildiği bölge. Onun için koruma
altında. Burada koruma altında olan diğer bir şey de bir Embera köyü; “Embera Quera
Village”. Meali “halk kokusu”
gibi bir şeymiş. Bu isimle neyi ima ettiklerini sonra anladım.
Embera’lılar,
yukarıda bahsettiğim Kuna kabilesi gibi, kendilerine kendi dillerinde “halk” diyor ve “halk ağzı” konuşuyorlar. Yani Embera kelimesi Emberacada halk
anlamına geliyor. Embera yerlileri Panamada yaşayan 7 kabileden biri. Hükümet
bu kabileleri merkezden uzaklara iteleyip bir çeşit otonomi tanımış. Embera
yerlilerine ayrılan rezervasyon bölgesi Panama’nın doğusunda 1983’te kurulmuş.
Muhtemelen Amerikan usulü bir izolasyon söz konusu. Bize dokunmasınlar da ne
halleri varsa görsünler durumu… Resmen söylenmese de tercümesi budur.
Gatun nehrine geldiğimizde hava gayet
güzeldi. Kıyıda ağaçtan oyularak yapılmış büyükçe bir kano duruyordu. Üç yerli
genç can yeleklerini giymemize yardım etti, kanoya enine konmuş oturaklara
yerleştik ve yola çıktık. Gençlerden ikisi önde oturmuş önümüzdeki çalı çırpıyı
ve nehrin derinliğini kontrol ediyor, arkadaki genç de kıçtaki takma motoru
idare ediyordu. Üzerlerinde sadece bir don ve donlarını ancak örten, işlemeli
mini etekler vardı. Keyifle etrafı seyrediyorduk. Tur arkadaşlarımızdan birisi
nehre bakıp; ne çok balık var dedi. Suya düşen yağmur damlalarından yayılan
daireleri sudaki balıklara bağlamıştı. Yağmur yağıyor dedim. 2-3 dakika
geçmedi, hava birden değişti. Tek tük damlalar arkalarından gelen kovalarca
suyun habercisiymiş. Bereket, biraz ötede nehrin üzerinden bir köprü geçiyordu.
Kanoyu köprünün ayakları arasına sokup yağmurun geçmesini bekledik.
Yağmur
mevsiminin ilk ayında, asıl mevsiminde yağmurun nasıl yağacağına dair fikir
sahibi olduk. 40-45 dakika sonra yağmur dindi. Hiçbir şey olmamış gibi yola
devam ettik. 20-25 dakika kadar sonra nehir genişledi, göl haline geldi. Kıyıdaki ağaçlarda enva çeşit kuşlar, birkaç tane de kartal
gördük. Gölün sığ kısımları nilüfer yaprakları ile kaplıydı. Gür Mango ağaçları
suya kadar sarkıyor, yaprakların arasından maymun çığlıkları geliyordu. Sonra
bu maymunlardan birisini oldukça yakından gördük. Kerata şov yapar gibi bir
süre bizi izledi, daldan dala atlayarak ardımız sıra geldi ve gözden kayboldu.
Köyün
iskelesine yaklaşırken gördüğümüz manzaradan oldukça etkilenmiştik. Karşımızda
tahta bir iskele ve iskeleden itibaren hafif bir eğimle yükselen yemyeşil yamacın
az ötesinde, ağaçlar arasında, 16-17 evden oluşan bir köy vardı. Gezimizin
Panama kısmında bir yerleri anlatırken devamlı olarak yemyeşil dediğimin
farkındayım. Bu, yeşilin daha fazlasını ve daha güzelini anlatacak başka bir
kelime bilmediğimdendir.
Biz
iskeleden yürüyüp köye yaklaşırken, evlerin önündeki açıklığa dizilmiş erkekler
çalmaya, kızlar oynamaya başladı. Bu açıkça bir hoş geldin seremonisiydi. Bir
süre seyrettik, müzik bitince tek tek ellerini sıkıp tanıştık ve üstü kapalı
bir yere davet edildik. İçlerinden sadece bir erkek bize refakat etti, iki
kadın da hemen yanımızdaki mutfakta ateş yakıp bir şeyler hazırlamaya başladı.
Bizle gelen genç
erkek bu kabilenin şefiymiş. Şefler 17 yaşını geçenlerin oylarıyla seçiliyorlar
ve diğer işleri yanında, burayı ziyarete gelen turistlere bilgi verme görevini
de üstleniyorlarmış. Bir kadın da aday olabilir ve seçilebilirmiş. Anaerkil
gelenekleri buna uygun. Bizim şef 20-25 yaşlarında gözüküyordu. Etrafında
çepeçevre oturduk. Önce o anlattı, sonra biz sorduk. Verdiği cevapları
aşağıdaki paragrafta toparladım.
Köyde 46
kişi yaşıyormuş. 12 yaşını bitirmeyen kız çocukları dans gösterilerine
katılmıyormuş. Okuma çağına gelen çocuklar buradan kanolarla okula
taşınıyorlar. Kızlar kendi istekleri dışında evlendirilmiyorlar. Geleneklerinde
poligami var, ama giderek tek eşlilik tercih ediliyor. Asimilasyona karşı
Panama ve Kolombiyalılarla evlenmiyorlar. Devlet memurluğu gibi resmi işlerde
çalışmıyorlar ve Panama için askerlik yapmıyorlar. Köyde yapılacak bütün işler
ve tarım topluca, imece usulü yapılıyor. Yaban domuzu veya tapir gibi büyük bir
av yakalanırsa eti tüm köy paylaşıyor.
Burada bizim
şef bu köy için bir farklılık olduğunu söyledi. Söylediklerinin ne anlama
geldiğini o sırada pek anlamamıştım. Yaptığım ses kaydını Türkiye’ye döndükten
sonra tekrar dinledim. Bu köy 6-7 sene önce eko-turizm amacıyla kurulmuş. Bu
eko-turizm ne ola ki diye araştırdım. Uluslararası Doğa
Koruma Birliği eko-turizmi; “doğayı ve
kültürel kaynakları anlayarak korumayı destekleyen, ziyaretçi etkisi düşük olan
ve yerel halka sosyo-ekonomik fayda sağlayan, bozulmamış doğal alanlara
çevresel açıdan sorumlu seyahat ve ziyarettir” şeklinde tanımlamış. Bir nevi “show business”, fakat
eko-turizm gibi havalı bir isim verilmiş.
Ziyaret
ettiğimiz köyün arazisi Panama devletine ait. Yerliler bu topraklar için kira
ödüyorlar. Yaptıkları gösteriler ve yetiştirip sattıkları ürünlerden
kazandıklarıyla bu araziyi satın almaya çalışıyorlar. Kabilenin asıl yaşadığı
doğudaki Darien bölgesinde ise arazilerin tamamı kabileye ait. Bunu öğrenince
köye neden “quera” ismini verdiklerini
anlar gibi oldum. Bizim gezdiğimiz köy, asıl kabilenin buralardaki kokusu gibi…
Toucan, evler ve jaibana
Şef
konuşurken oturduğumuz yerin arkasında dolaşan bir Tukan kuşu fırsat buldukça sırtımızı gagalıyordu. Çizgi filmden
fırlamış gibi gözüken bu rengârenk kuşa hayran oldum. Sadece orta ve güney
Amerika’da yaşayan, ağaçkakan ailesinden, uzun gagalı bir kuş. Rehber şanslı
olduğumuzu söyledi.
Konuşma
faslı bittikten sonra evlerin arasında dolaştık. Evler ağaç kalaslar üzerinde,
yerden 1-2 metre yüksekte yapılmış. Çatıları palmiye yapraklarıyla kapatılmış.
Evlerin içinde duvar yok, zemin uzun kamışlarla döşeli. Evlere çıkılan
merdivenler enteresan. Gece yatarken merdivenleri ters çeviriyorlar. Basamaklar
öyle ayarlanmış ki hayvanlar çıkamıyormuş. Tabii ki sadece bir kısım hayvanlar.
Sürüngenleri, kuş ve sinekleri tenzih ediyorum.
Evlerden
birisi otel gibi kullanılıyor. Bir süre kabile hayatı yaşamak isteyenler veya
antropoloji öğrencileri gelip kalıyorlarmış.
Bizi köyde
kabilenin bilge doktoru, bir Jaibana gezdirdi. Kolunun altında içi boşaltılmış bir bağa taşıyor, darbuka niyetine çalıyordu. Şaman veya büyücü de denebilir, ama gerçekte bitkileri çok iyi
tanıyan, hastaları tedavi eden, halkı hasat ve ekim zamanları için yönlendiren
doğa dostları. Bir yandan evleri gezdirirken bir yandan da ağaçlardan veya
yerden yapraklar topluyor, bu şekere iyi gelir, romatizmaları iyileştirir,
bu baş ağrısını keser diye anlatıyordu. Şekere iyi gelen bitkiyi anladım da,
hastanın şekeri olduğunu nasıl bildiğini anlayamadım. Muhtemelen idrarını
tadıyordur. Orada sormadığıma pişman oldum.
Yılan
ısırığına, ateş ve ishale iyi gelen yaprakları, otları gördük. Jaibana bunların
hazırlanışını anlattı. Fakat püf noktalarını es geçtiğine eminim. Bir de şerbet
ve dondurma yapımında kullanılan, içi taneli bir meyve gösterdi. “Jagua” meyvesiymiş. Renksiz sıvısı
vücuda sürülünce siyahlaşıyor ve karada sineklere, gölde de vampir balıklarına
karşı koruyormuş. Kısacası etrafta ne sorun varsa, bitkilerde onun devası var. Bu
kadar ağaç arasında bana aşina gelen tek şey, ağacın kendisi değil ama, ağaçta
baş aşağı sallanan Kaju yemişi oldu.
Çamur banyosu ve temizlik faslı
Evlerin
arasında gezerken bastığımız toprak killi, kaygan bir topraktı. Yol kenarına
arklar kazıp fazla suyu drene ediyor ve göle yönlendiriyorlar. Suya başka neler
karıştığını bilmiyorum. Öğrenmek için bir fırsat elime geçti, ama bilinçli
olarak bu fırsatı kullanmadım, sormadığıma da pişman değilim.
Elimde
kamera sağa sola hayran hayran bakıp fotoğraf çekerken tek ayağım bu arklardan
birine battı. Resmen battı. Dengemi sağlamaya çalışırken diğer ayağım da arkın
içine girdi. Düşmedim, ama düşmüş kadar oldum. Düşmemek için ayağımı yere
(aslında arkın orta yerine) sıkıca vurduğum için çukurdaki bütün çamur belime
kadar sıçradı. Ayakkabımın içi vıcık vıcık oldu. Düşseydim daha fazla ne olurdu
bilmiyorum. Nerede temizlenebilirim diye etrafa baktım. Bir kulübenin önünde lavabo
gördüm. İçeride de alafranga bir tuvalet vardı ama su akmıyordu. Kâğıtları alıp
dışarıya çıktım. Suyla ıslatıp çamurları silmeye çalıştım. Fakat iyice
yaymaktan başka işe yaramadı. Napalım, birazdan kurur deyip pes etmiştim ki tek
ayağı protez olan bir yerli yanıma geldi. Elinde bir su şişesi vardı. İşime
yarayabilirdi. Almak istedim ama vermedi. Bacağımı işaret etti. Şaşkınlığım
arasında eline su döküp bacağımı yıkamaya başladı. Aman yapma etme derken, 3
kız daha geldi. Kıkırdayarak yıkama işlemini üstlendiler. Biri ayakkabılarımı
çıkarıp gitti, biraz sonra tertemiz getirdi. Baktım ki itirazlarım fayda
vermiyor, kendimi kızların nazik ellerine bıraktım.
Yanlarına
döndüğümde bizimkiler yemeklerini yemiş, dans gösterisinin yapıldığı yere doğru
yürüyorlardı. Neden geciktiğimi sordular. Umursamaz bir ifadeyle “Kızlar
ayağımı yıkadılar” deyip yemeğimin başına oturdum. Ben palmiye yaprağı içindeki
et ve balığımı aceleyle yerken onlar bu cümlenin bilmecesini çözmeye
çalışıyorlardı.
Müzik ve dans
Bir yandan “Patacanos” denen kızarmış yeşil muz
cipslerini atıştırarak dans gösterisinin yapılacağı açıklığa yürüdüm.
Embera
yerlileri doğaya olan şükranlarını müzik ve danslarla ifade ediyorlar.
Dansların figürleri ve isimleri hayvanlardan alınmış. Sinek kuşu dansı, Nequa’nın
dansı gibi. Nequa orta Amerika’da
yaşayan bir cins kemirgen. Müzik aletleri flüt ve vurmalılar. Vurmalı olarak
kullanılanların birisi de içi boşaltılmış kaplumbağa bağası. Erkekler çalgıcı,
kızlar oyuncu, melodi bayıcı, figürler sıkıcıydı. Figürlerin hangi hayvanı
taklit ettiğini anlamaya çalışmak ise beyhude bir çabaydı. Figürleri bırakıp
kızlara baktım. Kızların başlarında çiçekli taçlar, boyunlarında bitki
dallarından ve tohumlardan yapılmış renkli kolyeler vardı. Büstiyerlerinin
üzerinde deliklerinden tutturulmuş, 3-4 sıra metal para sallanıyordu. Kendi
gösterileri bitince gelip turistleri dansa kaldırdılar. Bizimkilerin dansı tedavüldeki
canlıların hareketlerine pek benzemiyordu (!) ama idare ettiler. Nurullah Bey
doğa ritmine ayak uyduramayınca olayı tango gösterisine çevirdi. Ben her zaman
olduğu gibi fotoğraf çekiyorum numarasına yattım. Sonuçta herkes gönlüne göre
eğlendi. Biz onlarla, onlar bizle…
Sonra alışveriş faslı başladı. Ben üç tane bilezik ve bir maske aldım. Bulsaydım Toucan maskesi alacaktım ama ne olduğunu anlamadığım bir kuşla yetindim. Bir rivayete göre baykuşmuş! Bilezikler malum kişiler için. Buna ne diyorsunuz diye sordum, bir kağıt verip yazmasını istedim. Şef “Chunga de Pna” yazdı. Bilezik diye yorumladım. Su kullananın, toprak işleyenin diyerek pazarlık yapmadan parasını ödedim. Eve gelince sözlüklere baktım. “Chunga” İspanyolcada “çok tehlikeli” demekmiş. Diğer sözlüklerde yok. Çok tehlikeli olan nedir, tehlikelerden koruyan bir şey midir anlamadım. Bizi gezdiren rehbere e-posta gönderip sordum (Bu zamanda bu kadar kolaylık olsun artık). Chunga, bir çeşit palmiye ağacıymış. Gövdesi inşaatlarda, yaprakları bilezik, kuş yuvası, tabak vs yapımında kullanılıyormuş.
“…Panama berzahında gayet müthiş bir hastalık illeti var. Amele dayanmıyor, pek çabuk hastalanıyor ve ölüyordu. Amele bulmak müşkül olduğundan pek ziyade gündelik vermek icap ediyordu. Bundan başka kanalın açılacağı yerler gayet arızalı. Bâ husûs bu arızalı arâzînin bir noktasında gâyet yüksek bir dağ var, bu dağ granit taşından mürekkep bulunuyor. Bu dağı kırmak, ortadan kaldırmak fevkalade masraflı ve müşkül idi. İşte Süveyş Kanalı'nı kemâl i muvaffakiyetle açan De Lesseps bu teşebbüsünde muvaffakiyet gösteremedi. İlk önce kanalın hafrini der uhde eden Fransız Kumpanyası iflas etti. Birçok sû’i isti‘mâlât da vukû‘ buldu. Hatta Fransız (Büyük Fransız) namıyla yâd ettikleri De Lesseps bile huzûr ı mahkemeye çıkarıldı...”
Dergi haberi okurlarına şu şekilde duyurmuş:
Kanalın hikayesi ve behemehal açılışı!
Bu
ara bana iyi geldi. Mustafa Fehmi Bey'in müsaadesiyle sözü
bıraktığım yerden devralıyorum. Zaten amacımız aynı;
Bâ husûs kanalın tâ bidâyet i hafrinden târîh i küşâdına kadar geçirdiği safahâtı anlatmak...
... Ferdinand de Lesseps bu kadar felakete rağmen yılmamış. Ortamın ne kadar güvenli olduğunu göstermek için ailesini Panama’ya getirtmiş. Fakat işler büsbütün kötüleşmiş. Tüm ailesini, diğer mühendisler ve işçiler gibi, sıtma ve sarı hummadan kaybetmiş. O sırada bu hastalıkların sivrisineklerle ilişkisi henüz bilinmiyor. Hastalar bir umutla hastaneye yatırılıyor. Beklentinin aksine, hastaneye yatanlar daha kötüleşiyor. Duruma önce işçiler uyanıyor ve hastanede kalmayı ret ediyorlar. Sonradan bunun sebebi anlaşılıyor. Hastanelerde sürüngenler yatağa çıkmasın diye yatakların ayakları su dolu kaplar içinde duruyormuş. Bu sular değiştirilmedikleri için zamanla sivrisineklerin rahatlıkla üredikleri bir besi yeri haline geliyormuş. Hastaları sineklerin kucağına bırakmak gibi bir şey... Binlerce insanın hayatına mal olan bir kısır döngü!
Fransızlar Panama'da debelenirken, başka bir kanal projesi daha gündemde. Alternatif proje Nikaragua topraklarında. US kongresinin ikisi arasında karar vermesi gerekiyor. Panamacılar lobi için bir avukat ayarlıyorlar. Lobinin esas dayanağı Nikaragua’daki kanal bölgesinin volkanik olması. Avukat sismik olaylara dikkat çekip korkutmak için, kongre üyelerine Nikaragua’daki volkanın resmi olan pullarla yazılar gönderiyor. Ayrıca ödenen rüşvetlerin belgesi olmadığı için yazmıyorum. Paralar pul olmuş uçuşurken, doğa kendi mesajını duman işaretiyle veriyor. Kongrede oylama yapılmadan bir gün önce Nikaragua’daki değil, ama karşıdaki Martinik adasında bir volkan patlıyor ve 30000 kişi ölüyor. Bunu da mı avukat ayarladı bilmiyorum, ama kongreden çıkan kararı bilmek zor değil.
TARİHİ MERKEZ
Casco Viejo
Burası eski kentin ana meydanı. “Katedral Parkı” diye de biliniyor. Demek ki çevredeki binalardan birisi Metropol Katedrali! Yapılması 1688’de başlayıp yüz yıldan fazla sürmüş. Bu kadar uzun sürünce, muhtemelen mimarları da değiştiği için her tarafında farklı bir üslup ortaya çıkmış. Ortadaki koyu renkli kısmın duvarlarındaki taşlar, Korsan Morgan tarafından yıkılan Panama Viejo’dan taşınmış. Daha sonra yapılan iki yandaki kuleler bittiğinde Latin Amerikanın en yüksek yapıları olmuş. Konik kubbelerinde sedef kakmalar parıldıyor. Bir zamanlar sedef buralarda altından daha kıymetliymiş.
İnternetteki “cascoviejo.com” sitesi bu konuda bilgi almak isteyenler için ideal bir adres. Bu kadar yürüyüşten sonra acıktık. Öğle yemeği için karayolundan Amador adalarına gittik.
AMADOR ADALARI (Causeway Islands)
Yol ve adalar uzun zaman askeri bölge olarak kabul edilmiş. Arazide hala eski silah parçalarına rastlanıyormuş. Şimdi marinalar, otel, mağaza ve restoranlarla dolu. İşte bu adalardan birisinde, “Mi Ranchito” isimli güzel bir restoranda öğle yemeği yedik. Gezimiz boyunca, Ekvador dahil, silahlı asker ve polis gördüğümüz tek yer de burası oldu. Panama’da gezerken her konunun içinde ordu, asker, darbe, askeri saha, bomba, askeri bina, lojman, komutanlık, güvenlik, yasak bölge lafları geçiyordu, fakat hepsi laftaydı. Görünce rahatladım. Özlemişim çelik yelekleri ve asker mavzerini…
ŞEYTAN ARABALARI ve DÖNÜŞ YOLU
Kalkmamız gerekiyordu, çünkü bugün kanala ilk gemi saat bir buçukta girecek. Sabah uğradığımızda kanalda bakım vardı. Onun için gezi programında bir değişiklik yapmıştık. Ben de yazı planında bir değişiklik yaptım. Kanalı önce anlattım. Yazıyı da güzel bir manzara ve leziz bir yemekle bitiriyorum. Bir anlamda “back to the future” durumu… Şimdi acele edip ilk gemiye yetişmeliyiz. Kanaldan sonra da hava alanına uçağımıza… Hareket 19:10 KLM, Panama – Amsterdam… Saatler ileri alınacak. 20:25 Amsterdam’dan hareket… Takvim ileri alınacak. 00:45 İstanbul.
Sonra alışveriş faslı başladı. Ben üç tane bilezik ve bir maske aldım. Bulsaydım Toucan maskesi alacaktım ama ne olduğunu anlamadığım bir kuşla yetindim. Bir rivayete göre baykuşmuş! Bilezikler malum kişiler için. Buna ne diyorsunuz diye sordum, bir kağıt verip yazmasını istedim. Şef “Chunga de Pna” yazdı. Bilezik diye yorumladım. Su kullananın, toprak işleyenin diyerek pazarlık yapmadan parasını ödedim. Eve gelince sözlüklere baktım. “Chunga” İspanyolcada “çok tehlikeli” demekmiş. Diğer sözlüklerde yok. Çok tehlikeli olan nedir, tehlikelerden koruyan bir şey midir anlamadım. Bizi gezdiren rehbere e-posta gönderip sordum (Bu zamanda bu kadar kolaylık olsun artık). Chunga, bir çeşit palmiye ağacıymış. Gövdesi inşaatlarda, yaprakları bilezik, kuş yuvası, tabak vs yapımında kullanılıyormuş.
Ayrılırken
3-4 yaşlarında iki küçük kız gelip ellerimden tuttu, kanoya kadar uğurladı.
Küçücük elleri avucumda hissetmek çok iyi geldi. Gene gelin dediler. Gene
geliriz diye el sallayıp ayrıldık. Yalan da olsa güzel bir dilek.
LAS TINAJAS
Las Tinajas İspanyolcada kavanoz demek.
Türkiye’de bir lokantanın adı kavanoz olsa gitmezdim. Akşam yemeği için rezervasyonumuz
varmış, gittik.
Burası bir
yanında ufak bir sahne olan, Panama yemekleri sunan bir lokanta. Dekorasyonu
eski bir evin avlusuna benzetilmiş. Biz avludaki masalara oturup bir yandan
yedik, içtik, bir yandan da sahne şovunu izledik. Gösteri bir saat kadar sürdü.
Gösteride asıl amaç Panama halklarını, otantik danslarını ve giysilerini
tanıtmak. Önce bir sanatçı çıkıp dansın ne anlama geldiğini anlatıyor,
giysilerin detaylarından bahsediyor, sonra dans başlıyor. Tanıtımda olayı
“flavor & folklore” diye özetlemişler.
Halkın
%70’i, yani çoğunluğu Ekvador’da olduğu gibi Mestizo’larmış. %14’üne de Amerindian
deniyor. Gerisi beyaz. Mestizolar beyazlarla karışmış Amerikan yerlileri
oluyor. İspanyolca konuşan Latin Amerika ülkelerinde kadınların geleneksel
giysilerine Pollera deniyor. Kızların
hayatları boyunca, birisi 16 yaşından önce, diğeri sonra olmak üzere 2
polleraları oluyormuş. Genellikle beyaz olan bu tek parça giysinin üstünde mavi
veya kırmızı motifler işlenmiş. Etek uçları ve üst kısımları kat kat fırfırlı.
Kısacası yandaki fotoğraftaki gibi. Beyaz, mavi ve kırmızı aynı zamanda
bayraklarındaki renkler. Mavi demokrasiyi, kırmızı cumhuriyeti, beyaz da barışı
temsil ediyormuş. Bu renk kodlarından hiç anlamam. Örneğin en fazla kırmızı
olan bayraklardan birisi bizimki, ama sembolize ettiği şey şehitlerin kanı,
yani bir anlamda savaş. En mavilerden birisi Somali bayrağı. Demokrasi deseniz
kendileri de inanmaz.
Erkeklerin
geleneksel giysileri Montuno. Beyaz
gömlek, beyaz pantolon. Gömleklerin yakaları hakim yaka ve her daim kapalı.
Omuzlarında kumaştan, ufak bir çanta asılı. Şapkaları enteresan. Şapkalarının geniş
kenarlarını ön ve arkadan yukarı kıvırarak kullanıyorlar. Amerikan kovboylarını
protesto eder gibi bir halleri var.
PANAMA KANALI
Panama
kanalındayız. 1914 yılında açılan, ancak yapay göl, baraj ve genişletme
inşaatları 1940’ların sonuna doğru tamamlanan, inşaatı sırasında otuz bine yakın
işçinin can verdiği, dünyanın en uzun ikinci su kanalı, Panama Kanalında!
Elimdeki broşürde böyle yazıyor. Uzunluğu 77 kilometre, yılda 14 binden fazla
gemi geçmekte…
Demiryolu
nasıl “transcontinental” ise, kanal da aynen öyle. Ayrıca demiryolunun tarihi
kanalın tarihiyle, kanalın tarihi de ülkenin tarihiyle özdeş. Kanaldan
bahsederken rayları, rayları anlatırken, işçileri, işçileri anlatırken
Fransızları, Fransızlardan bahsederken, mecburen Amerikayı, Amerikaya gelince,
ön balkon, arka bahçe gibi şeyleri, laf bahçeye girince Panama’yı, Panama
derken pentagon ve CIA’yi yazmak gerekiyor.
Ne kadar; bu gezi yazısıdır, gördüğümü yazayım, politikadan ve entrikadan uzak durayım desem de olmuyor. Benim bir suçum yok. Panama denen yer böyle bir yer… Burada kısa bir ara verip dinlenmek, Antik “Club Union”un bombalanmadığını hayal ederek verandasında oturmak ve okyanusa bakarak konyağımdan bir kaç yudum almak istiyorum. Sözü Mustafa Fehmi Bey’e bırakıyorum.
Ne kadar; bu gezi yazısıdır, gördüğümü yazayım, politikadan ve entrikadan uzak durayım desem de olmuyor. Benim bir suçum yok. Panama denen yer böyle bir yer… Burada kısa bir ara verip dinlenmek, Antik “Club Union”un bombalanmadığını hayal ederek verandasında oturmak ve okyanusa bakarak konyağımdan bir kaç yudum almak istiyorum. Sözü Mustafa Fehmi Bey’e bırakıyorum.
Acâyib-i Âlemden Bir Hârika-i Medeniyyet
Panama
kanalından Mustafa Fehmi Bey bildiriyor;
Bir paragrafını aktardığım mektup, 1914 yılı 7 Mayıs ve 4 Haziran tarihleri arasında basılan “Musavver Malumat-ı Nafia” dergisinde yayınlanmış. Meali; "Resimli Yararlı Bilgiler" dergisi oluyor. Hüdavendigar Vilayeti, Pazarköy Kazası İslam ahalisinden Mustafa Fehmi Bey, fi tarihinde Panama’ya gitmiş, kanalda makinist olarak çalışmış ve sadece çalışmakla kalmamış, bu dergiye yazı ve fotoğraf göndermiş. Mektubun tamamı Sayın Sinan Çuluk'un blog sayfasında mevcut (http://sinanculuk.blogspot.com/2012/10/panama-kanali-insaatinda-calisan.html).
Dergi haberi okurlarına şu şekilde duyurmuş:
“... Panam[a]'nın sûret i hafrini bir sinema gibi göstereceğiz ve bu sûretle asîl ve necîb vatandaşımızın hamiyet i milliye, gayret i vataniyyesi sayesinde Panam[a]'nın bir kıt‘a mükemmel panoramasını hediye etmiş olacağız.
Bâ husûs kanalın tâ bidâyet i hafrinden târîh i küşâdına kadar geçirdiği safahâtı anlatmak...
... Ferdinand de Lesseps bu kadar felakete rağmen yılmamış. Ortamın ne kadar güvenli olduğunu göstermek için ailesini Panama’ya getirtmiş. Fakat işler büsbütün kötüleşmiş. Tüm ailesini, diğer mühendisler ve işçiler gibi, sıtma ve sarı hummadan kaybetmiş. O sırada bu hastalıkların sivrisineklerle ilişkisi henüz bilinmiyor. Hastalar bir umutla hastaneye yatırılıyor. Beklentinin aksine, hastaneye yatanlar daha kötüleşiyor. Duruma önce işçiler uyanıyor ve hastanede kalmayı ret ediyorlar. Sonradan bunun sebebi anlaşılıyor. Hastanelerde sürüngenler yatağa çıkmasın diye yatakların ayakları su dolu kaplar içinde duruyormuş. Bu sular değiştirilmedikleri için zamanla sivrisineklerin rahatlıkla üredikleri bir besi yeri haline geliyormuş. Hastaları sineklerin kucağına bırakmak gibi bir şey... Binlerce insanın hayatına mal olan bir kısır döngü!
Özetle
kanal henüz bitmeden yirmi iki bin küsur insan ölüyor, Fransız
şirketi iflas ediyor. Ve Kaptan
Amerika ortaya çıkıyor.
Alavere -
dalavere veya
önce dalavere, sonra alavere
Evet, ABD, sinsi sinsi sırıtarak ellerini ovuşturmakta, yavaş yavaş hazırlanmakta... JF Stevens
isimli bir mühendis, Panamanın granit zeminini kazmanın güçlüğünü görünce bu iş
başka nasıl yapılır diye kafa yoruyor. Beyhude bir kazıyla uğraşmak yerine, havuzlar yapalım, suyu havuzlarla yukarı taşıyalım, gemileri tepenin üstünden
geçirelim diyor. Fatih’in gemileri Tepebaşından aşırtma projesinden ilham almış
olabilir (!), ya da dedesi Türk olabilir, bakmak lazım. Sonuçta geçişin havuz
sistemiyle yapılmasının daha iyi olacağına Başkan Theodor Roosevelt’i ikna
ediyor. önce dalavere, sonra alavere
Fransızlar Panama'da debelenirken, başka bir kanal projesi daha gündemde. Alternatif proje Nikaragua topraklarında. US kongresinin ikisi arasında karar vermesi gerekiyor. Panamacılar lobi için bir avukat ayarlıyorlar. Lobinin esas dayanağı Nikaragua’daki kanal bölgesinin volkanik olması. Avukat sismik olaylara dikkat çekip korkutmak için, kongre üyelerine Nikaragua’daki volkanın resmi olan pullarla yazılar gönderiyor. Ayrıca ödenen rüşvetlerin belgesi olmadığı için yazmıyorum. Paralar pul olmuş uçuşurken, doğa kendi mesajını duman işaretiyle veriyor. Kongrede oylama yapılmadan bir gün önce Nikaragua’daki değil, ama karşıdaki Martinik adasında bir volkan patlıyor ve 30000 kişi ölüyor. Bunu da mı avukat ayarladı bilmiyorum, ama kongreden çıkan kararı bilmek zor değil.
O zamana
kadar Amerika nasıl oluyor da bu kadar önemli bir su yolunu Fransızların
kapmasına müsaade ediyor, anlaşılır gibi değil. Örneğin çok önceden, 1823
yılında ortaya atılan Monroe Doktrini “not in my neighborhood!” diyor. Kısaca,
bir Avrupa devletinin Amerika kıtasında yapacağı herhangi bir girişimi düşmanlık
sayacağını ilan ediyor. Bunu Miraflores’teki sergi katlarından birisinde okudum.
Bir nevi kırmızı çizgi! Mösyö Lesseps bu sırada 74 yaşında ve yeterince, en
azından kırmızı çizgilerin fiyatını bilecek kadar deneyimli. İki milyon dolara
sorunu çözüyor. Fakat maalesef, kanal Fransızlara yâr olmuyor. Bu durumda her
zamanki gibi tek kazanan var. Hem parayı lüp eden, hem de kanal haklarını alan
Birleşik Devletler! Hatta bizzat Amerikan Ordusu (US Army Corps of Engineers).
Yıl 1903! Ne tesadüf ki aynı yıl Panama, Kolombiya Cumhuriyeti’nden ayrılarak
bağımsızlığını kazanır ve yaptığı ilk resmi antlaşmada kanalın kontrolünü
ABD’ye bırakır...
1914 yılına
kadar beşbin kişi daha ölüyor, inşaat bitiyor ve kanal 15 Ağustos’ta açılıyor. Mustafa Fehmi Bey açılışı şöyle bildiriyor:
“…Kanalın son ameliyatını Bahr i Muhit i Kebir bentlerinin inşası teşkil eder. Kanalın manzara i umumiyesi pek dil-nişindir. Bu da şayan ı dikkattir. Bu iki bentte hitam pezir olduktan sonra kanal seyr i sefaine salih bir hale gelmiş Yeni Dünya'ya harika engiz bir yenilik bahş eylemiştir…”
Sonrası malum arka bahçe olayları! Devrim, ayaklanma, darbe, her darbede yeni anlaşmalar, otokrasi, demokrasi, insan hakları derken 1999 yılında kanalın hakları Panama Hükümetine geçer. Şeklen böyle. Gün gelir Wiki miki ne der bilemem!
Miraflores ve alavere havuzları
“…Kanalın son ameliyatını Bahr i Muhit i Kebir bentlerinin inşası teşkil eder. Kanalın manzara i umumiyesi pek dil-nişindir. Bu da şayan ı dikkattir. Bu iki bentte hitam pezir olduktan sonra kanal seyr i sefaine salih bir hale gelmiş Yeni Dünya'ya harika engiz bir yenilik bahş eylemiştir…”
Sonrası malum arka bahçe olayları! Devrim, ayaklanma, darbe, her darbede yeni anlaşmalar, otokrasi, demokrasi, insan hakları derken 1999 yılında kanalın hakları Panama Hükümetine geçer. Şeklen böyle. Gün gelir Wiki miki ne der bilemem!
Gemi
geçişlerinin en yoğun 13:30’da olacağını öğrenip tam zamanında Miraflores’e
geldik. İspanyolcada "Mira" görüş, "flores" çiçek demek. Etrafta çiçek hariç, her şey var. Demek ki çiçekten başka bir seyredeceğiz, ama çiçek gibi diyeceğiz. Burası kanalda olup bitenin en iyi şekilde izlenebildiği, 5 katlı bir
gözlem yerinin bulunduğu yer. Binanın İlk 4 katında hediyelik eşya mağazası, kanalın tarihini ve çalışma
prensiplerinin anlatan salonlar var. Dördüncü katta bir şilebin kaptan köşkünü
canlandırmışlar. Önünüzde bir uçtan diğerine 180 derece uzanan camlardan dışarı
bakınca, geminizin kanalda ilerlediğini görüyorsunuz. Bu camların aslında video
ekranı olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Görüntü ses efektiyle birleşince 60
saniye içinde geminin kaptanı olduğunuzu farz etmeniz ve dümene sarılmanız
kuvvetle muhtemel. Bu katta zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor. Kanalın aslını
görmek için herhangi bir katın önündeki balkona veya daha iyisi en üst kattaki
terasa çıkılıyor.
Terastan
bakınca Miraflores gölünden itibaren peşi sıra 3 havuzu ve havuzların açıldığı Balboa Limanını panoramik olarak görmek
mümkün. Aktarma havuzları tam önünüzde. Bunlara alavere havuzu deniyor.
Havuzların genişliği 33 metre. Bu havuzlar sayesinde gemiler hidrolik bir
asansördeymiş gibi, önlerindeki tepeyi aşabiliyor veya bir tepeden inebiliyor.
Biz oradayken havuzlara Pasifiğe doğru seyreden gemiler giriyordu. Sonra sıra
diğer yöne, Atlantiğe geçmek isteyenlere gelecek. Saat 15:30’da geçiş yönü
değişiyormuş. Gece 23 ile 06 arasında iki yönlü geçiş yapılıyor. Çünkü
kanallar yan yana iki tane. Bir tane de yeni yapılmakta olan var. 2015’te
açılacakmış.
Burada soluk
alıp biraz dedikodu yapalım; Bu ihaleyi aslında bir İspanyol firması kazanmış.
Ama ne hikmet ki inşaatı ABD’li Bechtel firması yapıyormuş!
Miraflores
havuzlarında gemiler iki kademede 16,5 metre yükseliyorlar (veya alçalıyorlar)
ve Miraflores gölüne geçiyorlar. Bu işlem yaklaşık 30 dakika sürüyor.
Miraflores gölü ile Gatun gölü arasında da Pedro
Miguel havuzu var. Böylece çıkılan yükseklik toplam 26 metreye ulaşıyor. İniş
ve çıkış havuzları arasındaki Gatun
gölünün deniz seviyesinden yüksekliği bu kadar. Bu iki göl de yapay göller.
Gatun gölünün Atlantik Okyanusu’na bakan diğer tarafında aynı şekilde çalışan 3
havuz daha var. Bu arada öğrendiğim yeni bir şey de Pasifik ve Atlantik
okyanuslarının su seviyelerinin farklı olduğu. Pasifik tarafı 20 cm kadar daha
yüksekmiş.
Havuza giren
gemiler kendi güçleriyle seyretmiyor. Katırlar (!) tarafından çekiliyorlar.
“Mule engine”, havuzun iki yanındaki raylar üzerinde gidip gelen, lokomotife
benzeyen elektrikli makinelere verilen isim. Bütün olan biteni terastan
izleyebilmek için 5 dolar, diğer katlardaki sergileri ve videoları izlemek için
de ilave olarak 8 dolar ödeniyor. Panamalılara bilet kesilmiyor. Hepimiz
Panamalıyız dedik ama kandıramadık. Aksanımızdan anlamış olmalılar!
TARİHİ MERKEZ
Panama’daki ikinci, gezideki son günün sabahı önce tarihi merkezi görmeye
gittik.
Tarihi merkez iki kısımdan oluşuyor. “Panama Viejo” ve “Casco Viejo”.
Dünya mirası listesine birlikte girmişler. Vieja, İspanyolca kocakarı, viejo
eski demek. Panama Viejo 1519 yılında bir yerli köyünün
üzerine kurulmuş. 150 yıl boyunca Güney Amerika’nın zenginlikleri, altın ve
gümüş önce buraya, sonra da katırlarla Karaib kıyısına taşınmış. Panama
Kanalında gemileri çeken makinelere beki de onun için katır deniyor. Bu ilk
İspanyol yerleşimi 1671de korsan Henry Morgan tarafından yakılmış ve yıkılmış. Korsan
Morgan sonradan Amiral Sir Morgan olmuş, o başka. Morgan hakkında başka şeyler
de var; Steinbeck “Altın Kupa” romanında onun hayatını anlatmış. Maceraları ve
hazinesi bir sürü korsan filmine ve “Gerçek Karaib Korsanları” dizisine konu
olmuş. Korsan deyip geçmemek lazım. Panama’yı bombaladığı için İspanyollar
Morgan’ın cezalandırılmasını beklerken, İngilizler adamı şövalye yapmışlar.
Şimdi bu
bölgede sadece eski kentin kalıntısı var. Fakat boş ve terk edilmiş değil. Bu
haliyle bir takım sanatsal faaliyetlerin sergilendiği güzel bir mekan olmuş. Ayakta
olan tek şey eski katedralin kulesi (imiş). İmiş, çünkü biz buraya uğramadık,
dolayısıyla görmedik.
İki yıl
kadar sonra İspanyol kolonistler tekrar gelmiş, 2 km batıda, kanal ağzına daha
yakın bir yerdeki, savunması daha kolay bir yarımadaya yerleşmişler. Kara
tarafını surlarla korumaya almışlar. Böylece “Casco Viejo” ortaya çıkmış. Biz burayı gördük.
Casco Viejo
Casco Antiguo, Casco Viejo ve San Felipe, hepsi aynı bölgeyi tanımlıyor. Surları geçince minibüsten indik, yürümeye
başladık. Fazla geniş olmayan, taş döşeli sokaklarda, Karayip, İspanyol, Fransız, farklı üsluplarda olmakla beraber, hepsi bir
armoni içinde... Bunlar genelde iki veya üç katlı, gül rengi, sarı, beyaz
badanalı, balkonlu binalar. Gül rengi olanlarda ahşap panjurlar açık yeşile
boyanmış. Panjurların çoğu kapalı. Ferforje korkuluklarla çevrili balkonlar,
katların ön yüzü boyunca uzanıyor. Kimisi yıkadığı çamaşırları sergilemiş,
kimisi ufak bir koltuk atmış, kimisi de rengârenk çiçekler ve ufak ağaçlarla
bezemiş. Bir kısmı da çiçek olayını abartmış, bir de önüne kuşlara karşı tel
gerip üzerini yine saksılarla doldurmuş. Bazı balkonlarda çatıyı tutan ahşap
direkler var. Yeni yapıldığı belli olan binalar da bunlarla uyum içinde ve hiç
sırıtmıyor. Birkaç tane de restore edilen bina gördük. Balkonlara saç plakalar
çakmış, üzerine tel örgüler germişler. Artık içeride bu kadar korumaya değer ne
varsa!
Sağa sola hayran hayran bakarak yürüdük. Adım adım anlatacak değilim.
Evlerden en beğendiğini söyle deseler, “Hotel Columbia” derim.
Beğendiğim çok ev var, ama bunun kadar gösterişlisi yok. Bolivar meydanında
1937’de yapılmış. Adı otel olmakla beraber kendi değil. Otel olarak iflas
edince lüks apartmana çevrilmiş. Başka bir enteresan ev; Başkan’ın evi veya
Başkanlık Sarayı. Havalı adıyla “El Palacio de Las Garzas”, nam-ı diğer
“Heron’s Palace”. Bunlar eve verilen ismin İspanyolca ve İngilizcesi. Heron,
İsrail’in arka bahçesinde dolaşan insansız hava aracı değil, Türkçesi balıkçıl
kuşu olan “heron”! Büyük harfle değil, küçük harfle başlayan…
Saray veya ev her neyse, ismini avluda serbestçe dolaşan balıkçıl
kuşlarından almış. Evin önünde duran silahlı asker olmasa diğer sokaklar gibi
sıradan bir sokak deyip geçersiniz. O bir tek asker size içeride önemli
birisinin oturduğunu hatırlatıyor. Adamlar bakmışlar ki zamanı gelince başkanı
kem gözlerden korumak mümkün değil, asker sayısından ekonomi yapmışlar.
Vaktimiz bol, keyfimiz yerinde, Panama şapkalarımızı takmış geziyoruz.
Bundan sonrasını gezdiğim değil de, aklıma gelen sırayla anlatayım.
Antigo Club
Union
Etrafı tahta perdeyle çevrili bir bina enkazı önünden geçtik. Rehberimiz
anlatıyor; James Bond buraya geldi, şurada durdu, burada arabaya bindi… “Quantum
Solace” filminde bazı sahneler bu yıkıntılarda çekilmiş. Burası bir yanı
deniz kenarında olan büyük bir bina. Tahta perde grafiti ile donatılmış. Yıkıntının
ön duvarında eski halinin fotoğrafı var. Burası bir vakitler Panama’nın en
ayrıcalıklı kulübüymüş. Noriega zamanında, VIP partilerin verildiği subay
kulübüne dönüşmüş. 1989 yılında ABD tarafından bombalanarak yıkılmış.
Las Bovedas
Kulüp yıkıntılarını geçince önümüz açıldı. Eski kentin kenarında,
okyanusun önündeyiz. Doğu tarafında yeni kentin gökdelenleri, denizin
açıklarında “Amador” adaları gözüküyor. Öğle yemeği için oraya
gideceğiz. Biz yavaş bir eğimle yükselen bir duvarın üstüne doğru yürüdük.
Burası orijinal, İspanyol yapımı, 300 yıllık antik bir taş duvar; “Las
Bovedas”. Türkçesi tonoz. Yani “Yarım
silindir biçiminde tavan örtüsü. Bir kemer gözünün aralıksız olarak devam
etmesi ile meydana gelen örtü biçimi”. Büyük Türkçe Sözlük böyle diyor.
İngilizce adı “Promenade of Vaults”
Bu, bize gezdiğimiz yerin mezarla ilgili olduğunu anlatıyor.
Duvar geniş bir yarım daire çizerek Fransa Meydanına (Plaza de Francia) doğru gidiyor. Üstündeki
yürüme yolunda müzik yapıp bahşiş bekleyen, eserlerini sergileyen sanatçılar ve
hediyelik eşya satılan tezgahlar sıralanmış. Okyanus tarafında, kenti koruyan
bir duvar gibi duruyor. Bu duvarın içindeki hücrelerin bir kısmı kolonyal
dönemde depo olarak, bir kısmı da zindan olarak kullanılmış. İspanyollar
mahkumları alt kattaki hücrelere kapatır, okyanusun gel-giti sırasında hücreler
suyla dolar, hepsi telef olurmuş. 1980 sonrası bu hücrelerden bir kısmı “Ulusal Kültür Enstitüsü”ne ayrılmış. Bu
iyi bir şey. Ama hemen yanında bu iyiliği telafi (!) etmişler. Hücrelerden üç
tanesi Fransız restoranı olarak kullanılıyor. Adı “Las Bovedas”…
Fransa
Meydanı
Sağınızda beliren uzunca bir obelisk, tepesindeki horoz ve “poinciana” ağaçlarının parlak kırmızı-portakal
rengi çiçeklerle bezenmiş dalları size duvarın sonuna geldiğinizi ve aşağıda
Fransa meydanının olduğunu gösteriyor. Türkçesi daha anlamlı; Ateş ağacı! Bu ağaç mayıs ve temmuz
ayları arasında çiçekleniyormuş. O muhteşem renkleri görmek için yol programını
bu çiçeklere göre ayarlamaya değer!
Meydan, kanal yapımı için uğraşan, hastalanan ve can veren
Fransızları onore etmek için düzenlenmiş. Ferdinand de Lesseps ve yardımcılarının
büstleri meydanın karşısındaki Fransız elçiliğine bakacak şekilde
yerleştirilmiş. Elçilik süt mavisine boyalı, eski bir bina. Lesseps’in hemen yanındaki büst, sarı humma
virüsünü bulan Küba’lı doktor Carlos
Finlay’e ait. İkisinin büstünün yan yana durması kaderin cilvesi mi, yoksa
burayı düzenleyen mimarın bir mesajı mı, bilemem. Finlay, hastalığın
sivrisineklerle taşındığını Fransızlar zamanında bulmuş olsaydı, büyük
ihtimalle Lesseps ne ailesini, ne de kanalı kaybederdi.
Giderek paranoyaklaşan aklım bir noktaya takıldı. Açtım
tarihleri kontrol ettim. Doktor, hastalığın sivrisineklerle yayıldığına dair
ilk hipotezi 1881’de kurmuş. Bulgularını ABD Ordusu’nun Küba’daki “Sarı Humma
Komisyonu”na gönderiyormuş. Komisyonun başındaki Walter Reed Amerikan ordusunda doktor! Aradan neredeyse yirmi yıl
geçmiş, Fransızlar iflas etmiş, komisyon hipotezi onaylamış. Hatta Dr. Reed,
bazı kitaplarda sarı hummayı yenen kişi diye geçiyormuş. Uyanık Amerikalılar
önce sivrisinekleri halledip sonra inşaata girişmişler. Kanalın tarihçesi ile karşılaştırınca,
bu işte de bir bit yeniği olduğundan şüphelendim. Bu Panama memleketi insanı
komplo teorisyeni yapıyor!
Burası eski kentin ana meydanı. “Katedral Parkı” diye de biliniyor. Demek ki çevredeki binalardan birisi Metropol Katedrali! Yapılması 1688’de başlayıp yüz yıldan fazla sürmüş. Bu kadar uzun sürünce, muhtemelen mimarları da değiştiği için her tarafında farklı bir üslup ortaya çıkmış. Ortadaki koyu renkli kısmın duvarlarındaki taşlar, Korsan Morgan tarafından yıkılan Panama Viejo’dan taşınmış. Daha sonra yapılan iki yandaki kuleler bittiğinde Latin Amerikanın en yüksek yapıları olmuş. Konik kubbelerinde sedef kakmalar parıldıyor. Bir zamanlar sedef buralarda altından daha kıymetliymiş.
Fransa meydanı ile Bağımsızlık Meydanı arasında eski bir manastır
yıkıntısının önünden geçtik. Girişindeki demir kapı kapalıydı. Avlusu kültürel
ve artistik sergiler için kullanılıyormuş. Bize de bir heykel sergisi denk
düştü. Serginin güzelliği, eserlerin renk, estetik ve fikir olarak,
yıkıntılarla son derece uyum içinde olmasıydı. Burası “Santo Domingo” kilisesi ve manastırı. 17nci yüzyılda yapılmış,
1756’da yanmış. Avlunun ön duvara yakın kısmındaki düz kemerin (Arco Chato) bir hikâyesi var. Kanalın
yeri için neresi daha uygun diye araştırılırken, birileri çıkıp bu kemeri örnek
göstermiş. Bu kemer onca depreme nasıl dayandıysa, bu bölgede açılacak kanal da
dayanır, denmiş (ne alâkaysa?). Kemer 2003 yılındaki depremde yıkılmış.
Fransız döneminden kalma Kanal müzesi binası, Belediye Sarayı, Zümrüt
Müzesi, Tarih müzesi ve eski Cizvit Manastırının (Convent
of the Society of Jesus – Old Jesuit Convent) yıkıntıları bu çevredeki
önemli yapılar. Cizvit manastırı ilk
yapıldığında (1741) içinde sonradan üniversiteye çevrilen bir okul varmış. İspanya
kralı Cizvitleri buradan ve bütün İspanyol kolonilerinden kovmuş. Kilise 1781’de
yanıp harap olmuş, yüz yıl sonraki depremde de geriye kalanlar yıkılmış. Sadece
dış duvarları ayakta kalmış. Ön duvardaki nişler ve en üstteki alınlık oldukça
dikkat çekici. Bu alınlık katedralin orta kısmının üstündeki alınlığa çok
benziyor. Bu tarz süslemeye Cizvit stili deniyormuş.
Meydanın bir kenarına pazar yeri kurulmuş. En revaçta olanlar gene Panama
şapkaları. Meydanın çevresinde ayrıca İspanyol veya Fransız stili 2-3 katlı,
içinde insanların yaşadığı evler var. Bunlardan birisi kinin ticaretiyle zenginleşen bir kadına aitmiş. Kadın ölmüş,
çocukları servetini hala bitirememiş…
İnternetteki “cascoviejo.com” sitesi bu konuda bilgi almak isteyenler için ideal bir adres. Bu kadar yürüyüşten sonra acıktık. Öğle yemeği için karayolundan Amador adalarına gittik.
AMADOR ADALARI (Causeway Islands)
Bunlar kentin
karşısındaki bir dizi, dört adet küçük ada. Deniz kanal kazısında çıkan
kayalarla doldurulmuş ve adalar böylece hem birbirine, hem de anakaraya bağlanmış.
Adalar ve kıstak birlikte, adeta kanalın ağzını okyanustan koruyan bir mendirek
oluşturmuş. Buradaki kıstağın Türkçemiz açısından önemi var. Kıstak kelimesinin etimolojik kökenine baktığımda
berzah kelimesiyle, berzaha baktığımda
şöyle bir açıklama ile karşılaştım; "19 yy. sonlarında Panama Kanalı münasebetiyle
gündeme gelmiştir". Demek oluyor ki o zamana kadar sadece dinsel anlamı bilinen
berzah kelimesi, coğrafi yapıyı açıklamak için de kullanılmış.
Yol ve adalar uzun zaman askeri bölge olarak kabul edilmiş. Arazide hala eski silah parçalarına rastlanıyormuş. Şimdi marinalar, otel, mağaza ve restoranlarla dolu. İşte bu adalardan birisinde, “Mi Ranchito” isimli güzel bir restoranda öğle yemeği yedik. Gezimiz boyunca, Ekvador dahil, silahlı asker ve polis gördüğümüz tek yer de burası oldu. Panama’da gezerken her konunun içinde ordu, asker, darbe, askeri saha, bomba, askeri bina, lojman, komutanlık, güvenlik, yasak bölge lafları geçiyordu, fakat hepsi laftaydı. Görünce rahatladım. Özlemişim çelik yelekleri ve asker mavzerini…
Saat bir buçuk olmadan
kalkmamız gerekiyordu, kalktık, minibüsümüze atladık. Son kıstağın bitip anakaranın
başladığı yerde çok farklı bir inşaat gördük. Henüz bitmemiş, etraf moloz dolu…
Fakat gene de dikkat çekici, renkli bir yapı. İleride nasıl bir afet olacağı
şimdiden belli. Adam olacak çocuk hesabı! Sordum. Kısaca Frank Gehry dediler. Bittiğinde “Biodiversity Museum - Biyoçeşitlilik
Müzesi” olacakmış, olsun bakalım. Gözlerimi alamadan bakakaldım, birazcık
da kıskandım. Birazdan biraz daha fazla…
ŞEYTAN ARABALARI ve DÖNÜŞ YOLU
Yolda sağımızdan
solumuzdan son derece renkli boyanmış, ön tampondan arkaya, tavanından şasisine
kadar yazıyla dolu otobüsler geçiyordu. Burada cümleyi revize etmem gerekiyor.
Renkli yerine rengârenk, alaca bulaca, yazı yerine grafiti, geçiyor yerine de “çılgınca
geçiyordu” demek daha doğru olur. Çünkü bunlar şeytan arabası, “Devil’s Car” lâkaplı halk otobüsleri. Devamlı
olarak kaza yaptıkları için halk bu ismi vermiş. Ön camları dahil her tarafları
boyalı. Şoförlerin yolu nasıl gördükleri belli değil. Görmek derdinde oldukları
da kesin değil!
Kalkmamız gerekiyordu, çünkü bugün kanala ilk gemi saat bir buçukta girecek. Sabah uğradığımızda kanalda bakım vardı. Onun için gezi programında bir değişiklik yapmıştık. Ben de yazı planında bir değişiklik yaptım. Kanalı önce anlattım. Yazıyı da güzel bir manzara ve leziz bir yemekle bitiriyorum. Bir anlamda “back to the future” durumu… Şimdi acele edip ilk gemiye yetişmeliyiz. Kanaldan sonra da hava alanına uçağımıza… Hareket 19:10 KLM, Panama – Amsterdam… Saatler ileri alınacak. 20:25 Amsterdam’dan hareket… Takvim ileri alınacak. 00:45 İstanbul.