23 Eylül 2010 Perşembe

KARİBU KENYA!


Eylül, 2010

Tekrar Kenya'dayım. 
Şehir Planlama derdiyle maruf dünya milletinin (gavurca adı; ISOCARP olur) bu seneki kongresinin Nairobi'de yapılacağını duyar duymaz Zeynep'in yanına refakatçı yazıldım. Beşinci büyüğü görmem lazım! Notlarımı karıştırdım. Kenya'ya tekrar gitmem için daha bir sürü sebep buldum (!). Maasai Mara, Mara nehri, Nakuru gölü, gergedanlar, pembe flamingolar, Karen Blixen...

Karen! Nairobi'de geniş bir bölgenin adı Karen. Bu isim "Out of Africa" isimli romanın Danimarka'lı yazarının anısına konulmuş. Yazılarında Isak Dinesen ismini kullanan Karen Blixen İsveç'li bir baronla evlendikten sonra 1914'te buraya gelmiş, kahve plantasyonlarını kurmuş, belli ki iyi de para kazanmış. Karen kafasına iki şapka üstüste takarmış. Sebebi de Afrika sıcağının insanı aptallaştırdığına inanmasıymış. Afrikalıların ona gösterdikleri saygı karşısında onların yerine ben aptallaştım!

Karen 1931'de memleketine dönmüş. Romanını Danimarka'da yazmış ve bir uçak kazasında ölen sevgilisiyle (Denys Finch Hatton) yaşadığı büyük aşkı anlatmış. Kenya'lılar evini müze olarak korumuşlar (Bogani House). Fakat evin içindeki hemen bütün eşyalar, yaptığı resimler, yerlerdeki hayvan postları dahil, yakınları tarafından Danimarka'ya götürülmüş. Evi gezerken rehberimiz hemen her eşya için aynı ifadeyi tekrarlıyor: "real but not original!" Bununla beraber, bu orijinal olmayan şeylerin fotoğrafını çekmek yasak! Buna rağmen çaktırmadan çekenler oldu :)) Sebep; tüm telif haklarının filmi çeken şirkete ait olmasıymış. Bitmedi, film bu evde çekilmemiş! Daha ileride bir stüdyo ev inşa edip filmi orada çekmiş, sonra da kaldırıp götürmüşler. Peki öyleyse biz ne için para ödedik? anlamadım. Bunu rehbere söyleyince kıkır kıkır güldü...

Karen Blixen isminden Kenya'lı dostlarımız da epeyce yararlanmış. Nairobi'de Karen bölgesi, Karen caddesi, Karen kahve bahçesi, her tarafta Karen var. Özellikle kahve bahçesi çok şık ve Nairobi'nin görülmeye değer köşelerinden birisi. Bu arada sevgilisi de unutulmamış. Batı Tsavo bölgesinde "Finch Hatton" adını taşıyan çok güzel safari otelleri var. Meraklısına not...

Evin bulunduğu araziden bakınca, uzaklarda, "Rift" vadisinin bir kenarını oluşturan "Ngong Hills" görülüyor. Swahili dilinde yumruk gibi bir anlamı varmış. Sıkılı bir yumruğun 4 kemik çıkıntısı gibi gözüktüğü için bu ad verilmiş. Dağın Rift vadisine bakan doğu yamacında bir yerde, Finch Hatton anısına dikilen bir anıt varmış. Karen, sevgilisine kavuşma umuduyla günlerce bu tepelere bakıp uçağının geri dönmesini beklemiş. Ekonomik açıdan çok kötü bir dönem yaşarken, bir de bu ölüm haberiyle yıkılmış, Danimarka'ya dönmüş, sifiliz, anoreksiya filan derken ölmüş gitmiş. Bu acıklı hikayeyi tekrar dinlemek Zeynep'i de beni de susatmıştı. Karen'in kahve bahçesi evden 800 metre kadar uzaktaydı. Karen'in kahvesini içmeden olmaz deyip, taksiye atladık ve bahçeye gittik. İyi ki gitmişiz.

Karen'in kahve evi denen yer, orijinal olarak av/çiftlik evi olarak kullanılmak üzere 1906 yıllarında yapılan tarihi bir "Swedo" evi. Buraya daha sonra, 2008 yılında bir de Grogan/MacMillan malikanesi getirilmiş. Getirilmiş diyorum, çünkü ev aslında Nairobi'de başka bir yerdeymiş. Yıkılacağı anlaşılınca korunmak üzere, tuğla tuğla buraya taşınmış. Bu Grogan (aslı Ewart Scott Grogan), Kenya'nın Churchill'i, veya "Bwana Chui", Türkçesi "Leopar" isimleriyle de anılıyor. Bahçedeki leopar heykelinin anlamı buradan geliyor. 1886'da Afrika'ya gelip meşhur Cecil Rhodes ile birlikte çarpışmalara katılmış. Kısaca biraz manyak bir tarafı olan bu Leopar Bey, ayrıca müstakbel kayın pederini etkilemek için Cape Town'dan Kahire'ye kadar yürüyerek gitmiş! Bunu duyunca müstakbel damatlarımın haline acıdım. Beni de etkilesinler bakalım!

Uzun lafın kısası Avrupalılar sırayla gelerek burayı iyice sömürmüşler. Sömürü halen de devam etmekte... Geçtiğimiz yıllarda Kenya'nın yeni hükümeti çiçek ihracatıyla ilgili bir ayarlama yapmak isteyince, buralarda yetişen çiçeklerin satış haklarının 99 yıllığına Hollanda'lılara verilmiş olduğunu ve bunun değiştirilemeyeceğini öğrenmişler. Kısacası "flying dutchman" durumu!!

Gelelim İtalyanlara! onlar da şöyle bir dolanmışlar ortalıkta. Özellikle 2. Dünya Savaşında Libya ve Somali derken buralara gelmişler ve Maasai Mara bölgesine giden yolu yapmışlar. Tabii ki meccanen değil! Kenya bağımsızlığını kazandıktan sonra bile (1963) yol üzerinden gelir sağlayacak bir anlaşma yapmışlar.

Maasai Mara ve Kenya denilince esas patrondan bahsetmeden olmaz: UK!


Nairobi, Maasai dilinde "soğuk su" anlamına geliyor. İngilizler, Mombasa-Kampala demiryolu üzerinde bulunan bu bölgedeki Maasai yerlilerini bir şekilde uzaklaştırıp, burayı önce depolama yeri, sonra kolonyal yerleşim merkezi ve İngiliz Doğu Afrikası'nın başşehri yapmışlar (1907). Bu olayların içinde devamlı olarak, İngiltere'nin ilk başbakanının soyundan gelen Baron Delamere yer alıyor. Delamere 1903'ten itibaren uzun süre buralarda toprak sahibi olmak üzere uğraşmış. Üçüncü denemesinde, tarım yapmak üzere 400 km2 araziyi 99 yıllığına kiralamış (Equator Ranch). Yıllık kirası sadece 200 Pound!! 1906'da 800 km2 daha satın almış. 1963teki bağımsızlıkla Delamere saltanatı kısmen sonlanmış. Delamere caddesi Kenyetta (ilk cumhurbaşkanı) Caddesi olmuş. Heykeli de kaldırılmış, başka yere taşınmış. Fakat arazi için bir şey yapamamışlar. Maasailer arasında, onların topraklarını "çalan" adam olarak yergiyle anılıyor.

Nakuru gölünden Nairobi'ye dönerken yolun solunda ne varsa herşeyin üzerinde "Delamere" yazısını okuyunca merak edip şoförümüze sormuştum. Yazdıklarımın çoğunu o anlattı. Sustuğunda Delamere toprakları hala bitmemişti.

İki yıl üstüste neden Kenya'ya gittiğime gelince, cevabı bu fotoğrafta...

15 Eylül 2010 Çarşamba

GANİMET

Sportif başarılardan sonra dikkatimi çeken bir şey var. Primler açık artırmaya çıkıyor, zam üstüne zam yapılıyor. Bunu geçen hafta Dünya Basketbol Finali sonrasında yaşadık. Federasyon tarafından saptanan prime, sayın Başbakan kendi keyfine, ulufe dağıtır gibi zam yaptı. Adam başı 500 bin TL! Buna benzer bir olay 2001 Dünya Futbol şampiyonası sırasında da olmuştu. Tek farkı orada futbolcuların vadedilen prime ek olarak "cip" pazarlığı yapmalarıydı. Federasyonun vereceği prim zaten epeyce yüksekti, fakat eğitim seviyesi yüksek diye övündüğümüz hiçbir basketçi bu yeni fırsata hayır demedi. Hatta başbakanla olan görüşmelerinde bunu ima da ettiler.

Ben federasyon başkanı olsam milli takımların formasına reklam bile almam. Primlerle bu şekilde oynayarak diğer branşlardaki başarılı sporcuların motivasyonunu bozmam. Futbolcu veya basketçi olsam milli takımda oynamanın onurunu hiç bir prime değişmem. Beklerdim ki basketçilerimiz bu ek primin okul seviyesinde spor yatırımlarına yönlendirilmesini sağlasınlar veya para yerine Efes Pilsen Basketbol Kulübünün sportif faaliyetlerinin devamını istesinler. Biliyorsunuz bira içiminin özendirildiği görüşüyle bu kulübün faaliyetleri durdurulmak üzere. Efes Pilsen, 1996 Yılındaki başarısıyla kulüpler seviyesinde Avrupa'da şampiyonluk kupası kazanan ilk ve tek kulüp olma özelliği dışında, bir sürü sportif ve kültürel olaya sponsorluk yapan çok yönlü bir kurum. 

Bir spor yorumcusu Türk milli futbol takımının oyun karakteri olmadığını yazan ve söyleyen spor yorumcularına karşı çıkarak "bizim futbol karakterimiz var; yenilgiyi kabul etmemek ve sonuna kadar savaşmak" dedi. Bu açıklama taşları yerine oturttu. Sporcularımızın savaşcı özelliklerini hem futbolda hem de basketbolda gördük. Savaşcı karakter ganimet paylaşımında da kendini gösterdi. Eh, ne yapalım? Ortada savaş varsa, ganimet de olacak!


Çıkan sonuçlar:

1. Yunanı tekrar denize döktük (dağ başını duman aldı...)
2. Avrupayı titrettik (duy sesimizi...)
3. Biz zaten küçük amerikaydık, abimize saygıda kusur etmedik.
4. Padişahın lutfuna mazhar olduk
5. Ganimeti kaptık.
6. Benden federasyon başkanı olmaz.

14 Eylül 2010 Salı

ANAYASA REFERANDUMU SONRASI

Hava gene bulutlu. Nereye gitsek tepemizde bir bulut. Gitmesek de bulut. Yağmur yağdı diyelim, gene bulut! Şöyle bir çekilse de etrafı görsek! Günlük güneşlik, içimiz açılsa! Yok, olmaz... İlle de bulut!.. 

Bu da bitti.
Gördük ki kahvenin rengi,
kokusu kadar cazip gelmiyormuş insanımıza…

Başka neler gördük:
CHP’nin peynir gemisi olduğunu,
AKP’nin her türlü dalgaya dayanıklı bir taka olduğunu,
MHP’nin kıyıya bağlı bir balık-ekmek teknesi olduğunu,
BDP’nin ise nükleer bomba taşıyan bir denizaltı olduğunu gördük.

Peki, sonra neler göreceğiz?
CHP’nin bilmem kaçıncı kez kızağa çekileceğini,
AKP takalarında ağların ipekle örüleceğini,
MHP’nin balık-ekmek yerine naylon bayrak satacağını,
BDP’nin bombayı suya bırakıp, İmralı’dan yolcu taşıyacağını
ve de
beyazın her zaman “yeni bir sayfa” anlamına gelmediğini göreceğiz.

5 Eylül 2010 Pazar

Bugün yazılmış gibi güncel!

Gazetelere ve özellikle köşe yazılarına baktığımda sık karşılaştığım bir ifade şekli var: Sanki bugün yazılmış gibi güncel! Bazı yazarlar 3-5 sene önceki yazılarını tekrar köşelerine taşıyıp, yeni yazı yazma derdinden kurtuluyorlar. Nedir bu, veya nelerdir bu konular, seneler geçse de dönüp dolaşıp yeniden önümüze gelen?

Terör, irtica, trafik sorunları, yolsuzluklar, hazine soygunları, seçim barajları, başörtüsü, insan hakları, dokunulmazlıklar, işsiz gençler, üniversite mezunu çaycılar, barış için yapılan savaşlar, kayıplarını arayan anneler, oğlunu terör örgütüne kaptıran anneler, İran mı olacağız? Malezya mı olacağız?...

Her türlü media aracını izlerken, başka ülkelerde bir tanesinin bile gündemi alt üst edeceği onlarca sorun mitralyöz ateşi gibi üstümüze üstümüze gelir. Her televizyon açışımız yeni bir endişe ve umutsuzluk kaynağıdır. Kendi aramızda konuşurken küfredip rahatlamaya çalışır, bir kuzey veya orta Avrupa ülkesinde olmayı özleriz (kısa bir süre için). Haberlerde okuyacak yeni bir şey bulamayıp, çıktığı ağaçtan inmeyi beceremeyen kediyi kurtarma operasyonu (bizde o da vardır, fakat genellikle ağaçlar değil de lögar çukurları, kuyular, havuz delikleri söz konusudur, kediler yerine de çocuk, at, araba, kurbanlık boğa aklınıza ne gelirse o!) veya kutuplardaki ısının kaç derece yükseldiğinden bahsedilen sıfır problem bir ülkede...

Hep daha fazlasını, daha iyisini istediğimiz için mi, bize hiç bir şey değişmiyor gibi geliyor? Bir gelişme, bir değişim var da biz mi farketmiyoruz? Varsa hangi yöne doğru? Politikacılar değişime direndikleri için mi sorunlarımız değişmiyorlar? Bir filozofun dediği gibi; değişmeyen tek şey değişimin kendisi ise neden bunca zaman kaybediyoruz? Keşke, bugün yazılmış gibi güncel olan şeyler sadece bir anı olsaydı. Bu konuların her gündeme gelişinde yazarlar aynı şeyleri tekrarlamak zorunda kalmasalardı ve eskinin yazıları sadece arşivlerde kalsaydı.