1 Ekim 2012 Pazartesi

TAŞOZ ADASI, Thassos, Yunanistan

Taşoz kızı Rumun kızı
Sen mavi giy ben kırmızı
Çıkalım dağlar başına
Sen gül topla ben nergisi

Bu türkü dilime nereden dolandı bilmiyorum. Taşoz'dan döneli iki hafta geçti, her an dilimde. Orada güzel bir kız gördüm de aklımdan çıkmıyor durumları değil. Düşününce bile aklıma gelen birisi yok. Birisi var ama o anlamda değil. Unutmazsam, aşağıda bir yerlere sıkıştırır, anlatırım. Yazının hemen başında olmaz. Burada varsa da yoksa da Taşoz kızı, sen mavi giy ben kırmızı...

Yazıya böyle başlayınca, doğal olarak aklıma bir soru düştü. Bu türkünün tamamı nasıldı? Şöyle bir araştırınca gördüm ki, kızımız kah Türkmen olmuş, kah Acem, kah Çeçen, kah Kürt kızı... Demek ki Rum veya Taşoz kızı olmasında da bir sakınca olmaz. Dört değişik yöre türküye sahip çıkmış. Dördünde de o allar giymiş ben kırmızı. Benim türküye bu uymaz. Yunan kızı al giyerse mahallede gezemez. Şimdilik mavi giysin. Üç versiyonda dağlara çıkmışlar, birinde has bahçaya girmişler. Hepsinde o gül toplamış ben nergisi... Bu da bana uyar! Has bahça uymaz. Dağlara çıkmak bana da uyar Taşoz'a da...

Taşoz adası dağlık bir ada. Yüksekliği 1000 metreyi geçen 7 tepesi var. En yükseği 1205 metrelik Ipsario tepesi. Adanın hemen tamamı kesif çam ormanları ile kaplı olduğu halde, tepeler çıplak. O yükseklikte ne gül ağacı olur, ne de nergis! Olsa olsa bayrak direği olur. Fakat hayret, tepelerde ne direk var ne de bayrak! Bu durum biz Türk soylular için önemli bir sorun. Allah allah dedim, üşendiler herhalde. Malum, Yunanistan "part time" çalışan bir ülke. Saat 14'ten sonra hayat duruyor. Yeme-içme sektörü hariç, bir de turistik yerler, bütün dükkanlar kapanıyor. Bu saatten sonra kim tepelere çıkacak da bayrak dikecek?

Dönüş yolunda Gümülcine'ye, yani Komotini'ye uğrayıp adını çokca duyduğumuz bu şehri görmüş olalım dedik. Avcılar-Çekmece taraflarındaki hastanelerin çoğunda Batı Trakya kökenli insan çalışır. Uğrayıp hemşerilerine selam edelim dedik. Vakit öğleden sonra üç gibiydi. Şehir merkezinde üzeri asma yapraklarıyla örtülü eski bir mahallede dolaştık. Çoğu dükkan kapalıydı. Bir köşede tesadüfen Türk kökenli bir terziyle tanıştık. Dükkanın bir kuytusunda yaşlı bir kadın perdeyi çekmiş, arkasında namaz kılıyordu. Terzinin annesiymiş. "Bunlar böyledir" dedi. "Tembeldir. Biz de onlara uyduk. Saat ikiden sonra ara ki bulasın". Fotoğrafını çekmemi istemedi. Ben de iplik rulolarının resmini çekip ayrıldım. Merkel haklı; adamlara çuvalla para gönderiyorlar, onlar yan gelip yatıyor. Avrupa Birliği'nin geleceği söz konusu olmasa, gözünün yaşına bakmazlardı ama neyse, bizim konumuz değil. Biz bir hafta sonu kaçamağı yapıyoruz ve iki gece kalıp döneceğiz. Fakat bayrak konusu kafama takıldı bir kere. Liman girişleri ve kiliseler hariç hiç bayrak görmedim. Kiliselerdeki bayrağın eshab-ı mucibesine hiç girmeyeyim. Benim dediğim, bizdeki türden bayrak. Deniz temiz diye dikilenlerden değil. Sebepli sebepsiz, her köşede arz-ı endam edenlerden. Dikeceksin en yüksek tepeye en uzun direği, takacaksın ucuna en büyük bayrağı, aleme nispet, millete şan olacak. Burada söz konusu olan millet Yunan milleti, bayrak beyaz çizgili mavi bayrak tabii ki!

Evet, eylül ayının ilk haftasında, cumartesi günü sabahı 7 gibi, Mustafa'nın arabası ile, İpsala sınır kapısı üzerinden, Yunanistan'ın Thassos adasına doğru yola çıktık. Önce yolculukta adı geçecek kişileri tanıştırayım; Yolculuğu anlatan İlhan. Ben arabanın ön koltuğunda oturuyorum. Araba Honda Civic. Arka koltukta üç kişi oturuyor, Jale, Serap ve Mehmet. Jale benim karım, Serap da Mustafa'nın karısı, ortada Mehmet. Mustafa Mehmet'in babası, hem arabanın şöförü, hem de Avrupa görmüş şöförü, hem benim 20lik boş Uzo şişelerimi, hem de Mehmet'in "Moleskin" defterini taşıyan kişi. Mehmet ailenin çizgi roman çizeri, bakar-çizer, kurgu-çizer veya gezer-çizer, bir nevi vak'a-nüvis...

Yolun ilk aşaması Bakırköy-İpsala, 250 km. Keşan'dan sonra yol iyice tenhalaştı, Yunanistan heveslisi birkaç araba dışında kimse kalmadı. Tıngır mıngır İpsala sınır kapısına geldik. Bizim tarafta 3 ayrı kulübede 3 aşamalı kontrolden geçtik. Uluslararası ehliyet kontrolü, ruhsat kontrolü, pasaport kontrolü, yurtdışı oto sigortası, çıkış harcı yatırılması, bunların kontrolü derken 30-40 dakikada işimiz bitti. Meriç nehrini geçmek heyecan vericiydi. Bildiğimiz nehir deyip geçmemek lazım. Mana ve ehemmiyeti filan var ne de olsa! Köprü kadar, üzerindeki çizgiler de önemliydi. Boyuna çizgiler; yol devam ediyor, enine çizgiler ise "dur yolcu!" anlamına geliyordu. Bunlar burası benim, orası senin çizgileriydi. Samsun'daki Cumhuriyet ilkokulunu hatırladım. Dumlupınar ilkokulu ile aynı bahçeyi paylaşıyorduk. Paylaşmak dediysem lafın gelişi. Ortada bir yere, büyük abiler ayakkabılarının burnuyla toprağa bir çizgi çekmişlerdi. O çizgiyi aşmak cesaret isterdi. Geçip de dayak yiyen çocuklar ya en cesur olanlar, ya en çaylak, ya da en aptal olanlardı. Hem cesur, hem aptal olanları saymıyorum.

Köprüdeki enine çizgilerden birisinin hemen üstünde iki asker sohbet ediyor gibiydi. Gibiydi diyorum, çünkü biri Yunan, diğeri Türk askeriydi. Ortak dilleri vücut diliydi. Belki ikisi de Gümülcine kökenliydi. Sohbet muhtemelen "neresinden?" diye başlamış, ikisi de "içinden" çıkmıştır. Böyle olunca renkler silikleşir, kırmızı bile maviye döner.

Köprüden sonra içi 9-10 cm derinliğinde suyla dolu, 5-6 metrelik bir su birikintisinden geçip pasaport görevlisinin önüne geldik. Neden arabayı sudan geçirdiklerini anlamadım. Vize ücreti fazla oldu, bari lastikleri yıkayalım diye değildir herhalde! Bir ihtimal, karasularına girdiğimizi bahane edip bizi tutuklayabilirler! Neyse ki etrafta pasaport polisinden başka bir polis yoktu. O da şöyle gelişigüzel bakıp tamam dedi, bizi saldı. Bizim sınırdan geçmekten çok daha kolay oldu. Şimdi İstanbul'a dönmüş, gezi notlarımı yazarken dışarıdan siren sesleri geliyor. Bir an durup hafızamı iyice bir zorladım. Sınırdan sonra ada dahil, geçtiğimiz hiçbir yerde ne bir siren sesi duymuş, ne de bir polis, jandarma, güvenlik görevlisi veya asker görmüştük. Ne trafik polisi ne de turizm jandarması...

ALEXANDROUPOLI (DEDEAĞAÇ)

Sınırdan geçmemiş olsak başka bir ülkede olduğumuzu anlamak mümkün değil. Sınavsız yatay geçiş gibi bir şey. Otoyolda bir süre gittikten sonra Aleksandroupoli'ye yöneldik. İlk durak Dedeağaç! Bakırköy-Dedeağaç 250+54= 304 km oldu. Arabayı liman girişinde, eski demiryolu istasyonunun yakınında bir otoparka bıraktık. İstasyon bir hayal kırıklığı oldu. Boş ve terkedilmiş gibiydi. Tarifede sıralanan bir-iki trenin bile geleceği şüpheliydi. İstasyonu arkamıza alıp eski şehir merkezi gibi duran dar sokaklara daldık. Dedeağaç merkezi istasyondan başlayan sahil yolunun etrafında yoğunlaşmış. 2 km kadar devam eden yolun çevresi kafe ve restoranlarla dolu. Geceleri bu yolu trafiğe kapatıyorlarmış. Hemen ortalarda bir yerde meşhur deniz feneri yükseliyor (Herhalde meşhurdur!). Fenerin etrafında fıskiyeli bir havuz, onun da etrafında kafeler var. Fenerin hizasından tren istasyonu tarafına doğru olan kısımda eski evlere ve dükkanlara, daha yerel özelliklere sahip mütevazi lokantalara rastlamak mümkün. Öyle tarihi bir şey görmedik. Fenerin batısında kalan kısımda ise kafeler hem daha modern, hem daha kalabalık. Bu kısmı arabayla geçerken gördük. Daha çok fenerin doğusunda kalan kısımda dolaştık. Sahil yoluna paralel bir kaç sokak geriye, bir kaç sokak ileriye beriye yürüyüp, istasyona yakın bir yerde öğle yemeği yedik (Taverna Nea Kʌhmatapia). Genelde hiçbir gezimde yemek olayına girmiyorum. Fakat bu gezimizde bahsetmeden geçemeyeceğim. Yemeğin içeriğini değil de porsiyonların büyüklüğünü anlatmam lazım. İçerik durumu beni aşar! Eğer servis yapan aşçıyı "az koy, az koy" diye üstüste uyarmazsanız tek tabakta dört kişilik bir porsiyonu yemek zorunda kalabilirsiniz. Yemek zorunda kalacaksınız, çünkü son derece lezzetliler. Bunun muhtemel sebebi, paella hariç annemizin yemeklerine benzemesi olabilir. Paellayı hariç tutmam, annemin ve dolayısıyla benim, paellanın ne olduğundan haberim olmamasıdır. Rahmetli İspanya'ya mı gitmiş ki, paella öğrensin!

Yemekten sonra garsonla giriştiğimiz türkiş kafe-grek kafe muhabbeti komşu muhabbetine dönüştü. Grek kafede karar kılıp, türkiş kafe içtik. Artık kimin neyiyse! Kahveye de bayrak dikmeye hiç gerek yok...

KERAMOTİ

Tekrar yola düştük. Taşoz feribotlarının kalktığı iki iskeleden bizim sınıra en yakın olanı Keramoti'de bulunuyor. Diğeri Kavala'da ve 40 km kadar daha uzakta. Ayrıca feribotlar da daha seyrek. 250+54+144= 448 km. sonra, saat 14:30 gibi Keramoti'de, deniz kenarındayız. Keramoti ufak bir kıyı kasabası. Hemen tek özelliği adaya çok yakın olması ve bu nedenle adaya gidecek Bulgar ve Türkler tarafından tercih edilmesi.  Feribot iskelesinin çevresinde basit kafeler var. Frappe içerek feribotu bekledik. Gelen feribot, bizim Harem vapurlarının biraz daha büyüğüydü. Üst kata çıktık. Hava sakin ve güzeldi. Biraz sonra hareket ettik. Ada 8 km açıkta bizi bekliyor.


THASSOS (TAŞOZ)

35-40 dakika sonra adaya yanaştık. Feribot iskelesi Thassos kasabasının (Limenas Thasou) hemen batı yanında. "Limenas" dedikleri liman, "skala" dedikleri iskele anlamına geliyor. Yerleşim yerleri, vaktiyle korsanlardan korunmak amacıyla daha içerlek yerlerde olduğundan, sahildeki yalı kısımları aynı isimli köylerin skalası olmuş. Potamia, Skala Potamia gibi. Thasou'da limanın arkasında kısa bir sahil yolu, yolun kenarında bir-iki kafe ve hediye dükkanı var. Daha iç taraflarda da bir agora, bir takım arkeolojik kalıntılar filan... Anlaşılan Athena, Herkül, Poseidon başta olmak üzere, Zeus, Hera, Dionysos, hepsi, o ada senin bu ada benim dolaşırlarken buralardan da geçmişler. Malum, insanoğlunu kendi başına bırakmaya gelmez, arada bir gözükmek lazım!

Kasabayı dönüşte gezeriz diyerek ayrıldık (dönüşte gezdik). Mustafa'nın elindeki istihbarat raporuna göre hareket ediyoruz. Raporda "adanın doğusundan güneye doğru inin, Panagia kasabasından sola dönün, sahile gidin" yazıyor. Biz de rapora uyduk, 15-20 dakikada Panagia kasabasına geldik, sola döndük, yokuşu indik, sahile geldik.



İki-üç kilometre uzunluğundaki bu sahil şeridine "Chrissi Ammoudia" deniyor. Bolca bina ve otelleriyle bizim Kumburgaz'ı veya Altınoluk'u andırıyor. Sahili, kumu çok güzel. "Golden Beach" adı da oradan geliyor. İstihbarat raporu buralarda bir yerde kalın diyordu ama, bize fazla basık ve hareketli geldi. Şaşırtmaca verip izimizi kaybettirdik, geriye Panagia'ya döndük. Kasabanın konumu hoşumuza gitti. Bütün kıyıya hakim bir tepede kurulmuş, 800-900 kişinin yaşadığı bir köy. Bildiğimiz köy kahveleri, mütevazi lokantaları, küçük mermer parçaları ile döşeli dar sokakları, kayrak taşından damları, mavi boyalı pencereleri, pembe asma kabakları, aşk çeşmesi, köyün ortasından akan kanaletleri, dingin havası ve yemyeşil çevresi ile bizi cezbetti. Burada konaklamaya karar verdik. Birkaç otel bakıp, biraz daha içerlek bir yerde "Theo" otelini keşfettik. Geceliğine iki kişi 30 Avro para ödedik. Akşam yemeklerini Elena'da yedik. Bulgar arkadaşlar ve Yunan komşular edindik. Kahvemizi Petro Kafe'deki yaşlı Rum kadının elinden, suyumuzu köy çeşmesinden içtik. Daha doğrusu, su sipariş ettiğimiz kahveci hanım teyze "çeşmeden içersiniz" diye, aslında yol kenarında olup, masaların arasında kalan köy çeşmesini gösterdi. Anaç bir tavırla da yanımızdaki nevaleyi açıp yememize izin verdi. Börekçiden börek, köy fırınından mis kokulu taze ekmek alıp, Taşoz'un "throuba" zeytinine katık ettik.

Adanın çevresi yaklaşık 85 km kadar. Bu yolu arabayla dolaşmak ancak 2 saat sürer. İnip çıkarak, muhteşem deniz manzarası seyrederek iki saatta yine başladığınız yere dönebilirsiniz. Kaybolma ihtimali de hiç yok. Fakat bence bunu yapmayın. Arada bir durup pırıl pırıl koyları seyredin. Bir kaçına inip denize girin. Severseniz akşama kadar kalın. Adanın çevresi boyunca böyle onlarca koy var. Plajlardan "Aliki" ve "Golden Beach" gibi en ünlüleri oldukça kalabalık. Aliki plajının bir kenarında arkeolojik kalıntılar var. Bu koylarda deniz sığ, pırıl pırıl ve gayet sıcak. Çoluk çocuk için çok uygun. Fakat tenha olanları da var. İyi tarafı, yolda giderken koy ve plajın tamamını yukarıdan görüp karar verebilmeniz. En güneyde, denize inen sarp kayalıkların üstünde gayet fiyakalı duran Archagelos Manastırını da gezebilirsiniz. Biz gezmedik. Manastırdan 15-20 dakika daha batıdaki Limeneria'ya gelince adanın yarıdan fazlasını geçmiş, batı kıyılarına gelmiş oluyorsunuz. Kasabaya yakın bir yerde "Iris" isimli bir altın, mücevher vs fabrikası ve satış yeri var(mış). Ada, altın ve gümüş madenleri bakımından gayet zengin(miş). Bunları teorik olarak söylüyorum. Biz gitmedik ve görmedik. Gidecektik ama gidemedik, dolayısıyla görmedik. Kıyıda en fazla Potos'a kadar gidip, oradan adanın içlerine, Theologos kasabasına geçtik.

Theologos, Potos'tan 10 km içerde, 200 metre rakımlı bir tepede kurulmuş. Osmanlılar adayı buradan idare etmişler. Yunanlar da 1979'da kasabayı kültürel başkent ilan etmiş. Makedonya stili evleri, Rebetika tavernaları, folklor müzesi ile tanınan bir kasaba. Bizim orayı tanımamız "Stella" tavernası ile oldu.

Tam öğle üzeri kasabaya geldik. Yolumuzun üstündeki ilk tavernada indik. Daha doğrusu tavernanın adamları arabanın önünü kesip bizi içeri girmeye ikna etti (!). İyi ki de inmişiz. Ağaçların altındaki bir masada güzel bir yemek yedik. Biz ne yiyelim diye listedeki Kiril harflerini sökmeye çalışırken, sofraya karaf içinde uzo geldi. Yanında da birer tabak ciğerli kokoreç, söğüş et, zeytinyağı filan. Daha bir şey ısmarlamadık deyince garson elini göğsüne koyup, hafif bir reveransla "on the house, şirketten" dedi. İyi valla deyip birer et yemeği, ilave kola, bira ısmarladık. Devasa porsiyonlara gözümüz alıştığı için gelenlerin boyutunu pek yadırgamadık. Keyifle mideye indirdik. Bitti derken "şirketten" meyve tabağı geldi. Sonra "şirketten" helva tabağı, gene "şirketten" ev yapımı kırmızı şarap! Hesaplar da "şirketten" derlerse hiç şaşmam dedim. Gerçekten, hesap da adeta "şirketten" geldi. 5 kişi yedik, içtik, 38 Avro ödedik, çıktık.

Dönüşte güzel bir koyda denize girdik (Psili Ammos). Güneşe ve masmavi sulara kendimizi kaptırınca, vaktin nasıl geçtiğini anlamadık. Tam güneyde, bulunduğumuz koyun açıklarında, hayal meyal gözüken yüksek tepeler Limni adası mı yoksa Halkidiki'nin üç parmağından birisi mi, Athos'un en ucu mu, Aynaroz tepesi mi, Aynaroz kadısı buradan görünür mü derken vakit geçti, gölgeler uzadı. Güneş tepelerin arkasında kayboldu. Taşoz kızları adamların üstüne rahat rahat tırmanabilsinler diye arkamızı dönüp plajdan ayrıldık.

MEZARLIK

Panagia kasabasında en hoşuma giden yerlerden birisi duvarlarında pembe renge boyanmış kabaklar asılı olan ev, diğeri kilisenin arka bahçesindeki mezarlık oldu. Kilise, bizim otelin iki üç sokak arkasındaydı. Panagia'da kaldığımız iki günde iki sefer kiliseye gidip bu mezarlıkta oturdum. Bizimkilerin kilisenin içine girip mum yakmalarına bir şey demiyorum, ne dilek tuttuklarıyla da ilgili değilim. Ama niye beni de zorladıklarını anlamadım. Umumi arzu ve elime tutuşturdukları mum üzerine, benim de bir mum yakmışlığım var, hepsi o kadar. Benim ilgim mezarların ayak ucunda iki gündür yanan mumlara ve baş uçlarındaki camekanlı kısımlara...  Bu camekanların içinde mevtanın çerçeveli bir fotoğrafı, renkli cam bardaklar içinde mumlar ve genellikle bir de ufak gaz lambası oluyor. Camları sürmeli olduğu için içleri temizlenip mumlar yakılabiliyor. Mezarın başaltında da temizlik malzemelerini koydukları bir bölüm var. Mezar taşlarının çoğunda doğum tarihi yazmıyor. Sadece isimleri, ölüm tarihi ve yaşları yazılı. Uzaktan bakınca başlarındaki plastik çiçeklerle birlikte tuhaf ve o kadar da etkileyici bir atmosfer var. Bunda ilk ziyaretimizin akşam üstü, alaca karanlıkta olmasının da rolü vardır mutlaka. Ne bileyim, mezarların arasında öylece oturmak hoşuma gitti. Burada yaşasam, her gün gelirdim, ölürsem de başucumda böyle bir camekan olsun isterdim diye düşündüm. 

VE SON

Yazının son paragrafının mezarlık konusuyla bitmemesi için dönüşü de ekleyeyim dedim. Fakat fazla bir şey yazmak içimden gelmedi. Mezarlık ve son duygusu kalemimi de etkilemiş. Zor da olsa son bi gayret daha:

Dönüşte feribot, gene Keramoti, yol üstünde mini şapeller, şapellerde kaza kurbanları için mumlar, bir-iki kuru çiçek, gene mezara yöneldik, devam ediyoruz, şapel satış yeri, ufacık bir şapel mi alıp götürsek? benim terasın bir kenarına diksek? bir mezarlık geçtik, paralı yola para verdik, İskeçe'ye uğramadık, Gümülcine'ye uğradık, parasız yola çıktık, şapel alamadık... Ha bir de çay konusu var. Ne adada ne gidiş ne de dönüş yolunda çay içecek bir yer bulamadık. Kastettiğim şöyle tavşan kanı, türkiş veya grek, adı her neyse, demli bir çay! İpsala'dan girdik, gene yok. Malkara'ya geldik, yol üzerinde "çayımızı içmeden geçmeyin" yazılı panolar var, ama çay yok! Neden sonra Malkara çıkışında bir yerde, yol üstündeki bir peynir satış mağazasında demli bir çay içebildik. Tekrar yola çıktık, hava karardı, Tekirdağ, durduk, Tekirdağ köftesi, piyaz, piyaz olmamış, yeni piyaz, çay, tekrar çay, tekrar ana yol, gişeler, ara yol, Makri, pardon Bakırköy, ara sokak, sağa dön sola dön, tekrar sola, sağa dön, düz git, sağda dur...

Ufacık bir şapel alsa mıydık?