30 Nisan 2013 Salı

NEW YORK NEW YORK

Berberimin adı Kathy'ydi. Bir yandan saçlarımı kesiyor, bir yandan konuşuyordu. Konuşuyordu, çünkü sonuçta bir berberdi ve konuşması gerekiyordu. Sorular kolaydı. cevapları da... Nerelisin? nerede çalışıyorsun? ne iş yapıyorsun? gibi. Bunlar Amerika'daki ilk günlerimde cevaplarını defalarca verdiğim rutin sorulardı. Berber sohbetlerinin normalleşmesi için iki üç kere daha traş olmam gerekti. Bereket versin saçlarım hızlı uzuyordu. Kathy de ancak ucundan alıp düzelttiği için 15 günde bir berbere gitmek zorunda kalıyordum. Sık sık traş olmamın bence kötü bir tarafı yoktu. Kadın erkek karışık oturuyor, kulaklar sağa ve sola misafir oluyordu. Benim için bedava dil kursu sayılırdı. Fakat orada tanıştığım Türk aileler için durum farklıydı. Örneğin Hüseyin sık sık berbere gitmeye başlayınca, karısı Ayşe bir makine almış ve kocasının saçlarını evde kesmeye başlamış.

Bir gün arkaya doğru yarı yatmış vaziyette saçlarımı yıkarken, Kathy sordu; New York'u görmek istemez misin? Hayır, dedim. Gökdelen filan, ilgimi çekmiyor. Hem, dedim (bu kelimeyi İngilizce nasıl söyledim? hatırlamıyorum), kendimi sanki orayı görmüş gibi hissediyorum. Gitsem, hiç yabancılık çekmem. Beşinci cadde, Central park, Broadway... Bildik yerler. Gitsem, insanları bile tanıyacağım sanki. Şaşırdı. Ben, dedim, gitsem, New Orleans, San Fransisco veya Grand Canyon'a giderim. Onları da bilmediğimden değil, gökdelenden başka şeyler olduğu için...

Doğru veya yanlış. O zaman, 1982'de Wisconsin Üniversite'sinde çalışırken öyle düşünüyordum. Sonuçta New Orleans'a gittim. Düşlerimden fazlasını buldum. San Fransisco'ya gidemedim, Grand Canyon'a da... Onun yerine batıda Newport, LA ve doğuda Chicago'yu gördüm. Onaltı yıl önce Hawai'ye gitmiştim, geçen yıl Alaska'ya gittim. Yaş ilerledikçe tercihlerimizin sırası da değişiyor. Şimdi San Fransisco'ya hiç heveslenmiyorum. "Grand Canyon" her zaman listemde. Fakat araya New York girdi. New York, Manhattan, gökdelen filan...

Müzik setime bir Sting CD'si koydum. Dersimi çalışmaya başladım:


MANHATTAN


New York'un orta yerine giden yolu küçücük Hollanda memleketinde oturmaktan daralan Hollandalı denizciler bulmuş.1609'da Hollandalılar adına ticaret yapan ingiliz Henry Hudson, "Yarım Ay" isimli teknesinin seyir defterine "Manna-hata" diye bir not düşmüş. Bu, Lenape dilinde "Bir sürü tepeli ada" demek. Lenape'ler bizim Çelik Bilek ve Kaptan Swing'ten bildiğimiz Delaware kızılderilileri oluyor.


Hollandalılar buralara yerleşen ilk Avrupalılar olmuş. Yıl 1624. Şehrin Hollandalı yöneticisi Peter Minuit, 24 mayıs 1626'da adanın tamamını yerlilerden 60 Gulden'e satın almış. 60 Gulden yaklaşık 24 USD, 2006 parasıyla 1000 USD ediyor. Aynı tarihte eski kıtada yeni çağ hüküm sürmekte. Utopia'nın yazılışı 100 yılı geçmiş, William Shakespeare çoktan doğmuş ve ölmüş... Pisa'lı Galile'nin başı engizisyonla, Osmanlı'nın başı Celali isyanlarıyla dertte...


Babası, yeni bebeğin adını kulağına fısıldamış; New Amsterdam! Bebek bir süre İngiliz ve Hollandalı babalar arasında gitmiş gelmiş ve sonunda İngiliz babasına kalmış. İngiliz baba, bir yerde vaftiz babası sayılır, bebeğin adını New York yapmış. Yıl 1664. Bu gel-gitler bebeğin psişik durumunu laçka etmiş. Rivayet o ki bebek o zamandan beri hiç uyumamış. Aslen kızılderili olan annesi de; artık senin adın "never sleeps" olsun demiş!

Çocuğun adını anladım da "bir sürü tepeli ada" neresi anlamadım. Manhattan'daki ilk sabahımızda nerede bu tepeler diye bakındım. "Central" Park ortalarında 10-15 metrelik bir kaç kayalık dışında bir yükseklik gözüme çarpmadı. Adanın güney ucunda 1811 yılında yapılan Clinton Kalesi de eskiden denizin ortasındaymış. Sonradan etrafı doldurulmuş. Yoksa bu Amerikalılar üşenmeyip tepeleri de traşladılar mı diye düşündüğüm gün yukarı Manhattan turuna çıktık. Harlem filan. Gördüm ki esas tepeler bu taraftaymış. Yerliler her zaman haklıdır. Ne gördülerse o!


NEW YORK


Bugün 8 Nisan 2013. Üç gün sonra, sabah 7:25'te yola çıkıyoruz. İnternet arama motorunda "New York" yazıyor. Gidenlerin hikayelerini okuyorum. Jale okur diye dosya hazırlıyorum. Patronu Onur Bey; üstü açık otobüslerle gezin, demiş. Şirketlerden birisinin adını sevdim; Hop on Hop off. Hop bindik-hop indik gibi bir şey. İstediğiniz yerde (hop) inip dolaştıktan sonra bir sonraki otobüse (hop) binebiliyorsunuz. 3 günlük kombineleri var. 39 dolara "downtown", aşağı Manhattan, yukarı Manhattan, Harlem, Brooklyn, gece turu, parkta bisiklet turu, hepsi dahil. Normalde bunların her biri 32 dolar... Bizim gibi kısa süre, 4-5 gün kalacaklar için gayet iyi. Beş gün New York'taki takvimsel kalış süremiz. İlk gün uyur-uyanık geçtiği için dört-beş diyorum...


Ambassador tiyatrosu ve MoMa için biletleri şimdiden aldım. Tiyatro'da Chicago müzikalini seyredeceğiz. Maksat kuyruklarda zaman kaybetmemek. Ellis Adası son kasırgada zarar gördüğü için kapalıymış. 4 temmuzda açılacak. Bunu pas geçiyorum. Özgürlük heykeline tırmanmak gibi bir hevesim de yok. Manhattan'da gezsek yeter. Bir de Brooklyn'e geçsek! Telefonumun haritasına gidilecek yerleri işaretliyorum. Brooklyn köprüsünden yürüyerek geçmek istiyorum. Köprüye nereden kolay çıkarım diye bakıyorum. Zeynep'e metro için hangi karttan alayım diye sordum. Bütün New York'u önüme döktü. 30 dolara 7 günlük kart almamızı önerdi. Nereden "cup cake" alacağız, nerede oturacağız, nerede yiyeceğiz, bütün adresleri yazdı. Le PainMagnolia... "Le pain" Fransızca ekmek demekmiş. Dosyama ekledim. Manolya kafede "Red velvet" yenecek yazdım. Bir yandan da bu satırları yazıyorum, dönüşte kolaylık olur diye...

Önceleri fazla uzatmak niyetinde değildim. Bir, bilemedim iki satırda bitiririm dedim:

New York'a gittik, Broadway'de "Chicago" müzikalini izledik, döndük...

Bu, New York anlatısının kısa versiyonu. Gayet havalı! Fazladan bir virgül bile yok. Okumak yerine, sayfaya şöyle bir göz atıp "New York'a da gitmişler" diyecekler için.

New York'a gittik, 77nci sokakta kaldık, Central Park'ta oturduk, Brooklyn köprüsü'nde yürüdük, Beşinci Cadde'den geçtik, Empire State'e çıktık, Broadway'de "Chicago" müzikalini izledik ve döndük...

Bu biraz daha detay isteyenler için. Nezaketen! Biraz daha anlat derken saatine bakanlar için.

Aslında buraya kadarını, tamamını olmasa bile çoğunu, gitmeden önce yazdım. Otursam, daha gitmeden önce bütün New York'u yazabilirim gibi geldi. "Central" Park'ta göl kenarında koşanları, Brooklyn'den bakınca gökdelenlerin göğü nasıl deldiğini, Manhattan'ın yeni totemleri Rockefeller, Empire State ve Chrysler binalarını, Beşinci Cadde sosyetesini ve "Time Square" curcunasını, ikiz kulelerin bıraktığı çukuru ve yeni yapılan "Dünya Ticaret Merkezi" binasının 1776 ayak yüksekliğinde olacağını yazabilirdim. Nerelerde siyahın, nerelerde sarının daha çok olduğunu, kızıl'a artık çok seyrek rastlandığını, ve hatta Metropolitan müzesindeki eserleri bile anlatabilirdim.

Ama anlatmadım.

Anlatabilirim gibi gelmesinin sebebi beynimin bir köşesine kurulmuş bir makine dairesi ve önündeki ufak pencereden aklıma düşen ışık huzmesiydi. Sinemalarda beyaz perdeye kadar uzanan bu huzmeyi ve kıpırtılarını çok severim. Bazen filmi bırakıp içinde her türlü tozun oynaştığı bu huzmeyi seyrederim. Yani seyrederdim. Eskiden makine dairesinden gelen tıkırtı sesini de severdim, ama artık kalmadı. Eski sinemaların zemininden yükselen mazot kokusunu, filmlerden 72 kısım tekmili birden olanları, arada parça olanları, frigo, gazoz seslerini de severdim. Onlar da kalmadı. Şimdi büyükçe televizyonlara benzeyen salonlar, mecburen takılan gözlükler ve yanınızdan uçar gibi geçen süper kahramanlar var.
O sihirli huzmenin içinde onlarca New York filminin gölgesi var. “Biutiful” filmindeki Javier Bardem İngilizcesiyle, okunduğu gibi yazarsak, onlarca Nüyork filmi... Bu filmlerin unutulmaz melodileri var. Ayrıca çok sevdiğim Nüyork cazı var. Onun için ne daha önce, ne de beş günlük Nüyork gezimizde kendimi bu filmlerden soyutlayabildim. Her ses sevdiğim bir caz parçasını hatırlattı, her köşe bir “deja vu” köşesi oldu. Adeta büyük bir film stüdyosunda gezer gibiydim.
Yazmaya çalışırken de hepsi birbirine karıştı. Anılar, sinema, müzik, caz, insanlar evler, caddeler ve onlarca gökdelen, onlarca film, hepsi birbiri içine girdi, ortaya karışık ve hiç beklemediğim bir yazı çıktı. Ne yapalım, bu sefer de böyle olsun. Burası New York! Nerede başlayıp nerede bittiği belli olamayan, sürprizlerle dolu bir şehir; New York veya Nüyork, okunduğu gibi...


KAMERA VE MOTOR!!!


New York benim için büyük bir film stüdyosuydu. New York veya Nüyork, okunduğu gibi...


Evet, Once upon a time in America, ana dilde alt yazıyla; bir zamanlar Amerika, Nüyork'taydık. Jale ve ben, birlikte Nüyork'un suyunu içtik. Bruklin köprüsünün altında oturduk, Menhatın'ı karşıdan gördük, ama Vudi Elın'ı görmedik (E sert okunacak. EA gibi!)... Köprüyü yürüyerek geçtik. Yanımızdan bisikletler geçiyordu. Koşanlar, bizim gibi yürüyenler, fotoğraf çekenler… Uzakta görünen üç uzun baca, Komplo Teorisi'ndeki bacalar olmalıydı. Batarya Parkı'na geldiğimizde Karalı Adamlar gitmişti. Ne Vil Smit vardı, ne de Tomi Lii Jons. Ellis adası kapalıymış. Özgürlük adası da... Adaları Kasap Bil ve İrlandalı Ölü Tavşanlar değil, Sendi kasırgası dağıtmış. Nüyork Çeteleri'nin dağıttığı Aşağı Menhatın'dı.


Adalar kapalıydı ama Sentrıl Park her zaman açıktı. Gitmeden olmazdı, gittik. Gölün buzları çoktan erimiş, Ali MacGraw bir aşk hikayesi yaşamış ve ölmüştü. Yeni baharın kokusu armut ağaçlarından sarkıyordu. Betesta çeşmesinin önü her zamanki gibi kalabalıktı. Sanki Julya Rabırts birazdan gelip çeşmeden su içecek! Bence gelmez. Gelse de şimdi gelmez. O mutlu sonların kadınıdır. Bence herkes gittikten sonra gelecek, kiraz çiçeklerinden gelin tacı giyecek...




O gün, bizim orada olduğumuz gün, tam da o saatte Çilek Tarlası'nda bir adam saksafon çalıyor; Imagine! Yere gri-beyaz motiflerle bezenmiş büyükçe bir daire çizilmiş. İnsanlar dairenin ortasına çiçekler bırakmış. Dairenin en ortasında "Imagine" yazıyor. Etraftaki bankların sırt tarafına küçük plaketler çakılı. Bunların bir kısmı doğum, bir kısmı ölümlerin anısı için... Dairenin merkezi ikisinin orta yerini, yaşamın merkezini işaret ediyor; Düşle! Doğanlar için; bütün insanların barış içinde yaşadığını... Ölenler için; yukarıda sadece gökyüzünün olduğunu... 

Karşıda, 72inci sokağın köşesinde, Dakota Apartmanı'nın en üst katında, bir şeyler uğruna ölümü yaşamış bir kadın; Öldürecek ve uğruna ölecek bir şey olmayan bir dünyanın yasını tutuyor...


Zaman tünelinde gibiyiz. CSI yerdeki film kalıntılarını eşeliyor. Kameralar kafalarını uzatmış bizi izliyor. Gizli kamera filan değil, apaçık ortada... Her an birisi "motor" diye bağıracak gibi. Klaket klak diye kapanacak; klak... Motor! (orijinali; clack... motor!). İkinci sahne, üçüncü plan... Görüntü yönetmeni elli dokuzuncu sokakta parktan çıkacaksınız dedi. Kamera arkamızdan bakıyor. Yürüyerek yedinci caddeden aşağı, Sinatra Amca'nın deyişiyle "rayt truu dı veri hart of it" tam da onun göbeğine, Zaman Meydanı'na gidiyoruz... Zamane yerlileri "Taym Skuer" diyor. Eskiden yoktu. Zaman gene vardı, ama meydanı yoktu. Onun için "Lenape" yerlileri buna ne derdi bilmiyoruz. Yönetmen de bilmiyor...



Zaman meydanından 4 günde 4 kere geçtik. İlkinde hava yağmurluydu. İkincisinde normal halini gördük. Gök Vanilya, insanlar karınca gibiydi. Bir tek Tom Kruus yoktu. Üç saat sonra, müzikal çıkışı uğradığımızda Demir Adam kötü adamları fena pataklamış, meydanın  da içine etmiş gibiydi. Müsebbibi Amerikan İSKİ'siymiş. Dördüncü geçişimizde meydanın yarısı toparlanmış, diğer yarısı gene kapatılmıştı. Açık yarımında çoluk çocuk bir platforma çıkmış, karşıdaki dev ekranda suretlerini görmeye çalışıyorlardı. Suretleri bir yuvarlağa denk düşerse reklam yıldızı olacaklar! Kapalı yarıyı Britiş sinemacılar Martin Skorsis'ten ödünç almışlar. Nüyork Nüyork olmasa da Landın-Nüyork çekiyor olabilirler. Elinde kağıtlarla dolaşan bir görevliye filmin adını sorduk, bilemedi.


Elli birinci sokağın köşesindeki Iridyum Bar'da yemek yiyip caz dinledik. İridyum nadir bir element. İçerdeki müzik de... Çıkışta kafamız iyi. Nasıl olmasın? Bir gitar efsanesini dinlemişiz. Tanışmışız, omuz omuza aynı kareye sığmışız. Bitmemiş. Programda sadece Les Paul Trio ve Matt Murphy yazdığı halde, joe Louis Walker gelmiş, gitar çalmış... Keyfimiz yerinde, içimiz kabarmış, hala da inmemiş, Broadway'den yukarı çıkıyoruz. Ritmimiz blues ritmi... Yanımızdan parti limoları, parti basları geçiyor. İçerde insanlar kadehler ve eller havada dans ediyor. Bunları otobüslerin sol tarafındaki camlardan görüyoruz. Sağ taraftaki camlardan bir şey gözükmüyor. Yağmur çiseliyor. Altmış altıncı sokaktayız. Solda Linkıln Sentır var. Sağımızdan parti otobüsü geçiyor. Linkıln Sentır'dan danslarını bitiren beyaz kuğular çıkıyor. Siyah Kuğu çıkmıyor.

Batı Menhatın'dayız. Kahverengi taşlı, kahverengi tuğlalı evlerin önünden, çiçek açmış armut ağaçlarının altından yürüyerek otele dönüyoruz. Yarın, öbür gün, daha öbür gün ve öbür günden sonraki gün bu yoldan tekrar geçeceğiz. Sinemın reysin alıp kahvemize katık edeceğiz. Kahveler otelden. Cumartesi Grand Sentrıl Terminale, pazar günü grinflii markete gideriz. İlki büyük tren garı, ikincisi Kolumbus caddesindeki bit pazarı oluyor. Garın içindeki Oyster'de yemek yeriz. Pazartesi Hop on, Kanal Sokak'ta Hop off. Bir yanı Çin mahallesi. Aşağısı TriBeCa. Kanal sokağın aşağısındaki üçgen demek. Kısaltmışlar. Biz kuzeye gideceğiz. Houston sokağa kadar. Hustın'ın güneyi SOHO, kuzeyi NOHO demek. Ho, Houston'un Ho'su, yazıldığı gibi...

Bugün cumartesi. Büyük merkez garındayız. “Grand Central Terminal” veya “Grand Terminal” veya “GCT” her neyse, girer girmez karşımıza “100” rakamı çıktı. Bu yıl terminalin açılışının yüzüncü yıldönümü. Karşıda orta yerde, danışma kabinin üstünde, ben diyeyim on, siz diyin yirmi milyon dolar değer biçilen saat... Dört yüzlü, dördü de solid opal kaplı... İçinde 1913 yılından beri hala aynı İsviçre saati yaşıyor. Her şey bildiğim gibi, yerli yerinde. Son olarak Arthur filminin 2011 versiyonunda görmüştüm. Turist rehberi rolünde Naomi Quinn devasa orta holde yere yatmış, etrafında japon turistler, onlar da yatmış tavanı seyrediyorlar. Tavanda boydan boya 2500 yıldız, meşhur burçlar tablosu var. Naomi, Japonlara terminalin on gizeminden birisini açıklıyor.  

Burçlar tavana ekim ayının burçlar tablosuna göre resmedilmiş. Ressam işini bitirince bakmışlar ki yıldızların birbirine uzaklığı gökte gördüğümüz gibi değil ve daha önemlisi burçların sırası ters! Binanın sahibi Vanderbilt, bunu öğrenince allahın yukarıdan gördüğü gibi, deyip olayı kutsala bağlamış. Fakat ressamın hiç bir zaman böyle ulvi bir niyeti olmamış. Basit bir hata yapmış. Kendisine verilen resmi aşağıda tutmuş, bakmış ve kafasını kaldırıp tavana çizmiş. Sonuç, aslının ayna hayali olan bir resim olmuş... 
Naomi'nin yatarak yaptığı turistik seans polisin gelmesi, Nüyork sokaklarında kovalamaca ve izinsiz rehberlik yaptığı için tutuklanmasıyla son bulur...
On gizemin birisi bu. Artık gizem sayılmaz. Diğer gizemler için meraklısı açsın baksın. Biz yola devam ediyoruz. Sırada başka filmler beklemekte...


Pazartesi. Hop iniyoruz, hop biniyoruz, güneye doğru gidiyoruz. Flatiron binası aşağı Menhatın'da Brodvey, beşinci cadde ve yirmi ikinci sokağın yaptığı üçgende yükselen üçgen kesitli bir bina. 102 metre yüksekliğinde ve Nüyork'un sembollerinden birisi. Özelliği 1902 yılında çelik iskelet kullanılarak yapılan ilk bina olması. Daha güneyde Broome, Wooster, Mercer, Greene, Prince, bunlar da demir iskeletli binalarıyla ünlü sokaklar... Binaların ön yüzünde demir merdivenler var. Merdivenler aslında yangın gibi acil durumlar için yapıldıkları halde, genelde anahtar kullanmadan eve girmeye yararlar. Yangın merdivenleri filmlerdeki kaçmaca-kovalamaca sahneleri için de idealdir. Evlerin önündeki mazgallar evsizlerin, demir merdivenler ise örümceklerin yaşam alanıdır.

Bu merdivenlerden birisi Peter Parker baş aşağı dururken Körstın Danst'ın onu öptüğü yerdir... Yağmurlu bir hava, loş bir sokak... Körstın yenge maskeyi hafifçe aşağı çeker (aşağıda burun var) ve örümceği öper. Aslında kimi öptüğünü bilmez. Memleketteki düşünce özgürlüğüne dayanarak ifade etmek isterim ki; Bu sahne (bence) Bört Lenkestır'ın kumsalda Debora Ker'i öptüğü sahneden daha iyi bir öpüşme sahnesidir. Debora "kimse beni senin öptüğün gibi öpmedi" diye fısıldar... Pitır Parkır da aynı şeyi düşünür. Ama söylemez. Süper kahramanlar öyle şeyler söylemez ve kesinlikle seks yapmaz. Seksi şehirdekiler yapar. Bakınız: Seks ve şehir, doksan dördüncü bölüm... Serah Parkır'dan tekrar Pitır Parkır'a dönelim. Bizim Parkır'ın aklı havalarda! Bileğindeki delikten örümcek ağı fışkırtıp Griin Gablin'i yakalamaya gider. Griin Gablin'in meali "yeşil cin" oluyor. Biz de Prins'ten Brodvey'e dönüyoruz. Köşede Prada var. Merdivenine çıkıp içeri bakacağız; Şeytan çıplak mı? Prada mı giyiyor, ne giyiyor? Sonra tekrar Hop on, Rivırsayt'tan geriye kırkikinci sokak... Taym skuerde Hop off... 

Harlem dönüşü otobüsten parkın doğu tarafında, 65inci sokağın köşesinde indik. 65inci sokak haritada parkı doğudan batıya ortalayan bir yol gibi gözüküyor. Yanılmışız. Parkla hiçbir ilgisi olmayan transit araç yoluymuş. Bazı yerlerde parkın altından geçiyor. Çaresiz yürüdük. Bir yerde parka giriş bulabilir miyiz diye baka baka batı tarafına geçtik. Yani parka giremedik. Yolun sonunda, batı sentrıl park caddesinde, bir kilisenin önüne çıktık (kader ağlarını örüyor!). Haritada "Holy Trinity Lutheran Church" yazıyor. Gozer tapınağı da buralarda bir yerde olmalı. Muhtemelen kilisenin yanındaki bina. Numara 55, Batı Sentrıl Park. Dana'nın apartmanı. Kaderin ağları örümcek ağlarından daha yapışkanmış...

Dana yirmi ikinci katta oturuyor (Dana yazıldığı gibi okunacak). Hayalet Avcısı Dan Aykrod, Gozer'e sorar; Sen tanrı mısın? Binanın en üst katına baktım. Hiçbir proton aktivitesi gözükmüyor. Demek ki görev tamamlanmış. Etrafta tek bir hayalet yok! Hırsız, katil, soyguncu filan da gözükmüyor. Süper kahramanlar biz gelmeden önce ortalığı temizlemişler. Duvarlarda Örümcek Adam'ı, çatılarda Süper Adam'ı arayarak yetmiş yedinci sokağa yürüyoruz. Otelimiz orada... Ağrı kesici ilaçlar da...

 

PLOT SUMMARY - PLOT SAMIRİ - KISA ÖZET

Bu da yukarıdaki filmden bir şey anlamayanlar için kısa özet:



 Nüyork'a gittik, Çilek Tarlası'nı kutsadık. Sentrıl Park'ta sosis, Gar Lokantası'nda balık, Manolya'da kapta kek yedik, Ekmek'te çorba, her köşede bira, sabah-akşam kahve içtik... Üç gün üstü açık otobüsle gezdik. İndik, tekrar bindik, tekrar indik, tekrar bindik. Bruklinde indik, tekrar binmedik. Ignazios'ta pizza yedik. Bruklin köprüsünden Menhatın'a yürüdük... Müzelerden Moma'yı seçtik. Brodvey'de caz dinledik, Şikago'yu seyrettik, döndük. Empayr Steyt'e çıkmadık. King Kong bile dört kere çıktı, biz çıkmadık. We are not guilty... 



ALL THAT JAZZ!



Hikayenin bir de uzun versiyonu olacaktı. Uzun hikayeleri kendim için yazıyorum. Tekrar tekrar okuyup, tekrar tekrar yaşamak için. Caz-bar kısmını okurken, nasıl da çalmıştı? demek, adamın sahneye bile zor çıktığını, ama gitarını alınca nasıl canlandığını hatırlamak için. Kolay değil, Matt ve Joe, ikisinin yaşlarının toplamı 87+64=151 ediyor. Triodakileri de eklesek, ortalama 70 eder. Adam orijinal Blues Brothers gitaristi! Adam dediğime onlar "guitar" diyor. Gitar Mörfi! Üstelik bir de felç geçirmiş. Vay be, bir de felç ha? Gittik, döndük, aradan neredeyse bir ay geçti. Yazarken yaşar gibiyim. Co da müthişti ama! Adam damardan çalıyor...  Ben kalp cerrahıyım. İşim kalp ve damar! İşim New York'un kalbine giden damarları bulmak...

Nüyork'un damarlarında ne dolaşıyor derseniz, caz derim. All that jazz... Bunu söyleyen kişi bir Türk olunca tüm bu caz biraz rok-caz haline geliyor. Açıklamak gerekirse caz sevip Sting'den vazgeçememek derim. Eh, benimkisi doğuştan olmayan, sonradan kazanılmış, edinsel bir hastalık veya bağımlılık gibi bir şey... Kurtulmak istemediğim...

 
Nüyork'ta bir Türk
 kahve içmem, çay alayım güzelim
 tostum da sucuklu olsun isterim
 konuşunca anlayacaksın aksanımdan
 okuduğum gibi yazarım
 ben Nüyork'ta bir Türk'üm
 omuzumda kameramla yürüyüşümü izle
 beşinci caddeden
 yanımda taşırım onu her yere
 Nüyork'ta bir Türk'üm ben
 bir yabancıyım, meşru bir yabancı
 Nüyork'ta bir Türk'üm ben...

 
I'm a Turkishman in New York...