29 Aralık 2011 Perşembe

YOLCUDUR ABBAS....

Yolcu dediğim 2011, yanlış anlaşılmasın. Ben bir yere gitmiyorum! Sizler için mutfağa girdim, hepinize yetecek, 12 mumlu bir yeni yıl pastası, pardon karpuzu hazırladım. Gördüğünüz gibi gayet kolay oldu. Gelecek yıl mutfak becerilerimi artırmaya karar verdim. Kurdela makarna, burgu makarna, boru makarna, mantı makarna gibi. Pastalardan kavun pastası, ananas pastası da deneyebilirim. Konu mankeni değişebilir veya mumsuz olabilir, orada yaratıcılığımı konuşturacağım!!!

Not; Fotoğrafta görülmeyen kabuklar halen Akdeniz'de yüzmektedir...


Ve itiraf; Aslında karpuzu Ağustos ayında Ayşe'min doğum günü için hazırlamıştım. Montaj, dublaj filan, yeni yıl kutlaması için yeniden servise koydum. Onun karpuzunu kullandığım için biraz alındı. Haklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü o gün özel bir gündü. Tembellik yapıp hata etmişim. Ona söz, seneye başka karpuz kullanacağım!

14 Aralık 2011 Çarşamba

ANNE

Anneannem, kadının doğru yaşını bulmak için yaptığı doğumları saymak gerekir derdi. Ona göre, her doğum kadını 5 yıl ihtiyarlatırdı. 6 çocuğu vardı. 6 çocuk 30 yıl ederdi. Onun yüzüne bakıp hesabın doğru olduğunu düşünürdüm. O hep yaşlı bir kadındı. İlk gördüğümde ne ise ölmeden önce de aynıydı. Hep anneanneydi. Yaşlı, köşesinde oturup dua eden, beni gördükçe torbasından ilaçlarını çıkarıp tek tek anlatan "anneanne"... Onun karşısında bacak bacak üstüne atılmaz, o dua etmeden yemeğe başlanmazdı. O kural koyucuydu, annelerimizin bile annesiydi. Anneannelik diye bir kalıp olsa, tam ona uyardı. Hani bazı zeka testlerinde çocukların önüne üç boyutlu cisimler konur ve önlerindeki aynı şekilde oyulmuş boşluklara sokmaları beklenir. Küp her zaman kare şeklindeki boşluğa girer. İşte anneannelik anneanneme böyle köşeli-kenarlı bir kalıp gibi uyardı.

Bazı kadınlar ise her zaman annedir. Anne olmak için doğmuş, anne olmak için yaşamışlardır. İlk fırsatta da anne olurlar. Annelik onlara, onlar anneliğe kalıp gibi uyar. Köşeleri, kenarları yoktur. İlle de bir şekil tanımlamak gerekse, yuvarlak bir küre veya en fazla oval bir şekil uyar onlara. Bütün anneler böyledir anlamına söylemiyorum. O, böyle bir anneydi. Onu ilk gördüğümde 68 yaşındaymış. Bunun 25'ini 5 çocuğu için ekledim.

Bakırköy'de, çarşı tarafından gelip Zuhurat Baba'ya doğru gidiyorlardı. 968 veya 69. Onlar Bakırköy'de oturdukları için oradaydılar. Bense onların Bakırköy'de olduklarını bildiğim için... "Onların" dediğim, aslında "onun" olacak, "o" da Jale! Jale'yle birlikte çarşıdan eve dönüyorlardı. Ben uzaktaydım. Onları sadece arkalarından gördüm. Soldaki Jale'ydi. Yanındaki annesi herhalde dedim. Ellerinde fileler vardı. Annesi olamayacak kadar ufaktı, ama belli ki annesiydi. Bazı kadınların "anne" olduğu uzaktan bile bellidir.

Sonra yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Doktor olduk, evlendik, Jale'nin yaşına 10 ekledik. Bir kaç "10" da kendiliğinden geldi, üstüne eklendi, kaldı. "Çocuklar büyüdü" derken, büyüyen önceleri boylarıydı, sonra baktık ki yaşları da büyümüş. Kendi derdimize düştük. Okul, hastane, iş, yol, trafik, nöbet, hastane, gene hastane derken zamanı unuttuk. Zaman bir yerde durmuş, bizi bekliyor sandık. Bizim "İŞ"lerimiz bitecek, bir yerden, hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğiz zannettik. Öyle olmadı. Ne işler bitti, ne de zaman bizi bekledi. Hayatımızda neler için erken, neler için geç olduğunu hiç bilemedik. Ya da bilmezden geldik. İlk molayı aldığımızda etrafın ne kadar değiştiğini farkettik. Büyüyen sadece çocuklardı. Bizimkisi yaşlanmaktı. Televizyon, masa, iskemleler gibi vücutlarımız da yaşlanmış, önceden tanımadığımız sesler çıkarmaya başlamıştı. Önceden tanımadıklarımız sadece eklemlerimizin kıtırtıları, sırt ağrılarımız değildi. Hayatımıza yeni katılanlar da vardı. Tansiyon indi-çıktı sohbetleri, şeker şeritleri, belimizdeki yeni kıvrımlar ve alt bezleri...

Alt bezleriyle Kırım kadınlarının hayatımıza girmesi eş zamanlı oldu. Biri ötekinden daha önce olabilir, ama önemli değil. Önemli olan hayatımıza giren bu bez parçalarıyla birlikte bazı şeylerin yok olmaya başlamasıydı. Önce karşılıklı sohbetler bitti. Akıl uçuşmaları, hafıza sorunları başladı. Kimin kim olduğunu unuttu. Hatırlatmaya çalışmak beyhudeydi. Altı bezlenen kadın, kendi kendine yemek yiyemeyen bu kadın ben değilim, der gibi içine kapandı.  Devamlı yürüyordu. Oturtmak, ya da yatırmak mümkün değildi. Aylarca yürüdü. Sonra aniden vazgeçti, durdu. Artık yatmak zamanıydı. Neden yürüdüğünü hiç bilemedik, neden durduğunu da...

Yataktan hiç kalkmadığı, etrafla da ilgisinin pek kalmadığı günlerden birinde, bir gece rüyamda onu gördüm. Üzerinde beyaz gömlek, altında kırmızı puantiyeli beyaz, veya beyaz puantiyeli kırmızı bir etek vardı. Yanında bir kadınla birlikte merdivenden iniyordu. Ben aşağıdaki kapıdan eve girmiş yukarı çıkıyordum. Elinde defter veya kitap gibi bir şey vardı. İşaret parmağıyla birşeyler gösteriyor, "işte buradan gideceğiz, yolu biliyorum" diyordu. Yanından geçerken durdu, bana baktı. Eli hala kitabın üzerindeydi. Göz göze geldik, beni tanımadı. Tanısaydı, benim hiç "anne" diyemediğim kadar dolu dolu; "yavrum" derdi, "Yavrum, sen gir içeri, biz gidiyoruz. Senin için nohutlu pilav yaptım" Tanımadı. Ben onu tanıdım. Saçları son gördüğümden daha beyazdı. Başörtüsü yoktu. Onlar uzaklaşırken ben eve girdim. Boştu. Her girdiğim odada birisi var gibi hissediyor, fakat kimseyi göremiyordum. Eşyalar ve tanıdığım kokulardan başka bir şey kalmamıştı.

Kemet ülkesinin adalet ve düzen tanrısı Ma'at, kafasında devekuşu tüyü taşırmış. Bu tüy iyiliği, hakikati ve doğruluğu temsil edermiş. Osiris'in mahkemesinde, terazinin bir kefesine ölen kişinin yüreği, diğer kefesine Ma'at'ın tüylerinden biri konur, tartılırmış. Rivayet o ki; yürek tüy kadar hafifse, sahibi ölümsüz yaşama hak kazanırmış. Ma'at denildiği kadar adaletliyse eğer, bu sefer tüy harcamamıştır sanırım. Şöyle bir bakıp, sen geç demiştir. Nesini tartsın? Karşısındaki ufacık kadının yüreği bedeninden büyük, fakat en hafif tüyden daha hafifti...



10 Kasım 2011 Perşembe

BODRUM ve KOS ADASI (İSTANKÖY)

5 - 9 Kasım 2011

Vapur gezimiz bitti, yaz da bitti. Bu sene geçti, gelecek sene nereye gideriz derken, kurban bayramı geldi ve benim antenler dikildi. Önümüzde bir yerlere gidebileceğimiz 4 gün vardı ve hiç bir hazırlığımız yoktu. Yurt dışı modunda değildik. Yorucu bir gezi de istemiyordum. Önümüz kıştı. Gideceğimiz yer sıcak olmalı, iliklerimiz ısınmalıydı. Şıkları alt alta yazınca cevabı bulmak zor olmadı.
Bodrum'a gidiyoruz! Bodrum'un içinde, deniz kıyısında bir yerde kalıyoruz ve günü birliğine Kos'a geçiyoruz...

Bodrum'a her sene gider, onbeş gün Kadıkalesi'nde kalırız. Bir sefer Bodrum'a ya ineriz ya inmeyiz. İnmekten kastim, bir-iki seferle sınırlı özel geceleri saymazsam, Penguen'de oturup sakız dondurmalı kazandibi yemek! Oraya varıncaya kadar da zorunlu barlar sokağı yürüyüşü yapmak. 93'ten beri bu böyle... Daha öncesi, Bodrum'un içinde konakladığım üç seferim var; ilki unutulmaz 1971 gezisi, ikincisi Jale'nin gelin telini Evin pansiyonun avizesine sardığımız 1977 yılı, üçüncüsü de 1979'daki mavi gezi dönüşü. Hepsi bu...

Bodrum kalesinin doğusunda kalan sahilde, Cumhuriyet Caddesi'ndeki Dinç Pansiyon'un birinci katında konakladık. Gecesini yazmayacağım. Yandaki barın gürültüsü ancak denizdeyken çekilir. Hatta denizin altındayken. Sabahı ve gündüzü güzeldi. Önündeki sahilde fok balıkları gibi miskin miskin yattık. 8 Kasım'da denize girip, yılın en son deniz banyosu rekorunu kırdık (daha önceki rekorum 29 Ekim'di). Güneşlendik, limonlu sodalarımızı içtik, tekrar girdik. Hava 23, deniz 22 dereceydi. Günler kısa olmasa uzun güneşlenme rekorunu da kırardık.

Bir başka gün su altı arkeoloji müzesini gezdik. Karya prensesi ile tanıştık. Bodrum adının, şövalyelerin verdiği Petronium isminden yuvarlandığını, Saint Peter kalesindeki taşlardan yeşil renkli olanların Mauseoleum'un kalıntıları olduğunu, bu antik mezarı çevreleyen frizlerin önce kale duvarlarını süslediğini, 1857'de mozoleyi keşfeden İngiliz arkeolog Charles Newton tarafından araklanarak İngiltere'ye götürüldüğünü, bizim müzede gördüklerimizin, birisi hariç, asıllarının alçı kopyaları olduğunu öğrendik. Antik tiyatroya çıkıp şehrin milattan öncesini seyrettik. Buradan bakınca, aslında tüm şehrin tiyatroya benzediğini gördük. Daracık sokaklarda dolaştık. Şehre ilk begonvil ağaçlarını getiren ve Neyzen Tevfik Caddesi'ndeki palmiye ağaçlarını diken balıkçıyı andık. Eski kiliseyi yıkıp yerine diktikleri ucubeyi tavaf ederek, arka sokaklarına daldık. "Hanende" lokantasında keyfimize keyif katıp, dönüp dolaşıp gene barlar sokağına döndük. Bildik yerlerden geçip sahilde bizi bekleyen rahat koltuklarımıza çöktük. Kahve vaktiydi, yorulmuştuk. Garson "nasıl olsun?" dedi, yorgunluk kahvesi olsun dedik...
Pazar günü Serap'ın ailesinin Tilkicik koyundaki evine gittik. Serap Mustafa'nın karısı, Mustafa Jale'nin kardeşi, Jale benim karım, Semih Serap'ın kardeşi... Semih bizi önce Sandima'ya götürdü. Yirminci yüzyılın başında yörenin en önemli yerleşim merkezi burasıymış. İncir ağaçlarıyla dolu, kekik kokan eski bir dağ kasabası. Eskiliği Venediklilere kadar gidiyor. Bizimkiler buraya 16. yüzyılda, muhtemelen Kanuni zamanında gelmişler ve hazıra konmuşlar. Cumhuriyet ve mübadele yıllarında, bölgenin haritası değişmeye başlamış. Yukarılarda Geriş varken, aşağıda Gerişaltı, sahil pek rağbette değilken Yalıkavak diye yeni yerler ortaya çıkmış. Süngercilik geçim kaynağı olmuş. 40'larda Kalinos adasından mandalinanın gelmesi inciri tahtından indirmiş. Tüm yalı çevresi mandalina ağaçlarıyla dolmuş. Yalı gelişirken Sandima kurumuş. Gerçekten kurumuş. Antik dönemden beri köye su taşıyan kanallar toz toprak dolmuş. Yerlisi yavaş yavaş dağı terketmiş, yalıya inmiş. 600 yıllık geçmişinden geriye taş yığınları ve ağustos böcekleri kalmış. Şimdi biz, geriye doğru, Yalı'nın geçmişine gidiyoruz. Yolu zorlu bir yokuş yol. Allahtan oldukça kısa. Yalıkavağa girmeden, mandalina bahçelerinin arasından geçip, zeytin ağaçlarının çevrelediği kötü toprak bir yolda, taşların üstünde zıplıyarak 2 km gidince, ya da çıkınca, Partipanas kayasının eteklerindeki Sandima'ya ulaşıyorsunuz. Daha doğrusu ev kalıntılarına. Söylentiye göre tüm evleri Yani adında bir usta yapmış. Evlerin bu halini görseydi üzülürdü. Köyün girişinde sizi 3 azman köpek karşılıyor. Hırlamaları pek dostça değil. Veya Bodrum'un uysal köpeklerinden alıştığımız tonda değil. Bunun benim için anlamı şu; hava kararıyor, geri dönsek iyi olacak...

Ben bir yıkıntının kenarına oturup manzarayı seyretmeyi tercih ettim. Bizimkiler köpeklerle anlaşıp köyün içlerine ilerlediler. Evleri restore edip yeniden oturulacak hale getirmeye çalışanlar varmış. Sanatçı bir çift, evlerden birini "sanat kafe" haline getirmiş. Diğer evleri kimlerin kimden aldıklarını bilmiyorum. Vaktiyle epeyce ucuza kapatmışlar. Yani Usta'nın kemiklerini sızlatmazlar, umarım!

İSTANKÖY (KOS)

Bodrum'dan ve Turgut Reis'ten İstanköy, nam-ı diğer Kos adasına haftada 3 gün feribot seferi var. Bizim için tek şans, bu seyahati pazartesi günü yapmaktı. Çarşamba İstanbul'a dönecektik. sabah erkenden kalktık, kahvaltı edip mendirekteki feribot iskelesine yürüdük. Hava çok güzel, deniz sakin, keyfimiz yerindeydi. Bizim yeşil pasaportlar burada da işe yaradı, vizeye gerek kalmadı. Adambaşı 20 Avro'ya bilet alıp feribota bindik. Gişeden biletle birlikte Kos hakkında hazırlanmış gayet kullanışlı bir broşür aldık. Cep boyutunda 8 sayfa içinde ihtiyacınız olan herşeyi özetlemişler. Görülecek yerler, yürüyüş rotaları derken, daha son sayfaya gelmeden yol bitti. Kos adasındaydık.

Kos adasının ismi uzun yıllar değişmeden bugüne kadar gelmiş. Diğer bütün adalarda olduğu gibi burada da isimler ve efsaneler atbaşı gidiyor. Efsanelere ne kadar uyduruk desek de gavurların bu konuda daha yaratıcı oldukları kesin. Bizimkilerin Sandima'nın adı için uydurdukları öykü buna iyi bir örnek. Kısaca anlatayım, uzunu ve diğer olasılıklar içinizi bayabilir;
“Gemiyle seyahat eden bir gezgin yamaçtaki beyaz evleri ve yeşillikleri görünce çok beğenir; Gemiyi demirletip evlere yakından bakmak için dik yokuşu tırmanırken yorularak ‘uzaktan gördüm de, cennet sandım ha’ der. Böylece adı Sandıma kalır.”

Yukarıdaki ada haritasına bakıp neye benzeteceğinizi bilmem ama, vaktiyle Karia'lılar bunu bir koyuna benzetmişler. Bakmışlar ki adada bir sürü koyun var, öyleyse buranın adı "koion" olsun demişler. Laf aramızda, Nişanyan bey katılmamakla birlikte, bizdeki koyun kelimesi ile bir ilgisi olabilir! Ama koion'un nasıl Kos'a döndüğünü anlamadım. Bir Karya prensesi olan Koos'tan türemesi kolay da, Koion?? Bir de yengeç olayı var. Yengeçler adada kullanılan eski madeni paralarda sıklıkla kullanılan bir simge. Kos kelimesinin Karya dilindeki anlamlarından birisi de, ne tesadüf ki: yengeç! Yandaki paranın (MÖ 285-258) ön yüzündeki portre Herakles'in... St John şövalyeleri adaya bir süre "Kos Lango" demişler. Sonra da Nerantzia. Kalenin adı buradan kalmış. Rumlara ait bir kaynakta, bizimkilerin gelmesiyle adının "Stanko" olduğu yazıyor. Bu nereden çıktı derseniz; aslı "Stin Ko" yani Kos'ta, Kos adasında demekmiş. Giderek dağılıyoruz, toparlayalım; Adaya Osmanlılar İstanköy, İtalyanlar Coo, İngilizler Stanchio demişler. Meraklısı araştırsın!

Gelelim Kos'a. Evet, 40 dakika sonra geldik Kos'a.

Kos'a gelmekle Kos'a girmek farklı şeyler. Gümrükten çıkmamız neredeyse birbuçuk saat sürdü. İki laubali gümrük memuru akılları sıra bize eziyet etti. Bavulları, çantaları açtırıp altüst etmeleri de cabası. Birara aynı feribotla geri dönmeyi bile düşündük. Ya sabır deyip bekledik ve sonunda salimen gümrükten geçtik. Artık Kos'tayız. Niyetimiz abartmadan sadece Kos şehrini gezmek. Broşürde görülmeye değer yerleri birer numara ile işaretlemişler. Numaraların sırası aynı zamanda yürüyüş güzergahını gösteriyor. 1 numara Nerentzia Kalesiydi ve feribot iskelesinden çıkışta yanından geçmiştik. Dışarıdan görmek yeter deyip 3 numaraya geçtik. Hedefte 4, 14, 13, 7, 8, Averof Caddesi, 10 ve yeniden 13 numara var. Sırayı biraz karıştırsak da, korniş yürüyüşü de dahil, hepsi iki saatte bitti. Gidişte ve dönüşte Elefterias meydanındaki kafelerde oturduk. Bir yere yetişme kaygısı olmadan, "Cold expresso", garsonun deyişiyle kut espeso içip, saat 15:30'da feribota döndük.

Ada tam anlamıyla "Hipokrat'ın adası". Her köşede bunu hissediyorsunuz. Siz hissetmeseniz de onlar iki adımda bir burnunuza sokuyor. Kalenin hemen arkasında, altında Hipokrat'ın ders verdiği yaşlı bir çınar ağacı var. Adı "Hipokrat ağacı". Artık oldukça yaşlanmış, kovukları büyümüş, neredeyse yarı yarıya çürümüş. Dile kolay, neredeyse 2400 yaşında. Etrafını çevreleyip desteklemişler. Hala inatla yaprak açan, dallarına yaslanıp ayakta duran, ulu bir çınar ağacı! Gölgesinde oturup aynı havayı solumaktan mutlu oldum. Kos'lu Asklepiades'in yeminiyle mesleğini sevmiş bir hekim olarak burada olmaktan gurur duydum.

Hipokrat ağacı, Gazi Hasan Paşa camisinin bahçesinde. Tersi, yani cami, ağacın bulunduğu bahçede demek daha doğru, ama şu anda gözüken bu... Caminin duvarları alacalı. Bunun sebebi farklı taşlardan yapılmış olması. Taşların bir kısmı caminin hemen yanındaki antik agoradan alınmış. Kapı üstündeki sundurma, bahçedeki çeşmenin sütunları da eski Yunan veya Roma mabedlerinden buraya taşınmış. Aynı durum Bodrum kalesinde de vardı. Anlaşılan ister Osmanlı, ister Venedikli olsun, hepsi kolayına kaçmış, işcilikten ve nakliyeden kar etmişler...

İstanköy'ü sevdik. Bir dahaki Bodrum seyahatimizde tekrar uğrarız diye düşünüyorum. Yazın daha hareketli, daha güzel olabilir. Ayrıca bir şanssızlığımız oldu. Onu da telafi edebiliriz. Bizim için pazartesi gelmekten başka çare yoktu. Fakat adaların hiç birisine, zorunlu değilse, pazartesi günü gidilmez. Muhtemelen burada olduğu gibi diğerlerinde de çoğu yer kapalı olur. O pazartesi günü arkeoloji müzesi, "Casa Romana" denen Roma evi dahil tüm antik alanlar "resmen" kapalıydı. Eski çarşıda çoğu dükkan açılmamıştı. Özellikle Roma evi kalıntılarını görmek isterdim, ama mümkün olmadı. Tekrar gidersem, pazartesi dışında bir gün giderim. Gümrüğü çabuk geçmek için daha feribottayken pozisyon alır, limana girmeden önce çıkış hazırlığı yaparım. Bu bana en az bir saat kazandırır. Bunları aslında sizin için, bu yazıyı okuyup Kos'a gitmeye heveslenecekler için yazıyorum. Ben, tekrar yolum düşerse, başka bir adaya, örneğin Kalimnos'a gitmeyi tercih ederim. maksat değişiklik olsun!

26 Eylül 2011 Pazartesi

MÜREFTE

Eylül 2011


Eylül ayının son haftası, tam bağbozumu zamanı Mürefte yolundayız. Ben, Jale, Mustafa, Serap ve Mehmet. Jale benim karım, Mustafa Jale'nin kardeşi, Serap Mustafa'nın karısı, Mehmet ikisinin oğlu, ben Mehmet'in Handedesi! Fikir Serap'tan çıktı. Fikir şu; Tekirdağ'da köfte yiyelim. Mürefte'ye gidelim, bağ gezelim, bağbozumu görelim, bir gece kalalım, balık yiyelim, Şarköy'e geçelim, şarap alıp gelelim! Fikir, iyi fikir.


Benim arabayla yola çıktık. keyfimiz yerinde. Tıngır mıngır Tekirdağ'dayız. Çevre yolunu daha önce görmemiştim. Bağlantılar bir tuhaf olmuş. Eskiden şehre giriş daha hoştu. Şimdi kenar mahallelerden, karışık bir trafik içinde ilerleyip sahile ancak çıkabildik. Şefin tavsiyesi; Özcanlar Köfte (şef, Serap oluyor)! köfteleri yedik, çayımızı içtik, listenin başındaki köfte maddesine bir çizik attık. İstikamet Kumbağ üzerinden Yeniköy. Niyetim, buralara gelmişken sahil yolunu görmek, kıyıdan kıyıdan gidip deniz havası almak. Ne bileyim daha çok dağ havası alacağımı?

Kumbağ bir vakitlerin en ünlü sayfiye kasabası. Erdek sonrası İstanbul'luların ikinci gözdesi. Transit geçişler bir yer hakkında genellikle fikir vermez. Fakat buraları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü yollar halen kasabaların orta yerinden geçmekte. Biraz da sağa sola dalınca ortalama bir fikir veriyor. Kumbağ için diyeceğim o ki; güzel bir kasaba. Nesi güzel derseniz bilemem. Bugün gözüme her şey güzel geliyor.


Kumbağ çıkışında kendimizi çıkmayan bir yolda bulduk. Bir kulübe, kulübede bir nöbetçi bekçi, duruşu deli dumrul duruşu! Kulübenin ön camında TL listesi . Giriş filan lira, oto falan lira... Allah allah! Allahın yolunda (nereden allahın oluyorsa?) Dümdüz geliyorduk, buradan başka yol yoksa bu para olayı nedir? Dumrul bey olayı açıkladı: burası Çamlık piknik alanı girişiymiş, asıl yol gerilerde bir yerdeymiş, ana yola çıkıyormuş, ama buradan da gidilirmiş, orası daha uzunmuş, burası daha kısaymış, yol biraz bozukmuş, bozukmuş ama az bozukmuş. Belki arabanın altı vururmuş, belki de vurmazmış! Kaç kilometresi bozukmuş? 8 kilometre.

Ben bu memlekette hiçbir yol tarifinde bu kadar kesin bir ölçü kullanıldığını görmedim, işitmedim. On metre denen şey genellikle on kere on metre gibidir. 8 km acaba nasıl bir şeydir? Adamın bu kesin tavrı beni resmen tahrik etti. Bu yoldan gidip mesafeyi ölçeceğim.

Dağ yolu

Başlarda tatlı bir toprak yolla başlayan yolculuk, kaba taş ve kayaların üzerinde zıplamaya başlayınca beni biraz endişelendirdi. Arabanın konsolunda "transformer" düğmesini aradım. Hani basayım da araba cipe dönüşsün diye. Herşeyi yapan Japonlar bir düğme koymayı unutmuşlar. Dönüşte hesap soracağım!

Neyse ki bekleyenimiz de yok acelemiz de! Yavaş yavaş gideriz dedim, yavaş yavaş gittik (dediğimi yaparım!). Hem gittik, hem yükseldik. Işıklar Dağı'na çıkıyoruz. Neden Işıklar? Belli değil. Daha önce adı Ganos'muş. Ganos, Işıklar mı demek? Adı Ganos olduğunda, "kutsal dağ" imiş aynı zamanda. Bu olabilir. Kutsaldan bol ne var? Dağda altı tane manastır varmış. Beşini inek yemiş, biri kalmış. Kalan da sadece kalıntı! Bulunduğumuz yer kaç metre diye iddialaştık. 400 metre çıktı! Müthiş güzel bir yerdeyiz. Aşağıda, iyice aşağıda pırıl pırıl bir deniz, uzakta adalar, Marmara, Avşa, Ekinlik... Ayaklarımızın altı yemyeşil, envai çeşit kır çiçekleri, etrafta çam ağaçları... İn yok, cin yok. Bir iki avcı ve bir iki av köpeği var. Bilseydik hazırlıklı gelir, of of çeker, demlenirdik! Artık bir dahaki sefere...

Altıncı kilometreden sonra taşlar azaldı, toprak yol bize asfalt gibi geldi. Tam sekizinci kilometrede asfalt gibi toprak yol bitti, toprak yol gibi asfalt yol başladı. İdare eder dedik, Yeniköy'e geldik. Ve çıktık.

Köyün denize kıyısı yok. Tam bir dağ köyü. Yamacından yol geçiyor. Yolun uçurum tarafında, girişte güzel bir bank var. Bankta; otur da manzara gör! der gibi bir hava, kendini beğenmişlik var! Duramadık. Dursaydık filan derken çıkışta bir bank daha gördük, orada da durmadık. Yol kenarında salaş bir kulübede yamaç paraşütü, kulüp filan gibi birşeyler yazıyordu. Manzara solda olduğu için bunu da pek seçemedik. Zaten hedefimiz Mürefte!

Yeniköy'ün tepesi Cin tepesi. Mutlaka bir cinlik olmuştur! Biz buraya da çıkmadık ama bir hikayesi var, onu yazayım dedim. Aslında bu hikayedeki "kız kayası"nı da görmedik. Hikayeyi aldığım kaynakta olayı "dinini iyi yaşayan kimselerin" anlattığı yazıyor. Benim aktarmamın sebebi sır fesatlık olsun diye! Kısaca şöyle: Bu köydeki bir kadının ufak bebeği varmış. Taş fırında (taş fırın önemli) ekmek yaparken bebek ağlamış. Kadıncağız dört dönüyor ya, iş güç derken, elinin hamuruyla bebeğin altını değiştirmeye kalkmış. Tanrı; elinde nimetle bunu nasıl yaparsın diyerek kadına bir çarpmış, tam çarpmış. Kadın oracıkta taş olmuş. Köyün Şarköy tarafındaki taş bu taşmış. Bari "kadın kayası" veya "bayan kayası" deselerdi!


Yeniköy'ü geçmemiz 20 saniye kadar sürdü. Manzaraya dalmış, aheste aheste çekerken kürekleri, pardon arabayı, gökyüzünde süzülen bir paraşütçü gördük. Sağımız yamaç olduğuna göre, bu da yamaç paraşütü olsa gerekti... Biraz ileride (bir müsait yerde) durduk. Paraşütçüler tatlı tatlı süzülüyor, dakikalarca havada asılı kaldıktan sonra alçalıp ağaçların arkasında kayboluyordu. Ağaçların arkasında Ayvasıl kumsalı uzanıyor. Dikkatle bakınca kumsalda bir sürü paraşütçünün olduğunu gördüm. Muhtemelen tepelerde de bir o kadar paraşütçü daha var. Meraklısına not: Tepenin adı Nişantepe, rakım 625 metre. Biz durduğumuz yerde havalara bakarken, Mehmet otların arasında bir peygamber böceği keşfetti. Çocuk farklı! Herkes havaya bakarken o yere bakıyor! Saman rengindeki otun üzerinde saman renginde böceği nasıl gördü anlamadım.

Buradan kalkıp biraz ileride, yolun sağındaki çeşme başında tekrar durduk. Çeşmelerin suyu dağdan iniyordu. Uzun sazlar da Jale'yi cezbetti. Bu gibi acil durumlar için sakladığım makas burada da işe yaradı. Sazların püsküllülerini arabamın bagajından nasıl temizleyeceğimi düşünmenin bir faydası yoktu. Sabırla saz yolma işleminin bitmesini bekleyip yola devam ettik.

Yeniköy'den bu kadar bahsedince Uçmakdere'ye ayıp olacak. Burası müthiş güzel bir köy. Yolda kıvrıla kıvrıla giderken sizi önce asırlık bir çınar ağacı karşılıyor. Buradan, ağacın hemen arkasına bakınca, iki tepenin arasındaki vadide Uçmakdere'yi görüyorsunuz. Uçmakdere, uçmadan önce adı Avdimio veya Avdin imiş. Yani "hoş yer". Bu eski isimlere bayılıyorum. Rumca, Kürtçe veya Türkçe olması önemli değil. İsimler, kastettiğim ilk isimler, o yere verilmiş bir ödül gibi. Neden verildiği de belli, o ödülün nasıl kazanıldığı da. İsimler o yerin yüzyıllık tarihini anlatıyor! isimler kolay kazanılmıyor. Eskiden Türk boylarında çocuklar doğru dürüst bir iş becermeden, ister savaş olsun, ister av işi, isim alamazlarmış. Hak edene kadar hepsi Karaoğlan! Şimdi bakıyorum; köylerin çoğu Yeniköy! Hayal gücümüz bu kadar mı?

Köyde hiçbir Osmanlı kalıntısı bulunmuyor. Rumlardan da fazla bir şey kaldığı söylenemez. Vaktiyle evlerin altında tonlarca şarap alabilen mahzenler varmış. Çavuş üzümleri de Amerika'ya buradan gönderilirmiş. Köyde 3 eczane, 2 kilise, 3 ayazma, 2 maşatlık, 2 köprü ve 2500 insan varmış. Şifalı otları ve kaynak sularıyla bilinirmiş. İpek böcekçiliği ve şarapçılığı çok meşhurmuş. Rumlardan sonra yöreye taşınan Selanikliler de bu alışkanlıkları devam ettirmiş. Bu arada çaktırmadan, rumlardan kalan kiliseleri filan ortadan kaldırmışlar. Anlaşılacağı gibi bunların hepsi mişli-muşlu geçmiş zaman. Çok da geçmiş değil aslında. Yok olan sadece kiliseler, ayazma değil. 20 yıl kadar önce süne mücadelesinde kullanılan kimyasal ilaçlar süneyle birlikte ipekçiliği de yok etmiş. Olsun, süne bitmiş ya! Sonrası malum. Dut ağaçları sökülmüş, devlet zararı ödemiş!! Afferin ona...

Biz ağacın berisinde arabadan indik. Evler ağaçların arasında zor seçiliyor. Bahçeler çiçek bahçesi, duvarlarda tütün dizgeleri... Ben çevrede dolaşıp fotoğraf çekerken, Serap ağacı taciz etmekle meşguldü. Bu köye de girmedik, önünden geçip yola devam ettik. Bir dahaki sefere yapılacaklar listesine kaydettik; Köye girilecek, sokak aralarında gezilecek, ev şarabı içilecek, tarihi bakkal görülecek, ahşap oymalara bakılıp vah vah denecek, papazın evine gidilecek, papazın kızı sorulacak. Gece köyün biraz ilerisindeki Çınar kampingde kalınacak. Kayık kiralanıp kürek çekilecek, salaş lokantada balık yenecek, erik ve çınar ağaçları altında uyunacak...

Evet yola devam ediyoruz.
Bu hikaye Mürefte değil, yol hikayesi haline geldi.

Sahilden Mürefte

Uçmakdere ve Çınar kamptan sonra düze indik, sahil yoluna çıktık...

Yol bundan sonra, Şarköy'e kadar yatay seyirli. Şansımıza hava mis, deniz çarşaf gibi. Madem yaprak kımıldamıyor, biz de rahatsız etmeyelim diye tüm yolu kaplumbağa hızıyla geçtik. Ganos'a, yeni adıyla Gaziköy'e (diğerlerine yaptığımız gibi) şöyle bir girdik, çıktık. Balıkçı limanı kendi halinde, sahilde bir-iki salaş kır gazinosu, çay içen bir kaç insan, evlerin önünde oturmuş kadınlar, köy kahvesi, hepsi bu. Bir de kuzey anadolu fayı denize buralardan dalıyormuş! Demek ki buraya gelirken döne döne indiğimiz, inerken de su içtiğimiz yamaçlarda gördüğümüz, neredeyse "M" harfine benzeyen tabakalanmalar, kırık hatları bundanmış! Hadi hayırlısı...


Sırada Hoşköy var, veya Hora, Ganos'la birlikte Ganohora artık ne derseniz. Bence Hora adı daha çok yakışıyor. Gaziköy ile ikisinin arası ancak 5 km kadar. Yol köyün ortasından geçiyor. Feneri ünlüymüş. Memnun olduk. Tamamen metalden, kaynak kullanılmadan 1861 yılında Fransızlar tarafından yapılmış. Filmlerde artistliği bile varmış. Vaktiyle kırmızı kiremitleri de ünlüymüş. Marsilya kiremitleri buradan gidermiş! Bu hikayeyi ve kiremitlerden birisini Mürefte'de Aker şarapevindeki müzeyi gezerken de gördük. Klasik çınaraltı kahvesi olayı burada da var. Esnafa katkı olsun diye kekik balı aldık. Kekikten nasıl bal alıyor bu arılar diye sorunca gene klasik sayılacak bir cevap aldık. Kovanlar tepelerde, eh tepelerde kekik de var, işte arı, kekik, bal filan... Kısacası kekik ismi lafın gelişi. İyi bal şekerlenir diye de sıkı sıkı tenbih ettiler. Bizim ki iyi balmış!

Az gittik, uz gittik, nihayet Mürefte'ye vasıl olduk. Mürefte kelimesi "binbir çiçek" anlamına geliyor. Bu demek oluyor ki Mürefte kızımız ilk baharda doğmuş! Kırsalı o kadar güzel ki, yakışır. Hani ne derler; ismiyle yaşasın. Mürefte, halkı değişip ismi değişmeyen ender yerlerden birisi. Bu demek ki ismi kimseye batmamış. Şarköy'e bağlı bir belediye. İşte bu birilerine batmış! Kaynakta adları yazıyor ama buraya almadım; Eskiden, Cumhuriyetin ilk yıllarında Mürefte mi yoksa Şarköy mü ilçe merkezi olsun diye mecliste bir oylama yapılmış. Oylama sonucu Mürefte kazanmış. Bu karar üzerine eşraftan birileri bir demet lahana ve pırasa hazırlayıp Şarköy'e göndermişler. Bir de not: Mürefte aldı kazayı, Şarköy aldı pırasayı..." Bu olay üzerine bir Şarköy'lü olayı Ankara'ya uçurmuş. TBMM yeniden toplanmış ve bu sefer de Şarköy ilçe merkezi olmuş. Bu bana Mürefte'lilerin kıskançlıkla uydurduğu bir hikaye gibi geldi. Şarköy merkez olmayı daha çok hak ediyor. Bu herhalde eskiden de böyleydi. Mürefte'den sonra, dönüş yolunda Şarköy'e de uğradık. İyi gelişmiş, daha canlı, düzgün, yaşanabilir bir yer. Sahil şeridi oldukça keyifli. İlçe merkezi olmak yaramış demek ki. Bence daha önemlisi Şarköy'ün turistik potansiyeli. Burası Türkiye'nin en uzun kumsalına sahip. Yıllarca İstanbul'lular için cazip bir sayfiye yeri olmuş. Bundan da akıllıca yararlanılmış. Üzüm, bağcılık, şarap, turizm derken kasaba zenginleşmiş, Mürefte'yi ikinci planda bırakmış. Kasabayı önce arabayla boydan boya katettik. Sonra inip kısa bir yürüyüş ve yemek molası. Buraların peynir helvası meşhurmuş. Daha doğrusu Çanakkale, Biga derken tüm Gelibolu bu tatlıya sahip çıkmış. Şimdilerde Gelibolu-Tekirdağ çekişmesi var. Helva Çanakkale'ye kaydıkça tereyağ sürülüp kızarmaya başlıyor. Balıkesir'e yaklaşırken biraz değişiyor, Havran'da Hoşmerim oluyor. Bu güzergahı tersten de okuyabilirsiniz. Kaynağı orta Asya, genel anlamda Anadolu yörüklerinin tatlısı. Neyse bu kadar gurmelik yeter. Bilen zaten biliyor, bana sorarsanız, sormayın, bu kadar yazdığıma da bakmayın. Bildiğimden değil, sadece ukalalık ediyorum.


Mürefte'nin girişi ümit verici. Güzel bir yere geldiniz der gibi. Sokaklar gayet muntazam, ev yerleşimleri kare şeklinde adalar halinde düzenlenmiş... Çınar ağaçları, ağaçların altında üzüm tezgahları, pancar motoruyla çalışan traktörler, sağlı sollu kahveler, lokantalar, paçacılar... Kasaba, sahilden arkalara doğru hafif bir eğimle yükseliyor. Bu kısımda eski rum evleri, tarihi bir hamam var. Kısacası göze hoş gelen ne varsa rumlardan kalma. Bu evlerden birisinin üzerinde hicri 1299 tarihi kazınmış. Kaynak hicri yazıyor ama bu muhtemelen Rumi 1299'dur. Rakam rumi ise, miladi 1883 demek. Evin birinci katında, denize bakan bir odanın tavanında gayet güzel bir mitolojik resim varmış. Diğer bir sürü şey ve kapıdaki rakamlar gibi bunu da gözümle görmedim. Belediyenin internet sayfalarında yazıyor. Bu evi ve hamamı "daha sonra görülecekler" listeme ekledim. Peki ne gördün diye soracak olursanız; daha çok sahili, kasabayı ortadan bölen ana yolla sahil arasında kalan kısmı, kaldığımız oteli, Kutman ve Aker şarap evlerini, mendireği, balıkçı teknelerini, deniz analarını, denizi ve göğü derim. Patlamış mısır, pamuk helva, fener ışığında bira-balık olayı, bir de davullu zurnalı düğün alayı, bolca balon, havai fişek filan...

Mürefte'nin içinde kalınabilecek doğru dürüst bir tane otel var, onun da sağı solu kazılmış, kamyon irisi araçlar, bir de koca greyder ortalıkta fink atmakta. Toz duman, gürültü gırla. Alt yapı çalışması varmış. Bugün cumartesi, bırakır giderler dedik, çok çalışkan çıktılar. Pazar günü bile kazıya devam...

Otel kasabanın tek oteli olunca kolay bulduk, Yalı Caddesinde Yapıncak otel. İsminin güzelliğine kandık, kınalı yapıncak sandık! İlk bakışta terkedilmiş gibiydi. sağı solu dolaştık, Jale üst katlara çıktı, kimse yok. Neden sonra öndeki kafe-lokanta arası yerden birisi sallana sallana geldi, burdayız ya dedi... Doğru söze ne denir? Sıcak su sorduk, kombi dedi. Biz bunu sıcak su var şeklinde algıladık (cahillik!). Meğerse sadece kombi varmış! Otelin odaları geniş, yatakları fena değil, ışık berbat. Kitap, gazete hiçbir şey okunacak gibi değil. Okuyup ne olacak, dediler herhalde, yatınca kitap mı okunur?


Akşam otelin ön tarafında, sahil yoluna masa atmış bir lokantada balık yiyip rakılarımızı içtik. Lokanta pek kalabalık değildi. Bizden başka bir biracı, bir de TVci masası vardı. Önümüzden geçenlerin karakteri akşama doğru yavaş yavaş değişti. Seleleri sebze filanla dolu üç tekerlekli bisiklete binmiş kadınlar, volta atan oğlanlar, çekirdek çıtlatan çocukların yerini şık şıkırdım hanımlar almaya başladı.Yan taraftaki gazinoda bir düğün vardı. Anlayacağınız hava kararırken bizim masa da şarkılı türkülü bir rakı sofrası, biraz da ucundan düğün masası oldu. Önce kadınların göbek faslı, ardından gelin alayı, derken davul zurnalı kapanış. Bu kısımda da sadece erkekler ayaktaydı. Havai fişek faslı da "Karşı tepelerden görsünler, ne kadar zengin desinler" hovardalığındaydı. Dediklerine göre tepelerin arkasındaki Güzelköy'den Mürefte'ye kız almışız. Almışız ama, arada bir sorun var ki giderayak kavga çıktı. Tekme, hakaret, kavga gürültü derken gelinle damat kaçtı gitti. Geride kalan bir kaç dumanlı kafa, cila çekmek için yeniden içki sofrasına oturdu. İtiş-kakış kısmı oteldeki balkonumuzun tam altında, biz de balkonda "Mobese" pozisyonundaydık. Yani birisi coşup havaya kurşun sıksa tam isabet!

Paçacı - şarapçı

Mürefte'nin paçacıları meşhurmuş. Olmasa şaşardım. Her taraf paçacı dolu. Biz (muhtemelen) en kötüsüne denk düştük. Ara sokaktaki Kervan Lokantası ve pek nazik sahibi aklımızı çeldi. Herkes şöyle yapar, ben şöyle yaparım diyerek doğru yerde olduğumuza ikna etti. Kaldırım sofrası da cazip geldi, oturduk. Ezo gelini de, paça çorbası da berbattı. sade suya tirit derler ya, aynen öyle. Çok iyi filan dedik, kalktık. İstikamet Şarapevi...


Mürefte'de 30 civarında şarap tesisi varmış. Bunların arasında Doluca, Sevilen, Kayra, Gülor ve Kutman da var. Doluca, ismini Şarköy'ün arkasındaki Doluca tepesinden almış. Büyükler grubuna giren Kutman şarap evi de Mürefte'nin Şarköy çıkışında. 1888 yılında yapılmış bina şimdilerde Türkiye'nin tek şarap müzesi. İçeride hem geziyor hem de beğendiğiniz şaraplardan alabiliyorsunuz. Biz gittiğimizde vakit erkendi. Kalabalık bir grup bekliyorlarmış. Onun için baştan biraz lakayıttılar. Tadım bile yapamadık. Önce müze haline gelen kısmı gezdirdiler. Tahta presler, 100 yıllık meşe fıçılar, elle çevrilen salkım ayırma makinası, antika kantarlar... Üzümlerin suyunun ayakla ezilerek çıkarıldığı çıfıt denen kaplar... Bu sene üzüm nispeten az, fakat daha kaliteliymiş. Bölgenin üzümleri semilyon, yapıncak gibi beyazlar ve Gamay, Şensu, Papazkarası gibi kırmızılar... Son yıllarda kabarnet, merlot gibi çeşitlerde portföylerine katılmış. 


İkinci durağımız kasabanın içindeki Aker şarap evi oldu. Burası 1967 yılında kurulmuş. 1900'lerden beri şarapçılıkla uğraşan bir aile. daha önce elde ettikleri şarabı Kavaklıdere'ye vs satıyorlarmış. Sonradan çıkan bir yönetmelikle kendi markalarını oluşturmak ve pazarlamak zorunda kalmışlar. Kurucusunun oğlu Mesut Aker bize evini gezdirdi. Ev Mürefte'nin orta yerinde, Cumhuriyet sokağında. Dışarıdan bakınca diğer evlerden farksız, gayet mütevazi bir ev. Üst katında kendileri oturuyorlar. Kapının önünde üzüm küspesi ayırmaya yarayan araç duruyor. Bunları eskiden hayvan yemi olarak kullanırlarmış. İçindeki üzüm çekirdeklerinin kıymeti anlaşılınca atıkları eczacılar satın almaya başlamış. 


Evin içerisi şıra kokulu, sağı solu biraz dağınık ve bakımsız. Odalardan birinde duvarda iki lumboz, iki çeşme ve bir merdiven gördük. Bu duvarın arkası tonlarca şırayla doluymuş. Çeşmeleri açınca öndeki oluğa kıpkırmızı şıra akıyor. Bu, şaraptan önceki aşamaymış. Burada bir sürprizle karşılaştım. Deponun içinin kontrol edildiği lumbozlar tarihi Ankara vapurunun orijinal lumbozlarıymış. Ankara vapurunun adı "Solace", kendisi bir hastane gemisiyken röntgen odasının izolasyonunda kullanılan kurşun levhaların şimdi Haliç'te bir caminin çatısında olduğunu Sunay Akın'dan öğrenmiştim. Lumbozlarından biri de buradaymış! 


Evin alt katı adeta bir müze gibiydi. 2005 yılında düzenleyip halka açmışlar. Giriş ve görüş serbest. Dar bir alanda çok enteresan şeyler sergilenmiş. Şey dememin sebebi belli bir kategoriye sokmanın zor olmasından. Örneğin vaktiyle Mürefte'den Fransa'ya gönderilen "Marsilya" kiremitlerinden birisini burada gördüm. 300 yıllık kiremitin üzerinde Rumca yazılar vardı. K. Atatürk imzalı bir telgraf da özenle saklanmış. Tarih 4 Kasım 1937! Mektup yazıp Cumhuriyeti kutladıkları için Aker'lere teşekkür etmiş. Bunun dışında eski orijinal şarap şişeleri, 1863 yapımı Winchester tüfek, üzüm tartma aletleri, Çanakkale Savaşı'ndan kalma asker çarıkları, bir kaç eski tüfek daha, 700 yıllık bir anfor, elle mantar takma makinesi, Mürefte'nin ilk radyosu, Tekel'in çıkardığı ilk rakı şişesi gibi şarapla ilgili ilgisiz bir sürü şey...

Yolculuğumuz keyifle başladı, keyifle bitti. Gezerken yaşadığımız her anın tadını çıkardık. Acelesiz, telaşsız ve de turist rehberlerinin "must" ları olmayan  iki gün geçirdik. Bağ bozumu için gidip, bağ bozumu görmeden döndük. Dönüşte okuduklarıma bakıp bunları da kaçırmışız diye üzülmedim. Tekrar gitmemize vesile olacağı için sevindim. İstanbul'a Şarköy üzerinden anayola çıkarak döndük. Geçtiğimiz yola paralel, kullanılmayan yan yollarda asfaltın üzerine yayılmış kilometrelerce üzüm küspesi gördük. Bu sene ürün azmış, bir de çok olsaydı?

 

1 Eylül 2011 Perşembe

ARDIMDAKİ KARA BULUT

Ardımdan gelen kara bir bulut mu var ne?

1973 haziran'ında Fakülteyi bitirdim. "New York, Syracuse" Üniversitesinden kabul yazım vardı. Askerliğimi yapar, Amerika'ya gider, bir daha dönmem dedim. Arkadaşlarım tatile, ben askere gittim. Benden sonraki devre pek ballıydı, dört ay askerlik yaptı. Bu dört ay da izinden sayıldı. Eve döndüğümde ondokuz ay geçmişti...

Kur'ada Siirt'i çektim, komando oldum. Hem taburun, hem alayın komutanıyla takıştım. Adım "komünist" doktora çıktı. 3 kere disiplin soruşturması geçirdim.  Dördüncüsünde komutan beni direkt Diyarbakır askeri mahkemesine verdi. Bu sırada, her zaman olduğu gibi, askerlik bize de kısalacak dedikodusu çıktı. Erat mezuraları fırlatıp attı. Terhise gün sayarken savaş çıktı. Vasiyet yazıp rütbeleri söktük, Kıbrıs'a uçtuk. Hiç olmazsa mahkemelerden kurtuldum derken, Fazıl Paşa'ya silahsız yakalandım. Ben doktorum, silah kullanmam dedim, 3 gün hapis cezası aldım. Bu cezayla gurur duydum. 

Savaş şeklen bitmişti. Kıbrıs'a yeni erler geldi. Hiçbirinin kan grubu belli değildi. Ayrıca elimde doğru dürüst ilaç, sargı bezi, pansuman malzemesi filan kalmamıştı. Lefkoşe'ye gidip, genel hastaneden malzeme aldım. Tabii ki yazdığım kadar kolay olmadı bu. Lefkoşe'nin çevresindeki surlarda giriş kapıları BM askerlerinin kontrolündeydi. Sadece tek kapı mücahitlerin elindeydi. Bir gece yarısı elime bir harita alıp, ambulansı araziye sürdüm. Ay ışığında seyrederek "hissi kablel vuku" ile bu kapıyı buldum. Sonrası kolay oldu. İki-üç günde bir gizli yollardan Lefkoşe'ye girip çıktım. Hemşirelerle pastane sefası yaptım. Dedikodu çabuk yayıldı. Komutan kıskandı. Ben de giderim dedi. Yol karışık, gitmeyin dedim. Komando ya, gitti, kapıyı şaşırdı, Rumlara esir düştü. Ben gazi oldum, o niyazi. Yerine geçen komutan ismimi madalya listesine koydu. Fazıl paşa "doktora madalya mı olur?" dedi.

1981'de Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi uzmanı oldum. 1985'te bu uzmanlık dalı tarihe karıştı.

1982'de Amerika'ya gittim. Bir yıl Wisconsin Üniversitesi'nin araştırma laboratuvarında çalıştım, Türkiye'ye döndüm. Yanına gittiğim hoca benden sonra üniversiteden ayrıldı. Laboratuvarın mali fonları kesildi. Ücretli çalışan son "fellow" ben oldum. Meydan beleşçi Çinlilere kaldı. 
1987'de Londra'ya gittim. Brompton hastanesinde tanınmış kalp cerrahlarından Prof. Lincoln ile çalıştım. Benim hoca, iki ay sonra prestijini ve hastaneyi Magdi Yacoub'a kaptırdı. Guardian'a haber sızdırıp "ameliyatlarımı engelliyor" dedi. Teselliyi Tayvanlı bir kızda buldu.

1992'de Bayındır tıp merkezine geçtim. 1994'te diğer patronların yanında 8-9 doktor, Bayındır Bankasına kurucu üye yazıldık. Başlangıçta, hastanede her şey güllük gülistanlıktı. Sonra genel müdürle aramızdaki gerilim yavaş yavaş arttı, kıvılcımlar çıkmaya başladı. Holding ortağı genel müdür holdingle bozuştu, ayrıldı gitti! 1997 sonunda, maaş diye verdikleri parayı, yanında bir  "arif olan anlar" mektubuyla iade edip (!) ayrıldım. Hastane yönetimi İş Bankasına geçti. Bayındır'ın patronu Çörtük'ün mallarına el kondu. İflas etti mi bilmiyorum ama bir daha iflah olmadı. Banka deseniz ekonomik krize takıldı. 2001'de BDDK tarafından fona devredildi.

2002 sonbaharında İstanbul Üniversitesi'ndeydim. Bir yıl sonra Rektör Alemdaroğlu beni enstitü müdürü yaptı. Kardiyoloji Enstitüsü kapandı-kapanacak derken tam toparlanıyorduk ki Cumhurbaşkanı rektörü görevden aldı. Arkasından ergenekon olayı çıktı. Tutuklandı, serbest kaldı. Şimdi, haftada bir karakola gidip "buradayım" diye imza veriyor. Kemal beyin aleyhinde davalar açan profesör, o gittikten sonra benimle ve Kaya'yla uğraştı. Kaya, enstitüye birlikte girdiğim arkadaşım olur. Biz emekli olduk, ayrıldık. O Silivri'de tutuklu, yatıyor. Yanlış bir karar, ama pek üzüldüm diyemem.

Arkadaşım Hatipoğlu, bu safahattan yakinen haberdar olduğundan, elimden sadece Sivas rektörünün kurtulduğuna dair bir kelam etti. Tabii ki sonrasını bilemezdi.

2007'de Başkent Üniversitesi'ne geçtim. Prof. Haberal beni İstanbul hastanesinin başına müdür yaptı. Bir de başhekim filan. Doğal olarak olaylar ve hastaneyi ele geçireceğime dair söylentiler çıktı. Amcası, oğlu, kankası derken uğraşmaktan bıkıp müdürlükten ayrıldım. Böylece Hastane benden kurtuldu. Fakat Haberal kaderden kurtulamadı. 2009'da ergenekon kapsamında tutuklandı. Emniyet müdürlüğünün önüne gidip "olaya" karşı gösteri yaptık. Milletin önüne düşüp televizyonculara "olayın" yanlışlığını anlattım. Anjiyo olurken de başındaydım. Yoğun bakımda yatarken bir oda yanında hemşirelere telkinde bulunuyordum. Sonra kendi kendini pasivize etti, kendi derdine düştü. Derken bir gün aklına "İlhan" düştü. Kovun keratayı dedi. O sabah elime bir sözleşme vermişlerdi. İmzaladım. Anlamı; bir yıl daha işim vardı. Öğle oldu, bir kağıt daha geldi. Anlamı; işim yoktu. Eve gidebilirdim. Gittim. Ben eve giderken o yeşil bir "tevkif" arabasının arkasında Silivri'ye gidiyordu.

Bitmedi. 

Önüme bir dünya haritası koydum. Gezecektim.

İlk olarak Kenya'ya gittik. Arkasından bir kere daha. Sonra (karışık olabilir), Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır'ı gezdik. 2008'de Tunus'u görmüş, çok güzel bir vapur yolculuğu yapmıştık. 2010 sonunda Fas'a gittik. Yılın ilk günü Türkiye'ye döndük. Libya'dan haber geldi. Bir arkadaşım yıllardır oradaydı. Ayrılacağım, artık bu baharda mutlaka gelin dedi. Yemen düşünüyorum dedim. Israr etti. Nerede kalırız derken dananın kuyruğu koptu. Haberler yağmur gibi yağmaya başladı. Önce Tunus karıştı. Yasemin Devrimi filan derken, ekranlar Tahrir meydanı haberleriyle doldu. Yemen'de isyan çıktı. Fas'ta kıpırtılar oldu. Suriye'nin ateşi yükseldi. Kenya'ya bir şey olsaydı üzülürdüm. Olmayacağını garanti edemiyorum ya neyse. Arkadaşım Libya'dan zor kaçtı. Norveç fiyortlarına gidecektik, günlerce fiyort inceledik, adamın biri çıktı, bombalar patlattı, milleti kurşuna dizdi. Kayınbirader Volga'da vapur sefası yapalım diyordu, iki hafta sonra bir gemi battı, bilmem kaç kişi boğuldu, öldü gitti. Bari Yunan adalarını gezelim dedik, Yunanistan battı. Tarihinin en büyük ekonomik krizine girdi.

Zanzibar'ı yazmamıştım. İlkbaharda oradaydım. Burada kötü ne olabilir diyordum. Sonbaharda bir haber; Dar es-Salaam'dan kalkan bir feribot Zanzibar açıklarında battı. İkiyüz küsur ölü...

Evimizde oturup hiçbir yere gitmesek, bu da çözüm değil. Bu sefer memleket karışıyor. 
Durup durup tam bu sene (fenerbahçeliyiz ya) bir taraftar kartı çıkarttım. Hayatımda ilk defa kombine bilet aldım. Jale'yi, olmazsa kızları götürürüm diye, bastım parayı bir kombine daha aldım. Stada gider bağırır çağırırız dedim. Şampiyon olacağız umuduyla biraz da hisse senedi koydum kenara. Aradan bir ay geçti geçmedi hisseler battı. Başkan tutuklandı. Fener şampiyonlar liginden dışlandı. Birinci ligde kalacağı bile şüpheli. Uçurumun kenarında, ha düştü ha düşecek. Ben şimdi ne yapayım? Nerelere gideyim? En iyisi gidip bir tane de Galatasaray kartı çıkartayım. Bir de ucuzundan kombine aldım mı tamam. Galatasaray da iflah olmaz artık! Ya da tekrar Kıbrıs'a gideyim. Ama bu sefer direkt olarak rum tarafına...

16 Ağustos 2011 Salı

YUNAN ADALARI


Temmuz - Ağustos 2011

Yunan adaları arasında yapılacak bir tekne turunun, tekne ister bir gulet olsun, isterse 5 yıldızlı "cruise" gemisi, gezilerin en romantiği olduğuna garanti verebilirim. Siz zaten bir romantikseniz sorun yok. Yaptığınız her yolculuğu "romantik" diye yorumlayabilirsiniz. Fakat ortalama bir bakış açısına sahipseniz garanti kapsamındasınız demektir. Garanti dışı olanları saymıyorum.

"Yunan adalarına gidelim" deyince, hemen herkes "sende mi?" diyerek, yüzüme acayip acayip baktı. Gerçekten acayip bir şey mi söylemiştim? Adalara gidecek, Rum müziği dinleyecek, karşı kıyı insanlarıyla kardeşlik sohbetleri yapacaktım, BEN! Belki sirtaki oynar, tabak da kırardım, BEN! Bir zamanlar Rumca işitmeye tahammülü olmayan BEN, Rumca "efharisto" diyecektim. Eh, ne yapayım, twalumba demiştim, efharisto da derim!

Burada rahmetli, pardon daha ölmemişti, dokuzuncu imdadıma yetişti. "Dün dündür..." dedim, olayı açıkladım. Basitçe, Yunan adalarına gitmek istiyordum. Bu sıradan bir ada gezisi olmayacaktı. Programda Midilli ve Girit de vardı. Alexandre Von Humboldt gemisiyle Midilli, Mikonos, Santorini, Rodos, Girit ve Atina... Özellikle Girit'i görmek düşüncesi beni çok heyecanlandırmıştı. Gemimizin adı da pek havalıydı vs vs. Bir çok geçerli sebebim olduğu gözüküyor.


MİDİLLİ
(LESBOS, LESVOS, LEZVOS, MYTILINI, EMERALD ISLAND)
1 ağustos 2011


Saat 11:30'da, Yunanistan'ın üçüncü büyük adası Midilli'ye, Sappho'nun memleketi Lesbos'a geldik. Burada doğan, Sappho ve başka bir sürü Yunan şair yanında, bizden de Cemal Paşa ve Barbaros kardeşler var. Sappho dünyaya malum, bizimkiler de bize malum. Bu arada "Barbarossa" lakabında önceliğin Oruç reis'e ait olduğunu öğrendim. Bir de "yaşama hakkın mücadelen kadardır" lafının...


Burası adaya adını veren Mytilene. Liman girişinde gördüğümüz genel manzara ve hakim renkler daha çok Foça, Cunda gibi kuzey Ege kasabalarındakine benziyor. Gemimizin yanaştığı iskele şehrin hemen yanıbaşında. İskelenin bir yanında bir ortaçağ kalesi, diğer yanında eski liman ve arkasında şehir merkezi var. 200 kadar yürüyünce limanı kuşatan kordon boyuna çıkmak mümkün. Akşam 19:30'a kadar buradayız.

Geminin düzenlediği tur Molivos, Petra ve Sykamia plajını içeriyordu. Zaten tüm adalarda günlük turları benzer şekilde düzenlemişler. Gemiler limanlarda fazla uzun kalmadığı için; programda daima bir tarihi kasaba, manastır ziyareti ve akabinde plaj sefası var. Midilli adasında da ancak 6 saat kadar kalacağız. Tümünü görmek imkansız. Plaja gitmek de cazip değil. Sonuçta, genel tura katılmak yerine otomobil kiralamayı tercih ettik. Turlar adam başı 50-60 Eu. Ufak bir arabanın kirası ise günlük 60 Eu, benzini de katarsak yaklaşık 85 Eu. Yani iki kişiyseniz bu hesap daha avantajlı. Biz 4 kişiyiz, ilk arabamız Nissan Micra.

Kafamda program yaparken önce görülecek yerleri alt alta yazdım: Sigri fosil ormanı, Eressos (Sappho'nun mekanı), Methimna (Molivos), aynı bölgede balıkçı köyü Sykamia, Molivos'un doğusunda Petra (Sappho'nun okulunu açtığı yer), vakit kalırsa Uzo fabrikaları için Plomari... Harita üzerinde hepsi mümkün! Ama araba harita üzerinde gitmiyor. Arabayı kiraladığımız yerde mesafeleri ve yol durumunu öğrenince biraz hayal kırıklığına uğradım. Acentadaki görevli kadın; Molivos 65 km, fakat birbuçuk saat çeker dedi. Gemiden inmemiz gecikmişti. Bu durumda Plomari, Uzo müzesi ve Eressos'u sildim. Müze gezmek yerine Uzo içerim dedim. Sigri'ye kıyamadım. Biraz daha dursun. Sonuç olarak Methimna'yı tek geçtik ve yola çıktık.

Yol gayet güzeldi ve her taraf zeytin ağaçlarıyla kaplıydı. Gemide ada hakkında bilgi veren rehber "git git her yer zeytin, başka bir şeyleri yok zavallıların" demişti!" Önce dalga mı geçiyor, ciddi mi söylüyor anlamadık. Gördük ki her yer gerçekten zeytin ağacı dolu, ama sadece zeytin var demek yanlış olur. Çınar, meşe, kestane ağaçları, çamlıklar adanın her tarafını kaplıyor. Uzo'sunun ünü de suyunun güzelliğinden dolayı. Daha ne olsun? Osmanlılar zamanında buraya boşuna "imparatorluğun bahçesi" denmemiş ya! Gene de zeytinin hakkını vermek lazım. Yılda elli bin ton zeytinyağı üretiyorlarmış. Bizim üretimimizi merak ettim; 2000-2005 ortalaması 120 bin tonmuş! Üreticiler ağaç sayısına göre hükümetten destek alıyorlar. Ağaç sayımı uçaktan yapıldığı için zeytinciler, boşlukları plastikağaçlarla doldurarak sayıları yüksek gösteriyorlarmış. Komşunun iflasının tek sebebi bu olmasa gerek. Anladığım diğer bir şey de Midilli bize ne kadar komşuysa, Yunanistan'a da o kadar komşu. Pek öyle anakarayla ilgileri yok. Nüfusları az, kaynakları bol. Bizi düşman bellemekten vazgeçseler, plastik ağaç numaralarına bile gerek kalmaz. Turizm diğer adaların biraz gerisinde kalmış ama potansiyeli fazla. Sadece Türkiye'den gelenler bile yeter. Şİmdiden Ayvalık'la arasında sıkı bir motor trafiği kurulmuş. Jale Tur bunlardan biri. O Jale bizim Jale değil tabii ki! Bir Ayvalık tatilinde tekneye atlayıp adaya geçmek için bir sürü sebep var. Örneğin Yunda (bizim Cunda) vaktiyle Midilli Sancağı'na bağlıymış. Ne yapayım tarihi, Osmanlıyı derseniz, Ata da Midilli rakısı içermiş! Sonra, "suyun öte yanı" vaziyetleri filan, daha ne olsun? Dahası şu ki; adanın "kötü kız" potansiyeli de bizim "kötüsever" milletimize cazip gelebilir. malum burası "Lesbos", iyi kızlar cennete giderken, kötü kızların gittiği yer!

Sappho, adanın güneybatısındaki Eressos'ta MÖ 612'de doğmuş. Ailesi muhtemelen politik bir nedenle Sicilya'ya sürülmüş. Sonra dönmüş, rahibe olmuş. Şiir yazmaya başlamış. Afrodit kültü dilini özgür kılmış. Adada bir kadın komünü kurmuş, Petra'da kızlara okul açmış. Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren kadın homoseksüalitesi onun adıyla anılmış (Sapphic love, lesbian). Giderek bir Sappho modası başlamış. Şair olduğunu bilmeyen bile onu bu özelliğiyle bilmiş. Her yıl binlerce turist, çoğunluk kadın, buraları tavaf eder olmuş. Biz edemedik. Vaktimiz dardı, ilkönce Sapho'yu feda ettik. Demek ki biz cennete gidiyoruz.

Molivos yolunda önce Yera körfezinin kıyısından geçtik. Ardından bir iki ufak köy, kaplıcalar, Kalonya körfezinin tepesi, tuz gölü, Kaloni kasabası, bir iki manastır derken dağlar başladı. Döne döne çıktık, indik ve deniz gözüktü. Geçtiğimiz yolun kenarlarında sık sık, önlerine çiçekler bırakılmış minyatür şapeller gördük (Şapel isminden pek emin olamadım, rehberin yalancısıyım). Sorduğumuzda bunların yolda kaza geçirmiş kimselerin yakınları tarafından, kayıplarının anısına yapıldıklarını öğrendik. Tahmin etmiş, fakat bu kadar çok kaza olabileceğine ihtimal vermemiştik. Dağların bitiminde yol ikiye ayrıldı. Soldaki Anaxos üzerinden Sigri'ye giden yola sırtımızı dönüp sağa saptık.

Karşımızda Petra.

Daha Petra'yı görmeden, köyün ortasında bir kaya ve kayanın tepesindeki kiliseyi gördük. Kaya önemli, çünkü Petra kelimesi Yunanca kaya anlamına geliyor. Kasaba adını bu kayadan almış. Adalılar kayaya bir masal uyduramayınca, bari kiliseye uyduralım demişler. Malum, komşuda efsane bol! Gemisinde bir Meryem ana ikonu taşıyan bir kaptan, yolda bu ikonu kaybetmiş. Bu sulardan geçerken kayanın tepesinde bir ışık görmüş. Gitmiş bakmış ki; ikona orada duruyor. Bu mucizenin anısına oraya bir kilise inşa edilmiş. Yıl 1740 filan. Yani oldukça yeni. Bu hikaye bana eşeğini önce kaybedip sonra bulduğuna sevinen garibi hatırlattı. Neyse, sonuçta kayanın kendisi kiliseden de hikayesinden de daha havalıydı. Dönüşte uğrarız deyip pas geçtik. Tahmin edeceğiniz gibi, dönüşte uğramadık. 114 basamağı tırmanacak vaktimiz yoktu. Yukarıdaki resimde ne görülüyorsa biz de onu gördük.

Beş dakika kadar sonra asıl hedefimiz Mithimna'ya (Molivos) geldik. Burası ortaçağda nasılsa, aynen öyle kalmış bir ortaçağ kasabası. Uzaktan panoraması çok muhteşem. Tepesinde eski bir kale, eteklerinde çok güzel plajlar ve kafeler var. zaten bu kafeler yüzünden başka yere gidemedik. iyi mi yoksa kötü mü oldu bilmiyorum, ama deniz kıyısında oturup pina colada içerken çok mutluyduk (başka bir şey içmiş olabiliriz, hatırlamadığım için bunu yazdım. İsmi çok havalı!). Önce kaleye çıkıp Edremit körfezini bu sefer de alt tarafından, yani güneyinden seyrettik... Adatepe'deki Zeus altarından bakarken "şurası da Midilli" dediğimiz yerdeydik! Kaleden aşağıya taş döşeli dar bir yoldan, Osmanlı çeşmeleri, taş evler, sardunyalar arasından dolana dolana indik. Sahildeki kafelerden birinde oturup soğuk birşeyler içmek için sabırsızlanıyorduk. En güzel müziğin geldiği kapıdan "Congas" kafeye girdik. Çok iyi bir tercih yapmışız. Tüm adalar içinde ayağımızı suya soktuğumuz tek yer burası oldu. Açık söylemek gerekirse bunu da sadece Jale yaptı.

Keyif anları bitmeden zamanımız bitti. Vapur gezilerinin en kötü tarafı belli bir saatte gemiye dönmek zorunda olmak. Bu durumda ne Petra'ya girebilirdik, ne de Sigri'ye gidebilirdik. Petra neyse ama Sigri'ye gidemediğime üzüldüm. Fosilleşmiş sekoya ağaçlarını göremeyecektim. Kendimi "20 milyon yıl beni beklemiş, biraz daha beklesin, tekrar gelirim" diye avuttum. Ayvalık'tan bir tekneye biner, 3-4 gün kalır, doyasıya gezerim dedim. Sigri ayırımını geçip Mitilini yoluna saptım.

Mitilini MÖ onuncu yüzyılda kurulmuş. Antik Yunan devrinden sonra çeşitli istilalar ve ardından Bizans ve mutlu Ceneviz dönemi geliyor. Özetle;

...while retaining Byzantine traditions (bu dönem Cenevizlilere denk düşüyor), the island enjoyed a second period of peace and prosperity at that time, before succumbing to the Turks in 1462 (bundan sonrası mafiş demek istiyor). Lesvos was liberated in 1912 (Balkan savaşı sonundaki oldu bitti olayı). After Asia Minor disaster (1922) many Greek refugees established themselves here.

Şehrin panoramasında en önemli yeri, Ayios Terapon kilisesi kaplıyor (Agios Ioannis Therapondas). Gayet fotojenik olan bu kilise, sabah saatlerinde deniz tarafından çekilen fotoğraflarda muhteşem gözüküyor. Gemi Limana girerken bunu farketmemiştim. Mitilini'ye döndüğümüzde de ışık durumu oldukça kötüydü. Klasik fotoğrafçı mazeretleri gibi gözükebilir, ama ne yazık ki durum böyle. Kilise antik Asklepion tapınağının bulunduğu yere yapılmış. Demek ki antik kalıntıları temel taşı yapma alışkanlığı onlarda da varmış. Kordon boyundaki güzel yapılar genellikle 19. yüzyılda ve 20.yüzyıl başında yapılmış. Hemen hepsinin alt katları kafe ve restorana dönüşmüş.

Gemiden indiğimizde, liman çıkışında bekleyen iki çocuk elimize Türkçe bir kağıt parçası tutuşturmuştu. Bu broşürü "eski çarşı derneği" hazırlamış. Salvarli semtindeki sergi, hamam ve mağazaları tanıtan kağıdı akşam dönüş yolunda okuduk. Gideriz dedik ama buna da gidemedik. Çarşı 18:00'de kapanıyormuş! Kalenin etrafında arabayla turlayıp, şehrin liman dışındaki sahilini dolaştık. Kale fazla büyük değil. Beşyüzlü yıllarda Jüstinyen'in başladığı inşaatı 1373'te Cenevizliler bitirmiş. Şimdilerde içi kültürel etkinlikler için kullanılıyormuş. Önünde de güzel çamlık bölge ve bir halk plajı vardı. Kaleyi ve amfi tiyatroyu geçtikten sonra, bakımsız, köhne evler, konak kalıntıları önünden bir kaç km kuzeye doğru gidip geri döndük. Limanın arka taraflarındaki meşhur çarşı bölgesini (Ormos Ermon) başarıyla bulduk. Tahmin edeceğiniz gibi bütün dükkanlar kapalıydı. Yolun diğer ucunda Terapon kilisesi vardı. Önünden geçip tekrar sahil yoluna çıktık. Bir kafede oturmaya bile vaktimiz kalmadı. Biraz güvercin kovalayıp, gemimize döndük.


MİKONOS
2 Ağustos 2011


Burası tanıtım kitapçıklarında en kısa yazılan, fakat gemilerin en uzun kaldıkları Yunan adası. Adını Apollo'nun torunu Mykons'tan almış. Kiklad (Cyclades) adalarından birisi, jet sosyetenin favorisi.



Salı günü sabah saat 08:00'de Mykonos limanındayız. Yarın sabah 5'e kadar burada kalacağız. Görülecek fazla birşey olduğundan değil, gece eğlencelerine bar sefalarına karışmak için. Liman kasabanın 3 km kadar dışında, yürüme mesafesinde. Ayrıca limandan otobüsler kalkıyor. Geminin servisiyle giderseniz 10 Euro, otobüsle giderseniz 1,60 ödüyorsunuz.

Burası Bodrum'un bir başka türlüsü. Beyaz evler, mavi boyalı pencereler, her renkten begonviller, sardunyalar, dar ve karışık sokaklar, tepelerde yeldeğirmenleri ile oldukça aşina bir ortamdayız. Kendi nüfusu anca 9000 kişi kadar. Ama o kadar çok turist var ki, sokaklarda ilerlemek mümkün değil. Limanda bizimkinden başka 4 büyük gemi daha vardı. Kalabalığın bir sebebi de bu. Gemiler yaklaşık aynı zamanlarda yolcularını indiriyor. Sokaklarda yalnız insan olsa iyi. Bebek arabaları, kamyonetler, yük arabaları, ne ararsanız var. Kafeler, bar ve restoranlar cıvıl cıvıl insan dolu. Ada gündüz ailelere mahsus, geceleri kötü kızlara. Gece yarısına doğru ortalıktaki tipler yavaş yavaş değişiyor. En popüler mekanları "Paradise Beach". Geceyarısına doğru kasabanın arkalarından cennete (!) servis otobüsleri kalkıyor.

Adada fiyatlar biraz pahalı. Pahalı mücevher, incik boncuk satan yerler, resim galerileri, el işi sergileri "kalite satarız, paramızı da alırız" havalarında. Ayrıca burası jet sosyetenin (!) favori mekanı! Jet, ne demekse?
Mikonos'ta bizi çarmıha gerilmiş ahtapotlar karşıladı. Bu zavallılar için "ahtapot hakları mahkemeleri" kurulmalı! Doğada en fazla işkence edilen hayvanlar bunlar olsa gerek. Kimi kayalara çarpıyor, kimi güneşe asıyor! Thera'nın katırları hallerine şükretmeli. Ahtapotlar; (muhtemelen) yesinler de bu işkence bitsin diye inliyor. Vicdan denen şey balık hafızalıdır, genellikle azabı kısa sürer. Hepimizin aklından aynı şey geçti; gitsek de bir ahtapot yesek!

Kasabada şöyle bir tur atıp, güzel bir restoran bulduk. Begonvillerin sardığı bir masada oturup, keyifle biralarımızı içtik. Sonra kasabanın arka sokaklarına daldık, biraz yüksekçe bir yerdeki yel değirmenine ulaştık. Rüzgardan uçmamaya çalışarak altımızdaki kasabayı seyrettik. Sonra kıyıya indik. Yolda Petrus ile tanıştık. Petrus bey, doğduğundan beri Mikonos sokaklarında dolaşan bir pelikan. Tek tek dükkanlara uğrayıp esnafla yarenlik ediyor. Favori mekanı sahildeki kafeler. O insanlara, insanlar ona alışmış. Gelen geçen başını okşuyor, ağzına birşeyler atıyor. Petrus adeta adanın maskotu olmuş. Her tarafta onun resimlerini ve biblolarını görmek mümkün. Biraz da Petrus'un arkasından yürüdükten sonra sahile, "Little Venice" denen yere geldik.

"Küçük Venedik" tanımına ancak "fifty-fifty" doğru derim. O da "little" kısmı için! 7-8 tane yalıya Venedik demek biraz fazla abartılı olmuş. Fakat abartısız, Mikonos'un en sevilen yeri burası. Bu evlerin 4-5 tanesinin altında kafeler var. Gece-gündüz insan kaynıyor. Belki onlar da kıyıya vuran dalgalarla ıslandıkça, bu oyuna kendilerini kaptırıp, "Venediğe gitmiş kadar olduk" diyorlardır. Halbuki ortada ne bir gondol var, ne de bir kilise. Mikonos'ta satılan kartpostalların çoğunda buranın fotoğrafı var. Sonra sahildeki yel değirmenleri, Petrus ve sokak fotoğrafları geliyor. Sokak taşları çok tipik bir şekilde boyanmış. Sokağa masa çıkaran her kafenin önünde oraya özel boyanmış bir alan var. Masalar bu sınırı aşmıyor. Yayaların geçtiği kısımlarda boyama şekli bundan biraz daha farklı. Farkı yaratan beyaz boyalarla çizilen dairelerin boyutları ve şekli. Karşıdan bakınca çok hoş ve estetik duruyor. Beyoğlu belediyesine duyurulur!

Küçük Venedik bizim de epeyce vakit geçirdiğimiz bir yer oldu. Gündüz "Veranda" kafenin alt katında, denize sıfır bir setin üzerinde biralarımızı yudumladık. Tuscer, Klimanjaro ve Mosi'den sonra Mythos'u da tatmış olduk (favorim Tuscer). Gecesinde dönüp dolaşıp gene aynı yere geldik. Biraz yana kayıp, "Sunset" barın sandalyelerinde demlendik. Gündüzden farkı kalabalığın ve müzik sesinin istiap haddinde oluşuydu


SANTORİNİ (THERA)
3 Ağustos 2011

Santorini hakkında en çok yazılan Yunan adası. Başlı başına bir efsane! Adalar içinde en heyecan verici olan. Tarihteki ilk isimleri Kalliste (en güzel), Strongyle (yuvarlak olan) ve Thera olarak geçiyor. Thera'nın ne anlama geldiğini pek anlayamadım. Bazı Budist rahiplere verilen yüceltici bir san olduğuna dair bir şeyler okudum. Pek emin olamadım. Gerçekten buna benzer bir kelime kullanıyorlarsa, en azından Yunanca değildir. Ayrıca kelime Budistler için doğru olabilir, ama bir Ege adasına bu ismi vermek kimin aklına gelir? Derken, ne alaka diyeceksiniz, (geziden 3 ay sonra) Gümüşhane ili hakkında birşeyler okurken, burada daha önceleri (MÖ 700) İyonya'lıların yerleştiğini ve şehre Thera adını verdiklerini öğrendim (Haydaa!!). O kaynakta Thera'nın anlamı "gate, doorway" olarak yazılmış. Kapı, giriş yolu, geçit diye tercüme edilebilir. Kutsal Wiki kaynaklarında da aynı bilgi var. Yunanca yazılışı bile aynı (Θήρα)! Eğer bu bilgi doğruysa "nereye giriş? sorusu akla geliyor. Atlantis'e filan mı? Yoksa sadece şeklinden dolayı verilen bir isim mi? Görüyorsunuz ki bu sularda her şeyin arkasında bir gizem aramak mümkün. Mit, gizem, masal, palavra, artık size hangisi uyarsa... Uzatmadan (!) konumuza dönelim; Santorini adı 13. yüzyılda Saint Irene'ye atfen verilmiş. Ondokuzuncu yüzyıldan beri de resmi adı Thera. Fakat Santorini ismi daha popüler. Bizimkiler de adaya vaktiyle "Santoron" veya "Santurin" diyorlarmış.

Thera'ya ilgim Marduk'la başladı. Feyza arkadaşımın kanıma girmesiyle okuduğum bu kitap bir anda başucu kitabım haline geldi. Arkasından (doğal olarak) Zecharia Sitchin amcaya merak sardım. O olmasaydı Halep ve Baalbeck gezilerim çok yavan geçecekti (Bakınız; Suriye ve Lübnan gezileri). Çoğu yerde kendimi frenlediğim halde, epeyce ukalalık yapma fırsatı buldum. Şimdi bakıyorum da gezilerimin akışı da Zecharia amcanınkine uymaya başlamış. Seyahatname 2010, 2011 derken "Dünya tarihçesi keşif seferleri" İlhan versiyonu yazılmaktaymış. Mısır ve Girit'e de uğradığıma göre, sırada Meksika ve Kudüs var demektir. Allah allah, taammüden seyahat mi ne? Belki de tanrılar öyle istedi. Malum, buralarda tanrıların parmak, pardon burun sokmadığı hiçbir olay yok.



Midilli anakaraya çok yakındı. Gözümüzün bir kenarı hep doğuya dönüktü. Denize yeni yeni alışıyorduk. Mikonos'u hep Bodrum'la kıyasladık. Sonra karayla ilgimiz koptu. Doğu-batı birbirine karıştı. Eski denizciler gibi güneş ve yıldızlarla baş başa kaldık. Gece kuzey yıldızı arkamızdaydı. Ortalık ışırken güneşe doğru döndük. Önümüzde bir yerde bir ada olmalıydı. Geçtiğimiz her adadan daha farklı bir ada. Adı Thera. Thera dışında herşey beynimin labirentlerinde kayboldu... Geminin baş tarafında, küpeşteye yaslanmış denize bakıyorum. Tanrı Hypnos'un düşleri sulardan yükselip etrafımı sarıyor. Zaman anlamını yitiriyor... Tarih henüz yazılmaya başlanmamış. Yıl 9000, belki de 10000. Binlerin önemi yok. İsa henüz doğmamış. Altımda, altımdaki suyun altında Atlantis var. Bildiğimden değil, o öyle demiş ya, Solon'un yalancısıyım. O da Mısırlı rahiplerin yalancısıymış. Dalgalar geminin burnundan ikiye bölünüp yavaşça arkaya doğru kayıyor. Zaman dalgalardan daha hızlı akıyor. Yıl 1450. 1500 de olabilir. İsa hala yok. İleride Thera'yı görüyorum. Sonra göremiyorum. Her taraf toz duman, gökten kül yağıyor. Thera patlıyor. Tanrılar gazaba gelmiş. Minos uygarlığı sizlere ömür. Tanrılar ne derse o olur! Uzakta Mısır, henüz Mısır değil, Kemet. Ama biz Mısır diyelim. Onlar da kendi tanrılarıyla bozuşmuş. Musa'nın tanrısı daha insaflı. Musa Mısır'dan çıkamazsa On emri kime verecek? Önümde dalgalar yükseliyor. Bunlar daha büyüyecek, büyüyüp tsunami olacak, Mısır'a kadar gidip Musa'yı kurtaracak! Gemi ilerliyor. Az önce çöken kratere girdik. Ortada bir ada oluştu. Tepesi hala tütüyor. Kraterde ilerliyoruz. Karşımızda dik bir yar var. neredeyse 1500 metre, dimdik bir uçurum. Arkası adanın çökmeden kurtulan parçası. Gemi kıyının 200 metre kadar açığında demirledi. Tam öğle üzeri. Biz uçurumun altındayız. Tepesinde, uçurumun tam tepesinde evler var. Beyaza boyanmış kübik evler, mavi kubbeli kiliseler, şapeller... Yıl 2011, Ağustos'un üçü... Santorini'deyiz.



Bizim turcular bu adayı gezdirmek için de adambaşı 60 Eu fiyat koymuşlar. Şöyle bir bakınca adanın her tarafı gözüküyor. Yürüyerek bile gezeriz deyip turcuları yolcu ettik. Bize gözdağı vermek için olsa gerek, yukarı çıkan merdivenlerin 400 basamak olup, ne kadar yorucu olduğunu, katırların bile zor çıktığını, teleferik kuyruğunun saatlerce bitmediğini anlattılar. Gerçekten de adaya yanaşırken bizden önce gelmiş 7-8 gemi daha görmüştük. Baş rehber (biraz yumuşak olur!) son koz olarak yollardaki katır pisliklerini ve kötü kokuları kullandı. Ne bunlar, ne de pisliğe basıp bir tarafımızı kırma ihtimali bizi caydırabildi. Tur almayacaktık. Gemiye filikalar yanaştı. Önce kadınlar ve çocuklar değil, 60 Eu ödeyenler bindi. Biz beleşçiler, sonraki filikalara bindirildik. Sonrası çok kolay oldu. Karaya çıktık. Hiç kuyruk yoktu. Teleferik hemen geldi. Kolayca bindik ve yükselmeye başladık. Üç dakika sonra Fira (Phira) kasabasının ortasındaydık. Bu sırada rehberler, muhtemelen, tur yolcularına bizim yollarda nasıl rezil olacağımızı anlatıyorlardı.

Evet, Santorini gerçekten güzel ve heyecan verici bir ada. Gidin ve Firon iskelesinden karaya çıkın. Athinios iskelesi ada merkezine uzak kalıyor. Merkeze uzak, fakat Akrotiri'ye yakın. Otobüs turları ve otomobil kiralayanlar için doğru seçim. Adayı tabanvayla keşfetmek isteyenler için (bunlar biz oluyoruz) hedef Firon iskelesi. İskelede turistik bir-iki basit dükkan, teleferik durağı ve insanları yukarıya taşımak için bekleyen katırlar var. Bence katırlara kıymayın. 400 basamak merdiveni katır sırtında çıkmanın hiçbir eğlencesi yok. 4 Eu verip teleferiğe binin. İneceğiniz yer kasabanın tam göbeği. Vaktiniz varsa hemen sağ taraftaki, uçuruma sarkmış kafede bir kahve için. Sonra aylak aylak etrafı dolaşın. Adanın en güneyinde, büyük patlamadan hatıra, Akrotiri kalıntıları var. Meraklısına not; burada geç neolitik dönem (MÖ 4000 filan) ve bronz çağı denen dönemden, ayrıca Minoan uygarlığından izler bulunmuş. Sonrası Pompei durumları... Zaten Atlantis mi? soruları bu bulgulardan sonra sorulmuş. Biz bu bölgeye gitmedik. Fira'yı 15-20 dakikada turlayıp kuzeye yöneldik. Sizde öyle yapın. Mutlaka, ama mutlaka kıyıdan kıyıdan (deniz değil, uçurum kıyısı!) kuzeye doğru yürüyün. İster fotoğraf çekin, ister kenardaki alçak duvarlara yaslanıp manzarayı seyredin. Ağır aksak yürüyüşle 20-30 dakika sonra Firostefani'ye geleceksiniz. Bir mola verme zamanı. Galini Kafe sizi bekliyor. Etrafta son derece pahalı oteller var. Biz akşama döneceğimiz için bizi ilgilendirmez, ama sizi ilgilendirebilir. Ben İkastikies diye bir yeri gözüme kestirdim. Neden derseniz, kapıdaki amblemini sevdim!

Kafede deminizi aldıktan sonra bir arka sokağa geçin. Birazdan otobüs gelecek. 1,60 Eu, ver elini Oia! 10 dakika sonra adanın en fotojenik köşesindesiniz. Hani şu her ada tanıtımında görülen, mavi kubbeli şapellerin olduğu yer. Burası adanın olmazsa olmazı. Dönüş vaktine kadar burada kalın. En az Japonlar kadar tadını çıkarın. Sonrası malum, artık öğrendiniz, aynı yoldan tornistan...

RODOS
4 Ağustos 2011


Rodos'a doğru yol alırken kesin kararımı verdim. Limanda indikten sonra Rodos şehri dışında hiçbir yere gitmeyecektim. Ne araba kiralamak, ne müze, ne de uzun yürüyüşler... Turist gibi değil, emekli bir Rodos'lunun yaptığı gibi bir Rodos günü geçirecektim. Bunu açıkladığımda bizimkiler itiraz eder gibi oldu, hepsi o kadar. Limanda ayrıldık.

Şehrin etrafı surlarla çevrili. Romalılar, Makedonyalılar, araplar, persler, haçlılar, korsanlar derken adayı çiğnemeyen kalmamış. Kudüsten dönen tapınak şövalyeleri, bakmışlar ki her tarafa yakın, adayı mesken etmişler. Tevellüt 1300 filan. Birisinin aklına kale yaptırmak gelmiş. Ondan sonrası, Rodos'lulara göre "prosperity" dönemi. Sözlükte ne kadar karşılığı varsa hepsi bu döneme ait. Until 1522 when they succumbed to the Turks... Bu da şahsen Sülüman dönemi oluyor. Gerisini diziden izlersiniz.

Bu tapınak şövalyesi adı pek havalı. Aslı "Kudüs'ün St John şövalyeleri". Malta şövalyeleri de bunların akrabaları. Adalılar halen bu şövalyelerin mirasını yiyor. Ben de o dönemi hikaye eden bir çizgi roman aldım. Zırh taşımaktan daha kolay! İşte şehri çevreleyen surlar bu mirasın en somut parçası. Limanın hemen yanı başındaki ilk kapıdan girdim. Kapının resmi adı "Panagias". Vatandaşa göre, ismi lazım değil "Bakire" kapısıymış. Sebebi biraz ileride kasabanın bakiresinin kilisesi (Virgin of the Burgh) olması. Önü turist kaynıyor. Kale içinde başka bir kale içi daha var. İçtekini Bizanslılar yapmış. İki surun arasında, güneşli bir günde, güneş tanrısı Helios'un şehrindeyim. Emekli bir Rodos'lu ne yapar? Suriçi tam ona göredir. Evi eski şehirde de olsa, surların dışındaki yeni kısımda da olsa, hayat surların içindedir. Arkadaşları da... Surları anca şöyle bir limanı gezeyim, "Colossus" yerine geri dönmüş mü bakayım diye geçer. Bakar ki heykelin kaidesi üzerinde geyik heykellerinden başka bir şey yok, geri döner. Eh, ne de olsa yedi harikadan biri, kontrol etmek lazım. Bu kontrol de ayda yılda bir ancak yapılır. Hakikaten var mıydı yok muydu, bu da ayrı konu.

Emekli adamın rutini kahveye gitmektir. Evinden çıkar, değişiklik olsun diye her gün başka bir sokaktan geçip, bir meydan kahvesine gider oturur. Ben de öyle yaptım. Sokak arasındaki Minos kahvesi tenhaydı. Ömer'in fırınını, Pizanias taverna ve kafesini geçtim. Kafenin üstünü tamamen örten muhteşem "Fiscus" ağacını seyrettim. Soykırım anıtının bulunduğu meydana geldim. Kos ve Rodos yahudileri için "vah vah" deyip, kafelerde tanıdık birisi var mı diye baktım. Varsa da vazgeçtim. Devamlı anıta bakıp iç karartmaya gerek yok. Şaşkın turistleri görmek için Sofokleous Caddesini geçip Hipokrat meydanına gitmek, ya da Sokratous Caddesinden geçmek lazım. Burası vaktiyle rum, musevi ve türklerin birlikte yaşadığı Hora bölgesi. Sokrat'ın üst tarafında Süleymaniye camisi ve karşısında İslam kütüphanesi var. Buraya kadar gelince Şövalyeler caddesi ve Auvergne Sövalyeleri'nin sarayı da yakın ama her gün de gidilmez ya! Buraları turistlere daha çok uyar. Aşağısında da okumuş çocuklar için Arkeoloji müzesi var. Ben en çok Hipokrat meydanını ve ortasındaki baykuşlu çeşmeyi severim. En çok da çeşmeden su içen güvercinleri seyretmeyi...

Jale'ler otobüsle güneydeki Lyndos'a kadar gidip akşama doğru, turşu şeklinde döndüler. Telefon kullanmaya gerek kalmadı. Döndüler ve önüme kadar geldiler. Ne de olsa Rodos'a gelen her turistin önünden geçtiği Felicita kafedeydim.

GİRİT
5 Ağustos 2011

İsimlerin sırası tarihini de (geriye doğru) özetliyor; Yunan Creta, Kriti, Osmanlı Girit, Venedik Candia, Doğu Roma Chandax, Chandakas, Arap Agritish veya Igritish, rabd al-handaq... Aslında, 130000 yıl öncesinden, paleolitik dönemden bile kalıntılar var. İsmi bilinnen en eski yer neolitik dönemden Knossos (MÖ 7.Yüzyıl). Sonra Minoan uygarlığı geliyor (MÖ 2700-1400). Sonra da Yunan anakarasından gelen Miken uygarlığı... Bu dönemde bilinen en eski Yunan yazı örnekleri Knossos'ta bulunmuş. Sonrası Romalılara kadar uzanıyor. Roma-bizans-arap-tekrar bizans-Venedik ve Osmanlı...

Gece boyuna batıya doğru seyredip, sabah Girit'e, başkent Iraklio'ya (Heraklion) yanaşacağız. Niyetimiz bir araba kiralayıp Retimnon'a (Resmo) gitmek, vakit kalırsa Hanya'ya geçmek, Hanya'yı Konya'yı görmek...

Bu arada Knossos güme gidecek. Derken Hanya da güme gitti. Vakti ayarlayamadık. Başka bir deyişle Resmo çok vaktimizi aldı. Daha da doğrusu Resmo'yu o kadar sevdik ki ayrılamadık. Resimlerine bakınca iki kasaba da birbirine oldukça benziyor. Bu beni biraz avuttu.

Girit, ne vesileyle hatırlamıyorum, hafızamda babamın anlattığı bir anekdotla yer etmiş. "Tirit, fetholundu Girit" Ada uzun yıllar fetholunamayınca padişahlardan kim varsa bir daha Girit ismini duymak istemediğini söylemiş. Birinci İbrahim de, deli ya, kim Girit derse kafası uçurula demiş. Bu arada leventler padişaha çaktırmadan adayı almışlar. Yıl 1645. Fakat kim haber verecek? Vezirleri bir korku almış. İçlerinden birisi ben söylerim demiş. Aşcıya tirit yemeği yaptırtmış. Padişah önüne gelen tirit'i çok sevmiş. Sever ya. Nedir bu yemek? diye sormuş. Vezir cevabı yapıştırmış; Tirit, fetholundu Girit! Aslında bu sırada Giritin tamamı Osmanlının değilmiş. Kandiye kalesi ancak 1669'da, İbrahim'in oğlu Avcı Mehmet zamanında, Köprülü Fazıl Ahmet paşa tarafından alınabilmiş. Bunu neden yazdım? Bu da Hanya-Konya meselesi ile ilgili!

Bu terim; ısrarla yapılmak istenen bir iş olumsuz sonuçlandığında, gördün işte, başına neler geldi anlamına kullanılan bir deyiş. "Hanyayı Konyayı gördün işte" gibi kullanılıyor. Konya ile Hanya'nın nasıl bir araya geldiği hakkında rivayet muhtelif. Birilerine göre Girit'in Hanya'sına ilk yerleşenler Konya'lı Bektaşiler. Laf bir şekilde onlardan türemiş. Birilerine göre de deyişte adı geçen Konya, aslında Kandiye, yani Heraklion şehri. Burada bana babamın anlattığı anekdotla bir kesişme var: Kandiye ve Hanya uzun uğraşlara rağmen alınmayınca, gördün mü sonunda hanyayı kandiyeyi, çok ısrar ettin bak başına neler geldi" anlamında kullanılmış. Bu şehirler Osmanlı zamanında sürgün mekanları olduğundan içinde biraz da tehdit unsuru taşımakta. Kelimeleri bu şekilde anlamlandırma çabası bana "hoşmerim" tatlısını hatırlattı. Yorumsuz...

...'ye yolculuk eden savaşcıların hikayesidir bu...

Gelelim Knossos'a! Gelemediğimiz Knossos'a... Burası da bana Zecharia Sitchin amcamın emaneti. Bu amca Herakliondaki Kandia müzesine, savaşcılar, atlı arabalar ve fantastik varlıklar üzerinde uçan rokete benzer bir şeyi gösteren bir mührü aramaya gitmiş, bulamamış. Ona Atina'da olduğu söylenmiş. Aynı müzede Phaestos şehrinde bulunan bir disk sergilenmekte. Bu diskteki yazılar bilinmiyen bir dille yazılmış. MÖ 1700-1500'e tarihleniyor. Kile yazım şekli, o zamanlar kullanılan oyma veya çizme yöntemi değil, Gütenberg'in basma harf yöntemine benziyormuş. Araştırmacılar bu diskin başka bir yerden Girit'e geldiğine inanıyor. Fakat nereden gelmiş, hangi dille yazılmış, belli değil. Diskte dikkatini çeken, sorguçlu miğfer giyen bir savaşcı başı! Benzer şekil, eski Mısır'dada III Ramses zamanından kalan duvar resimlerinde ve Meksika'da, Chichen Itza'daki Maya kalıntılarında da varmış! Ayrıca Sitchin, Phaestos'taki kalıntılarda rastladığı bazı sembollerin, ne meşhur Lineer A ne de B yazılarına benzediğini, aksine Minoas uygarlığından önce, Sümerlerde kullanılan sembollere benzediğini iddia etmekte...

Biz oralara gitsek bu paragraftaki gizemli şeyleri bulamayacağımız kesindi. Phaestos diski de zaten malum. Mühür de yok. Saklıyor da olabilirler. Demek ki Knossos'u da bir başka bahara bırakabiliriz. Bu konuların benden başkasını heyecanlandırdığı da yok zaten.


Heraklion'da arabamız bir Polo'ydu. Resmo'ya Ayşe'yle gidip Zeynep'le döndük. Çok düzgün, hafif inişli çıkışlı, güzel manzaralı, fazla kalabalık olmayan bir yol. Gene de Resmo'ya varışımız 2 saate yakın sürdü. Bizdekiler gibi, yeni yapılan kısımları karmakarışık, eski şehir merkezi çok güzel bir sahil kasabası. Küçük bir limanı, limanın kıyısında balıkçı lokantaları, ve geride eski şehir merkezi var. Biz turlardan önce vardığımız için fazla kalabalık değildi. Yedi kardeşin işlettiği güzel bir balıkçı lokantası bulduk (Seven brothers familiy cafe taverna). Ahtapot, kalamar, barbunya, mezeler, biraz da uzo ile keyifli bir yemek yedik. Özellikle kalamar müthişti. Ahtapot da barbunya da çok güzel hazırlanmış, Ayhan Sicimoğlu'na layık kıvamdaydı. Tabi bize de. Yemekten sonra kızlardan ayrılıp (yoksa onlar mı bizden ayrıldı?) kasabaya daldık. İçeri kısımlarda Castelo gibi güzel tavernalar, La Strada ve Avli (favorim) gibi zevkli oteller var. Bir kaç günlük Girit gezisinde kalınabilecek yerler. Venedik ve Türk evleri, Küçük Mustafa Pasa Camii, Veli Pasa Camii, Arimonti Çesmesi derken yarım saatte bitti. Tekrar limana döndük. Bizimle aynı zamanda kalyon taklidi bir turistik gemi de limana girdi. Taklit dediysem cidiye almayın. Kötü bir taklit. Fotoğraf filan derken vaktimiz doldu. Biraz da İraklion'da vakit geçirelim diye Resmo'dan ayrıldık.

Arabayı, söz verdiğimiz saatten biraz geç kalarak saat 7 gibi teslim ettik. 2 saat vaktimiz kalmıştı. Ana caddede bir yürüyüş, bir kafede soda molası ve aynı yoldan geriye dönüş. Geride bıraktığıma üzüldüğüm ikinci yer oldu Girit. Birincisi Midilli'ydi. Bunu güzellik açısından söylemiyorum. Görülmeye değer köşeleri açısından söylüyorum. Belki de bir sene sonra ayrıntıları unutur, Girit'i de gördüm, çok güzeldi der geçerim...



ATİNA
6 Ağustos 2011


Cumartesi sabah Atina'dayız. Gezinin en sıkışık programı burada. Pire limanı yerine, çok kalabalık oluyor, liman işlemleri uzuyor diye, Lavrion limanında duracakmışız. Burası Atina'ya 70 km. mesafede bir liman şehri. Ne yapalım, etrafı da görürüz dedik (sanki başka bir şey yapabilir mişiz gibi..).

Otobüsler sabah sekiz gibi yola çıktı. 9'da Atina'daydık. Şehri şöyle boydan boya geçip Akropol'e yöneldik. Hemen hemen tüm binalar balkonlu, balkonlar çiçekli, hatta ağaçlı. terasları söylemeye gerek yok, ful yeşillik. Caddeler çok geniş değil ama yeterli, refüjler özellikle yeşil. Tramvay hatlarının çevresi bile yeşil. Hep aksi şeyler duyduğumuz halde, bizim ilk intibamız çok düzgün bir şehir olduğu şeklinde...

Zeus tapınağını dolanıp Akropole doğru yükseldik. Akropol, yukarıda olan demek. Attike ovasının ortasında 152 metre yüksekliğinde bir kayalık. MÖ 3000lerde bile üzerinde yerleşim varmış. Kolaylıkla anlaşılacağı gibi daha çok saraylar filan. Sonra Athena tapınağı yapılmış. Pers'ler buralara gelip tapınağı yıkınca Parthenon yapılmış. MÖ 480'lerden itibaren, Perikles zamanından başlayarak şimdi gördüğümüz hale gelmiş. Burası Athena'nın tapınağı ve Atina demokrasisinin sembolü. Eskiden orta yerinde fildişi ve altından yapılmış büyük bir Athena heykeli de varmış. Şimdi nerede olduğu bilinmiyor. Bizimkiler burayı önce cami sonra, hangi akla hizmet, cephanelik olarak kullanmışlar. 1687'de Venedikliler bombalamış. Tabii ki yıkıntıların vebali de bizim sırtımızda kalmış. Allahtan hırsız değiliz. Hırsızlık kısmı İngiliz tekelinde. İngilizler "yeriniz dar" diyerek, buradan götürdükleri eserleri geri vermiyormuş.

Akropole çıkmak zor olmadı. Kalabalığa karışıp herkesin gitttiği yere gittik. Parthenon'u dışarıdan seyrettik. Yine Athena için yapılan ikinci büyük tapınak Erekhtheion'u gördük. Rehberler buraya çok iyi çalışmışlar. Eski hali yeni hali, şöyleydi böyleydi derken iyice öğrendik. Bayrak direğinin altındaki platformdan aziz(!) Atina şehrini seyrettik. Japonların fotoğraf atraksiyonlarını izledik. Evde çalışırız diye kitaplarımızı da aldık ve geri döndük. Otobüslere giden yolda emekli bir Efsun askeriyle karşılaştım. Yukarıya çıkarken de görmüştüm ama fotoğraf çekmeye niyetlenince sırtını dönmüştü. Bu sefer 2 Euro'ya anlaştık. İki emekli asker olarak helalleştik. Bilseydim askerliklerimi giyerdim.
Otobüsten iki sefer daha indik. Birisi Stadyum'un önündeydi. Orada neden bu kadar vakit harcadığımızı hiçbirimiz anlamadık. Sonraki durak parlemento binasıydı. Binadan çok nöbet tutan, Efsun kıyafeti giymiş askerler ilgimizi çekti. Zavallı çocuk burnunu gıdıklıyan saçını bile çekemiyordu. Tekrar otobüse binip bir alttaki sokaktan geri döndük. Çok güzel binaların önünden geçtik. Bu sokakta mola vermek, stadyum molasından daha iyi olabilirdi. Sonra sahil yolundan ver elini Lavrion...

Limandan saat üçte hareket etmemiz gerekiyordu, fakat edemedik. Kaptana fırtına bilgisi gelmiş. Akşam 6'ya kadar limanda bekledik. Sonra denize açıldık. Hedef; İstanbul..

Özetle, gezimiz çok güzel geçti. Atina seferi dışında geminin rutin turlarını almamakla akıllılık etmişiz. Sadece Girit için aksini düşünüyorum. Yukarıda Girit'i yazarken bahsettiğim eksiklik duygusu zamanı iyi ayarlıyamadığımız için oldu. Rehberli tur bu bakımdan daha iyi olabilirdi. Dönüş yolu fırtına haberlerine rağmen sallantısız geçti. Havuzun etrafında keyifli dakikalar geçirdik. Sevgili gönülçelen'in doğum günü dansı gezinin unutulmaz anıları arasına girdi. Adam aslında göbekli, tombul bir Azeri vatandaş. Gönülçelen benim ona verdiğim isim. Kendini kaptırıp muhteşem bir Roman havası oynadı. Gönülçelen parçası onun favorisiydi, bizim de favorimiz oldu. Hergün akşam, saat altıya kadar herşey bedava diye bol bol bira içtik. Altıya bir dakika kala bira-votka ne bulursak yedekledik. Akşamüstleri kıç tarafında küpeşteye dayanıp saatlerce denizi seyrettik. Güneşin dalgaların üzerinden batışını izledik. Son gece Çanakkale'den karanlıkta geçtik. Anıtı görme şansımız olmadı. İstanbul'a girişimiz öğleyi buldu. Karaköy'e yanaşırken hepimiz hafifçe yorgun, fakat oldukça mutluyduk.