6 Aralık 2015 Pazar

KARANLIĞIN KISA TARİHÇESİ



Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”


28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.

…Diye başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar. Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.


DİL MESELESİ

Fransızlar topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…

Bu meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz. Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz? Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!

Dilimizden hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri. Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını kendimize uydurmuşuz; Ey Türk, titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof. Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl 1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma. Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?

Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum nasıl?


İLİM – BİLİM DURUMLARI

Memlekette ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi, saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki deyişle tam bir Hezarfen! Adam dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.

Fakat bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş. Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil. Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş; Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!

Diğer bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre 4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir, böyle kimselerin bekaası caiz değildir"

Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur. İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim insanları!  Ortak kaderler paylaşılıyor. Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi. 

On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da uzun tuttum.  Gök bilimci ve filozof Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace” ödülü her yıl "kendilerini yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.

Yukarıdaki “son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular.  İkisinin bir arada yaşamasının veya yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!


DİN VE BİLİM

Bunlar münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar.  Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil, farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.

Sonuçta tanrı-krallar son dönemece girdi,  Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu; Sekülarizm.

Müslüman dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin Hayyan, Battani, Farabi, Biruni,  İbn-i Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi? Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü? Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”

İslamın içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma konusuna da itiraz edenler olabilir.  O da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim. Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar. Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.

Tek bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır. İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.

Peki tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle, dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…

O tek insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur." 

Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!


DEMOKRASİNİN ZAYIF KARNI

Bundan sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit, ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele geçecek, sonra iktidar!

Umduklarından kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür, üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.


CEHALET VE KALABALIK

Eğitim istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım (tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı  35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış. Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o yazmışsa doğru yazmıştır.

Kütüphanelere geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku” diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken” şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru, Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi? Biat ve itaatin yolu sualsizdir.

Sadede gelelim.

Cehalet ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini  referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik) makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…


KADIN MESELESİ

Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı, cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun, trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı, İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve asli görevi analıktı, başka bir şey değil.

Kadın olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır. 

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.


TÜNELİN SONU

Bir yerde okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...

Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir. 

Karanlıktan beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez. Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor. Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin.  Savaş çıkar (!)…

İnsanlara sadece vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu  kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.


12 Ağustos 2015 Çarşamba

MAVİ, GRİ VE KARA

(Mavi gezi notları, Gökova 2015)


Yaz her sene buraya bizden önce gelir ve yatağımızı hazırlar...

Sisi, soğuk ve pusu dürüp bir sandığa kapatır. Dolaptan en güzel yeşiller ve sabun kokulu anılar çıkar. Yaz, mavi çarşafını öyle bir havayla savurarak yayar ki tüm deniz kuşları kanat çırpmadan uçar. Kıyı kasabalarında erkekler sıcak hasretlere uğurlanır. Güverte tuzlu suyla yıkanır, son yolcu biner, grandiye bir martı konar, mavi gezi başlar…

Mayolar giyilir, deniz, güneş, rüzgar, tekrar deniz, bu koy senin, hayır benim, sofra kurulur, çaylar demlenir, rakılar açılır, sohbet başlar. Konu başlığı "jubiledir". Kimin veya neyin jubilesi olduğu anlaşılmaz. İkinci konu anahtarın nerede olduğudur. Bilen kişi Engin abidir. Kendisi aynı zamanda ağır abidir. Nasıl bilinmez, konu derinleşir, gırtlak-yutak derken, abim literatüre yatay geçiş yapar, vidalar gevşer. Tavuklar pişmiş, köpekler bağlanmıştır. RTÜK akşama geleceğim der, Dilber Ay mutfaktan bir tava kapar, çarşıya kadar kovalar…

Sonrası malum. Balıklar kah denizde, kah ızgarada, karides tavada, az yiyelim, az içelim, tavla, Ayşe Musa’yı yener, tekrar deniz, alışınca ısınıyor (veya girince güzel), yüz, gel, kuru, yan, gene yüz, gene üşü, havlum nerde, mandal yok… Mavi böyle başlar. Sonrası hep aynı gibi gelir, fakat her sene özeldir…

Masa donanır, Gönül denizden en son çıkar, Yalçın telaşlanır, Musa sırtüstü gelir, Füsunun yeri ayrılır, Abbas 10 puan daha alır. Basamaklara tek tek basılır, son basamakta nefes alınır, peksimet ıslatılır, açık çay, sade kahve, az lokum, deniz, yüz, üşü, in, çık, gir çık, kadehler dizilir, limonlu votka, kadehler kalkar, rakı, az şarap, jaklinin memesi, Jale mumları üfler, derken şarkı defteri çıkar, aksak ritm gevşer, türküye geçilir, ritm hızlanır, çökertmeden çıkılır... 

Musa ve Kamile evlenir. Postacı kapıyı 38 kere çalar.  Gelin tacı inciden, mektup Gönüldendir. Hikaye de…  Anlattığı, sevdanın kısa tarihidir.

Mavi böylece devam eder. Mazıda +1, Akbük, İngiliz limanı, yedi adalar, deli sarpa, yıldız, yıldız kaydı, ay çıktı, nerden çıktı, kim horladı, sinek ısırdı, arı geldi, arı gitti, İlhan’ın sırtı, Ayşe’nin dizi, Zeynep’in ayağı, İnci’nin bileği, şişti, şişmedi, Kamile çıktı, Jale çıkamadı, fangri, lagos, vesaire vesaire... Upwords biter, Musa türkülere İlhan mülksüzlere döner, Sonuçta şampiyon Yalçın’dır, gerisi teferruattır... 

Yedi gün hızla geçer. Son gece herkes aynı rüyayı görür. Bir milyon papalina gelmiş, tekneyi kucaklamış! Kim inanır? Sabah olur, gerçek dünyaya dönülür. Uçak havalanır. Mavi uzaklaşır. Renkler yavaş yavaş solar. Gri ve kara saklandıkları ağaç kovuğundan çıkar… 

28 Haziran 2015 Pazar

İNLEYEN NAĞMELER


Berrak bir nesim ile ürperdi gölgeler
Yıldızlar eski demlere bir nağme besteler


Memlekette en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyen firmaların listesini ararken, Koryürek’in mısralarına rastladım. Tamamen tesadüf! Hem şaşırdım, hem zevklendim. Yapay bile olsa akıl aynı akıl! İstediği zaman kanatlanır, en bilinmeyeni keşfeder, istemeyince uçar, kendi istediği yere konar. Bu sefer de gitti, unutulmuş bir şiire kondu. "Ben de unutursam" diye korktum, bir kenara yazdım. 

Bu yaşta “akıl” dediğiniz böyle bir şey. Hafızayla zoru var. İkisini bir arada tutmaksa bir mucize! 

Yaş ilerledikçe mucizeler de değişiyor. Prostatla ilgili olanları kastetmiyorum. Bu mucizeler beyinle ilgili! Önceleri bir şiiri, sonra bir mısrayı, bir ismi veya simayı, sonra evin adresini ve sonra da kim olduğunuzu hatırlamak mucize sayılıyor.

Akılla hafızanın buluştukları ortak nokta ikisinin de zamanla "uçucu" olmaları! Akıl bir yana, tek başına hafıza kaybı bile olsa, yaşlılarda hastalık kabul edilen bu durum, politikada marifet sayılıyor. Öyle olmasaydı, vaktiyle “Doktoranın anlamını bilmeyen öğrenci, tek ciddi eseri olmayan profesör var” diye yakınan bir başbakan, hem de bir profesör başbakan, ülkede neden 193 Üniversite olduğunu veya bu üniversitelerde ne iş yapıldığını sorgulardı. Hafızayı geçelim, akıl olsaydı; Matematik, jeoloji ve bilgisayar bilimlerinde neden İran'ın bile arkasında kaldığımızı merak ederdi.

Stratejik Derinlik” sahibi birisi, hafıza kaybı olmasaydı, dünyadaki bilimsel ve teknolojik gelişmelere ayak uyduramayıp çuvallayan Osmanlının son demlerini de hatırlardı. Hatırlamış olsaydı “AB ülkeleri arasında en iyi durumda dördüncü ülkeyiz” diye övünmez, en yüksek “Kurumlar Vergisi” ödeyenler arasında doğru dürüst bir teknoloji kuruluşu olmamasına veya “Sosyal Gelişmişlik” İndeksinde 64'üncü sıraya inmemize dertlenirdi. Hafızayı toparlayacak bir ilaç vardır herhalde. Yoksa da bir çalıya çaput bağlar, ya da iç çamaşırına muska takarız, geçer. Fakat hafıza yerinde de akıl yoksa, yani bu Osmanlılık hevesi kısır politik hesapların sonucuysa (bir ihtimal) onun çaresi yok!

Başbakan “2023 ve daha sonrasını planlıyoruz” diyor. Planlı bir tecavüz hazırlığı var. Osmanlı ağzıyla “taammüden” tecavüz! Aklım mı uçuşuyor, yoksa hafızam mı kaydı? Son planladıkları "Tam Demokrasi" ve bağımsız yargıydı. Bir de "İnsan Hakları" ve "sıfır sorun" meselesi vardı. Etraf kararıyor. Birisi içkime ilaç mı kattı? Nuri Alço? Bizi hangisi uyutuyor?  Mey İçki’yi hatırladım. Kurumlar vergisinde 31'inci sırada. İşte bu, keyif verici bir haber! Pikaba eski bir taş plak, bardağıma çizgiye kadar rakı koydum. Maksat Mey İçki kazansın!

Bakalım bu yaşadıklarımızdan hafızamda ne kalacak?


1 Haziran 2015 Pazartesi

NEW YORK, FIRTINANIN GÖZÜ


Bu, iki yıl aradan sonra New York’a ikinci gidişimiz. Geçen sefer kiraz çiçeklerinin açtığı erken bahar aylarında gitmiştik ve şimdi kesinlikle anlıyorum ki daha iyi bir seçimdi. Daha iyi olması sadece kiraz ağaçlarının çarpıcı güzelliğinden değildi. En önemlisi diğer ağaçların henüz yeşillenmemiş olmasıydı. Çıplak veya yeni tomurcuklanmaya başlayan ağaçlar görkemli binaları, gökdelenleri örtmüyor, aksine sivri ve köşeli yapıları yumuşatıyordu. Bunu döndükten sonra baktığım fotoğraflarda daha iyi anladım. Bu sefer, henüz mayıs ayında olmamıza rağmen tüm ağaçlar yeşillenmiş ve binaların gövdeleri görünmez olmuştu. Betonla aramızda adeta yeşil bir kuşak vardı. Bu da bir bakıma iyi bir şey sayılabilir.

Yeni durumun, yani binalarla aramızdaki yeşil kuşağın diğer bir faydası da boynumuzun rahatlaması, gözlerimizin çatılardan uzaklaşıp, irtifa kaybederek aşağılara yönelmesi oldu. Örneğin metronun hemen caddenin altından seyrettiğini, çoğu durakta trene binmek için 15-16 basamak inmenin yettiğini, engelliler için engellerin burada da devam ettiğini yeni fark ettim. Bakış açımızın makulleşmesi şehirle daha “seviyeli” bir ilişki kurmamızı sağladı. 

Bunu hissettiğim ilk anda “Empire State” binasının tepesine çıkmaktan vazgeçtim. Varsın King Kong çıkmış olsun…

Şehre farklı açıdan bakmamızın diğer bir nedeni otelde değil, bir New Yorker gibi kendi evimizde kalmamızdı. Bir haftalık da olsa kendi evimiz sayılır. Ev sahibemizin yazdığı şekliyle “Bright and Cheery Chelsea Studio” bizi otel havasından uzaklaştırdı. Ev sahibemiz Jennifer evi hakkında bilgi verirken iki noktayı özellikle vurguladı; Chelsea “gay” vatandaşların oldukça yoğun yaşadığı bir bölge. Onun için olaysız, sakin ve “yumuşak” bir mahalle. Ayrıca hemen yanında polis karakolu var! 

Asansör olmaması problem olur mu? Tabii ki olmaz. Ne olacak, sadece 4 kat! Çiçeklerime bakar mısınız? Tabii bakarız… Artık bizim de çiçeklerimiz…

NEWYORK’ta ADA TURU

Ya da küçük tur 25, büyük tur 50…


Her NewYork’lu hayatında en az bir kere Ellis adasına veya Özgürlük Adasına geçmiş midir? Bilmiyorum. Bildiğim, halen Topkapı Sarayını gezmeyen veya Kız Kulesine gitmeyen İstanbulluların olduğu. Hatta henüz deniz görmemiş İstanbullular bile olabilir. Onlara ne derece “İstanbullu” denir onu da bilmiyorum. Bu turistik bir olgu ve bu yeni dünyada “Lonely Planet”in sözü geçiyor. LP “Must” demişse olay bitmiştir. Gidilecek ve görülecektir. Bizim için durum biraz farklı. Bizim 2013’ten kalma bir listeyi tamamlamamız lazım. O zaman Sandy Kasırgası yolumuza taş koymuş ve adalara gidememiştik. 
Aradan 2 yıl geçtikten sonra ikinci teşebbüsümüzde gene Battery Park’a geldik ve bu sefer bilet almayı başardık.

Sonuç; koca bir hayal kırıklığı… Gitmeseydik de olurmuş hissi…

Bir kere Özgürlük Heykelini yakından görmenin veya tepesine çıkıp etrafa bakmanın hiçbir özelliği yok. Tarihini bilmek için de oraya kadar gitmeye gerek yok. Heykelin önünde tuhaf şekillere bürünüp kendi fotoğraflarını çeken insanları seyretmek daha eğlenceli… Ayrıca heykeli Brooklyn köprüsünden geçerken seyretmek daha havalı…

Ellis adası 1892 ile 1954 yılları arasında, New York’a gelen göçmenler için bir transit merkezi olarak hizmet vermiş. Sonra müze haline getirilip ziyarete açılmış. Buraya kadar iyi, gerisi fiyasko! Battery Park’taki iskeleden feribota ulaşmak tam bir eziyet! Uzun kuyruklar, üst baş arama, çanta kontrolleri, manyetik kontrol… Sanki göçmeniz de Amerika’ya yeniden giriyoruz! Ancak feribotta sakinleştik.Göçmen müzesi” denen bomboş binayı şöyle bir dolaşıp döndük.Adeta müze denen bomboş binayı laf olsun diye şöyle bir dolaşıp döndük. Kasırgadan sonra bütün havalandırma ve nem ayarlama sistemleri bozulmuş ve hâlâ yapılamamış. Ortaya bir yardım sandığı koymuşlar, para biriktiriyorlar. Odaları ya boş, ya da sadece resimler var. Boş camekanların bir köşesinde “aslı buradaydı ama bozulmasın diye depoda duruyor” şeklinde yazılar var. İki yıldır değişen bir şey olmamış. Bu kadar zamanda bizim cami dernekleri camisini temeline kadar yıkar, yeniden yapardı!

Resimlerin birisinde yazılanlar ilgimi çekti. Adaya gelen göçmenler bir takım kontrollerden geçmeden kabul edilmiyormuş. Mental kontrol de buna dahil. Testler “yirmiden geriye doğru saymak” veya toplama çıkartma gibi bir takım basit aritmetik işlemlerini veya yapbozları içeriyormuş. 1917 yılında bu işlemlerden geçerek Amerika’ya girebilen Polonyalı bir kadınla 1985 yılında röportaj yapılmış. Kadın şöyle anlatmış; 

Bize sorular soruyorlardı. İkiyle birin toplamı kaç eder gibi… Fakat önümdeki genç kıza merdivenleri nasıl yıkadığını sordular. Aşağıdan yukarı doğru mu? Yoksa yukarıdan aşağı mı? Kız cevap verdi; Ben Amerika’ya merdivenleri yıkamak için gitmiyorum!”

NEWYORK’un ORTA YERİ ÇARŞI

Onlar geri dönmemek üzere Amerikanın kapısını zorluyorlardı. Fakat artık geri dönmek de bir seçenek. Bu yeni duruma turizm diyoruz. Git, gör ve dön! Anlatma kısmını da ekleyecek olursak bu da “blog” yazarlığı oluyor…

NewYork’a neden gittiniz diye soranlara “Türk Yürüyüşüne katılmak için” diye cevap veriyorum. Bu, muhtemelen NewYork’a hiç gitmemiş olanların sorusu. Cevabım onları şaşırtıyor. Ben de şaşırıyorum. Beşiktaş’ın “NYÇARŞI” kamyonunu görünce havaya girdik diyorum. Tek şartları birer forma giymemizdi. "Mangal Kebap" sponsorlu formalarımızı giyip birer bayrak kaptık ve tempoya uyduk; 


Pascal ile öğrendik biz tombala / Liverpool'un kalesini bombala, Demba Ba / Selam olsun buradan Pascal Nouma'ya / Demba Ba... Demba baa… Demba Baa…

NewYork’ta başka millet böyle sebepsiz ve amaçsız, sadece boy göstermek için yürüyor mu bilmiyorum. Örneğin Brezilya gibi Yunanlılar da yürüyorlar, ama bağımsızlık günlerini kutluyorlar. İrlandalılar da “St Patrick” gününde yürüyüş yapıyorlar. Neyse, belki de yapanlar vardır. Benim için iyi tarafı bizim milletin hiçbir yabancı ülkede kesinlikle asimile olamayacağını görmek oldu.

Yürüyüş Manhattan’ın doğu yakasında, 47nci sokağın sonundaki “Dag Hammarskjold” Meydanında bitti. Bir kısım vatandaş buradan Birleşmiş Milletler binasına doğru yöneldi. Benim niyetim yok. Değil miki Sadi’nin şiirini asıldığı yerden indirdiler, benim gözümde sıfırladılar. Zaten “endişe” duymaktan başka bir şey yaptıkları da yok. Son olarak Suriyeli sığınmacılara yaptıkları gıda yardımını da kestiler. Fonları yokmuş! Sadece endişeleri var! Palmira için endişe, Kobani için endişe, Libya için endişe, Kırım için endişe! Nereye kadar? 

"İnsanlar aynı ruhu ve özü taşıyan bütünün parçalarıdır. Bir yeriniz acırsa diğer organlarınız da etkilenir. Eğer biri diğerinin acısını paylaşmıyorsa ona insan denemez

Sadi-i Şirazi böyle yazmış!


NEWYORK’ta DESTURRR!

Yürüyüşe katılan Türkmenistan, Kazakistan, Özbekistan Türkleriyle Kırımlılar da gelince meydan ufak çapta bir Turan coşkusuna sahne oldu. Ziya Gökalp’in ruhu şad olsun. “Osmanlıyız, geliyoruz” nidaları hafifçe kimlik sorunu yarattıysa da Mehter başı okkalı bir “DESTURRRR!!!” çekerek milleti hizaya çekti. Bundan sonrası herkesin cep telefonlarında mevcut. Onun için teferruata girmeyeceğim. 

Benim dikkatimi çeken, yüzlerinde hiçbir ifade olmadan etrafı dolduran halkın arasında sadece bir kişinin coşkuyla müziğe katılması oldu. O da (afedersiniz) zenciydi! Bu siyah vatandaş tüm konser boyunca tempo tutup adeta müziği yaşadı. Hatta bir ara sözlerini bile söylediğini zannettim.

NEWYORK’ta SATRANÇ



High Line’da yürüdünüz mü?” Bu, daha önce NewYork’a gitmiş olanların soru şekli. Cevabı içinde; Onlar yürümüş. Evet, biz de yürüdük. Gerçek NewYork’lu olsak yürümezdik. Aklımıza bile gelmezdi.  Çocukken hocamız götürmüş olabilirdi…

Chelsea Market?” Hıı evet, eski bisküvit fabrikası...

Meatpacking? Gansevoort?” Ne? Nece? Nerede? “Highline’dan inince sağda?” Orijinal… “Sushi yeseydiniz!”… yemedik. Pizza yedik. “Sushi yeseydiniz!”…

Burada karşı soru hakkımı kullanabilirdim; “Amorino’da İtalyan dondurması yediniz mİ? Sekizinci cadde?” Kullanmadım.

“Caz? Hangi kulüpler?” Bu soru sona saklanıyor. Son darbe! İçinde gizli bir “benimki seninkini döver” havası var. Arkasından isimler gelecek, saksocu filan... Onlara “Washington Meydanı” diyorum. Bu bir şaşırtmaca. İçinde caz var ama kulüp yok. Maksat anlatıp da yaşadığımız güzel gecelerin ambiyansını kaçırmamak. 

Burası şehirdeki 1900 parktan sadece birisi ve benim en sevdiğim köşe. Parkta yok yok! Köpeklerin serbestçe oynayabilecekleri özel bir oyun sahası bile var. 

Birçok filmde de ana mekan olarak kullanılmış. “Searching for Bobby Fischer” ve “I Am Legend” gibi... Stanley Kubrick ise film çekmeye değil satranç oynamaya gelirmiş. Benim esas ilgimi çeken de bu kısmı. Sadece meydanda değil tüm çevrede satrançla ilgili bir şeyler var. O nedenle bölgeye “Chess District” deniyor. İşin bir de maddi tarafı var. Muhallebisine oynamıyorlar. Kaybeden ortaya bir yüzlük atıyor. Artık anlaşma neyse…



NEWYORK’ta JAZZ

Ya da Dianne Reeves’in söylediği gibi; CEZ CEZ CEZ! Feeling Jazz…

Geçtiğimiz sene vatandaş parasını nerelere harcamış diye yapılan bir araştırmada, kültür ve eğlence harcamalarının %8 azaldığı, buna karşılık sağlık harcamalarının %15 arttığı saptanmış. Buradan, depresyondaki halkımızın içine kapandıkça sağlığının bozulduğu gibi bir sonuca varabiliriz.  Ya da kültür ve eğlencenin halkımız için lüks olduğu, sağlığına para ayırabilmek için önce bunlardan feragat ettiği gibi bir yorum yapılabilir. Malum, istatistikler bu işe yarar. Oturur, lastik gibi istediğiniz yere çekersiniz. Atış serbest. Örneğin diğer bir maddede gıda, tütün ve içki masrafları nedense aynı grupta değerlendirilmiş. Bu gruptaki harcamalarda değişiklik olmamış. Şimdi bundan çıkan hangi sonuca bakıp memleketin durumunu anlayacağız?

Dünyada kültür ve eğlence masraflarının hiç azalmadığı bir şehirdeyseniz ne yaparsınız? Orası NewYork’sa işiniz kolay. Masrafa katkınız olsun isterseniz Broadway müzikallerine veya pahalı caz kulüplerine gidersiniz. Memleketin dövizi ziyan olmasın, dönüşte kendi fakirime, Suriyeli filan da artık bizim fakirimiz sayılır, onlara veririm diyorsanız, bir de fitre-zekat filan, parklara gider, açık havada çimlere uzanıp gözlerinizi kaparsınız. Bir süre sonra kulağınıza mutlaka güzel bir melodi çalınacaktır. İki adım ötenizde ya genç müzik öğrencileri, ya da ucuz kulüplerden emekli müzisyenler toplanmış, caz yapıyorlardır. 

Bu şehirde caz hiç susmaz. En ummadığınız yerde, tenha bir metro vagonunda karşınıza çıkar. Pejmurde kılıklarıyla bir köşede oturan üç ihtiyar aniden kalkar ve bildik bir caz parçasıyla gönlünüzü fetheder.

Burası NewYork! Bir rivayete göre hiç uyumayan şehir. Bu şehirde “happy hour” bir saatten çok daha uzun. Protesto yürüyüşlerinde bile caz var. Aids hastaları santral parkta bilmem kaçlık ritmle yürüyor. En şişman ve şekilsiz gördüğünüz kadın müzik başlayınca Rita Hayword’a benziyor. Village Vanguard’da henüz adı konulmamış bir jazz suit çalınıyor… Bir pastanenin sıcak ızgarasını ev bellemiş bir evsiz, kaldırıma dizdiği tenekelerle, Beşinci Caddede yürüyen kalabalığa ritm veriyor. İçine Buddy Rich kaçmış bir başkası Houston Sokağında çöp bidonunu dövüyor. Greenwich’te, Jean Baylor’ın yumuşak sesi “Blue Note”un soluk mavi bir ışığına karışıyor. Harlemin kıdemlisi Annette, Smoke Bar’da “Misty” söylüyor;

 “I’m too misty, and too much in love”…


Burası NewYork! Fırtınanın gözü!









12 Mayıs 2015 Salı

İlhan NewYork'tan bildiriyor!



15 Nisan 2015;
Kâr amacı gütmeyen araştırma ekibi “Disaster Accountability Project”, olası bir felakete karşı “Indian Point” Nükleer Enerji Santralinde acil durum planı oluşturulması gerektiği konusunda uyardı, stop…

9 Mayıs 2015;
New York’a 80 km uzaklıktaki “Indian Point"  Nükleer Santralinin üçüncü ünitesinde yangın çıktı stop...


Altı yıl önce aynı santral Federal denetçilerden üst üste beş kez en yüksek düzeyde güvenlik notu almış, stop…

10 Mayıs’ta yetkililer; … Üçüncü ünite güvenli bir şekilde kapatılmıştır stop, durum stabildir stop, halkı tehdit eden bir durum yoktur stop…

Diğer yetkililer stop; nükleer olmayan tarafta trafo arızası olmuş stop.

Yerel gazeteler haberi “tehlikesiz” olarak yorumladı, stop…

11 Mayıs’ta yetkililer; …"Hudson Nehri’nde yok denebilecek kadar az etkilenme gözlendi" stop…

Ne kadar yakıtın nehre sızmış olduğu söylenmiyor stop… Binlerce galon yağ sızıntısından bahsediliyor, stop...

Ana akım medyası haberi hala duymadı stop. Veya ulaşılamadı stop, ya da haber ana medyada görülmedi stop…

Robert Kennedy Jr: ‘Indian Point” hakkında ne kadar çok öğrenirseniz, kapatılması gerektiğini o kadar çok bilirsiniz’’ demiş, stop…

New York Valisi; “Şüphe yok ki yakıt Hudson Nehri’ne sızmıştır. Ne kadar bilmiyoruz” dedi stop. “Şanslıyız ki bu büyük bir vaka değil” stop. “Fakat acil durum protokolleri önemli” diye ekledi, stop…

Aynı Vali daha önce: "Indian Point vuku bulmayı bekleyen bir felakettir’’ demiş, stop…

Santrale 80 km uzakta 20 milyon insan yaşıyor stop…

Bir “Greenpeace” yetkilisi her on yılda, dünyada bir nükleer katastrofi yaşandığını belirtti, stop…

12 Mayıs 2015;
Uçağımız New York’a indi, stop… Pasaport polisi neden geldiğimizi sordu, stop…

Hudson nehrinde gezeceğiz stop… Ellis, Özgürlük Adası filan, stop… Geçen sefer Sandy Kasırgasına denk gelmiştik, stop… Bu sefer de nükleer santralin patlamasını bekledik, stop... Patlamadıysa da sızmasını stop...

Gözüne gözüne parlamadıkça, stop, insan neyle karşılaştığını anlamıyor Stop!…


9 Mayıs 2015 Cumartesi

GENE NÜKLEER!




Bu nükleer konusunu yalnız bırakmaya gelmiyor. Balık hafızalı politikacılara ve bazı çok bilmişlere sık sık hatırlatmak gerekiyor. Fakat ne yazık ki onların bu tip yazıları okumaya vakitleri yok. Onlar hesap-kitap adamı! Düz yazı onları yorar...

Bu durumda oturup kendi kendime mırıldanmaktan başka yapabileceğim bir şey yok...
Nerede kalmıştım?

2013 Ekiminde nükleer santraller hakkında bir yazı yazıp, konuyu "Alo fetva" hattına havale etmiştim; 
"İlle de patlaması şart değil, varlığıyla bile çevre sorunlarına yol açacak santrallerden kötü kokular yükselmeye başladığında vebali kimin boynuna dolanacak? Kim cehennemlik olacak? İnatla bu santralleri yapma kararı verenlerden birisi mi? Yapanlardan birisi mi?"
Fetva hattı, siyaset ve İstanbul'un göbeğinde Kâbe inşa eden, kutlu doğum haftasını kutlu Kur'an pastası yiyerek kutlamaya kalkan akl-ı evveller ile uğraşırken benim yazımı görmemiş olmalı. Sonra malum, siyaset, seçimler filan... Ayar bekleyen bir sürü sorun; Kadın etine sos tarifleri, kızların evlenme yaşı, kadınların etek boyu, Alevilik inancını hakir görmenin 50 tonu, TEOG'da çocuklara sorulacak sınav soruları, Namaz eğitiminin örümcek adamla mı yoksa yarasa adamla mı yapılacağı vesaire vesaire...
Memlekette intihar etmesi gereken bir sürü insan varken, gitti gene bir Japon kendini öldürdü. Üçüncü Boğaz Köprüsü inşaatında çalışan sorumlu bir Japon mühendis intihar etti. Hangi saikle canına kıydı, tam olarak anlaşılmadı.

Artık "anlaşılmayan" şeyleri anlamaya çalışmıyorum. Onları kendi kaderlerine terk ettim.

Örneğin;
  • İhalenin neden Çernobil felaketinin sorumlusu şirkete verildiğini, tecrübelerinin neresinden faydalanılacağını pek anlamadım.
  • Rusların yapacağı işlerin kimin tarafından denetleneceğini anlamadım. Birisinin denetleyip denetleyemeyeceğini de anlamadım! "En güvenilir" olacak diyorlar. Fukuşima'yı ya da Çernobil'i yaparken "en güvenilmez" diye mi yaptılar? Anlamadım...
  • Aldığımız doğal gaz bizim değildi. Uranyum da değil! Sonuçta ülkenin tüm enerjisi Rusya'ya bağımlı olacak. Bu "yumurtaları aynı sepete koymak" olmuyor mu, anlamadım!
  • Rusların atıkları neden kendi ülkelerine almadığını anlıyorum. Fay hattını filan boş verelim, fakat atıkların neden Akkuyu'da saklanacağını anlamıyorum. 
  • Ruslar bu işten "yap, işlet, sahiplen" gibi örneği olmayan bir yöntemle "garanti" para kazanacaklarsa, kaza durumunda neden hasarın sadece binde birinden sorumlu oluyorlar? Hasar masraflarını neden Türkiye, yani ben ödüyorum?
  • Ülkede ikide bir elektrik kesiliyor. Kedilerden başka ciddi bir sebep bulunamıyor. Uranyumun soğutulmasını sağlayacak sistemde elektrik kesilirse hangi kedi hesap verecek? Tekir kediler mi? Sarman kediler mi?
  • Santralin hidrolik sistem ihalesini kazanan firmanın başkanı milletin ırzına geçeceğini açık açık söylemişti. Bu sapıklara muhtaç kalmamız bir kader mi? anlamıyorum.
  • 40 yıl sonra kapanma ve söküm süreci başlayacak. O zaman nükleer çöpler (kibarca) ne olacak? Bu işlerin bedelini kim ödeyecek? Radyoaktif atık içeren muzlarla büyümüş çocuklarımız mı?
  • Yoksa, Mersin'in Gülnar ilçesinde yapılan 23 Nisan törenlerinde "Enerjimiz de keyfimiz de yerinde" diye slogan attırılan çocuklarımız mı? 
  • Çocukları pis oyunlara alet etme fikri hangi tip, hangi tarz salakların aklına gelir? Hangi menfaatler insanları küçültür? Anlamıyorum...
  • Böyle parlak fikirlere kafa yoranlar, ellerine kalem kâğıt alıp ufak bir hesabı neden yapmazlar onu da anlamıyorum. 

Hesap-kitap adamı denen siyasi tiplerin elinde genellikle nalıncı keseri bulunur. Ortak vasıfları yeteneksiz muhteris olmalarıdır. Onun için biz oturup hesabı kendimiz yapalım; Veriler sade ve açık, hesap da o nispette kolay; Türkiye'nin elektrik kullanımında kayıp-kaçak oranı %15! Bu kayıp %3 azaltılsa Akkuyu'ya gerek kalmayacak!

Bu memlekette hesapları kim yapıyor? Onu da anlamadım!



2 Mayıs 2015 Cumartesi

KİM BİLİR?



Hacettepe Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar" gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı, güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla belirleniyor.  

Özet olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.

Benim yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli; "Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın yalancısıyım!

Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş.  Bir nevi “Emret Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan” joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım, Boşbakanım gibi…

Bu satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane edilerek kapatılırken,  bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor.  Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;

  • Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?

  • Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı? 


  • Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde "Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı? "Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan mı? 

  • Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor? 

  • Araba ön panosunun, koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin” demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız! Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana ulaşmaz mı?

  • Spor ve makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?

Belki (umut ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır. Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?