“Tanrı iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi
insanları kullanır, yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim
kılmak için Tanrıyı… Giordano Bruno”
28 milyonluk, 12 üniversitesi olan Tayvan’la, 190 üniversiteli 80 milyonluk Türkiye'de, 2014 yılında yapılan bilimsel yayın sayıları aynı, 37bin.
…Diye
başlayıp, memleketteki üniversitelerin hal-i pür melaline acıklı bir giriş
yapacaktım. Uzun süre önümdeki notlarıma, sağdan soldan topladığım belgelere
umutsuzca baktım. Nereden başlayacağımı bilemedim. Aklımdan neler geçmedi? Aynı
günlerde Mısır ile ilgili seyahat anılarımı yazıyordum. Anılarımı daha önce
yazmıştım da, kitap haline getirmeye çalışıyordum. Rosetta taşını ve Champollion’un
tercüme ettiği ilk satır geldi gözlerimin önüne; "Saltanatta, genç bir hükümdar babasının
krallığının varisi olmuştur..." Yıl 1822. Osmanlının Mısır’da (güya) hüküm sürdüğü yıllar.
Napolyon İngiltere ile olan sorununu Mısır üzerinden çözmeye kalkmış, ordusunu
Mısır çöllerine sürmüş. Beni ilgilendiren Napolyon’un hırsları, ordunun
büyüklüğü filan değil. Orduyla beraber giden 167 kişi. Bunlar asker değil, bilim, sanat ve arkeoloji uzmanları. Champollion
da ekipteki bir dilbilim uzmanı. Bugün hiyeroglif yazısı okunabiliyorsa dünya
bunu Napolyon’a borçlu... Bir takım münafıklar, arabozanlar diyelim, “Hayır, İngilizlere borçlu” diye itiraz
edebilirler. Her neyse! Osmanlılara borçlu olmadıkları kesin.
DİL
MESELESİ
Fransızlar
topu topu üç yıllık Mısır seferi sırasında Süveyş kanalının fizibilite
çalışmalarını başlatıp, bir yığın arkeolojik keşif yaparken, bizim Osmanlı aynı
ülkede üç yüz yıl hüküm sürüp bu ülkenin geçmişi ve kültürüyle ilgili hiçbir
şeyi merak etmemiş. Kleopatra’yı tenzih ederim. Onu da magazin seviyesinde
izlemişiz. Nerelerde yıkandı, nerede güneşlendi, hamama girdi filan…
Bu
meraksızlık sadece başka milletlerle sınırlı değil. Kendi tarihimiz ve
geleneklerimizle ilgimiz de çok yüzeysel kalmış. Cemre olayını hepimiz biliriz.
Fakat ikinci cemrenin neden toprağa değil de suya düştüğünü kaçımız biliriz?
Önce hava sonra toprak ısınmıyor mu? Cevabını yazmayacağım. Meraklısı Altaylara
gitsin veya wikiye girsin, öğrensin!
Dilimizden
hiç düşürmediğimiz Orhun yazıtlarının alfabesini de dilbilimi uzmanı
Danimarkalı Vilhelm Thomsen çözmüş. 25 Kasım 1893. Yazının günümüz Türkçesine
çevrilmesi için uğraş verenler ise Genç Cumhuriyetin aydınları, dilbilimcileri.
Önceleri hamaset alt yapımızın esiri olarak, Bilge Kagan’ın 1200 yıllık mesajını
kendimize uydurmuşuz; Ey Türk,
titre ve kendine dön! Turancılık modasının zirve yaptığı dönemler. Sonradan
taşlar yerine oturuyor, insanlar ne Turan’ı yahu, Türkiye bize yeter demeye
başlıyor. Bir anlamda düşünce devrimi sayılır. Diğer bir dilbilimci, Prof.
Muharrem Ergin, mesaja ırkçı değil, akıl gözüyle bakıyor ve olayı çözüyor, yıl
1940. Şimdi biliyoruz ki bu, Bilge Kagan’ın ulusuna verdiği bir öğüt ve "Türk Budun; ertin ökün!" derken
kastettiği şey Çin’e fazla bulaşmamaları. Kısacası titremekle ilgisi yok; "Ötüken ormanında kal! Oradan ayrılma.
Çin'den uzak dur!" demek istiyor. Doğru söze ne denir?
Yani “Adriyatikten Çin Denizine” diyerek hava
atmak yetmiyor. İçini doldurmak lazım. Dünya işleri böyle de yukarılarda durum
nasıl?
İLİM
– BİLİM DURUMLARI
Memlekette
ilk rasathaneyi Takiyüddin bin Maruf
kurmuş. Yıl 1577. Kendisi zamanının ünlü matematikçisi. Ayrıca astronomi,
saatler, mekanik, optik ve doğa felsefesi konularında doksan kitap yazmış. Osmanlıcadaki
deyişle tam bir Hezarfen! Adam
dünyanın eğim açısını Brahe ve Kopernik’ten daha doğru hesaplamış (mış). Çıkmış
Üçüncü Murat’ın huzuruna, Uluğ Beyin astronomik hesaplarındaki hataları delil
göstermiş. Bunları düzeltelim demiş, izni koparmış. 3. Murat astronomi
merakıyla mı, yoksa astroloji hevesiyle mi bu izni vermiş, orası belli değil. Tophane
sırtlarında bir rasathane inşa edilmiş.
Fakat
bu memleketteki bütün güzel şeyler gibi onun da kısa zamanda vadesi gelmiş.
Malum çevreler devreye girmiş, çarklar dönmüş. Rasathane personelinin
meleklerin bacaklarını gözlediği söylentisi yayılmış. Halk huzursuzlanmış. Zamanın
Şeyhülislamı noktayı koymuş; “böyle bir gözlem evinin kurulduğu hiçbir devletin varlığını sürdüremediği…” Koca
Osmanlı Devletini kimin idare ettiği belli. 3. Murat fetvayı alınca Kılıç Ali
Paşa’yı görevlendirmiş. Kaptan gemilerini Tophane önüne dizmiş, rasathaneyi
bombalamış. Yıl 1580. Padişah neden basitçe rasathaneyi kapatmamış belli değil.
Burası karışık. Tesadüf eseri, Tophane’deki bir caminin inşaatı da aynı yıl bitmiş;
Kılıç Ali Paşa Camisi! Camilerin çevresinde içki yasağı olur ya, belki belli
bir alanda bilim yasağı da vardır. Şeyhülislama sormak lazım! Cervantes de bilebilir!
Diğer
bir hezarfen, Ahmet Çelebi de aynı çarktan geçmiş. O kendi yaptığı kanatlarla
Galata’dan Üsküdar’a uçtuğu için daha meşhur. Yıl 1632. Evliya Çelebi’ye göre
4. Murat tarafından önce bir kese altınla ödüllendirilmiş, sonra da Cezayir’e
sürülmüş. Gerekçesi; "Bu adem pek
havf edilecek (korkulacak) bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelir,
böyle kimselerin bekaası caiz değildir"
Osmanlıda pozitif bilimler, teknoloji vesaire, hep güdük kalmış. Bir türlü önemsenmemiş. Matbaaya bile ürkerek bakmışlar. İsteyen eskidendi desin, karanlık çağlar desin, batıda da oluyordu desin. Doğrudur.
İlim-bilimle ilişkiler böyle yürüyor. Din işlerini kast ediyorum. Doğu veya batı
fark etmiyor. Her yerde doğa ve doğa üstünün çatışması var. Sanki bir iktidar
savaşı veriliyor. Adı konmamış bir savaş ve kurbanlar (nedense) hep bilim
insanları! Ortak kaderler paylaşılıyor.
Galile ve Bruno aynı karanlığı yaşayan iki örnek. Galile’yi (muhtemelen) herkes
tanır. Güneş merkezli evren teorisi yüzünden kilise tarafından mahkum edildi.
On yedinci yüzyılın ilk yarısı. Çilesi uzun sürdüğü için zaman aralığını da
uzun tuttum. Gök bilimci ve filozof
Giordano Bruno evrenin sonsuzluğuna inanıyordu. 7 yıl yargılandıktan sonra
dili kopartılarak yakıldı. Yıl 1600. Hem tıp, hem de teoloji eğitimi görmüş
olan Charles Darwin’in evrim konusunda çektiği sıkıntıları biliyoruz. Sonunda
hep bilim kazandı. Bruno’nun yakıldığı yerde şimdi heykeli var. Evren sonsuz ve
dünya güneşin etrafında dönüyor. Evrimsel biyoloji dalında”Darwin-Wallace”
ödülü her yıl "kendilerini
yok ederek gen havuzumuzu iyileştiren" bilim insanlarına veriliyor.
Yukarıdaki
“son” kavramı önemli. “Eninde sonunda” anlamında kullanıyorum. Çünkü
zaman sonsuz ve göreceli bir kavram. Batıda insanlar aydınlanma devrimini
yaşadılar ve inanç dünyasıyla bilimsellik arasında bir denge kurdular. İkisinin bir arada yaşamasının veya
yaşanmasının pekala mümkün olduğu kanıtlandı. Örneğin “big bang – büyük patlama” teorisini 1920’lerde ortaya atan iki
kişiden birisi Belçikalı fizikçi papaz Georges Lemaitre!
DİN
VE BİLİM
Bunlar
münferit olaylar, cımbızla seçilmiş örnekler diyenler olabilir. İnançlı olmanın neresi kötü denebilir. Hem dindar olur, hem de bilim insanı. Olur mu? Belki
veya bir ihtimal. Hem dinci, hem bilgin? İşte bu olmaz. Çare? Bu sorunun tek
bir cevabı var: İnancın ait olduğu yere dönmesi, insan vicdanına… Bu hiçbir
yerde kolay olmadı. Dinlerin istismarıyla pekişen iktidar kolay terk edilecek bir
güç değildi. Vatikan orta çağda bu nedenle paniğe kapıldı. Kiliseler bunun için
kıyım yaptılar. Bilgiye ve bilginin paylaşımına karşı çıktılar. Ama bilginin ışığı batıl inançlardan daha
güçlüydü. Kilisenin savunduğu tezler bilim insanları tarafından bir bir
çürütülüyor, ilahi mucizelerin karşısına bilimsel gerçekler çıkıyordu. Artık “kara ölüm” tanrının gazabı değil,
farelerin tüylerinin arasında gezinen pirelerin işiydi.
Sonuçta
tanrı-krallar son dönemece girdi, Fransız devriminin ışığı karanlığın içinde
gözleri kamaştırdı ve ondokuzuncu yüzyılın tam ortasında, aynı zamanda
sendikacı olan bir İngiliz gazete editörü Holyoake reçetenin adını koydu;
Sekülarizm.
Müslüman
dünya buna benzer hiçbir gelişme yaşamadı. Din her zaman tek iktidar, her
alanda tek egemen oldu. Halbuki her şey ne güzel başlamıştı. Ebu Musa Cabir bin
Hayyan, Battani, Farabi, Biruni, İbn-i
Sina, Kaşgarlı Mahmut, İbn Rüşt, Ömer Hayyam ve onlarcası müslüman değil miydi?
Parlak Abbasi döneminden, altın çağdan sonra ne oldu da bu pırıltı söndü?
Akıllar ne zaman durdu ve zihinler çoraklaştı? Bertrand Russel bilimin
gelişmesinde üç aşama olduğunu belirtmiş. “Yunan
bilimi spekülatifti” demiş. Bilimsel düşünceye deney ve gözlemi
müslümanların kazandırdığını yazmış. Sonra da dananın kuyruğunu koparmış; “Müslümanlar deney ve gözlemden teoriye
geçemediler. Teoriye geçiş batıda oldu!”
İslamın
içine kapanmasının ve Müslüman dünyanın batıdan geri kalmasının ayrıntısına
girecek değilim. Beni aşar. En azından bu satırlara sığmaz. Bu geri kalma
konusuna da itiraz edenler olabilir. O
da mümkün. Nereden baktığınıza göre değişir. İzafiyet meselesi. Gerileme
demesek de duraklamanın, karanlık demesek de alaca karanlığın en önemli adresi
bütün kaynaklarda Gazzali olarak gösteriliyor. Hadi felsefe farkı diyelim.
Gazzali’nin işte tam bu noktada etkisi büyük olmuş. Felsefeye yönelik olumsuz
tutumu İslami düşüncenin sınırlarını daraltmış. Kur’anı tek kaynak göstermiş, inanç
felsefesinde akıl yerine sezgiyi önemsemiş. Bunu tasavvufta “mükaşefe” terimiyle açıklıyorlar.
Türkçesi; hakikat ehline ilahi sırların
zuhur etmesi! Bunun nasıl olacağına benim aklım ermedi.
Tek
bir insan inanç dünyasında bu kadar etkili olabilir mi? Mümkündür. Konu inanç
dünyasıysa olabilir. Çünkü orada neden? Niçin? gibi sorular yoktur. Günahlar ve
sevaplar vardır. Bütün soruların cevabı zaten verilmiştir. Sorgusuz sualsiz
biat kültürü vardır. Bu, iktidar sizin taraftaysa işe yarayan bir şeydir ve kolaydır.
İnsanlar karanlıkta yaşadıklarının farkında değillerdir. Bu da izafi bir konu. Çoğu
için karanlıkta olan ötekidir. Onun için aydınlanma diye bir sorun yoktur ve
her şeyi bilen birisi varsa her şeyin bilinmesine gerek yoktur. Sonuçta ne
kadar sorgularsan o kadar günahkarsın.
Peki
tek bir insan bu karanlığı dağıtabilir mi? Bu kısır döngüyü kırıp ulusunu
aydınlığa çıkarabilir mi? Bu da mümkün. Ama isimler üzerinde durup hamaset
tuzağına düşecek değilim. Tek bir insana veya Kurtuluş Savaşına bağlayacak da
değilim. Çünkü bu savaşın kazanılmasında manevi gücü yüksek, inançlı insanların
ne kadar büyük rolü olduğunu biliyorum. Ayrıca dini istismar eden dincilerle,
dindar insanları hep ayrı kefelere koydum. Aydınlanma tohumlarını atan ve onu
yeşerten Osmanlı aydınlarından bahsediyorum. Evliya Çelebi dışında yazarı
olmayan Osmanlının tanzimatla başlayan aydınlanmasından…
O tek
insan bir Osmanlı aydınıydı ve çoğu arkadaşı gibi genç Türkiye Cumhuriyetinin
de ilk aydınları oldular. Cahil bırakılmış, kuldan başka bir şey olmayan
halktan bir ulus yarattılar. Mustafa Kemal en güçlü olduğu zaman bile dini
istismar etmedi. "Ben size manevi miras olarak
hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum.
Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” diyerek yeni Türkiye’nin müjdesini
verdi. “Eski köye yeni adet” diye burun kıvıranlar için ekledi; “Zaman
süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık
telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler
getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."
Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!
Demokrasi girişimleri yıllardır sürüyor, fakat bir türlü yerine oturmuyordu. Birinci ve ikinci "Meşrutiyet" dönemleri de aynı nedenle başarılı olamamıştı. Eksik veya fazla bir şey vardı. Demokrasiyi sakatlayan bir şey. Engelli olması kader değildi. Egemenliği gerçek sahibine verecek tedavi ise belliydi. Mustafa Kemal reçeteyi yazdı, altına imzasını attı; Laiklik!
DEMOKRASİNİN
ZAYIF KARNI
Bundan
sonrasını bilen biliyor. Batının yüzyıllık aydınlanma sürecine yetişmek için
büyük bir mücadele verildi. Demokratik kurallarla yönetilen bir ülke olarak tüm
müslüman dünyaya örnek oldu. Kullar özgür bireyler oldular. Haklarını
öğrendiler. Başları dik, bakışları gururluydu. Aydınlık bir gelecek için el ele
verdiler. Yorgun, parasız, fakat saf ve temizdiler. Bazılarının karanlığı
aydınlığa tercih edeceğini hiç bilemediler. Birisi çıktı; “siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz” dedi. Demokrasinin
kendilerine verdiği bu imkan pusuya yatmış bekleyen bazı insanların
çok hoşuna gitti. Demokrasinin zayıf karnını keşfetmişlerdi. Planları basit,
ama etkiliydi; Sabırla beklenecek, sermaye el değiştirecek, önce eğitim ele
geçecek, sonra iktidar!
Umduklarından
kolay oldu. Artık minareler süngü, camiler kışlaydı. Bire üç, süratle
çoğaldılar. Göğe bakıp meleklerin bacaklarından başka bir şey görmeyenler
inlerinden çıktılar. Cami sayısı okul sayısını, diyanet bütçesi eğitim bütçesini
aştı. Eğitim gösteriş, kültür gereksizdi. Rehberimiz Kur’an, hedefimiz (Turan
olmasa da) Ortadoğu oldu. Yurdun dört köşesinde pıtrak gibi üniversite açıldı. Ampulün
yapay ışığı aydınlık zannedildi. Nicelik niteliğin önüne geçti. Araştırma
yapmayan araştırma görevlileri, ders vermeyen profesörler türedi. Halka kömür,
üniversitelere unvan dağıtıldı. Liyakat yok, sadakat vardı. Geometri Atatürk'ün
icadıydı, paralel kenar dışında faydası yoktu. O da aslında yamuktu.
CEHALET
VE KALABALIK
Eğitim
istatistikleri (zaten var olan) felaketi işaret ediyor. Fay hattını mesken
tutmuş, kırılmasını bekliyoruz. Ufak sallantılar beşik gibi geliyor, gözlerimiz
kapanıyor. Öğrendik ki depremin enerjisi azalıyormuş! Arabistan altımıza
kayıyor, haberimiz yok. Rakamları Türk İstatistik Kurumundan aldım
(tuik.gov.tr). 2002 yılında toplam ilkokul sayısı 35052, on yıl sonra 27544! Öğrenci sayısı pek
değişmemiş. Listede 2012’den sonrası hesaplar karışık. Onun için 2012 yılını
söylüyorum. Aynı dönemde cami sayısı 76binden 93bine çıkmış. İran’da bile daha
az sayıda cami var. Memlekette 2013 yılında yüz bine yakın dernek varmış.
Bunların 863’ü sivil haklara dair, 308’i öğrenci derneği, 16bini cami ve kuran
kursu derneği. Helali hoş olsun, çalış senin de olsun! Sayıları Can Dündar’ın
bir yazısından aldım. Allah selamet versin, onun yalancısıyım. Ama bence o
yazmışsa doğru yazmıştır.
Kütüphanelere
geçelim. Almanya’da onbir bin küsur kütüphane varmış. Türkiye’de 1500. Kaç kişi
gider bilmiyorum. Japonya’da kişi başına 25 kitap okunuyormuş. Bizde sıfır onda
bir. Tamamına yakını müslüman olan ülkede insanlar kaba bir hesapla Kur’anın
bile tamamını okumamışlar (sayılır). Cehaletin marifet haline gelmesi
normaldir. Halbuki Kur’anın ilk ayeti “oku”
diye başlamıyor muydu? Arapça olduğuna göre Araplara ayrıca “anla” denmesine gerek yoktu. Peki biz nasıl
anlayacağız? Gel, kel ve gül, Arapçada hepsinin yazılışı aynıydı. Oldu mu öldü mü; kol mu kul mu belli değildi. Biz nereden bileceğiz? Nazım Hikmet’in “Heraklit’i düşünürken”
şiirindeki Heraklit’i, “ekalliyet” kelimesi olarak algılayan polis memuru,
Nazım’ı azınlıkları kışkırtmakla suçlamıştı. Cennette sadece Arapça konuşulduğu
doğru muydu? Kim gitmiş de duymuştu? Arapça bilmeyenler için el işareti caiz miydi?
Biat ve itaatin
yolu sualsizdir.
Sadede gelelim.
Cehalet
ve kalabalık bir araya gelince sonucun kabalık ve karanlık olması kesindi. Devran
döndü, devir değişti. Hoyratlar mazi, hoyratlık sıradan oldu. Zerafet, nezaket ve estetik gibi kavramlar sessizce ortadan çekildi. Dini referanslar ön plana çıktı. Havada fetvalar uçuşmaya başladı. Dilimize “Laikci” gibi tuhaf bir tanımlar girdi. Hoşgörü efsane, mozaik hikaye, tahammül nadir bulunan bir şeydi. Sadece etnik kökenler değil, farklı mezhepler dahi ayırımcılığa uğradı. Eğitim değil, iş bilirlik (veya bitiricilik)
makbul sayıldı. Aydınlar ve bilgiyi temsil edenler ötekileştirildi. Daha basılmamış kitaplar tutuklandı. Doktorlar ve gazeteciler (hiç ilgisi yok gibi gözükse de) sırf mesleklerini yaptıkları için suçlandılar. Gazeteciler daha tehlikeliydi veya yandaşını bulmak kolaydı, hapse atıldılar. Hukuk vardı ama adalet yoktu. Kaba kuvvet hakkını almanın geçerli bir yolu oldu. Kafası kızan silaha sarıldı. Hapishaneler kültür
yuvasına, sokaklar vahşi batıya döndü…
KADIN
MESELESİ
Batının karanlık orta çağında cadıların hep kadın olması tesadüf değildi. Dünyayı erkekler idare ediyordu ve tek tanrılı dinlerin tümü arkalarındaydı. Atmosferdeki "testosteron ayak izi" bu kadar yükselince
kadınların başına bir şeyler gelmesi kaçınılmaz oldu. Cadı veya değil, dünyanın dört köşesinde, çoğu din adına yakıldılar, taşlandılar, dövüldüler, sövüldüler ve öldürüldüler. Bu sövme meselesi kafama takıldı. Analar kutsaldı,
cennet ayaklarının altındaydı, ana gibi yar olmazdı da; neden en okkalı
küfürler onlarla başlıyordu? Bu ne biçim bir çelişkiydi? Arkadaşının, dostunun,
trafikteki şoförün ve yedi düvelin anasının veya ebesinin şeyini (tövbe
estağfurullah!) şeetmek hangi ilkel kompleksi tatmin ediyordu? Acaba bu küfrü
ilk kim keşfetmişti? Onlar ana olmadan önce kadındılar. Daha da önce
tanrıçalardı. Küfreden çarpılırdı. Göklerin kanatlı tanrıçası İştar’dı,
İnannaydı. Kibele bizim ana tanrıçamızdı. Bir gün hayatımızdan çıktılar ve
dengeler bozuldu. Kaburgadan veya değil, artık kadın erkeğin bir parçasıydı ve
asli görevi analıktı, başka bir şey değil.
Kadın
olmadan aydınlanma olmaz. Olsa olsa topal ördek olur. Onlar karanlığı görünür kılan mum ışıklarıdır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. “Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısıydı. Avrupa’da kadınların oy verme hakkıyla ilgili “süfrajet” mücadelesi başlamıştı. Balkanlar üzerinden esen feminist rüzgarların serinliği Osmanlı kadınını uyandırdı. “Beyaz Konferanslar” adıyla düzenlenen toplantıların birisinde Fatma Nesibe Hanım durumu özetledi. Kadınların erkeklerin hizmetçisi konumunda olduğunu, erkekler tarafından et parçası, kuluçka makinesi olarak görüldüklerini, yetmezmiş gibi erkekler tarafından dövüldüklerini, hatta öldürüldüklerini söyledi. Erkeklerin bu gücü şeriattan aldıklarını belirterek sistemin erkekleri koruduğunun altını çizdi. "Batıda başlayan feminist hareketin erkeklere karşı başarıya ulaşacağını, ancak yapılacak olan kadın devriminin erkeklerinki gibi kanlı olmayacağını" belirterek erkeklerin siyaset yapma biçimlerini de eleştirdi. Bu sözler (maalesef) bugün için de geçerli olduğu için değiştirmeden naklettim.
TÜNELİN SONU
Bir yerde
okumuştum. Yeni kurulan devletlerin kalıcı olup olmadıkları yüz yıl geçmeden
anlaşılmazmış. Bu durumda kritik tarih 2023 oluyor. Üç aşağı beş yukarı, bir
şeyin bitişi her zaman bir başkasının başlangıcı olur. Karanlığın bitişi için
koyduğum tarih bu! Siyasi iktidarın hedefindeki tarihi andırıyor. Farkımız
nereden, hangi açıdan baktığımızla ilgili. İzafiyet demiştim ya, işte o...
Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir.
Tünelin ucundaki ışık her zaman üzerinize gelen bir tren değildir.
Karanlıktan
beslenen aydınlık istemez. Aydınlığı bilmeyen karanlığı tanımaz. Köstebek için
yeterli olan insana yetmez. Yoksunluk izafidir. Ben görecelik veya görelilik yerine
izafiyet demeyi tercih ediyorum. Kulağıma daha hoş
geliyor. Kadınların iktidarı gibi. Çiller gibi düzenin oyuncağı olan vitrin süslerini kast
etmiyorum. Kadınların çoğunluk olduğu gerçek iktidar! Erkekler yapacaklarını
yaptılar. Sıra kadınlarda. İktidarı ele geçirince testosteronları yükselir mi
bilmiyorum. Malum, iktidar sorunu. Gene de erkekler kadar olmaz. Kadınlar hayata sayı hesabıyla bakmazlar. Evinde veya dünyada, acılara daha
duyarlıdırlar. Hasta komşusuna götürecek bir tas çorbaları her zaman vardır. Kayıplar
hep evlattır onlar için. Çünkü bir kadın yarattığı şeyi yok etmek istemez.
Ülkeleri kadınlar yönetseydi öldürmek değil yaşatmak
için çalışırlardı. Yasaklayacak olsalar sadece nükleer başlıkları değil tüm
silahları yasaklarlardı. Dünyada geçen yıl silahlanmaya harcanan para miktarı
tam 1204 milyar dolarmış. Açlık sorununu çözmek için 30 milyar dolar yetiyor.
Sakın kimse nüfus çok artardı, savaşlar nüfusu dengeliyor demesin. Savaş çıkar (!)…
İnsanlara sadece
vicdan ve ahlak açısından bakıyorum. Örttükleri şey zihinleri olmasın yeter. Kul değil özgür bireyler olsunlar istiyorum. Karanlığı görmelerini, karanlıktan beslenenleri tanımalarını diliyorum. Gün gelecek, ahlaklı olmak için dar kalıplara ihtiyaçları olmadığını fark edecekler. Merak edecekler. Her şeyi soruyoruz da neden bunu soramıyoruz diyecekler. Şüphe duyacaklar. Çünkü akıl şüphecidir. Neden
diye soracaklar. Önce (kesinlikle) cevap alamayacaklar. Sormaya devam ettiklerinde, sorgulamayı öğrendiklerinde ışığı
görecekler. İnanmasam yazmam. Işık gezi olaylarında Taksim'deydi. Yurdun dört bir yanındaki barış gösterileri, doğruyu arayan insanlar, hakları için nöbet tutanlar, bir ağacı savunan gençler karanlıkta yakılmış mum ışıklarıydı. Özgürlük bulaşıcıdır. Bu
kadar insan boşuna ayağa kalkmış olamaz. Er veya geç aydınlık kazanacak. Oturup aydınlığın uzun tarihini
yazacağım. İçinde erkekten çok kadınlar olacak.