26 Eylül 2011 Pazartesi

MÜREFTE

Eylül 2011


Eylül ayının son haftası, tam bağbozumu zamanı Mürefte yolundayız. Ben, Jale, Mustafa, Serap ve Mehmet. Jale benim karım, Mustafa Jale'nin kardeşi, Serap Mustafa'nın karısı, Mehmet ikisinin oğlu, ben Mehmet'in Handedesi! Fikir Serap'tan çıktı. Fikir şu; Tekirdağ'da köfte yiyelim. Mürefte'ye gidelim, bağ gezelim, bağbozumu görelim, bir gece kalalım, balık yiyelim, Şarköy'e geçelim, şarap alıp gelelim! Fikir, iyi fikir.


Benim arabayla yola çıktık. keyfimiz yerinde. Tıngır mıngır Tekirdağ'dayız. Çevre yolunu daha önce görmemiştim. Bağlantılar bir tuhaf olmuş. Eskiden şehre giriş daha hoştu. Şimdi kenar mahallelerden, karışık bir trafik içinde ilerleyip sahile ancak çıkabildik. Şefin tavsiyesi; Özcanlar Köfte (şef, Serap oluyor)! köfteleri yedik, çayımızı içtik, listenin başındaki köfte maddesine bir çizik attık. İstikamet Kumbağ üzerinden Yeniköy. Niyetim, buralara gelmişken sahil yolunu görmek, kıyıdan kıyıdan gidip deniz havası almak. Ne bileyim daha çok dağ havası alacağımı?

Kumbağ bir vakitlerin en ünlü sayfiye kasabası. Erdek sonrası İstanbul'luların ikinci gözdesi. Transit geçişler bir yer hakkında genellikle fikir vermez. Fakat buraları için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü yollar halen kasabaların orta yerinden geçmekte. Biraz da sağa sola dalınca ortalama bir fikir veriyor. Kumbağ için diyeceğim o ki; güzel bir kasaba. Nesi güzel derseniz bilemem. Bugün gözüme her şey güzel geliyor.


Kumbağ çıkışında kendimizi çıkmayan bir yolda bulduk. Bir kulübe, kulübede bir nöbetçi bekçi, duruşu deli dumrul duruşu! Kulübenin ön camında TL listesi . Giriş filan lira, oto falan lira... Allah allah! Allahın yolunda (nereden allahın oluyorsa?) Dümdüz geliyorduk, buradan başka yol yoksa bu para olayı nedir? Dumrul bey olayı açıkladı: burası Çamlık piknik alanı girişiymiş, asıl yol gerilerde bir yerdeymiş, ana yola çıkıyormuş, ama buradan da gidilirmiş, orası daha uzunmuş, burası daha kısaymış, yol biraz bozukmuş, bozukmuş ama az bozukmuş. Belki arabanın altı vururmuş, belki de vurmazmış! Kaç kilometresi bozukmuş? 8 kilometre.

Ben bu memlekette hiçbir yol tarifinde bu kadar kesin bir ölçü kullanıldığını görmedim, işitmedim. On metre denen şey genellikle on kere on metre gibidir. 8 km acaba nasıl bir şeydir? Adamın bu kesin tavrı beni resmen tahrik etti. Bu yoldan gidip mesafeyi ölçeceğim.

Dağ yolu

Başlarda tatlı bir toprak yolla başlayan yolculuk, kaba taş ve kayaların üzerinde zıplamaya başlayınca beni biraz endişelendirdi. Arabanın konsolunda "transformer" düğmesini aradım. Hani basayım da araba cipe dönüşsün diye. Herşeyi yapan Japonlar bir düğme koymayı unutmuşlar. Dönüşte hesap soracağım!

Neyse ki bekleyenimiz de yok acelemiz de! Yavaş yavaş gideriz dedim, yavaş yavaş gittik (dediğimi yaparım!). Hem gittik, hem yükseldik. Işıklar Dağı'na çıkıyoruz. Neden Işıklar? Belli değil. Daha önce adı Ganos'muş. Ganos, Işıklar mı demek? Adı Ganos olduğunda, "kutsal dağ" imiş aynı zamanda. Bu olabilir. Kutsaldan bol ne var? Dağda altı tane manastır varmış. Beşini inek yemiş, biri kalmış. Kalan da sadece kalıntı! Bulunduğumuz yer kaç metre diye iddialaştık. 400 metre çıktı! Müthiş güzel bir yerdeyiz. Aşağıda, iyice aşağıda pırıl pırıl bir deniz, uzakta adalar, Marmara, Avşa, Ekinlik... Ayaklarımızın altı yemyeşil, envai çeşit kır çiçekleri, etrafta çam ağaçları... İn yok, cin yok. Bir iki avcı ve bir iki av köpeği var. Bilseydik hazırlıklı gelir, of of çeker, demlenirdik! Artık bir dahaki sefere...

Altıncı kilometreden sonra taşlar azaldı, toprak yol bize asfalt gibi geldi. Tam sekizinci kilometrede asfalt gibi toprak yol bitti, toprak yol gibi asfalt yol başladı. İdare eder dedik, Yeniköy'e geldik. Ve çıktık.

Köyün denize kıyısı yok. Tam bir dağ köyü. Yamacından yol geçiyor. Yolun uçurum tarafında, girişte güzel bir bank var. Bankta; otur da manzara gör! der gibi bir hava, kendini beğenmişlik var! Duramadık. Dursaydık filan derken çıkışta bir bank daha gördük, orada da durmadık. Yol kenarında salaş bir kulübede yamaç paraşütü, kulüp filan gibi birşeyler yazıyordu. Manzara solda olduğu için bunu da pek seçemedik. Zaten hedefimiz Mürefte!

Yeniköy'ün tepesi Cin tepesi. Mutlaka bir cinlik olmuştur! Biz buraya da çıkmadık ama bir hikayesi var, onu yazayım dedim. Aslında bu hikayedeki "kız kayası"nı da görmedik. Hikayeyi aldığım kaynakta olayı "dinini iyi yaşayan kimselerin" anlattığı yazıyor. Benim aktarmamın sebebi sır fesatlık olsun diye! Kısaca şöyle: Bu köydeki bir kadının ufak bebeği varmış. Taş fırında (taş fırın önemli) ekmek yaparken bebek ağlamış. Kadıncağız dört dönüyor ya, iş güç derken, elinin hamuruyla bebeğin altını değiştirmeye kalkmış. Tanrı; elinde nimetle bunu nasıl yaparsın diyerek kadına bir çarpmış, tam çarpmış. Kadın oracıkta taş olmuş. Köyün Şarköy tarafındaki taş bu taşmış. Bari "kadın kayası" veya "bayan kayası" deselerdi!


Yeniköy'ü geçmemiz 20 saniye kadar sürdü. Manzaraya dalmış, aheste aheste çekerken kürekleri, pardon arabayı, gökyüzünde süzülen bir paraşütçü gördük. Sağımız yamaç olduğuna göre, bu da yamaç paraşütü olsa gerekti... Biraz ileride (bir müsait yerde) durduk. Paraşütçüler tatlı tatlı süzülüyor, dakikalarca havada asılı kaldıktan sonra alçalıp ağaçların arkasında kayboluyordu. Ağaçların arkasında Ayvasıl kumsalı uzanıyor. Dikkatle bakınca kumsalda bir sürü paraşütçünün olduğunu gördüm. Muhtemelen tepelerde de bir o kadar paraşütçü daha var. Meraklısına not: Tepenin adı Nişantepe, rakım 625 metre. Biz durduğumuz yerde havalara bakarken, Mehmet otların arasında bir peygamber böceği keşfetti. Çocuk farklı! Herkes havaya bakarken o yere bakıyor! Saman rengindeki otun üzerinde saman renginde böceği nasıl gördü anlamadım.

Buradan kalkıp biraz ileride, yolun sağındaki çeşme başında tekrar durduk. Çeşmelerin suyu dağdan iniyordu. Uzun sazlar da Jale'yi cezbetti. Bu gibi acil durumlar için sakladığım makas burada da işe yaradı. Sazların püsküllülerini arabamın bagajından nasıl temizleyeceğimi düşünmenin bir faydası yoktu. Sabırla saz yolma işleminin bitmesini bekleyip yola devam ettik.

Yeniköy'den bu kadar bahsedince Uçmakdere'ye ayıp olacak. Burası müthiş güzel bir köy. Yolda kıvrıla kıvrıla giderken sizi önce asırlık bir çınar ağacı karşılıyor. Buradan, ağacın hemen arkasına bakınca, iki tepenin arasındaki vadide Uçmakdere'yi görüyorsunuz. Uçmakdere, uçmadan önce adı Avdimio veya Avdin imiş. Yani "hoş yer". Bu eski isimlere bayılıyorum. Rumca, Kürtçe veya Türkçe olması önemli değil. İsimler, kastettiğim ilk isimler, o yere verilmiş bir ödül gibi. Neden verildiği de belli, o ödülün nasıl kazanıldığı da. İsimler o yerin yüzyıllık tarihini anlatıyor! isimler kolay kazanılmıyor. Eskiden Türk boylarında çocuklar doğru dürüst bir iş becermeden, ister savaş olsun, ister av işi, isim alamazlarmış. Hak edene kadar hepsi Karaoğlan! Şimdi bakıyorum; köylerin çoğu Yeniköy! Hayal gücümüz bu kadar mı?

Köyde hiçbir Osmanlı kalıntısı bulunmuyor. Rumlardan da fazla bir şey kaldığı söylenemez. Vaktiyle evlerin altında tonlarca şarap alabilen mahzenler varmış. Çavuş üzümleri de Amerika'ya buradan gönderilirmiş. Köyde 3 eczane, 2 kilise, 3 ayazma, 2 maşatlık, 2 köprü ve 2500 insan varmış. Şifalı otları ve kaynak sularıyla bilinirmiş. İpek böcekçiliği ve şarapçılığı çok meşhurmuş. Rumlardan sonra yöreye taşınan Selanikliler de bu alışkanlıkları devam ettirmiş. Bu arada çaktırmadan, rumlardan kalan kiliseleri filan ortadan kaldırmışlar. Anlaşılacağı gibi bunların hepsi mişli-muşlu geçmiş zaman. Çok da geçmiş değil aslında. Yok olan sadece kiliseler, ayazma değil. 20 yıl kadar önce süne mücadelesinde kullanılan kimyasal ilaçlar süneyle birlikte ipekçiliği de yok etmiş. Olsun, süne bitmiş ya! Sonrası malum. Dut ağaçları sökülmüş, devlet zararı ödemiş!! Afferin ona...

Biz ağacın berisinde arabadan indik. Evler ağaçların arasında zor seçiliyor. Bahçeler çiçek bahçesi, duvarlarda tütün dizgeleri... Ben çevrede dolaşıp fotoğraf çekerken, Serap ağacı taciz etmekle meşguldü. Bu köye de girmedik, önünden geçip yola devam ettik. Bir dahaki sefere yapılacaklar listesine kaydettik; Köye girilecek, sokak aralarında gezilecek, ev şarabı içilecek, tarihi bakkal görülecek, ahşap oymalara bakılıp vah vah denecek, papazın evine gidilecek, papazın kızı sorulacak. Gece köyün biraz ilerisindeki Çınar kampingde kalınacak. Kayık kiralanıp kürek çekilecek, salaş lokantada balık yenecek, erik ve çınar ağaçları altında uyunacak...

Evet yola devam ediyoruz.
Bu hikaye Mürefte değil, yol hikayesi haline geldi.

Sahilden Mürefte

Uçmakdere ve Çınar kamptan sonra düze indik, sahil yoluna çıktık...

Yol bundan sonra, Şarköy'e kadar yatay seyirli. Şansımıza hava mis, deniz çarşaf gibi. Madem yaprak kımıldamıyor, biz de rahatsız etmeyelim diye tüm yolu kaplumbağa hızıyla geçtik. Ganos'a, yeni adıyla Gaziköy'e (diğerlerine yaptığımız gibi) şöyle bir girdik, çıktık. Balıkçı limanı kendi halinde, sahilde bir-iki salaş kır gazinosu, çay içen bir kaç insan, evlerin önünde oturmuş kadınlar, köy kahvesi, hepsi bu. Bir de kuzey anadolu fayı denize buralardan dalıyormuş! Demek ki buraya gelirken döne döne indiğimiz, inerken de su içtiğimiz yamaçlarda gördüğümüz, neredeyse "M" harfine benzeyen tabakalanmalar, kırık hatları bundanmış! Hadi hayırlısı...


Sırada Hoşköy var, veya Hora, Ganos'la birlikte Ganohora artık ne derseniz. Bence Hora adı daha çok yakışıyor. Gaziköy ile ikisinin arası ancak 5 km kadar. Yol köyün ortasından geçiyor. Feneri ünlüymüş. Memnun olduk. Tamamen metalden, kaynak kullanılmadan 1861 yılında Fransızlar tarafından yapılmış. Filmlerde artistliği bile varmış. Vaktiyle kırmızı kiremitleri de ünlüymüş. Marsilya kiremitleri buradan gidermiş! Bu hikayeyi ve kiremitlerden birisini Mürefte'de Aker şarapevindeki müzeyi gezerken de gördük. Klasik çınaraltı kahvesi olayı burada da var. Esnafa katkı olsun diye kekik balı aldık. Kekikten nasıl bal alıyor bu arılar diye sorunca gene klasik sayılacak bir cevap aldık. Kovanlar tepelerde, eh tepelerde kekik de var, işte arı, kekik, bal filan... Kısacası kekik ismi lafın gelişi. İyi bal şekerlenir diye de sıkı sıkı tenbih ettiler. Bizim ki iyi balmış!

Az gittik, uz gittik, nihayet Mürefte'ye vasıl olduk. Mürefte kelimesi "binbir çiçek" anlamına geliyor. Bu demek oluyor ki Mürefte kızımız ilk baharda doğmuş! Kırsalı o kadar güzel ki, yakışır. Hani ne derler; ismiyle yaşasın. Mürefte, halkı değişip ismi değişmeyen ender yerlerden birisi. Bu demek ki ismi kimseye batmamış. Şarköy'e bağlı bir belediye. İşte bu birilerine batmış! Kaynakta adları yazıyor ama buraya almadım; Eskiden, Cumhuriyetin ilk yıllarında Mürefte mi yoksa Şarköy mü ilçe merkezi olsun diye mecliste bir oylama yapılmış. Oylama sonucu Mürefte kazanmış. Bu karar üzerine eşraftan birileri bir demet lahana ve pırasa hazırlayıp Şarköy'e göndermişler. Bir de not: Mürefte aldı kazayı, Şarköy aldı pırasayı..." Bu olay üzerine bir Şarköy'lü olayı Ankara'ya uçurmuş. TBMM yeniden toplanmış ve bu sefer de Şarköy ilçe merkezi olmuş. Bu bana Mürefte'lilerin kıskançlıkla uydurduğu bir hikaye gibi geldi. Şarköy merkez olmayı daha çok hak ediyor. Bu herhalde eskiden de böyleydi. Mürefte'den sonra, dönüş yolunda Şarköy'e de uğradık. İyi gelişmiş, daha canlı, düzgün, yaşanabilir bir yer. Sahil şeridi oldukça keyifli. İlçe merkezi olmak yaramış demek ki. Bence daha önemlisi Şarköy'ün turistik potansiyeli. Burası Türkiye'nin en uzun kumsalına sahip. Yıllarca İstanbul'lular için cazip bir sayfiye yeri olmuş. Bundan da akıllıca yararlanılmış. Üzüm, bağcılık, şarap, turizm derken kasaba zenginleşmiş, Mürefte'yi ikinci planda bırakmış. Kasabayı önce arabayla boydan boya katettik. Sonra inip kısa bir yürüyüş ve yemek molası. Buraların peynir helvası meşhurmuş. Daha doğrusu Çanakkale, Biga derken tüm Gelibolu bu tatlıya sahip çıkmış. Şimdilerde Gelibolu-Tekirdağ çekişmesi var. Helva Çanakkale'ye kaydıkça tereyağ sürülüp kızarmaya başlıyor. Balıkesir'e yaklaşırken biraz değişiyor, Havran'da Hoşmerim oluyor. Bu güzergahı tersten de okuyabilirsiniz. Kaynağı orta Asya, genel anlamda Anadolu yörüklerinin tatlısı. Neyse bu kadar gurmelik yeter. Bilen zaten biliyor, bana sorarsanız, sormayın, bu kadar yazdığıma da bakmayın. Bildiğimden değil, sadece ukalalık ediyorum.


Mürefte'nin girişi ümit verici. Güzel bir yere geldiniz der gibi. Sokaklar gayet muntazam, ev yerleşimleri kare şeklinde adalar halinde düzenlenmiş... Çınar ağaçları, ağaçların altında üzüm tezgahları, pancar motoruyla çalışan traktörler, sağlı sollu kahveler, lokantalar, paçacılar... Kasaba, sahilden arkalara doğru hafif bir eğimle yükseliyor. Bu kısımda eski rum evleri, tarihi bir hamam var. Kısacası göze hoş gelen ne varsa rumlardan kalma. Bu evlerden birisinin üzerinde hicri 1299 tarihi kazınmış. Kaynak hicri yazıyor ama bu muhtemelen Rumi 1299'dur. Rakam rumi ise, miladi 1883 demek. Evin birinci katında, denize bakan bir odanın tavanında gayet güzel bir mitolojik resim varmış. Diğer bir sürü şey ve kapıdaki rakamlar gibi bunu da gözümle görmedim. Belediyenin internet sayfalarında yazıyor. Bu evi ve hamamı "daha sonra görülecekler" listeme ekledim. Peki ne gördün diye soracak olursanız; daha çok sahili, kasabayı ortadan bölen ana yolla sahil arasında kalan kısmı, kaldığımız oteli, Kutman ve Aker şarap evlerini, mendireği, balıkçı teknelerini, deniz analarını, denizi ve göğü derim. Patlamış mısır, pamuk helva, fener ışığında bira-balık olayı, bir de davullu zurnalı düğün alayı, bolca balon, havai fişek filan...

Mürefte'nin içinde kalınabilecek doğru dürüst bir tane otel var, onun da sağı solu kazılmış, kamyon irisi araçlar, bir de koca greyder ortalıkta fink atmakta. Toz duman, gürültü gırla. Alt yapı çalışması varmış. Bugün cumartesi, bırakır giderler dedik, çok çalışkan çıktılar. Pazar günü bile kazıya devam...

Otel kasabanın tek oteli olunca kolay bulduk, Yalı Caddesinde Yapıncak otel. İsminin güzelliğine kandık, kınalı yapıncak sandık! İlk bakışta terkedilmiş gibiydi. sağı solu dolaştık, Jale üst katlara çıktı, kimse yok. Neden sonra öndeki kafe-lokanta arası yerden birisi sallana sallana geldi, burdayız ya dedi... Doğru söze ne denir? Sıcak su sorduk, kombi dedi. Biz bunu sıcak su var şeklinde algıladık (cahillik!). Meğerse sadece kombi varmış! Otelin odaları geniş, yatakları fena değil, ışık berbat. Kitap, gazete hiçbir şey okunacak gibi değil. Okuyup ne olacak, dediler herhalde, yatınca kitap mı okunur?


Akşam otelin ön tarafında, sahil yoluna masa atmış bir lokantada balık yiyip rakılarımızı içtik. Lokanta pek kalabalık değildi. Bizden başka bir biracı, bir de TVci masası vardı. Önümüzden geçenlerin karakteri akşama doğru yavaş yavaş değişti. Seleleri sebze filanla dolu üç tekerlekli bisiklete binmiş kadınlar, volta atan oğlanlar, çekirdek çıtlatan çocukların yerini şık şıkırdım hanımlar almaya başladı.Yan taraftaki gazinoda bir düğün vardı. Anlayacağınız hava kararırken bizim masa da şarkılı türkülü bir rakı sofrası, biraz da ucundan düğün masası oldu. Önce kadınların göbek faslı, ardından gelin alayı, derken davul zurnalı kapanış. Bu kısımda da sadece erkekler ayaktaydı. Havai fişek faslı da "Karşı tepelerden görsünler, ne kadar zengin desinler" hovardalığındaydı. Dediklerine göre tepelerin arkasındaki Güzelköy'den Mürefte'ye kız almışız. Almışız ama, arada bir sorun var ki giderayak kavga çıktı. Tekme, hakaret, kavga gürültü derken gelinle damat kaçtı gitti. Geride kalan bir kaç dumanlı kafa, cila çekmek için yeniden içki sofrasına oturdu. İtiş-kakış kısmı oteldeki balkonumuzun tam altında, biz de balkonda "Mobese" pozisyonundaydık. Yani birisi coşup havaya kurşun sıksa tam isabet!

Paçacı - şarapçı

Mürefte'nin paçacıları meşhurmuş. Olmasa şaşardım. Her taraf paçacı dolu. Biz (muhtemelen) en kötüsüne denk düştük. Ara sokaktaki Kervan Lokantası ve pek nazik sahibi aklımızı çeldi. Herkes şöyle yapar, ben şöyle yaparım diyerek doğru yerde olduğumuza ikna etti. Kaldırım sofrası da cazip geldi, oturduk. Ezo gelini de, paça çorbası da berbattı. sade suya tirit derler ya, aynen öyle. Çok iyi filan dedik, kalktık. İstikamet Şarapevi...


Mürefte'de 30 civarında şarap tesisi varmış. Bunların arasında Doluca, Sevilen, Kayra, Gülor ve Kutman da var. Doluca, ismini Şarköy'ün arkasındaki Doluca tepesinden almış. Büyükler grubuna giren Kutman şarap evi de Mürefte'nin Şarköy çıkışında. 1888 yılında yapılmış bina şimdilerde Türkiye'nin tek şarap müzesi. İçeride hem geziyor hem de beğendiğiniz şaraplardan alabiliyorsunuz. Biz gittiğimizde vakit erkendi. Kalabalık bir grup bekliyorlarmış. Onun için baştan biraz lakayıttılar. Tadım bile yapamadık. Önce müze haline gelen kısmı gezdirdiler. Tahta presler, 100 yıllık meşe fıçılar, elle çevrilen salkım ayırma makinası, antika kantarlar... Üzümlerin suyunun ayakla ezilerek çıkarıldığı çıfıt denen kaplar... Bu sene üzüm nispeten az, fakat daha kaliteliymiş. Bölgenin üzümleri semilyon, yapıncak gibi beyazlar ve Gamay, Şensu, Papazkarası gibi kırmızılar... Son yıllarda kabarnet, merlot gibi çeşitlerde portföylerine katılmış. 


İkinci durağımız kasabanın içindeki Aker şarap evi oldu. Burası 1967 yılında kurulmuş. 1900'lerden beri şarapçılıkla uğraşan bir aile. daha önce elde ettikleri şarabı Kavaklıdere'ye vs satıyorlarmış. Sonradan çıkan bir yönetmelikle kendi markalarını oluşturmak ve pazarlamak zorunda kalmışlar. Kurucusunun oğlu Mesut Aker bize evini gezdirdi. Ev Mürefte'nin orta yerinde, Cumhuriyet sokağında. Dışarıdan bakınca diğer evlerden farksız, gayet mütevazi bir ev. Üst katında kendileri oturuyorlar. Kapının önünde üzüm küspesi ayırmaya yarayan araç duruyor. Bunları eskiden hayvan yemi olarak kullanırlarmış. İçindeki üzüm çekirdeklerinin kıymeti anlaşılınca atıkları eczacılar satın almaya başlamış. 


Evin içerisi şıra kokulu, sağı solu biraz dağınık ve bakımsız. Odalardan birinde duvarda iki lumboz, iki çeşme ve bir merdiven gördük. Bu duvarın arkası tonlarca şırayla doluymuş. Çeşmeleri açınca öndeki oluğa kıpkırmızı şıra akıyor. Bu, şaraptan önceki aşamaymış. Burada bir sürprizle karşılaştım. Deponun içinin kontrol edildiği lumbozlar tarihi Ankara vapurunun orijinal lumbozlarıymış. Ankara vapurunun adı "Solace", kendisi bir hastane gemisiyken röntgen odasının izolasyonunda kullanılan kurşun levhaların şimdi Haliç'te bir caminin çatısında olduğunu Sunay Akın'dan öğrenmiştim. Lumbozlarından biri de buradaymış! 


Evin alt katı adeta bir müze gibiydi. 2005 yılında düzenleyip halka açmışlar. Giriş ve görüş serbest. Dar bir alanda çok enteresan şeyler sergilenmiş. Şey dememin sebebi belli bir kategoriye sokmanın zor olmasından. Örneğin vaktiyle Mürefte'den Fransa'ya gönderilen "Marsilya" kiremitlerinden birisini burada gördüm. 300 yıllık kiremitin üzerinde Rumca yazılar vardı. K. Atatürk imzalı bir telgraf da özenle saklanmış. Tarih 4 Kasım 1937! Mektup yazıp Cumhuriyeti kutladıkları için Aker'lere teşekkür etmiş. Bunun dışında eski orijinal şarap şişeleri, 1863 yapımı Winchester tüfek, üzüm tartma aletleri, Çanakkale Savaşı'ndan kalma asker çarıkları, bir kaç eski tüfek daha, 700 yıllık bir anfor, elle mantar takma makinesi, Mürefte'nin ilk radyosu, Tekel'in çıkardığı ilk rakı şişesi gibi şarapla ilgili ilgisiz bir sürü şey...

Yolculuğumuz keyifle başladı, keyifle bitti. Gezerken yaşadığımız her anın tadını çıkardık. Acelesiz, telaşsız ve de turist rehberlerinin "must" ları olmayan  iki gün geçirdik. Bağ bozumu için gidip, bağ bozumu görmeden döndük. Dönüşte okuduklarıma bakıp bunları da kaçırmışız diye üzülmedim. Tekrar gitmemize vesile olacağı için sevindim. İstanbul'a Şarköy üzerinden anayola çıkarak döndük. Geçtiğimiz yola paralel, kullanılmayan yan yollarda asfaltın üzerine yayılmış kilometrelerce üzüm küspesi gördük. Bu sene ürün azmış, bir de çok olsaydı?

 

1 Eylül 2011 Perşembe

ARDIMDAKİ KARA BULUT

Ardımdan gelen kara bir bulut mu var ne?

1973 haziran'ında Fakülteyi bitirdim. "New York, Syracuse" Üniversitesinden kabul yazım vardı. Askerliğimi yapar, Amerika'ya gider, bir daha dönmem dedim. Arkadaşlarım tatile, ben askere gittim. Benden sonraki devre pek ballıydı, dört ay askerlik yaptı. Bu dört ay da izinden sayıldı. Eve döndüğümde ondokuz ay geçmişti...

Kur'ada Siirt'i çektim, komando oldum. Hem taburun, hem alayın komutanıyla takıştım. Adım "komünist" doktora çıktı. 3 kere disiplin soruşturması geçirdim.  Dördüncüsünde komutan beni direkt Diyarbakır askeri mahkemesine verdi. Bu sırada, her zaman olduğu gibi, askerlik bize de kısalacak dedikodusu çıktı. Erat mezuraları fırlatıp attı. Terhise gün sayarken savaş çıktı. Vasiyet yazıp rütbeleri söktük, Kıbrıs'a uçtuk. Hiç olmazsa mahkemelerden kurtuldum derken, Fazıl Paşa'ya silahsız yakalandım. Ben doktorum, silah kullanmam dedim, 3 gün hapis cezası aldım. Bu cezayla gurur duydum. 

Savaş şeklen bitmişti. Kıbrıs'a yeni erler geldi. Hiçbirinin kan grubu belli değildi. Ayrıca elimde doğru dürüst ilaç, sargı bezi, pansuman malzemesi filan kalmamıştı. Lefkoşe'ye gidip, genel hastaneden malzeme aldım. Tabii ki yazdığım kadar kolay olmadı bu. Lefkoşe'nin çevresindeki surlarda giriş kapıları BM askerlerinin kontrolündeydi. Sadece tek kapı mücahitlerin elindeydi. Bir gece yarısı elime bir harita alıp, ambulansı araziye sürdüm. Ay ışığında seyrederek "hissi kablel vuku" ile bu kapıyı buldum. Sonrası kolay oldu. İki-üç günde bir gizli yollardan Lefkoşe'ye girip çıktım. Hemşirelerle pastane sefası yaptım. Dedikodu çabuk yayıldı. Komutan kıskandı. Ben de giderim dedi. Yol karışık, gitmeyin dedim. Komando ya, gitti, kapıyı şaşırdı, Rumlara esir düştü. Ben gazi oldum, o niyazi. Yerine geçen komutan ismimi madalya listesine koydu. Fazıl paşa "doktora madalya mı olur?" dedi.

1981'de Göğüs ve Kalp Damar Cerrahisi uzmanı oldum. 1985'te bu uzmanlık dalı tarihe karıştı.

1982'de Amerika'ya gittim. Bir yıl Wisconsin Üniversitesi'nin araştırma laboratuvarında çalıştım, Türkiye'ye döndüm. Yanına gittiğim hoca benden sonra üniversiteden ayrıldı. Laboratuvarın mali fonları kesildi. Ücretli çalışan son "fellow" ben oldum. Meydan beleşçi Çinlilere kaldı. 
1987'de Londra'ya gittim. Brompton hastanesinde tanınmış kalp cerrahlarından Prof. Lincoln ile çalıştım. Benim hoca, iki ay sonra prestijini ve hastaneyi Magdi Yacoub'a kaptırdı. Guardian'a haber sızdırıp "ameliyatlarımı engelliyor" dedi. Teselliyi Tayvanlı bir kızda buldu.

1992'de Bayındır tıp merkezine geçtim. 1994'te diğer patronların yanında 8-9 doktor, Bayındır Bankasına kurucu üye yazıldık. Başlangıçta, hastanede her şey güllük gülistanlıktı. Sonra genel müdürle aramızdaki gerilim yavaş yavaş arttı, kıvılcımlar çıkmaya başladı. Holding ortağı genel müdür holdingle bozuştu, ayrıldı gitti! 1997 sonunda, maaş diye verdikleri parayı, yanında bir  "arif olan anlar" mektubuyla iade edip (!) ayrıldım. Hastane yönetimi İş Bankasına geçti. Bayındır'ın patronu Çörtük'ün mallarına el kondu. İflas etti mi bilmiyorum ama bir daha iflah olmadı. Banka deseniz ekonomik krize takıldı. 2001'de BDDK tarafından fona devredildi.

2002 sonbaharında İstanbul Üniversitesi'ndeydim. Bir yıl sonra Rektör Alemdaroğlu beni enstitü müdürü yaptı. Kardiyoloji Enstitüsü kapandı-kapanacak derken tam toparlanıyorduk ki Cumhurbaşkanı rektörü görevden aldı. Arkasından ergenekon olayı çıktı. Tutuklandı, serbest kaldı. Şimdi, haftada bir karakola gidip "buradayım" diye imza veriyor. Kemal beyin aleyhinde davalar açan profesör, o gittikten sonra benimle ve Kaya'yla uğraştı. Kaya, enstitüye birlikte girdiğim arkadaşım olur. Biz emekli olduk, ayrıldık. O Silivri'de tutuklu, yatıyor. Yanlış bir karar, ama pek üzüldüm diyemem.

Arkadaşım Hatipoğlu, bu safahattan yakinen haberdar olduğundan, elimden sadece Sivas rektörünün kurtulduğuna dair bir kelam etti. Tabii ki sonrasını bilemezdi.

2007'de Başkent Üniversitesi'ne geçtim. Prof. Haberal beni İstanbul hastanesinin başına müdür yaptı. Bir de başhekim filan. Doğal olarak olaylar ve hastaneyi ele geçireceğime dair söylentiler çıktı. Amcası, oğlu, kankası derken uğraşmaktan bıkıp müdürlükten ayrıldım. Böylece Hastane benden kurtuldu. Fakat Haberal kaderden kurtulamadı. 2009'da ergenekon kapsamında tutuklandı. Emniyet müdürlüğünün önüne gidip "olaya" karşı gösteri yaptık. Milletin önüne düşüp televizyonculara "olayın" yanlışlığını anlattım. Anjiyo olurken de başındaydım. Yoğun bakımda yatarken bir oda yanında hemşirelere telkinde bulunuyordum. Sonra kendi kendini pasivize etti, kendi derdine düştü. Derken bir gün aklına "İlhan" düştü. Kovun keratayı dedi. O sabah elime bir sözleşme vermişlerdi. İmzaladım. Anlamı; bir yıl daha işim vardı. Öğle oldu, bir kağıt daha geldi. Anlamı; işim yoktu. Eve gidebilirdim. Gittim. Ben eve giderken o yeşil bir "tevkif" arabasının arkasında Silivri'ye gidiyordu.

Bitmedi. 

Önüme bir dünya haritası koydum. Gezecektim.

İlk olarak Kenya'ya gittik. Arkasından bir kere daha. Sonra (karışık olabilir), Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır'ı gezdik. 2008'de Tunus'u görmüş, çok güzel bir vapur yolculuğu yapmıştık. 2010 sonunda Fas'a gittik. Yılın ilk günü Türkiye'ye döndük. Libya'dan haber geldi. Bir arkadaşım yıllardır oradaydı. Ayrılacağım, artık bu baharda mutlaka gelin dedi. Yemen düşünüyorum dedim. Israr etti. Nerede kalırız derken dananın kuyruğu koptu. Haberler yağmur gibi yağmaya başladı. Önce Tunus karıştı. Yasemin Devrimi filan derken, ekranlar Tahrir meydanı haberleriyle doldu. Yemen'de isyan çıktı. Fas'ta kıpırtılar oldu. Suriye'nin ateşi yükseldi. Kenya'ya bir şey olsaydı üzülürdüm. Olmayacağını garanti edemiyorum ya neyse. Arkadaşım Libya'dan zor kaçtı. Norveç fiyortlarına gidecektik, günlerce fiyort inceledik, adamın biri çıktı, bombalar patlattı, milleti kurşuna dizdi. Kayınbirader Volga'da vapur sefası yapalım diyordu, iki hafta sonra bir gemi battı, bilmem kaç kişi boğuldu, öldü gitti. Bari Yunan adalarını gezelim dedik, Yunanistan battı. Tarihinin en büyük ekonomik krizine girdi.

Zanzibar'ı yazmamıştım. İlkbaharda oradaydım. Burada kötü ne olabilir diyordum. Sonbaharda bir haber; Dar es-Salaam'dan kalkan bir feribot Zanzibar açıklarında battı. İkiyüz küsur ölü...

Evimizde oturup hiçbir yere gitmesek, bu da çözüm değil. Bu sefer memleket karışıyor. 
Durup durup tam bu sene (fenerbahçeliyiz ya) bir taraftar kartı çıkarttım. Hayatımda ilk defa kombine bilet aldım. Jale'yi, olmazsa kızları götürürüm diye, bastım parayı bir kombine daha aldım. Stada gider bağırır çağırırız dedim. Şampiyon olacağız umuduyla biraz da hisse senedi koydum kenara. Aradan bir ay geçti geçmedi hisseler battı. Başkan tutuklandı. Fener şampiyonlar liginden dışlandı. Birinci ligde kalacağı bile şüpheli. Uçurumun kenarında, ha düştü ha düşecek. Ben şimdi ne yapayım? Nerelere gideyim? En iyisi gidip bir tane de Galatasaray kartı çıkartayım. Bir de ucuzundan kombine aldım mı tamam. Galatasaray da iflah olmaz artık! Ya da tekrar Kıbrıs'a gideyim. Ama bu sefer direkt olarak rum tarafına...