30 Mayıs 2011 Pazartesi

NAİROBİ


14 Mayıs 2011

Bu sefer gezmek için gelmedim. Lusaka'dan İstanbul'a direkt uçuş olmadığı için Nairobi üzerinden transfer yapmak zorundaydık. Uçağımız 16:30 gibi Nairobi'de olacaktı. Kalkış ise aynı gecenin sabahında 4:30'daydı. O kadar saatin hava alanında geçmesi imkansızdı. Gerçi imkansız değildi ama, zamanı orada harcamaya değmezdi. Bu sefer Nairobi'nin merkezinde, yabancıların arasında değil, hava alanına yakın bir yerde, Nairobi'nin varoşlarında kalmayı planladım. Vaktimiz ve de keyfimiz olursa oradan Karen'in kahve bahçesine filan giderdik. Ne de olsa Nairobi benim için artık kapı komşusu olmuştu. Hava alanına teorik olarak 15 dakika mesafede, Harambee mahallesindeki Jimlizer otelinde bir oda ayırttım.

Otele ulaşmamız neredeyse bir saati geçti. O saatlerde trafiğin çok sıkışık olacağını zaten biliyordum. Onun için sürpriz olmadı. İşten dönen insan kalabalığı içinde, ki Nairobi'nin her tarafı böyledir, dura kalka, son derece bozuk bir yolda atlaya zıplaya zorlukla ilerleyip otele geldik. Mahalle kenar mahalle olunca, otel de tam bir kenar mahalle oteliydi. Rezervasyonum olmasına rağmen resepsiyonu güçlükle geçtik. Sebep; kredi kartının geçememesi, "cash" gerekmesiydi. Şilinimiz kısıtlıydı, dolar verdik o da olmadı. 2009 öncesi basılmış para istemiyorlardı. Jale her an patlayabileceği için onu zorlukla uzaklaştırdım. Anlayacağınız gibi, burada güvende olması gereken Jale değil, işi yokuşa süren kızlardı. Sonunda (biraz da karizmamı kullanarak) bir şekilde parayı denkleştirdim.

Otelde bizden başka kimse kalmıyor gibiydi. Jale bir kaç oda değiştirerek, sonunda keyfine göre bir yer buldu. Bu odanın pencereleri mahallenin en hareketli köşesine bakıyordu. Ufak bir pazar yeri, seyyar satıcılar, minibüs durakları, yanıp sönen ışıklar, diskolar, dükkanlar hepsi bu köşeye toplanmıştı. Korna sesleri, insan çığırtıları, diskodan gelen Afrika ritimleriyle tam istediğim gibi bir yerdi. Gerçek Nairobi!

Köşe böyle olunca sessiz sakin bir gece olmayacağı belliydi. Çıkıp biraz dolaştık, yaşlı bir kadından, kuruş büyüklüğünde bir parayla muz filan aldık. Yanımızdaki son şilinlerle de marketten biraz içecek alıp otele döndük. Otelin lobisi çok hareketliydi. Kızlar takmış takıştırmış lobide toplanmışlardı. Kimisi bir şeyler atıştırıyor, kimisi de arkadaş buldukça çıkıp çevredeki diskolarda kayboluyordu. Bir kaç saat önce bomboş olan lokanta cıvıl cıvıldı. Her köşede uzun bir gecenin hazırlığı vardı. Bizimkisi kısa bir gece olacaktı. Odamıza çıktık. Pencereden dışarıyı seyredip, Nairobi'nin seslerini dinleyerek çay bardaklarımızı tokuşturduk. Jale camın önündeki mumu üfledi. Dışarıda yanıp sönen ışıklar içeriyi yeterince aydınlatıyordu. O sırada tek dileğinin yatıp uyumak olduğunu tahmin ediyorum. Dileğinin tutması için haklı bir sebebi de var; bugün onun doğum günü!



25 Mayıs 2011 Çarşamba

ZAMBİA ve VİCTORIA ŞELALESİ


Mayıs 2011

Zanzibar'dan sonra Nairobi'de aktarma yaparak Lusaka'ya uçtuk. Aynı uçak Lusaka'dan sonra Zimbabwe'nin başkenti Harare'ye devam edecekti. Daha önce Zeynep'le Victoria şelalesi yolculuğu için çalışırken (!) planlarımızı hep Harare üzerinden yapıyorduk. Bunun en önemli sebebi de RCI aracılığı ile kalacak bir yer aramamızdı. Zambia'da ise RCI anlaşmalı bir yer yoktu. Sonuçta böylesi daha iyi oldu. Hem yol kısalmış oldu, hem de bir daha asla görmek istemeyeceğim Lusaka'yı ve tek bir insana adanmış Livingstone kentini görmüş oldum.

Zambia hava alanına gece yarısı 2 gibi indik. Tanzanya gümrüğündeki konuşmamı tekrarlamaya hazırlandım. Amacım adam başı 50 dolarlık vize parasını vermemekti. İstanbul'daki konsoloslukları bu konuda bilgi istediğimde Tanzanya girişinde 100 dolar, Zambia'da ise 50 doları mutlaka aldıklarını söylemişti. Dediğine göre yeşil pasaport olması da farketmiyormuş. Fakat Tanzanyadaki (şirin) memuraanım, "VISA not applicable" yazısını gösterince "pardon" deyip "complimentary" vize damgasını hemen vurmuştu. Zambia'da ise uykusuzluktan önündeki kuyruğa boş nazarlarla bakan insan irisi adamı görünce ümit barometrem aniden sıfıra indi. Gene de denedim. Ben "courtesy" isterim diye tutturdum, adam hükümetten yazı isterim diye! Ne hükümeti? dediysem de, sorunu çözen yine Amerikan hükümeti oldu. İki tane Benjamin verince kapılar açıldı. Kısacası bir yolunu bulamadım, paraları bayıldım (peki biz bu .oku neden yedik durumu!).

Kapının öbür yanında Yalçın ve Manfred sabırla bizi bekliyorlardı. Onlar olmasaydı ben o adama gösterirdim!!!!

LUSAKA

Pia ve Manfred bizi GİZ'in lojmanı olan evlerinde misafir ettiler. Havuzlu bir bahçesi olan, tek katlı bir evdi. Bahçe tropikal bitki ve çiçeklerle bezenmişti. Bir köşede ağaç gibi büyümüş, son derece canlı kırmızı yapraklarıyla, muhteşem bir Atatürk çiçeği vardı. Bu güzel evde sofra sefaları, barbekü partisi ve son gecemizde seyrettiğimiz "invictus" ile tadına doyulmaz günler geçirdik. Manfred'in enerjisi, Pia'nın doğallığı ve güleryüzü, her ikisinin özverili konukseverliği ile bir araya gelince Afrika'nın orta yerinde bir vaha bulmuş gibi olduk. Altı gün, adeta İngiliz kolonistler gibi yaşadık.

İngiliz kolonist derken kastettiğim; Afrikalınınkine "sıradan" dersek, "lüks" soslu sıradışı yaşam ve güvenlik kavramı. Zaten hemen tüm Afrika kentlerinde gezileri güvenli sınırlara çektiğinizde geriye sadece "turistik" kısmı kalıyor. Nairobi'de bu güvenlik duvarını delebilmiştik. Fakat burada misafir olarak bulunuyorduk ve program bir Alman disiplini içinde hazırlanmıştı. Biz de biat ettik! Onun için kent merkezinde genellikle cip içinde dolaştık ve sadece bildik pazar yerlerine, alışveriş merkezlerine girdik-çıktık. En çok da Pia'ların kendi mobilyalarını yaptırdıkları açık hava marangozlarında ve Manfred'in saçlarını kestirdiği berberin bulunduğu pazar yerinde vakit geçirdik. Buradan epeyce ucuza bir Angola adamı heykelciği satın aldım. Pia'nın "arkanı dön git, o gelir" taktiği işe yaradı. Çay-kahve molalarımızı birgün bir polo klübünde, diğer bir gün Livingstone Golf Klübü'nde verdik. İkisinin de nasıl bir yeşillik içinde olduğu ve ne işe yaradıkları isimlerinden belli. Golf kulübü 1908'de açılmış. Bizim oturduğumuz tek katlı ahşap bina 1936'da yapılmış. Mobilyalar, dekorasyon, tablolar ve hatta çalışanlar bile o zamanlardan kalmış gibiydi. Özellikle tuvaleti müthişti. Kolonist gibi yaşadık dedim ya, buna tuvalet de dahil....

Evet, Pia ve Manfred'in güvenli kollarında, Zambia'dayız.

Özetle;

Zambia, eski kuzey Rodezya, dönüştüren İngilizler, adını veren Zambezi nehri. Rivayet o ki İngiliz vali (yakın arkadaşı olur) Kaunda'ya "yaparsın, yaparsın" demiş, o da yapim bari demiş, 1964'te ilk başkan olmuş. Olmuşken 1991'e kadar kalmış. İktidarda aklı karışmış, biraz sola meyletmiş, Rusya, Çin derken dikta dönemi başlamış (normal). Sonrası olağan gelişmeler, ezenler, ezilenler, isyanlar derken doksanlarda memleket yeniden altüst olmuş, Kuanda çaresiz iktidarı bırakmış. Çok partili dönem başlamış. Yani ileri demokrasi gelmiş! Hadi hayırlısı.

Ülke İngiliz kolonisi ve adı Kuzey Rodezya iken ülkenin idari merkezi önceleri Livingstone'muş. Sonra ortalarda bir yer olsun deyip, başkenti Lusaka yapmışlar.

Lusaka fazla büyük bir kent değil. Yeri eski mezarlık "Manda" tepesi, kentsel dönüşüm 1905, dönüştüren demiryolu, adını veren Şef Lusakasa! Rakım 1300, nüfus 1700, tabii üç sıfır daha var. Birbirine paralel 4 ana yol, onları kesen bir demiryolu ve ona paralel bir ana yol daha... Kent merkezi aşağı yukarı bu kadar. Alışveriş merkezleri, çarşı-pazar bu kısımda. Buradan kenarlara doğru açıldıkça artan yeşillik, azalan kalabalık, artan villalar ve azalan gürültü... Bir de makbul bir Türk okulu var. Buralarda böyle bayrak filan görünce insanın hoşuna gidiyor. Bakır madenleri ve muhtemel diğer yer altı kaynakları dolayısıyla yabancılar ortalıkta cirit atmakta. Kuruluş döneminde tek tüfek olan İngilizler, sonradan bu kaynakları Almanlar ve son zamanlarda da Çinlilerle paylaşmak zorunda kalmışlar. Ana caddelerde her an bakır taşıyan büyük TIR'lar görmek mümkün. Çinlilerin en büyük faydası Dar es-Salaam'a giden demiryolunu yaparak madenlerin nakledilmesini kolaylaştırmak olmuş.

Şehirdeki en ana yolun adı Kahire Caddesi. Şehrin kaderini değiştiren demiryolunun adı da Kahire demiryolu. Evet, sıra Kahire demiryoluna gelince Zambia'nın ve belki de tüm Afrika'nın kaderini etkileyen 2 isimden bahsetmeden geçmek olmayacak. Cecil John Rhodes ve David Livingstone.

"All that red, that's my ambition"

Bu cümle Cecil Rhodes'in hayatını özetliyor. Victoria şelalerinin yanında, müzemsi bir yerde fotoğrafladığım bu tablonun ortasında 1892 yılında "Punch" dergisinde yayınlanan bir çizim var. Haber Cape Town ile Kahire arasında uzanacak telgraf hattıyla ilgili. Fikir Rhodes'e ait. Burada Rhodes, adeta antik Rodos heykeline benzetilerek resmedilmiş. Muhtemelen kendini de zamane kahramanı olarak gören bu İngiliz iş adamı, madenci ve politikacı bütün hayatını İngiliz emperyalizmine adamış. Bunu başarmanın en önemli aracını da kendine hedef edinmiş. Cape Town ile Kahire arasında bir demiryolu! O zamanlar tüm jeopolitik haritalarda İngiliz dominyonları kırmızı ile gösterilirmiş. Aç gözlü Rhodes de hedefini böyle ifade etmiş: Hepsi kırmızı olacak! Rhodes, hedefine ulaşamadan ölmüş. Anısına İngilizlerin hamiliğindeki Orta Afrika Federasyonuna onun adı verilmiş (Rodezya), fakat demiryolu olayı rafa kaldırılmış. Yol Kongo civarında bitmiş. Buna rağmen İngilizler, demiryolu olmadan da kırmızı hattı gerçekleştirmişler. Yani kıtanın en güneyinden kuzeyine kadar tüm doğu Afrika'ya egemen olmuşlar.

David Livingstone'u Zanzibar'da biraz tanımıştık. 3C ile köleliği sona erdireceğini söylüyordu (Christianity, Commerce, Civilization). Bu deyişi Victoria Şelale'sindeki heykelinin kaidesinde de gördük. Anlayacağınız gibi David amca aslında bir din misyoneri. Fakat rivayet o ki hayatında ancak bir kişiyi hristiyan yapabilmiş. Esir ticaretinin de el altından 1964'e kadar sürdüğünü yukarıda yazmıştım. Zaten Afrika'ya "Medeniyet" gelmeseydi esir ticareti olur muydu? Demek ki "medeniyet" de hikaye. Eh, geriye bir tek ticaret kalıyor. Onun da faydasının kimlere olduğu belli!

Peki İskoçya'lı David amca başka neler yapmış? Afrika'ya misyoner olarak ayak basışı 1840. Sonrası gerçek bir macera. Kesinlikle küçümsemiyorum. Fakat "kaşif" diye anılmasına bozuluyorum. Orta ve güney Afrika'yı keşfetmiş, Victoria şelalesini keşfetmiş, Shirwa, Nyassa ve bilumum gölleri keşfetmiş, vs vs şeklinde uzayıp giden uzun bir listesi var. Bence oraları ilk gören Avrupalı olma şerefi bile yeterdi. İkinci nokta da (bozulduğum), bu kaşiflerin (!) ilk defa gördükleri her yere, evvelden yokmuş gibi yeni adlar vermeleri. Özellikle de kraliçe Victoria'nın adını vermeleri. Örneğin Livingstone bir aralar Nil nehrinin kaynağını bulmaya uğraşmış. Fakat yanlışlıkla kaynağı Kongo nehri civarında aramış. Nil'in kaynağını ilk gören Avrupalı 1858'de John Speke olmuş. Kaynak Ukerewe (gergedanın gözü) gölünün kuzey tarafındaki Ripon şelalesi ile başlıyormuş. Bay Speke, Ukewere adını beğenmemiş olacak ki, göle kraliçe Victoria'nın adını vermiş (Yağcı!). Bir yerde, Speke'in bu sırada bir nedenle geçici körlük geçirdiğini ve gölü doğru dürüst göremediğini okudum. Ripon adı da Ripon markizinden geliyormuş. Yerli dilindeki adını bulamadım. Aynı olay Victoria şelalesinde de yaşanmış. Livingstone öncesi ve halen yerlilerinin dilinde bu muhteşem şelalenin adı Mosi-oa-Tunya (Gürleyen Duman). Gergedan gözü, gürleyen duman, ne kadar güzel isimler! Bizim gibi turistler ise Mosi ismini sadece bir bira markası olarak biliyorlar.

Livingstone'un ömrü güney ve orta Afrika'da, bu ülkelerin zenginliklerini denize ulaştıracak emin yollar aramakla geçmiş. Yazdığı kitaplar büyük satış rakamlarına ulaşmış. İngilte'nin ulusal kahramanı olmuş. Afrika'nın bu bölgesinde her köşeye adını kazımış ve 1873'de malarya ve dizanteriden ölmüş. Kalp ve iç organları öldüğü yere gömülmüş (kalbim Afrika'da kaldı durumu). Geri kalan cenaze İngiltere'ye götürülmüş.

LIVINGSTONE

Lusaka'da 2 gün kalıp iyice dinlendikten sonra bir sabah erkenden yola çıktık. İki ciple Livingstone'a gidiyoruz. Ben Manfi'nin sürdüğü cipteyim.

Manfi akşam 4 gibi hedefe varmayı planlıyor. O 4 diyorsa, tam 4'te orada olacağız demektir. Yol dümdüz, uzun ve heyecansız. Ufak tefek kasabalardan geçiyoruz. Zaten Zambia Afrika'da nüfus yoğunluğunun en düşük olduğu ülkelerden birisi. Ortalıkta in-cin yok, polisleri saymazsak. Tek düze yolculuğumuzu renklendiren polislere ayrıca teşekkür ederim!

Sakin sakin giderken, önümüzdeki araba giderek yavaşladı. yol dümdüzdü ama ortadaki çizgi geçme yasağını gösteriyordu. Manfi de önündeki arabaya uydu, yavaşladı. Ne yapıyor bu adam derken, şoförün yanındaki adam kolunu camdan çıkartıp geç işareti yaptı, iyice sola yanaştı (trafik İngiliz usulü, soldan). Biz de geçtik. Biraz sonra bir polis ekibi bizi durdurdu. Hatalı sollama!

Biz arabada otururken Manfi ruhsatı filan alıp polislerin yanına gitti. Biraz sonra döndü. Tuzağa düşmüşüz. Az önce bize geç işareti veren adamlarla polisler ortak çalışıyormuş. Polisler önce 250 dolar istemişler. Manfi makbuz istemiş. Makbuz almazsa 50 dolar demişler, derken, 50 dolara el sıkışmışlar. Benzer bir olayı şelalenin orada çıktığımız bir Baobap ağacında da yaşadık. Önce etrafta hiç kimse yoktu. Önüne kurulmuş bir merdivenden üstündeki platforma çıktık. Etrafı seyrettik. Tam iniyorduk ki bir polis belirdi. Adam başı X dolar istedi, şimdi hatırlamıyorum. ağaca çıkma parasıymış. Manfi gene sert çıktı, makbuz istedi. Polis makbuz yok dedi. Manfi; öyleyse para da yok, dedi. Böylece hiç bir ödeme yapmadık. Zambia'ya gideceklere kıssadan hisse...

Yolda Kafue nehrinin üzerinden, Kariba baraj gölünün yakınlarından ve Choma'dan geçtik. Choma'da kısa bir mola verip müzesini, müze bahçesinde baraj inşaatında kullanılan eski bir şimendifer ve gürzleri gördük. Şimendiferin özelliği, ağır yükleri ray üzerinde değil, kötü orman yollarında çekmek için yapılmış olması. Raylarda gitmediği, demir tekerleklere yakından bakınca daha iyi anlaşılıyor. Ayrıca Livingstone'un kuruluşunu anlatan bir kitapta, aynı makineyi orman içinde koca ağaç kütüklerini çekerken gösteren eski bir fotoğraf gördüm. Müzenin yanındaki bahçede, ağaçların gölgesinde bir süre oturup bir şeyler atıştırdık.

Nungwi'de tanıdığımız Magreth bize Kswahili dili öğretmeye çalışmış, hatta üşenmeden ufak çapta bir sözlük yazmıştı. Choma'da dinlenip karnımızı doyururken kendimize bir öğretmen daha bulduk. O da Magreth gibi garsonluk yapıyordu. Konuştuğu dilin hiçbir kelimesi aşina gelmedi. Halbuki son iki senedir yaptığımız yolculuklardan olsa gerek, Swahili diline iyice alışmıştık. Bu dil biraz daha kaba geldi. Ben de yabancı bir dilde bilinmesi gereken en önemli kelimenin Tongacasını sordum; Twalumba, Tonga dilinde teşekkür demekmiş. Zambia'da resmi dil İngilizce, fakat 85 tane bölgesel dil konuşuluyormuş. Tonga dili de bunlardan birisi. Zaten insanların tipleri de doğu Afrika'da gördüklerimizden farklı. Buralarda Kongo çanağının fenotipi hakim.

Tam Manfi'nin dediği vakitte, saat 4'te Livingstone'a geldik. Şehre 10 km. kadar kalmıştı ki, şehri görmeden, sesini duymaya başladık. Biraz daha yaklaşınca şehrin üzerindeki su dumanını gördük. Gürleyen dumanı...

Manfred şehrin hemen girişindeki Protea otel'de yer ayırtmış. Biz apart kısmındaki evlerde kaldık. Broşüründe "luxory and style" yazıyordu. Aynen öyle..

Biraz toparlanıp heyecanla tekrar ciplere atladık. Zambezi nehri ve Mosi-oa-Tunya bizi bekliyordu.



MOSİ-OA-TUNYA

Gürleyen Duman, nam-ı diğer; Viktorya Şelalesi

Akşam gün batmadan biraz önce Livingstone otelinin nehir kıyısındaki kafesindeydik. Bizim Protea oteli 5 yıldızsa burası 8-9 yıldız olmalıydı. Karşımızda Zambezi nehri 800-900 metre genişliğinde çağlayana doğru akıyordu. Bu genişliğin sadece bizim görebildiğimiz kısmı olduğunu söyleyebilirim. Şelalenin tüm genişliği 1,5 km'den fazlaymış. Nehir hemen birkaç yüz metre ilerimizde büyük bir uğultuyla kayboluyor, nehrin kaybolduğu yerden su damlacıkları bulut gibi yükseliyordu. Güneş nehrin diğer tarafından, tam karşımızdan batıyor, güneş ve ufkun rengi değişirken suyun üzerindeki girdaplar da renkten renge giriyordu. Böyle muhteşem bir manzarayı, son derece rahat koltuklarda kokteyl yudumlayarak izlemek kadar güzel bir şey olabilir miydi? O anda olamaz gibi gelmişti. Fakat olabilirmiş. Daha güzelini tekrar gelişimizde yaşadık. Ondan da güzelini, ondan sonra tekrar gelişimizde tekrar yaşadık...

Zambezi nehri Afrika'nın dördüncü büyük nehri. başlangıcı yine Zambia topraklarında. Nehrin uzun bir kısmı Zimbabwe ile sınırı oluşturup, en sonunda doğudan Hint okyanusuna dökülüyor. Şelale üç ülke sınırının birleştiği yerde bulunuyor. Zambia, Zimbabwe ve biraz ucundan Botswana. Esas parsayı toplayan Zambia ve Zimbabwe. Pastayı keserken büyük abileri böyle uygun görmüş. Cecil Rhodes'in hayallerini süsleyen demiryolu hattı çağlayanın hemen önünden geçiyor. Daha uygun yerler varken demiryolunu bu zor coğrafyadan geçirmek, yine Rhodes'in kaprisi. "Buradan geçenler bu harikayı görsün ve su bulutunu yüzlerinde hissetsin istiyorum" demiş ve sonunda köprüyü buraya yaptırmış. 1905'te biten köprü su seviyesinden 128 m. yüksekte ve 200 metre uzunluğunda. Boğaz köprüsünün sudan yüksekliğinin 64 metre olduğunu düşünün, tam iki misli! Köprünün ortasında Zimbabwe sınırı var. Üstünden motorlu araçlar ve demiryolu geçebiliyor. Yayalar köprüye pasaport kontrolü ile çıkıyorlar. Diğer tarafa günübirlik geçiş hakları var. Biz de ortaya kadar gidip resmen Zimbabwe'ye de ayak basmış olduk. Köprünün ortasına "bungee jumping" platformu yapılmış. Buradan isteyenler aşağı atlıyor, isteyenler uzun bir halat üzerinde kaymaca oynuyor. Tek atlayış 120, kayması 35 dolar, meraklısına.


Dünyanın en büyük çağlayanını karşısına geçip köprüden seyrettik, dökülme yerinden baktık, sis bulutları arasında metrelerce yürüyüp, aşağıya, döküldüğü yere indik, hemen önündeki "bıçak sırtı" köprüsünden geçip iliklerimize kadar ıslandık, fakat gene de tamamını göremedik. Bir dahaki sefere helikopterle üstünde gezip o muhteşem vadileri, "gorge" denen koyakları görmek lazım. Bıçak sırtı adı verilen köprü; yürüdükçe sallanan, kenarlara iplerle tutturulmuş, ancak tek adam geçecek genişlikte bir asma köprü. Bu köprü sizi şelaleye en yakın noktaya, hemen önüne götürüyor. Şelaleyi yalnız görmek değil, hissetmek için en doğru adres. Girişinde yağmurluklar kiralanıyor. Yere kadar uzun, kafayı tam saran yağmurluklar. Bunları giymek mutlaka şart, çünkü su her tarafınızdan giriyor, alttan, üstten, yandan, her taraftan. Dolayısıyla fotoğraf çekmek filan imkansız. Zaten burada başka bir şey düşünmeden, sadece olayı, o müthiş atmosferi yaşamak lazım. Dört bir yandaki gök kuşaklarının arasından yürürken, ayaklarınızın altındaki bir diğerine basmamaya çalışmak! Kolları iki yana açıp ıslanmak, doyasıya ıslanmak...





Günü önemli değil, başka bir gün de hızlı bir tekne ile nehir üzerinde gezinti yaptık. Bu da bölgenin "must"larından. Şelaleye yakın bir yerden binilip, geriye nehir boyunca gidilip geri dönülüyor. Adambaşı 100 dolar, aşağı yukarı 3 saatlik bir gezi. Enteresan su kuşları, timsahlar, hipopotamlar, kıyıda gezinen filler ve hepsinden güzeli nehrin kendisi. Öğle yemeğini, piknik yapar gibi, nehrin ortasındaki bir adada yedik. Dönüş saatini gün batımına rastlayacak şekilde ayarlamışlar. Nehrin ortasından fışkıran ağaçlar, aralarında slalom yapan bir tekne, korkuyla uçuşan kuşlar ve palmiye ağaçlarının arkasından batan güneş. Bu da gezinin bonusuydu.

Zambia’da safari; Toka Leya

Viktorya'nın önü, arkası, yukarısı aşağısı derken, sıra safari yürüyüşüne geldi. Gene erkenden kalktık. Sıkı sıkı sarınıp, her tarafı açık bir cipe bindik. Hava buz gibiydi. Titreye titreye vahşi doğa parkına geldik. İndiğimizde gün yeni ışıyordu. Bu, aynı zamanda birazdan ısınacağımız anlamına geliyordu. Buradaki vahşi doğa parkında yapılan safarilerin diğer adı " Rhino Safari". Bu gerçekten iyi bir rastlantı. Özellikle Jale için. İki sene önce Kenya'da günlerce dolaşıp, tek bir gergedan bile göremediğimizi yazmıştım. Zeynep'le ben, daha sonraki Kenya seyahatimizde 5 büyüğü tekrar tekrar gördük. O nedenle Jale hemen gaza geldi. Safarinin adı "rhino" ise adamlar garanti veriyor demektir! Benim duyduğum heyecanın sebebi ise, bu sefer vahşi bir ortamda yürüyerek gezecek olmamızdı..

Toka Leya safari alanında yaptığımız gezinin başlangıcı botanik dersi gibi geçti. En hoşuma giden Marula ağacı oldu. Bu bitkinin meyveleri içerdiği %17 alkol ile akşamcı fillerin favorisi. Yiyip yiyip kafayı buluyorlarmış. Amarula likörü de bu meyvelerden yapılıyor. Baileys benzeri bir likör. Meyvenin tadı likörü kadar güzel değil. Bu meyveden nasıl öyle kahve lezzeti geliyor, hayret.

Yerli rehberler aralarında ıslıkla anlaşıp gergedan görülen yerleri haber veriyorlar. Islığın geldiği yeri bile bulmak marifet. Önce iki Afrika mandası (buffalo) arasındaki bir anlaşmazlık haberi geldi. rahat rahat kavgalaşsınlar diye uzaklaştık. Sonra gergedan alarmı verildi. Bu sefer de yavrusu var diye uzaklaşacağımız söylendi. Sonunda dişimize göre bir gergedan topluluğu, evet, topluluğu haberi aldık. Rüzgarı hesaplayarak (nasıl? tam avcı jargonu değil mi?) o tarafa seyirttik. Cipteyken hiçbir esans vs sürmememiz söylenmişti. Ayrıca herkes birarada, sessiz ve hareketsiz durmalıymış. Böylece hayvan bizi tek ve tehlikesiz bir kitle, bir ot yığını, çalılık gibi görürmüş. Çünkü gözleri iyi görmezmiş. Söz dinleyen uslu çocuklara döndük. Gergedan hemen 50 metre ilerimizdeydi. Yavaş yavaş 30 metreye kadar yaklaştık. Muhteşem bir duyguydu. Hayvan, etrafı nöbetçi kuşlarla dolu, umursamaz şekilde otlanıyordu. O sırada siyah mı yoksa beyaz gergedan mı olduğu umurumda değildi. Fakat dönüş yolunda sormadan duramadım; nedir bu siyah-beyaz meselesi? Gene ırk ayırımı filan mı var?

Siyah ve beyaz gergedanlar yakın akraba oluyormuş. Üstelik her ikisinin rengi de aynıymış! Siyah veya beyaz diye bir şey yokmuş. Esas farklı olan yerleri boyutları ve dudak yapısıymış. Beyaz gergedanlar, siyahlardan daha büyük olurmuş. Bu çok anlamlı değil. İkisini yan yana görmedikçe işe yaramaz. Kafası ve kulakları daha büyükmüş; buradan tanınabilir, özellikle uzaktan bakılırsa... Daha yakına gelince dudaklara bakıyoruz. Nemli ve dolgun (!) olup olmadıklarına değil, şekillerine bakıyoruz. Beyazların üst dudağı düz, siyahların üst dudağı ise daha uzun bir üçgen şeklindeymiş. Allah allah? Öyleyse neden siyah veya beyaz denmiş? Dediklerine göre, Bu bir tercüme hatasıymış ve öylece yerleşip kalmış. Üst dudak geniş ya, bu hayvanları tanımlayan, güney Afrikanın ilk sakinlerinden bir Hollandalı bir yerlere "wijd" diye yazmış. İngilizler de "wide" anlamındaki bu kelimeyi "white" bellemişler. Rehberin yalancısıyım! Şimdi ingilizcede beyazlar "Square-lipped" siyahlar ise "Hook-lipped" olarak geçiyor. Böylesi daha iyi. Bu durumda bizim rino, siyah gergedan oluyor. Beyaz türü tanımlayan kelime "Ceratotherium simum" daki simus da Yunancada düz burun anlamına geliyor (muş).

Yiyip içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat derler ya, neden yalnız benim olsun? 2011 yılının mayıs ayında gezip gördüklerim aşağı yukarı bu kadar. Artık dönüş yolunda ne göreceksem bir de o var. Biraz da yiyip içmekten bahsetmek istiyorum. "Yiyip içtiğin sana kalsın" deyip sözümü kesmeyin diye bu kısmı en sona sakladım. Evet şimdi de yemekteyiz...


Tekrar Livingstone


Livingstone'da gittiğimiz lokantalardan birisi şehir içinde, kaldığımız otele yakın bir yerdeydi. Pia'nın seçimiydi. Fakat pazartesileri çalışmıyorlarmış. O gün de pazartesiydi. Kapalı olduğunu görünce başka bir lokantaya girdik. Açık havada, kandillerin loş ışığında güzel bir yemek yedik. Fakat Pia ilk seçiminde kararlıydı. Neden ısrar ettiğini ertesi gün anladım. "Heidi'nin yeri" gayet sade dekore edilmiş bir lokantaydı. Fakat esas güzelliği kuruluş amacı ve çalışma şeklindeydi. Bir nevi "mühim olan iç güzelliği" durumu. Buraya bir nevi halkevi diyebilirsiniz. Lokantanın gelirleri bu çatı altında yapılan eğitim çalışmalarına, folklorik faaliyetlere aktarılıyormuş. Eğitim gören çocukların bir kısmı da boş vakitlerinde, lokanta kısmında garson olarak çalışıyorlar. Pizza yiyip şarap içerken bu etkinliklere sponsorluk yapmış gibi oluyorsunuz. Karnımız tok, kafamız hoştu, paralar da hayır işine gitmişti, daha ne isterdik?

Manfred ve Pia'ya ne kadar teşekkür etsek azdı. Elimizden tutup, çocuklar gibi gezdirmişlerdi. Lusaka'dan ayrılırken vedalaşacak ve iyi dileklerimizi birbirimize aktaracaktık. Ama orası onların sahasıydı. Livingstone ise tarafsız saha sayılırdı. Burada yaşadığımız güzellikleri, Royal Livingstone otelinin bahçesinde, gürleyen dumanın hemen yanıbaşında kutlamalıydık...

Öncelikle otelin yeri muhteşemdi. Daha iyi bir fikir versin, giderseniz kolaylık olsun diye yan tarafa krokisini de koydum. Otelin yeri resmin sağında, alttaki mavi işaretin orası. Burası ilk geldiğimiz akşam demlendiğimiz yerdi. Nehir kıyısındaki banklarla restoran kısmı arasında oldukça geniş bir yeşil alan bulunuyordu. Arkasında otel kısmı, nedense (!), dikey değil de yatay olarak araziye yayılmıştı (gecelik ücreti 1250 TL'den başlıyor). İlk gidişimizde otoparka kadar girmiş bir zürafayla karşılaşmıştık. Kendi halinde, ağaç dallarını kemirmekle meşguldü. O öndeki geniş yeşillik de akşam saatlerinde zebraların geçiş alanıymış. Yani anlayacağınız, tek kusuru hayvanların doğal yaşam alanlarına yapılmış olması! Otelin yerinin muhteşem olduğunu söylememle bu "kusur" itirafı bir çelişki gibi duruyor, farkındayım. "Eh, burası Afrika" deyip, kadı kızını da şahit göstermekten başka çarem yok. İşte böyle bir ortamda, restoranın veranda kısmında gayet lüks bir ortamda, nefis bir akşam yemeği yedik. (Ödediğimiz parayı yazmak görgüsüzlük olur. Ama bunu da yazmadan duramadım!!!). Menüde neler yoktu ki? Maalesef neler olduğunu yazamayacağım. Çünkü hemen hiçbirisi aşina gelmedi. Timsah etinin nesi aşina gelsin? Evet, ahir ömrümüzde timsah eti de yemiş olduk. Tavuk eti deseler inanırdım.

Lafı Yalçın'a getirmek istiyorum ama bir türlü daha uygun bir yolunu bulamadım. Bulunca bu kısmı yeniden yazarım. Onun için konuya bodoslamadan giriyorum. Hepimiz aynı geziyi yaptık ama, en unutulmaz anıların Yalçın'a ait olacağı kesin. Birincisi; şelale önündeki yolda dolaşırken fotoğraf makinesi ıslandı, çalışmaz oldu. Bunu unutabilir mi? Bu biraz da kendi kabahatiydi. Giydiği yağmurluk oldukça kısaydı. Bacakları güzel olsa neyse! Alttan su alınca kendi değil ama kamerası battı! Otelde bütün gece kurutmaya çalıştık. Bir türlü çalışmadı. Geziye çıkarken almıştı, gezi bitmeden attı. İkincisi şapka olayı. Zambezi gezisinde bir tek onun şapkası uçtu. Ben: "ne güzel, uçmasın diye bağı da var" derken şapka uçtu gitti. Uçmadı, ben yapmadım diyemez! O sırada video kaydı yapıyordum, kayıtlara geçti. Ve son olarak; bir zebranın saldırısına uğradı. Saldırı mahallinde "zebralara arkadan yanaşmayın" uyarısı vardı. Yalçın arkadan yanaştı. Fotoğraf çekecek ya, kendini kaybetti veya önündekini ada eşşeği sandı! İkisi birlikte de olabilir. Zebra da cezayı kesti. Fakat çifteyi tam oturtamadı. Oturtsaydı unutulmaz bir anısı daha olacaktı!

Bundan sonrası Lusaka'ya dönüş, son saatler, hava alanına gidiş, good-bye Zambia, aufwiedersehen Pia und Manfred...