12 Mayıs 2015 Salı

İlhan NewYork'tan bildiriyor!



15 Nisan 2015;
Kâr amacı gütmeyen araştırma ekibi “Disaster Accountability Project”, olası bir felakete karşı “Indian Point” Nükleer Enerji Santralinde acil durum planı oluşturulması gerektiği konusunda uyardı, stop…

9 Mayıs 2015;
New York’a 80 km uzaklıktaki “Indian Point"  Nükleer Santralinin üçüncü ünitesinde yangın çıktı stop...


Altı yıl önce aynı santral Federal denetçilerden üst üste beş kez en yüksek düzeyde güvenlik notu almış, stop…

10 Mayıs’ta yetkililer; … Üçüncü ünite güvenli bir şekilde kapatılmıştır stop, durum stabildir stop, halkı tehdit eden bir durum yoktur stop…

Diğer yetkililer stop; nükleer olmayan tarafta trafo arızası olmuş stop.

Yerel gazeteler haberi “tehlikesiz” olarak yorumladı, stop…

11 Mayıs’ta yetkililer; …"Hudson Nehri’nde yok denebilecek kadar az etkilenme gözlendi" stop…

Ne kadar yakıtın nehre sızmış olduğu söylenmiyor stop… Binlerce galon yağ sızıntısından bahsediliyor, stop...

Ana akım medyası haberi hala duymadı stop. Veya ulaşılamadı stop, ya da haber ana medyada görülmedi stop…

Robert Kennedy Jr: ‘Indian Point” hakkında ne kadar çok öğrenirseniz, kapatılması gerektiğini o kadar çok bilirsiniz’’ demiş, stop…

New York Valisi; “Şüphe yok ki yakıt Hudson Nehri’ne sızmıştır. Ne kadar bilmiyoruz” dedi stop. “Şanslıyız ki bu büyük bir vaka değil” stop. “Fakat acil durum protokolleri önemli” diye ekledi, stop…

Aynı Vali daha önce: "Indian Point vuku bulmayı bekleyen bir felakettir’’ demiş, stop…

Santrale 80 km uzakta 20 milyon insan yaşıyor stop…

Bir “Greenpeace” yetkilisi her on yılda, dünyada bir nükleer katastrofi yaşandığını belirtti, stop…

12 Mayıs 2015;
Uçağımız New York’a indi, stop… Pasaport polisi neden geldiğimizi sordu, stop…

Hudson nehrinde gezeceğiz stop… Ellis, Özgürlük Adası filan, stop… Geçen sefer Sandy Kasırgasına denk gelmiştik, stop… Bu sefer de nükleer santralin patlamasını bekledik, stop... Patlamadıysa da sızmasını stop...

Gözüne gözüne parlamadıkça, stop, insan neyle karşılaştığını anlamıyor Stop!…


9 Mayıs 2015 Cumartesi

GENE NÜKLEER!




Bu nükleer konusunu yalnız bırakmaya gelmiyor. Balık hafızalı politikacılara ve bazı çok bilmişlere sık sık hatırlatmak gerekiyor. Fakat ne yazık ki onların bu tip yazıları okumaya vakitleri yok. Onlar hesap-kitap adamı! Düz yazı onları yorar...

Bu durumda oturup kendi kendime mırıldanmaktan başka yapabileceğim bir şey yok...
Nerede kalmıştım?

2013 Ekiminde nükleer santraller hakkında bir yazı yazıp, konuyu "Alo fetva" hattına havale etmiştim; 
"İlle de patlaması şart değil, varlığıyla bile çevre sorunlarına yol açacak santrallerden kötü kokular yükselmeye başladığında vebali kimin boynuna dolanacak? Kim cehennemlik olacak? İnatla bu santralleri yapma kararı verenlerden birisi mi? Yapanlardan birisi mi?"
Fetva hattı, siyaset ve İstanbul'un göbeğinde Kâbe inşa eden, kutlu doğum haftasını kutlu Kur'an pastası yiyerek kutlamaya kalkan akl-ı evveller ile uğraşırken benim yazımı görmemiş olmalı. Sonra malum, siyaset, seçimler filan... Ayar bekleyen bir sürü sorun; Kadın etine sos tarifleri, kızların evlenme yaşı, kadınların etek boyu, Alevilik inancını hakir görmenin 50 tonu, TEOG'da çocuklara sorulacak sınav soruları, Namaz eğitiminin örümcek adamla mı yoksa yarasa adamla mı yapılacağı vesaire vesaire...
Memlekette intihar etmesi gereken bir sürü insan varken, gitti gene bir Japon kendini öldürdü. Üçüncü Boğaz Köprüsü inşaatında çalışan sorumlu bir Japon mühendis intihar etti. Hangi saikle canına kıydı, tam olarak anlaşılmadı.

Artık "anlaşılmayan" şeyleri anlamaya çalışmıyorum. Onları kendi kaderlerine terk ettim.

Örneğin;
  • İhalenin neden Çernobil felaketinin sorumlusu şirkete verildiğini, tecrübelerinin neresinden faydalanılacağını pek anlamadım.
  • Rusların yapacağı işlerin kimin tarafından denetleneceğini anlamadım. Birisinin denetleyip denetleyemeyeceğini de anlamadım! "En güvenilir" olacak diyorlar. Fukuşima'yı ya da Çernobil'i yaparken "en güvenilmez" diye mi yaptılar? Anlamadım...
  • Aldığımız doğal gaz bizim değildi. Uranyum da değil! Sonuçta ülkenin tüm enerjisi Rusya'ya bağımlı olacak. Bu "yumurtaları aynı sepete koymak" olmuyor mu, anlamadım!
  • Rusların atıkları neden kendi ülkelerine almadığını anlıyorum. Fay hattını filan boş verelim, fakat atıkların neden Akkuyu'da saklanacağını anlamıyorum. 
  • Ruslar bu işten "yap, işlet, sahiplen" gibi örneği olmayan bir yöntemle "garanti" para kazanacaklarsa, kaza durumunda neden hasarın sadece binde birinden sorumlu oluyorlar? Hasar masraflarını neden Türkiye, yani ben ödüyorum?
  • Ülkede ikide bir elektrik kesiliyor. Kedilerden başka ciddi bir sebep bulunamıyor. Uranyumun soğutulmasını sağlayacak sistemde elektrik kesilirse hangi kedi hesap verecek? Tekir kediler mi? Sarman kediler mi?
  • Santralin hidrolik sistem ihalesini kazanan firmanın başkanı milletin ırzına geçeceğini açık açık söylemişti. Bu sapıklara muhtaç kalmamız bir kader mi? anlamıyorum.
  • 40 yıl sonra kapanma ve söküm süreci başlayacak. O zaman nükleer çöpler (kibarca) ne olacak? Bu işlerin bedelini kim ödeyecek? Radyoaktif atık içeren muzlarla büyümüş çocuklarımız mı?
  • Yoksa, Mersin'in Gülnar ilçesinde yapılan 23 Nisan törenlerinde "Enerjimiz de keyfimiz de yerinde" diye slogan attırılan çocuklarımız mı? 
  • Çocukları pis oyunlara alet etme fikri hangi tip, hangi tarz salakların aklına gelir? Hangi menfaatler insanları küçültür? Anlamıyorum...
  • Böyle parlak fikirlere kafa yoranlar, ellerine kalem kâğıt alıp ufak bir hesabı neden yapmazlar onu da anlamıyorum. 

Hesap-kitap adamı denen siyasi tiplerin elinde genellikle nalıncı keseri bulunur. Ortak vasıfları yeteneksiz muhteris olmalarıdır. Onun için biz oturup hesabı kendimiz yapalım; Veriler sade ve açık, hesap da o nispette kolay; Türkiye'nin elektrik kullanımında kayıp-kaçak oranı %15! Bu kayıp %3 azaltılsa Akkuyu'ya gerek kalmayacak!

Bu memlekette hesapları kim yapıyor? Onu da anlamadım!



2 Mayıs 2015 Cumartesi

KİM BİLİR?



Hacettepe Üniversitesi Rektörü elektrikli bir otomobil geliştirdiklerini ve Teknokent ortaklığı ile üretip pazarlayacaklarını açıkladı. Memlekete hayırlı uğurlu olsun! İlk duyulduğunda hoş bir şeymiş gibi geliyor. "Yapmış adamlar" gibi bir his! Emeği geçen herkesi kutluyorum. Başka üniversitelerin yaptığı, güneş pilleriyle çalışan araba örnekleri de vardı. Çeşitli ülkelerde bu tarz yenilikleri geliştirecek, buluşları teşvik edecek yarışmalar düzenleniyor. Amaç daima en doğru yolla en iyisini yapmak. Buralarda kendisini kanıtlayan özgün buluşlar sanayiciler tarafından da izleniyor ve ilgi çekenler ekonomiye kazandırılıyor. Üniversitelerin farklılıkları ise aldıkları patent sayılarıyla belirleniyor.  

Özet olarak, yaratıcı veya imalatçı, herkes neyin orijinal ve özgün, neyin derleme olduğunu biliyor. Hiçbir üniversite yaptığı işi abartmıyor. Her yeniliğin geçici olduğunun farkındalar. Çünkü bilimin bir aşama değil, süreç olduğunu biliyorlar. Tıpkı uygarlık gibi. Abartılı övgülere de ihtiyaçları yok. Onların yarışı kendi aralarında! Başardıkları zaman duydukları tarif olunmaz hazzın farkındayım. Ayrıca, yaptıkları işle kimseye yaranmaya da çalışmıyorlar.

Benim yadırgadığım, Hacettepe’li genç bilim insanlarının emekleriyle ortaya çıkan eserin sayın Rektör tarafından fazlaca bir tüccar edasıyla açıklanma şekli; "Son derece dengeli bir araba. ben de kullandım. Bir yarış arabası dengesinde diyebiliriz. Ciddi sürat yapıyor..." Muhtemelen espri yapmıştır. İkinci el pazarında bile böyle satış olmaz. “Tamamına yakını Türk ürünüdür” diye devam etmiş. “Tamamına yakın” olma hesabını ben anlamadım. Bana AR-GE çalışmasından ziyade, AL-SAT hamlesi gibi geldi. Anlayan birisi; “…piyasaya tutunmuş Türk yapımı otomobil motoru şanzımanı, diferansiyeli söyle alnından öpeyim” şeklinde yorum yapmış. Ben anlamam. O ustanın yalancısıyım!

Dedi-koduyu bırakıp konuya dönelim; Böylece milli ilaç hamlesinden sonra soğuyan havayı yeniden ısıtacak”milli araba” vurgusu yapılarak bir yerlere gerekli mesajlar verilmiş olmuş.  Bir nevi “Emret Bakanım!” durumu.. Burada “Bakan” joker! Yerine istediğiniz kelimeyi koyabilirsiniz. Albayım, Erbakanım, Boşbakanım gibi…

Bu satırları yapılan çalışmayı küçümsemek için yazmıyorum. Hacettepe Üniversitesi benim de yetiştiğim ve kariyerimin önemli bölümünü geçirdiğim bir bilim yuvası. Fakat bu, bazı şeyleri görmezden gelmeme yol açmıyor. Ülkemin eğitim yuvaları frenleri boşalmış yokuş aşağı kayarken, birçok üniversitede temel bilim bölümleri “öğrenci yokluğu” bahane edilerek kapatılırken,  bu “milli” hamle zihnimi fazlasıyla kurcalıyor. Mutlu olamıyorum. Kafamda olur-olmaz, bir sürü soru dolaşıyor.  Konunun ayrıntıları ortaya çıkınca bu soruların da cevaplarını bulmayı umuyorum;

  • Elektrikli otomobillerin ileride ne gibi sorunlara gebe olacağını hiç kimse açıklamıyor. Örneğin aküleri kullanılmaz hale gelince ne olacak? Nükleer atıklar gibi elimizde mi patlayacak?

  • Montreal'de alüminyum-hava pilli araba ile 1600 km menzilden bahsediliyor. Öyle anlaşılıyor ki üreticiler araba yapmaktan çok, batarya üzerine yoğunlaşmışlar. “Tesla Motor” şirketi yeni nesil bir akü için 5 milyar dolarlık yatırım yapıyor. NASA güneş enerjisini mikrodalgaya çevirerek çalışan bir motordan bahsediyor. Hidrojen pilleri, bor filan, onlar ne oldu, haber var mı? 


  • Halen araçlarda kullanılan akülere şöyle bir baktım. En yaygın kullanılan "LiFePO4" bataryalar dahil, içeriklerinde "Doğal dengeye etkisi azdır..." şeklinde notlar görüyorum. Bu ne demek? Biz bardağın hangi tarafındayız? Dolu mu, yoksa boş tarafında mı? "Temiz Enerji" diye lanse edilen bu teknoloji yeni bir yalan mı? 

  • Üniversite otomobil yapıp satmak yerine doğru dürüst "akü" yapmak için araştırma yapsa daha iyi olmaz mı? Ya da daha güvenilir ve atık sorunu olmayan (veya daha az olan) bir enerji kaynağı bulmaya çalışsa? Ya da ne bileyim (aklıma gelenleri sıralıyorum); Kaymayan lastik, sağlıklı bir klima sistemi, kendi kendini temizleyen filtreler vs üzerine çalışsalar... Örneğin araçlardaki klimalarda kullanılan gazların çevreye hiç mi zararı olmuyor? 

  • Araba ön panosunun, koltukların ve içerisi güzel koksun diye kullanılan koku vericilerin benzen ürettiklerini duymuştum. Arabaya ilk binildiğinde hissedilen kokunun bir kısmı bu gazdanmış. Hava sıcaklığı arttıkça ortamdaki gaz oranı makul seviyelerin 40 katına kadar çıkıyormuş. “Makul” nedir, herkes bildiğine göre, şüphe etmemeniz gereken şey; bu gazların kanserojen olduğudur! Hacettepe Üniversitesi'ne yakışan bu gibi görünmeyen dertlere deva aramaktır, “arabanızı havalandırıp sonra binin” demek değil! O kısmı vatandaş olarak biz yaparız. Siz yeni bir sentetik madde, zararsız bir plastik bulun, icabında darbe emici, kokusuz ve de zararsız! Küçük ve önemsiz gelebilir, para kazandırmayabilir, ama faydası daha çok insana ulaşmaz mı?

  • Spor ve makam otomobilleri de yapılacakmış. Otomobil yapıp (!) satmak gibi tüketime yönelik bir hedef koymak ne kadar doğru? Bir Üniversitenin asli görevi bu mu? Tüketirken koruyabilmenin, atıkları azaltmanın, yeniden kullanmanın yolları araştırılsa daha iyi olmaz mı?

Belki (umut ediyorum ki), bir yandan da bu işler yürüyordur, kim bilir? Hacettepe'nin ve diğer üniversitelerin bilim insanları şu anda oturmuş kafa patlatıyorlardır. Doğayı ve kendimizi yok etmeye çalıştığımızın farkına varmış bilim insanları... Daha yaşanılır bir dünya için emek harcıyorlardır, Kim bilir?
  



1 Mayıs 2015 Cuma

STRATEJİK BİR YOLCULUK



Stratejik bir coğrafyada yaşamak iyi bir şey midir, anlayamadım. Hele bizim ülkemiz gibi bir yerde olursa! Komşularımıza bakınca ne kastettiğim kolayca anlaşılır. Arada bir sınır, gümrük veya pasaport kontrolü olmasa bile, farklı bir yere geldiğinizi hemen anlarsınız. Örneğin, burnunuza kan kokusu geliyorsa orası güneydoğu sınırımızdır.

Diğer sınırlardan gelen kokular, güneydoğu kadar keskin değil, daha politiktir. Ziyadesiyle yapaydır, yani aslı değil aromasıdır. Dolayısıyla sağlığa zararlıdır. İnsanlar arasında bir “kardeşlik” söylemi vardır, fakat bir kıvılcım çaksa Habil’in kaderi değişmeyecektir.

STRATEJİK BİR SEÇİM

Bizim memleketin "stratejik" havasından uzaklaşmanın bir yolu her türlü medya organını hayatınızdan çıkarmaksa, diğer bir yolu da seyahate çıkmaktır. Fakat gidilecek ülkeyi doğru seçmek lazım. Yemen, Nijerya hiç düşünmeyin. Mısır, Tunus şansa kalmış! İzlanda'da, Endonezya'da kül bulutları filan... Bunlar önceden tahmin edilebilenler. Bir de 25 Nisan'da Nepal'de  olduğunuzu düşünün. İstanbul depremi, Kuzey Anadolu fay hattı, Marmara fayı, oldu olacak derken uçağa biniyorsunuz ve depremin kucağına düşüyorsunuz. Bu da bir ihtimal...


Biz yakınlara bakalım. Yol aktarmasız ve kısa olsun. 3-5 günlük tatil yolda geçmesin. Dertsiz, tasasız bir yer olsun. Derdi varsa da bize bulaşmasın. Örneğin Yunanistan? Çipras'a bir katkımız olur. Biz daha iyiyiz diye moral yaparız. 
İtalya? O da olur. Kuzey-güney? Kuzey! Kuzey iyidir. Deniz kenarı? Hayır göl! İsviçre'ye de geçeriz. Bir kaç göl, biraz da nehir. Susuz olmaz! Rakı mı bu? Hayır, Grappa...



STRATEJİK BİR AÇIKLAMA

İtalya güzel bir ülke. Uzun gezilerin arasında kısa molalar için ideal. Bir kere hiçbir şehrin girişinde "Yeşil bilmem ne" yazmıyor, ama her yer yemyeşil. Taklarda "Bir Avrupa şehri" yazmıyor, ama yazmasına da gerek olmuyor. Böyle tuhaf buluşlar bize özgü şeyler. Bir çeşit kompleks! İnsanlar arasındaki farkın şifresi de estetik anlayışlarında ve yaya geçitlerinde gizli. Estetiği pas geçelim, Onun şifresini kırmak çok zor. Yaya geçiti metaforu ise saygıyla ilgili. Bizde hiçbir emniyet telkin etmeyen çizgiler, onlarda bayağı işe yarıyor. Bu bile bir ayrıcalık! 


Şifre söz konusu olunca Leonardo'yu tek geçerim. Ortaokulda kurduğumuz mütevazi çetenin kriptolarında Leonardo'nun ayna tekniğini kullanırdık. "Maç Yedikule'de". "Top nerede?" filan gibi. Alan Turing hayatını kaybetmiş, fakat henüz hayatımıza girmemişti. Hayat radyo ve gazetelerden ibaretti. Kimsenin görmediğini gören "Sherlock" favori dedektifim, "Görünmez Adam" en sevdiğim çizgi kahramandı. Sonra biraz daha büyüdük. Gizlerin zirve yaptığı dönemde hayatımıza "limon suyu" girdi. Saçlarımıza limon suyuyla şekil vermeye, en mahrem mektupları limon suyuyla yazmaya başladık... 


Çocukluğun masumiyeti çabuk bitiyor. Şifrelerin askerlere ve aşıklara mahsus olmadığını öğrenmek fazla zaman almadı. Toplum değişiyordu. Orta yaşlarımızda politikanın da şifreleri olduğunu öğrendik. Ekonominin bir el çabukluğu sanatı, demokrasinin sadece illüzyon olduğunu keşfettik. Milletçe "Bu memleket adam olmaz abi" tavına geldik. Tam bu sırada profesyonel şifre çözücüler türedi. Bunlar önce kutsal kitaplara el attılar. Sekizler, dokuzlar, ondokuzlar deyip, "Bu da var, yazıyor zati" bilimselliğinde  aklımızı allak bullak ettiler.

Derken batı illerinden "Dan Brown" nam şahsiyet çıktı, kutsallığın batı yakasını kurcalamaya başladı. Bu noktada ister istemez yolu bizim (benim) Leonardo ile kesişti. Leonardo DaVinci, kader işte..

STRATEJİK BİR İNAT


Vaktiyle rahmetli Altundal "Hangi İsa" yaa, yok öyle bir şey" diyerek Hz. İsa'nın geçmişini epeyce kurcalamış, fakat iddiaları Vatikan'dan öteye geçememişti. Kitapları ve fikirleri de "meraklı" kitlesiyle sınırlı kaldı. "Çok satar" olmanın şifreleriyse farklıydı ve Dan Brown anahtar kelimeyi bulmuştu. DaVinci Şifresi'nde konuya tam bu noktadan, damardan girdi. Kitapta din ve tarikat, cinayet, ölüm, esrarengiz simgeler, kadim şifreler ve ayrıca "ölümsüz" aşk vardı. Daha ne olsun? Üstelik bu "tanrısal" bir aşktı, ortada bir çocuk vardı ve bu sefer annesi bakire değildi! Normal diyebilirsiniz. fakat bu, o ailede ilk defa oluyordu!

Dan Brown, bilerek veya bilmeyerek diğer bir sektörü daha canlandırdı; Özel turlar!!  Bilseydi telif hakkı isterdi. Kitapta adı geçen mekânlarda Robert Langdon'un izini süren özel turcular türedi. Milano'da "Son Akşam Yemeği" biletleri karaborsaya düştü. Floransa'da "Inferno" turu kapalı gişe oldu. Boboli'nin cücesi turistlerin gözdesi, Dante'nin karanlık evi cazibe merkezi, kırmızı pelerini moda ikonu oldu. Maskesinin önü bilmiş bilmiş sırıtan turistlerle doldu. "Vecchio" köprüsünün üst katındaki "Vasari Koridoru" bile ancak "Inferno" turunu satın alanlara açıldı. Dante Kilisesindeki bir lahit, Floransa'nın en çok ziyaret edilen edilen mezarı oldu. Bu mezar Dante'nin ilahi sevgilisi Beatrice'e aitti ve hemen yanı başındaki sepet, Inferno fanatiği turistlerin bıraktığı aşk mektuplarıyla doluydu.

Nereden mi biliyorum? Çünkü oradaydım. "Inferno" kalıbına girmemekte inat ettiğim için Vasari koridorunu (içeriden) göremeden Floransa'dan ayrıldım.

İnatlaştığım diğer bir konu "Son Akşam Yemeği" tablosu ile ilgili oldu.


STRATEJİK BİR YEMEK

İsa'nın 12 havarisiyle yediği son akşam yemeği sıradan bir yemek değil, hristiyanlık tarihinin en stratejik yemeğiydi.

Daha önce son akşam yemeğini resmeden bir sürü ressam olduğu halde, Leonardo'nun farkı, yemeğe değil, "ihanete" odaklanmış olmasıydı. İsa, az önce içlerinden birisinin ona ihanet edeceğini söylemişti. Tablo adeta bir fotoğraf karesidir ve  havariler işte tam bu şaşkınlık anında yakalanmışlardır. Malum kişi ise sol yanındaki üçlü grup arasında oturan Judas yani Yehuda'dır (Judas Iscariot). Yehuda'nın iyi mi yoksa kötü mü yaptığı stratejik açıdan tartışıladursun, bir rivayete göre ihbar etmesini Yehuda'dan bizzat İsa istemiştir. Başka türlü nasıl peygamber olunur ki?


Altın oran, perspektif, ters ışık, kuru veya zamklı boya her neyse, tekniği bir yana, tablonun gizemi bakınca görülenlerden değil, görülmeyenlerden oluşuyor. Örneğin menüde şarap ve ekmek var, fakat masada "kutsal kâse" yok. Mekân arkada üç penceresi olan geniş bir oda, fakat son akşam yemeğinin yendiği bir odayı kimse görmemiş. Sağda, Yehuda'nın arkasında bıçak tutan bir el var, kimin eli belli değil. 12 havarisiyle yemek yediği söyleniyor, fakat tabloda 11 havari var! Bu fitne kutsalların şifrecisi Dan Brown'dan çıkmıştır. Yazara göre İsa'nın yanındaki zat bir havari değil, "Mecdelli Meryem"dir. İddia masada "rest" etkisi yaratır. Bazıları çıkıp "Yahu, Aziz John da zaten efemine bir tipti!" der, Komplo teorisyenleri olayı Leonardo'nun "gayrimeşru bir çocuk" olduğuna bağlar. Hayal gücü sınır tanımamaktadır...

Dan Brown biraz sıkışsa da vaz geçmez; "kendisi olmayabilir, ama rahmi orada" der, İsa'nın sağındaki üçgeni işaret eder. Millet bu boşluğa bakıp kâseyi (veya rahmi veya vajinayı) hayal etmeye çalışırken, Dan Brown köşeyi döner, uzaklaşır. Kısacası sonuç değişmez "DaVinci Şifresi" yeni bir "çok satar" olarak raflardaki yerini alır.



STRATEJİK BİR HESAP




İsa'nın 12 havarisiyle yediği son akşam yemeği "Santa Maria delle Grazie" Kilisesinde, yemekhanenin kuzey duvarına resmedilmiş. Freskin tamamlanması 3 sene kadar sürmüş ve 1498'de bitmiş. Daha 20 yıl geçmeden resmin bozulmakta olduğunu bildiren kayıtlar var. 1566'da meşhur Vasari; orijinal Leonardo'dan sadece göz kamaştırıcı bir leke kaldığını söylemiş. Bunları Müzenin girişine astıkları tarihçeden naklediyorum. Yukarıdaki resim de son restorasyonların birisinden önceki halini gösteriyor.


1652'de duvarın ortasındaki kapı genişletilmiş ve dolayısıyla İsa'nın ayaklarının bulunduğu kısım uçmuş, gitmiş... Sonrası bir felaketler zinciri. Resmin bir kısmı kendiliğinden dökülmüş. Kilise dönem dönem Napolyon'un askerlerine, sonra itfaiyecilere, sonra da bilmem hangi askerlere barınak olmuş. Bu sırada freskin başına neler gelmiş olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Fakat en büyük hasarı 1943 yılında görmüş. İngiliz ve Amerikan uçakları şehri bombalarken kiliseyi de harabeye çevirmişler.Yemekhanenin tavanı ve doğu duvarı tamamen çökmüş. Fresk, (güya) önüne konan kum torbaları sayesinde yok olmaktan kurtulmuş!


Ben bu durumdan epeyce kuşkulandım. Eski yıkıntı fotoğraflarında resmin bulunduğu kuzey duvarı hiç gösterilmiyordu. Örneğin aynı yemekhanenin güney duvarında gariban bir şekilde duran "The Crucifixion" freskinin bombalama sonrası fotoğraflarını görmüştüm. Sol kenarı haraplanmıştı. Böyle önemli bir kilise yıkılıyor, durum tespiti için fotoğraflar çekiliyor, fakat kuzey duvarına dair tek bir görüntü bile bulunmuyor. Buna pek anlam veremedim. Bir şeyleri sakladıklarını düşündüm. İçeriye kasa dairesine girer gibi, üst üste kontrollerden geçerek giriliyor, her seferinde 25'ten fazla insan içeri alınmıyor, ancak 15 dakika durmanıza izin veriliyor, fotoğraf çekmek kesinlikle yasak, fakat gördüğünüz şeyin ne kadar orijinal olduğu şüpheli!

Durumu NewYork'taki "Columbia" Üniversitesinden bir sanat tarihi profesörü özetlemiş: 

"Eserin sadece %18-20'si Leonardo!"


STRATEJİK BİR PLAN 


Üç yıl önce Kudüs'teki "Zion" Dağına, yemeğin yendiği (rivayet olunan) yere gitmiştim. Rehber ve kilise görevlisi büyük bir huşu içinde odayı dolaştırıp "İşte o yer" demişlerdi. Yalanmış! Bina 12inci yüzyılda yapılmış. Tabanındaki en eski taşlar bile ancak 130 yılına tarihlenebiliyormuş. Önemli değil. Bu yemeği resmeden tüm ressamlar da farklı odalar tasarlamışlar zaten. 

Burada Leonardo'nun farkı ortaya çıkıyor. Mekânı araç olarak kullanmış, ihaneti şifreleyip duvara yapıştırmış... 

Neyse, hangi İsa'ymış, nerede yemiş, ne yemiş, kimlerle yemiş, onların sorunu, benim değil. Beni ilgilendiren kısmı hikayeleri... Onları okumayı da seviyorum, anlatmayı da... Adile Naşit'in anlattığı masallar gibi, tam "uykudan önce" tadında...

O nedenle, Zion dağında başladığım hikayeyi (yolculuğu), "Santa Maria delle Grazie" Manastırında tamamlamak istedim. Planım, Milano'da ne kadar kalırsam kalayım, Leonardo'nun "Son Akşam Yemeği" tablosunu görmeden dönmemekti. Başka hiçbir yer için rezervasyon yaptırmadım.

İnternete girip müzeye giriş bileti almak istediğimde duvara tosladım. 2016 Ocak ayına kadar tüm girişler rezerve edilmişti. İnanamadım! Gidişimize 4 ay vardı ve bilet bulamıyordum. Bir yanlışlık olduğunu düşünerek müze müdürlüğüne sordum; "Bir yanlışlık mı var?"

Yokmuş. Gerçekten doluymuş. Özel turları önerdiler. Tezgah olduğundan şüphelendim, fakat çaresiz araştırdım. Onlar da doluydu! Uzun lafın kısası bir ay kadar sonra bir yer açıldı ve kaydım yapıldı. Firmadan ayrıca sıkı bir ültimatom geldi; tam 15 dakika önce kapıda olun, yaksa biletiniz yanar! Tövbe, estağfurullah... Garanti olsun diye Milano'ya uçacağımız günün ertesine, geç bir saate yer ayırttım. 15:30...

              
STRATEJİK BİR KARAR 

Benim stratejik planlarımın Türk Hava Yollarının stratejisiyle çakışacağı hiç aklıma gelmezdi, ama oldu. Muhtemelen benim müze bileti almak için uğraştığım sıralarda, Hava Yolları Genel Müdürü oturduğu yerde parmak hesabı yaptı ve stratejik bir karar verdi: "Yes, we can!!!" Daha çok uçak, daha çok iniş, daha çok kalkış. Başkanı dünya lideri olan ülkenin uçağı da dünya lideri olmalıydı... Milli uçağımız henüz yoksa da, iman dolu göğsümüz ve yüzde bilmem kaç oyumuz vardı....


Fakat bilim ve teknolojide işler iman gücüyle yürümüyor. Seyahate çıkacağımız gün keyifle hava limanına gittik. Pullarımızı aldık. Güvenlik kontrolü, üst baş arama, pasaport kontrolü derken içeri girdik. Uçuş saatini beklerken, telefonuma bir mesaj geldi: "Uçuşunuz iptal oldu, şu numarayı arayın... Bir sonraki güne bilet alın...

Milano'dan gelen, muhtemelen bizi de alıp Milano'ya geri dönecek uçak, piste inerken motoru yanmış, pistler kapatılmıştı. Fon müziği olsaydı çalan "Kader Senfonisi" olurdu!

Çakılmaktan kıl payı kurtulan uçakta neler oldu, inerken koltukları dik duruma getirdiler mi, "window blinds" ne alemdeydi, yolcular öne eğilip başlarını nereye soktular, oksijen maskeleri açıldı mı, çocuklu kadınlar maskeleri önce kendi burunlarına mı tuttular, yani hosteslerin sabırla anlattıkları şeyler işe yaradı mı bilmiyorum. Büyük bir korku ve heyecan yaşandığı kesin. Sonuçta kapılar açılmış, yolcular uçaktan kıçüstü kayarak inmişler ve muhtemelen (vecd ile) toprağı öpmüşler. Buraya kadar iyi. Kötü olan, müzeye vaktinde yetişemeyecek olmam!...

O günkü çoğu uçuş, bizimki dahil, iptal edildi. Biletlerimizi bir gün sonraki uçuşla değiştirdik. Eve döndükten sonra kazanın nasıl meydana geldiğini araştırdım. Yazılanlara göre; uçak önce önündeki uçağın vorteksine giriyor, inişe geçtiğinde dengesi bozuluyor, kuyruk ve sağ motorunu piste çarpıyor. Kuyruk ve motordan kıvılcımlar çıkarken inişten vazgeçip tekrar havalanıyor. Anlaşılan pilot uçağın duramayacağını düşünmüş ve gayet stratejik bir karar vermişti. Sonrası gerilim filmi gibi:

Motordaki sorunu çıplak gözle gören kontrol kulesi iniş emniyetini artırmak istiyor. Sağ motoru yanmakta olan uçağın pilotu ikinci kere “Stratejik” bir karar veriyor ve köpük istemiyor. Maksat, masraf olmasın. Şans eseri, bu sınavda yanlışlar doğruyu götürmüyor… Uçak tek motoru alev alev yanarken pistte bir süre daha sürüklenip güç bela duruyor. Biraz kül, biraz duman, yolcular burunları bile kanamadan kurtuluyorlar. Mutlu son diye buna derim.

Sonuçta uçağın pilotu acilen kahraman ilan edildi. Alkışlar, takdirler, arkadan ödül filan da gelebilir, olay unutuldu gitti. Kimse neden vortekse girdiğini, neden olası yangına karşı tedbir istemediğini sorgulamadı. Vorteks dediğim, uçaklar birbiri ardına uçarken yakınlaşırlarsa çıkan bir sorun. Tüm ülkelerce güvenli kabul edilen mesafe 8 mil (miş). Sonradan anlaşıldı ki, vaktiyle sayın Kotil gelmiş, kendisi Genel Müdür olur, gözlerini kısarak ufka doğru bakmış ve “8 mil çok uzun yaa, 5 mil olsun” demiş. Bu da bir diğer “Stratejik” karar! 


STRATEJİK BİR FOTOĞRAF



Özet olarak, Milano'da geçireceğimiz süre yarım güne indi. Müzeye giriş saatimiz geldiğinde hava limanından yeni ayrılmıştık. Yanımdaki herkes geç kaldığımızı, direkt otele gitmemizi söylüyordu. Orada stratejik bir karar daha verdim. Hayır, müzeye gideceğim ve ne yapıp edip, içeri gireceğim. 

Müzeye ulaştığımızda bizim özel turcuların bulunması gereken yerde yeller esiyordu. Gişeye yöneldim. Görevli kadın biletimize bakıp imkansız olduğunu söyledi. Bir süre çaresiz kalakaldım. Fakat tam o anda bir mucize oldu ve kadın halime acıdı. İçimden "faşist bilmem ne" diye söylenirken, hemen "reset" ettim, "sen bir meleksin" dedim. Dışarıda cebinde biletlerle dolaşan bir kadını gösterdi. Hayatımda ilk defa karaborsa bilet alıp müzeye girdim!


Yüksek güvenlik nasıl sağlanır? Sırf bunu görmek için bile bu müzeye gitmeli. Önce bir koridorda oturup, biletimizde yazan dakikayı bekledik. Zaman dolunca birisi uyardı. Elindeki alete biletin barkodunu okutup "tamam" dedi, "artık girebilirsiniz". Üç kapıdan geçtik. Her kapı önünde bir kamera bizi tek tek, tepeden tırnağa inceledi. Elimizdeki bileti kameraya tuttuk, kapı otomatik olarak açıldı. Sonra bir kapı daha, bir kapı daha... Bir kişinin geçişi tamamlanmadan diğeri kapıdan giremiyordu. Bu uygulamanın bir etkisi de daha salona geçmeden, göreceğimiz şeyin havasına girmek oldu.

Resmin bulunduğu kısım upuzun, boş bir salondu. Artık çatal kaşık seslerinin duyulmadığı, masasız bir yemekhane! Bir duvarında kimsenin yüzüne bakmadığı "The crucification" freski, tam karşısında önünde insanların küme oluşturduğu "Son akşam yemeği" tablosu... Ortalıkta sivil polis havasında görevliler milleti süzüyor, bir kamera görsek de üstlerine atlasak diye aportta bekliyorlardı. Doğal olarak gayet tahrik oldum ve Montorfano'nun freskine bakar gibi yaparken diğer duvarın fotoğrafını çektim. Yakalasalar, sanki hapse atacaklar!



STRATEJİK BİR YORUM



Müze çıkışında kendimi çok hafiflemiş hissettim. tam bir "Mission completed" hissi. İngilizce söyleyince daha havalı oluyor. Bundan sonrası önemli değildi. Akşam Brera'da bir kafede "happy hour" keyfi yaşarken böyle düşünüyor, duvarın dibine dizilmiş ressam ve karikatüristleri seyrediyordum. Önümden bastonuna yaslanarak güçlükle yürüyen şişman bir kadın geçti. Gözlerim kırmızı payetli uzun elbisesine takılıp ardınca gitti. Tarot falı bakıyormuş... Benim baktırmama gerek yok, falım önceden fallanmış! Önümde üç yol gözüküyor. 

Yolların ikisi sulu bir yerlere çıkıyor. Söylemiştim, benim falım susuz olmaz. Birisine Como diyelim. İkinci yol biraz daha uzun. O da Lugano olsun.... Dostumuz Saimir sağolsun. Bizi götürür. Birer şemsiye alır, göl kenarında yürürüz. Üçüncü yol daha uzun. Yol uzun ama süre kısa. Bu da hızlı trenle Floransa demek... Orada kalbin kabaracak. Olabilir. karımla gidiyorum. Hayır öyle değil. Vecchio, Duomo, Uffizi filan. Arno Nehri kenarında yürüyeceksin. Hadi, o da mı gözüküyor? Başka? Davud'un pipisi?


İtalya'yı seviyorum. Bana huzur veriyor. Falımda ne zaman İtalya çıksa giderim. Kendimi orada rahat hissediyorum. Böyle hissetmemin bence en önemli sebebi, İtalya'ya şimdiye kadar hiç turlarla gitmemiş olmam. Dolayısıyla (yukarıdaki müze hikayesi hariç) bir koşuşturmaca içinde olmuyorum. Tarihi merkeze yakın yerlerde konaklıyorum. Otel veya hostel, tarihi binalar arasından seçiyorum. Her yeri göreceğim, bütün müzeleri gezeceğim diye bir derdim de yok. Bir kafede oturup etrafımda koşuşan insanları, uzun çubuklu selficileri, gördükleri her heykeli elleyen kızları, sırf "Lonely Planet" yazdı diye uzayıp giden sandviç kuyruklarını, yerdeki boğa resminin kıçındaki oyuğa topuğunu sokup, tek ayağı üstünde dönmeye çalışanları seyretmeyi seviyorum. Bu Milano'da oluyor.

Şehrin sokaklarında gelişigüzel dolaşmayı seviyorum. Milano veya Floransa fark etmez. Pek kimsenin geçmediği bir sokakta bir duvar resmi veya kabartma görünce mutlu oluyorum. Üstü badanayla sıvanmış grafitiler görünce değil.

Kastettiğim şey burada yaşamak değil. Bir yerde yaşamanın şifreleri daha farklı. Adamların komşularına bakıyorum; Fransa, İsviçre filan. En kötü sınırları Akdeniz! Oradan gelecek sorunları da deniz (denizin gücü veya deniz güçleri?) hallediyor. Varsın, coğrafyası stratejik olmayıversin. Acaba onlar da bu sakin coğrafyadan usanıp, bizimki gibi "stratejik" yerler mi arıyorlardır? Biz hayatın ve politikanın şifreleri altında boğulurken, daha bizi yönetenlerin amaçlarının ne olduğunu çözememişken, onlar şifreleri sadece romanlarda mı yaşıyordur? Bilmiyorum. Bu bir gezi hikayesi, politik yazı değil. Memleketten biraz uzaklaşıp kafamı dinleyeyim diyorsan turist gibi düşüneceksin. En kolayı bu. Tekrar kaldığım yere dönüyorum:
                   
"Adamlar tarihlerini korumuş abi!"





KAYNAKLAR:
http://www.sacred-destinations.com/israel/jerusalem-last-supper-room
http://www.ayorum.com/haber_oku.asp?haber=2771
http://www.bibliotecapleyades.net/davi/project/history.htm
http://www.aymavisi.org/felsefe/Hangi%20Isa%20-%20Aytunc%20Altindal.html#sthash.JXc0cYIx.TiebjTyt.dpbs