25 Ocak 2012 Çarşamba

ALASKA'ya doğru....

Yıl 1958. Samsun'dayız. Ben 8 yaşındayım. Bir gazete haberi: Nautilus isimli bir atom denizaltısı kuzey kutbunun altından geçti! Nasıl yani? Babamın açıklamakta en çok zorlandığı sorularımdan birisiydi bu. Annemin en zorlandığı soru "Kinova'larımı kim yaktı?" sorusuydu. Babama düşen sorular daha çok gazete haberlerine dayanıyordu. Kutbun altı boş mu? Ayıların ini yok mu? Atom ne demek? Örfi idare ne demek? gibi...


Sonra Jules Verne ile tanıştım. Michel Ardan'la birlikte aya gidecek roket hesapları yaptım, Dünyanın ucundaki fenerde her fenerin ayrı bir dili olduğunu öğrendim. Kaptan Nemo ile denizaltına tam 20000 fersah indim (denizaltının adı: Nautilus!). Sonra baktım ki bana en uyanı "Around the World in eighty days". Seksen günde dolaşmak şart mı dedim ve karar verdim. 55 yaşına kadar çalışacağım, sonra gezeceğim. Neden 55 bilmiyorum. İnsan 20 yaşındayken 55 çok uzak geliyor. Artık yeter gibi bir his! Ablam Gönül 50'lerinde teşebbüs edecek oldu, olmadı, takside bağladı. Ufak ufak tamamlıyor devr-i alemi.  Demek ki taksitle de olabilirmiş.

Jack London! Fakülte yıllarımın favori yazarı. İlk okuduğum kitabı Martin Eden'di. Kitabı bulmam aylar sürdü. Şimdiki gibi internet filan olmadığı için kitapçı kitapçı dolaşmıştım. Her zaman olduğu gibi Varlık Yayınları yetişti imdadıma. Martin Eden'in son cümlesi hala aklımda ama konumuzla ilgisi yok. Jack London'un hayatını okuyunca romanlarında yazdıklarından pek fark olmadığını öğrenmiştim.

Buz tutmuş ırmağın iki yanında, uçsuz bucaksız, karanlık ve insanın içine korku salan çam ormanları uzanıyordu. Beyaz manto giymiş hissini veren ağaçlar, esen sert rüzgarlarla soyunuyor, gitgide solgunlaşan gün ışığının altında birbirlerine yaslanmış koca yaratıklara benziyorlardı. toprakta hiç bir yaşam izine raslanmıyordu, sanki sonsuz bir hüzün içindeydi. Hiç bir şey kıpırdamıyordu, toprak o kadar soğuk, o kadar terkedilmişti ki, karşısında düşünce kayboluyor, hatta hüzün bile yok olup gidiyordu. Bir tür gülümseme isteği uyanıyordu insanın içinde, Suhinx'inki gibi trajik bir gülümseme, donuk ve neşesiz bi gülümseme, varoluşumuzun boş çabaları ve yaşamın anlamsızlığı karşısında, edebiyatın acı alayı gibi bir şey. Wild'di bu. Kuzey toprağının yüreğine kadar buz tutmuş, vahşi wild'iydi bu... Jack London, Beyaz Diş 1977.

Çevirmen bu paragrafın sonuna "wild" kelimesini açıklama ihtiyacı duymuş. "Vahşi wild'iydi bu" gibi bir cümlenin tuhaflığını bilerek; Wild, makiler pampalar, bozkır, cangıl gibi belirli bir bölgeyi ifade eden ve kendisini oluşturan unsurlar türünün bütününü belirten, çevrilmesi güç bir terimdir. Wild, kuzey kutbu enleminin içinde kalan, normal olarak yaşamaya olanak vermeyen, sürekli buzullarla kaplı, kutbun ölü bir bölgesidir. Alaska, hemen hemen tümüyle buraya dahildir...

Köpeklerle pek samimiyetim yoktur. Ama bazı cinslere, örneğin Husky'lere sempati duyarım. Bu hikayede beni etkileyen; doğasıyla, havasıyla, insanıyla, köpeğiyle, her şeyiyle "wild" olgusuydu...

National Geographic, 1989; in the far north the aurora borealis, or northern dawn, illuminates night skies with ever changing green-andwhite light shows. But last winter's magnificient displays also bore tinges of red, a tint that rarely appears, and could be seen as far south as Florida... Yazı bu şekilde başlıyor. Aurora'nın nasıl oluştuğu ile devam ediyor. Yıl 1989. 1957'den beri en muhteşem aurora gözleminin yapıldığı yıl! Alaska Üniversitesi Jeofizik Enstitüsü'ne göre "solar maximum" her 11 yılda bir tekrarlanan bir fenomen. 1989+11= 2000, bunu kaçırdık. 2000+11=2011. Artı-eksi "1" desek, eder 2012, başka bir deyişle 2011-2012 kışı...

 


Ben gece-gündüz çalışmaktayken, Dr. Tarık Minkari dünyayı gezmekte. Gezmekle kalmayıp, nispet olsun diye, gezdiklerini yazmakta; Denizde yüzen aysberglere bakıyorum., koca buzulu gözlüyorum. Buz suda mavi yeşil görünüyor. meğer buz kitlesi, tüm öteki renkleri emer, sade maviyi itermiş. Buzulu 48 kez zumlayan videokameram ile filme alıyorum. Birden bir gök gürültüsü duyuyorum. Göğe bakıyorum, açık, bulut yok, peki bu ses nereden geldi? Diyorlar ki; Buzul, görmediğimiz bir yerde çöktü. İşte tam bu sırada objektifimin içine olağanüstü bir olay girdi. Heyecanlandım, durmadan çekiyorum. Üç beş saniye geçmedi, korkunç bir gürültü ile kocaman buz dağı çöktü. İzliyorum, on apartman boyunda bir buz parçası, homurdanarak çöküyor. Buzlar denize düşüyor, önce batıyor, sonra mantar gibi çıkıyor. İsim değiştiriyor, aysberg oluyor.... Yıl 1997; Alaska Kıyıları ve Kanada... 

Yıl 2000. National Geographic bir kitap çıkarttı; "Büyük Keşifler"
Kitabın altmışyedinci sayfasında başlık; Kürenin uçlarına doğru
Bir alt yazı; Buz, aldığını kendine saklar (Ernest Shackleton)
Bir resim; Arktik yalnızlık. Nükleer denizaltı USS Scate, 1959 yılının Mart ayında kuzey kutbundan 480 km uzaklıkta yüzeye çıkıyor. Skate, bu tarihi yolculuğu boyunca biri 17 Mart 1959 günü tam kuzey kutup noktasında olmak üzere on kez su üstüne çıkacak!

Bir anekdot; ...Yüzbaşı Lalor Jr; ... Aniden pusulamız sallandı ve ibresinin ucu geldiğimiz yönü göstermeye başladı. Kutbun bulunduğu noktaya tam olarak ne kadar yakın olduğumuzu sordum. Rota subayı Tom Curtis cevapladı: Kutbu delip geçtik!

Sözcüklerin kökleri her zaman ilgimi çekmiştir. Kökünün nereden geldiğini ilk merak ettiğim kelimelerden birisi de "arktika" olmuştur. Neden kutuplardan kuzeyde olan Arktika da, güneyde olan Antarktika? Birinde olmayan ne var diğerinde? Arktik (Arctic) kelimesi Yunancada Arktikos olarak geçiyor. Arktikos da "arktos" kökünden üretilmiş ve "ayı" demek! Bu durumda; Arktika üzerinde ayı yaşayan, Antarktika ise ayı olmayan anlamına geliyor. Demek ki beyaz ayılarla penguenler kuzeyle güneyi paylaşmışlar, bu senin, bu benim diye...

Alaska filan derken ipin ucunu kaçırıp kutba uzandık. Tekrar Alaska'ya dönelim. Buna Alaska'ya dönmek denmez ama, aklım fikrim Alaska'da ya, fikren gidişlerimden birisi de mavi gezi sırasında oldu. Yıllar önce Akdeniz'le Ege'nin karıştığı sularda dolaşırken Selimiye'ye uğramıştık. Burada çam ağaçları altında güzel bir motel görmüş, hatta merdivenlerine dizilip resim çektirmiştik. Adı "Aurora" idi. Sahibine sorduk; Aurora ne ola? diye. Aurora ile de böyle tanıştım.


Benim patron, hani gezecektin, hala neden çalışıyorsun deyip beni işten kovduğunda 59 yaşındaydım. Bunu bir fırsat belleyip, terapi için (!) Kenya'ya gittim. Çok güzel bir tatildi. Kuzeyi, ortası, batısı doğusu derken Afrika tutkusu böyle başladı. Sonra bir yerküre aldım. Gözümü kapadım, parmağımı bastım. Alaska çıktı. Biraz hile yaptığımı itiraf etmeliyim. En azından, yukarıdan bakınca güney yarım küreye parmak basma şansının olmadığını söyleyebilirim. Alaska'dan sonra küreyi bir de ters çevirip parmak basacağım!


Hemen üstüne, 59uncu yaş günümde bir hediye; Gezginler için unutulmaz yerler...

97nci sayfa; College Fiyortu, Alaska. College fiyortu'nun ücra konumu yüzünden, oraya bir gemi gezisinden başka bir şeyle gidilmesi olanaksızdır. Norwegian Cruise ya da Princess Cruise gibi şirketler, Seattle veya Vancouver'dan, Anchorage'a 3 saat uzaklıktaki Seward'a yedi gece süren sadece gidiş gezileri düzenliyorlar. Bu gezide Ketchikan, Juneau, Skagway ve Glacier Bay'e uğranıyor.... Kış mevsimi çok uzun ve şiddetli olduğu için oraya gitmek için en iyi zaman Haziran-Ağustos arasıdır.

2010. Bir gazetede Alaska'da Anchorage-Fairbanks arasında çalışan bir trene dair haber vardı. Üstü camlı bir vagonu varmış, yol boyunca müthiş yerlerden geçiyormuş, McKinley dağı, Kasırga geçidi, kanyonlar... İnternette fiyatlara baktım, gayet makul. Karar verdim; Alaska'ya gideceğim, bu trene bineceğim.

Hedefe yaklaşıyoruz. 3 Ocak 2011 tarihli bir gazete haberi; bunu yazmayıp kenara resmini koyuyorum. Bir gün lazım olur diye kesip saklamıştım. Yazıda 8 adres verilmiş. İlgimi Fairbanks çekti. Kafamda tren olayıyla birleştirdim; Alaska'ya gidiyorum, trene biniyorum, Fairbanks'te inip Aurora seyrediyorum!

Şubat 2011. Sahil yolunda bir kaza geçirdim. Hayatım gözümün önünden film şeridi gibi geçti" diyemeyeceğim ama, daha arabadan inmeden, aklımdan "Alaska'yı görmeden ölecektim" diye geçirdim. Not defterime ekledim; Bir kazadan alınan dersler..

2 Ekim 2011 Gezi planı için YKM şirketine gittim. Bu acenta daha önce Tanzanya, Zambia gezimi organize etmişti ve çok memnun kalmıştım. Aynı şeyleri orada da tekrarladım; Alaska'ya gidiyoruz, trene biniyoruz, Fairbanks'te inip Aurora seyrediyoruz! Aylardan mart veya nisan, nisanın ilk haftası hariç....

Aradan bir ayı aşkın bir zaman geçti, hala bekliyorum. Ne oluyoruz diye bir uğradım. Alaska'daki acenta üzerinden bir takım bahaneler... Pek tatmin olmadım ama nasıl olsa vaktimiz var diye üzerinde durmadım. 27 Ekim'de ilk program hazır oldu. Haziran ayı, Anchorage gidiş, Seward'a tren, Kenai fiyordu, otobüsle dönüş, buzul gezisi, Anchorage dönüş. Talkeetna'ya nehir yoluyla gidiş, jetboat gezisi,. Kantishna tur, Denali kanyonu, Anchorage dönüş. Bu nedir dedim? Ne aurora var, ne doğru dürüst tren? Ayrıca hiç bir zaman Haziran demedim ki? Benimle ilgilenen (!) görevli kız, Alaska'daki acenta böyle yapmış diyor, başka bir şey demiyor. Alaska'da turistik sezon mayıstan sonra başladığı için tren yokmuş, haziran iyiymiş, fyordlar güzelmiş vs vs... Biliyorum ama... bu benim gezim ve ben bunu bunu ve bunu istiyorum.... 23 Kasım'da yeni bir taslak hazırlandı. Sadece Alaska'daki kısmı kişibaşı 1859 USD. Üstelik tur Fairbanks'te başlıyor, Fairbanks'te bitiyor. Hadi treni ben ayarlarım desem, tren cumartesi günü gidiyor, pazar günü dönüyor. Dönüşü gene uçakla yapmak lazım. Uçakla (KLM) Fairbanks-İstanbul, biletler kasım ayında alınırsa adambaşı 1550 Eu. her geçen gün üstüne fiyat biniyor. Alaska'ya geldik, veya gittik diyelim. Coldfoot'ta konaklama, istenirse "arctic aurora expedition". Coldfoot bildiğim bir yer. Brooke dağında zevksiz bir konaklama yeri. Gece aurora ile oyalanırız ama gündüz yapacak bir şey yok. Gidiş-dönüş araba ile, Yukon nehri filan, kaç saat süreceği belli değil. Üstelik Aurora opsiyonel, ne demekse? Hepsinden kötüsü 7 Nisan'da Fairbanks'te olmamız gerekiyor. Halbuki 2 Nisan'da Antalya'daki geriatri kongresinde konferansım var.

Acentadan vazgeçip her şeyi kendim ayarlamaya karar verdim.

Bir pazar günü Ayşe'yle birlikte oturmuş, televizyonda film seyrediyoruz. Filmde arka planda görülen yerleri tanıyorum gibi geldi. Ayşe'ye; burası Fairbanks dedim. İnternetten baktık, hakikaten Fairbanks. Kırkyılda bir gündüz vakti film seyrediyoruz, sıradan bir çocuk filmi, karşımızda Fairbanks! Olacak iş değil. Demek ki zamanı gelmiş.

"Alaska Railroad Corporation" ile telefon görüşmesi yaptık. Daha doğrusu Ayşe yaptı. Tren şirketinin "Aurora package" programı tüm hedeflerimi kapsıyordu. Sonuna 3 günlük ekstra "Chena Hot Springs Resort" keyfi eklemiştim. İki gün sonra e-postadan "yol programı" geldi. 13 Nisanda başlıyor, 19 Nisan'da bitiyor. Herşey tam istediğim gibi, adambaşı 1425 USD. Başına-sonuna 3 gün Anchorage kalışı eklerim... Ne olur ne olmaz opsiyonu, bakarsınız ekstra bir şey karşımıza çıkar, kaçırmamış oluruz. Tek bir sıkıntı var; isim listesini, gideceklerin yaş ve kilolarını hemen istiyorlar. Bu bilgiler kutup uçuşu için gerekiyor. Uçak 7 kişilik ve uçuş planı için yolcu ağırlığı önemli (miş!). Yolcular kamera dışında herhangi bir eşya taşımayacak. Gidişini şimdiden söyleyebileceğim sadece Ayşe var, bir de ben...

Herşey tamam gibi ama irtibatımız kesildi. Ne telefon, ne de e-posta... Alaska'ya ulaşamıyoruz. Son gelen mektupta "I'm still waiting on confirmations from Chena Hot Springs and ERA aviation. Once I receive those I will charge your credit card" yazıyordu. Bunun ne kadar süreceği belli değil. Bir yandan da uçuş borsası hergün yükselmekte. Bizim uçuşun fiyatı 2 günde 50 pound yükseldi. 2 gün önce en ucuz uçuştu, şimdi dördüncü sırada. En ucuzundan alsaydın diyeceksiniz, ama o uçuşların süresi çok uzun; 30 küsur saat gidiş, 40 küsur saat dönüş! Yolda ihtiyarlayacağız....

Bu arada pasaportumu yeniledim. Daha süresi dolmamıştı ama vize sayfalarındaki Suriye, Ürdün, Mısır, Tunus sayfaları beni huzursuz etti. Gümrük memurları bakacak, adam arkasında dumanlar çıkararak dolaşmış! Bir sürü lüzumsuz soruyla karşılaşabilirim. Onun için pasaportu değiştirip gııcır gıcır yenisini aldım. Beyaz sayfa açmak gibi bir şey....

Niye bekliyorum diye düşündüm. Turu buradan ayarlayamasak bile Alaska'ya uçar, herşeyi orada hallederiz. Nisan ayında Alaska'ya kim gider? Uçak bileti kolay, tren bileti de kolay, kalacak yerleri de gönderdikleri yol planından seçeriz. Gerisi macera olur. Macera yaşamak için Alaska'dan iyi yer mi olur? 9 Aralık 2011, Uçak biletimi aldım. Ayşe Hazal Günay ve İsmail İlhan Günay Alaska'ya uçuyor. Jale para kazanmak, Zeynep öğrencileriyle kalmak zorunda. Tarih 12 Nisan 2012; Frankfurt üzerinden Seattle ve Anchorage. 21 saat gidiş, 30 saat dönüş. İki kişi 1800 Pound.


Yeni bir şey öğrendim. İnternette Alaska Fairbanks Üniversitesi'nin Jeofizik Enstitüsü her gün hava raporu gibi "Aurora tahmini" yayınlıyor (http://www.gi.alaska.edu/AuroraForecast). Örneğin 21 Aralık için tahminleri şöyle;
Forecast: Auroral activity will be quiet. Weather permitting, quiet displays will be visible directly overhead from Barrow to Fort Yukon and visible low on the horizon from Fairbanks to as far south as Nome, Talkeetna and Whitehorse, Canada.

Bahsedilen yerler anlaşılsın diye yan tarafa bir harita ekliyorum. Enstitünün sayfasında çok detaylı bilgiler var. Aurora dışında sismoloji, kar-buz durumları gibi olaylar anlaşılabilir bir dille açıklanmış. Aurora alarmı için kayıt da yaptırabiliyorsunuz. Ayrıca cep telefonu için de bir uygulaması var. Böylece aurora olayını saat-saat izleyebiliyorsunuz. Bunu hemen telefonuma kaydettim. Seçtiğim tarih oldukça iyi. Bu tahminlere göre 1 mayıs sonrası 65inci enlem kuzeyinde (benim oralar!) aktivasyon çok sınırlı olacakmış! Bu sayfaları okudukça ufak ufak sizlere sızdıracağım....
GEÇMİŞTEN BİR YAPRAK

Bu arada ilginç rastlantılar başladı. Orada burada "Aurore" kelimesi önüme çıkmakta. Bizim aurora ile ilgisiz ama görünce hoşuma gitti. Emile Zola'nın Dreyfus davası için Fransa Cumhurbaşkanı'na yazdığı mektubu hatırlarsınız. "...ama gerçek yürüyor ve onu durdurmaya kimsenin gücü yetmez..." Bu mektup 13 ocak 1898 tarihinde "J'accuse" başlığıyla yayınlanmış. Başlığı atan; gazetenin editörü Clemenceau. Gazetenin adı; L'Aurore! Fransızcada seher, başlangıç anlamına da geliyormuş.

TAZE BİR HABER
Dostlar, yeni haberler var; İki gün önce güneşte meydana gelen patlamalar 24 ocak'ta dünyadan görüntülendi. Malum, yol biraz uzun, trafik filan, dünyaya ulaşması zaman alıyor. Güneşin fotoğrafları muhteşemdi. Biz, dünyalılar ne hissettik derseniz, hiçbir şey. Benim hissettiğim; şimdi orada olmak hissi! Kozmik şamata, yani "sıcak plazma atom çekirdekleri" veya kozmik ışınım, artık ne demekse, coştu bir kere! Hemen Jeofizik Enstitüsü'nün sayfalarına baktım. Aurora aktivitesi 24 ocakta "extreme" olarak görünüyor, 9 üzerinden 5 almış. 25'inde 2'ye iniyor. Yukarıdaki haritada aktivite 1 dereceydi... Aşağıdaki haritada aurora aktivitesinin nasıl arttığı daha iyi görülüyor...
Bu arada Zeynep derslerini ayarladı, okuldan iznini kopardı, o hızla gitti, hepimizden önce ABD vizesini de aldı. Vize mülakatı çok havalı olmuş. Alaska'ya gidiyoruz ya! Adam şaşırmış. Böylece Alaska'ya bir-iki derken, yolcu sayısı 3 oldu...

FOTOĞRAF ÇEKME KONUSU

Alaska'da fotoğraf olayı özellik gösteriyor. Bir kere hava çok soğuk. Çoğu fotoğraf makinesinin, yani kameraların ısı limitleri buna uygun değil. Örneğin Sony alfa 350, ve Leica V-lux 30, benim kameralar, düzgün çalışma aralığı olarak 0-40 santigrad derece arasını (32-104 F) öneriyorlar. Bu ısılar dışında garanti yok! Kameraların çalışma standartları da 23 C derece ısı ve %50 nem oranı için verilmiş. Kısacası soğukta nasıl çalışacakları belirsiz. Fotoğraf çekmeden, olayı yaşamak da güzel, ama kanıt gerekebilir :)) Ne olur ne olmaz!!!!

Bu konuda fazla detaya girmek istemiyorum. Yazan yazmış zaten. Size kaynak göstermekle yetineceğim. İnternetteki en iyi sayfalardan birisine aşağıdaki web adresinden ulaşılabiliyor.

http://www.brighthub.com/multimedia/photography/articles/42911.aspx

UZAYDAN AURORA

Son yolcumuz Zeynep, internette bir fotoğraf keşfetmiş. Malum, dersimizi çalışıyoruz. Uzayda seyreden bir astronot tarafından çekilen bir "aurora" fotoğrafı. Kasım 2011'de çekilmiş. Yandaki fotoğrafta Şikago, St Louis ve kuzey ışıkları değişik bir perspektiften görülüyor. Bu manzarayı kendi başımıza göremeyeceğimize göre fotoğrafıyla yetinmek durumundayız.

YOLA ÇIKIYORUZ

Biniş kartlarımızı aldık, uçağa biniyoruz. Saat beş elli. Sabahın körü. Alaska'da dünün saat yedisi. Hava henüz kararmamıştır. Bu gece aurora durumları nasıl acaba? Belki de biz yolda kıvranırken orada tarihin en muhteşem göksel şöleni gerçekleşecek! Sonra sus pus... Ağzımdan, pardon aklımdan yel alsın...

İlk etap Frankfurt. Orada uçak değiştireceğiz. Hedef Seattle. Can yelekleri koltuğun altına. Suya düşersek bunlarla yüzeceğiz. İyice öğrendik. Kendisi açılmazsa yandaki borudan üfleyeceğiz.

Birer aspirin aldık. Varis çorabım ayağımda. Arada kalkıp yürümek lazım. Eğil kalk, sağa dön sola dön, şarap iç, koridorda yürü, şarap iç, beyaz, kırmızı, uyu, uyan, eğil, kalk, film seyret, bir film daha, uyu, uyan... Kafamda bir takım sorular. Biz çok yükseğe çıksak, dünya zaten doğuya dönüyor, Seattle altımıza gelse.. Geldik deyip atlasak... Hostes sıcak kompres dağıtıyor. 

Seattle uçaktan çok güzel gözüküyor. Deniz kıvrım kıvrım içerilere kadar uzanıyor. Bir sürü göl var. Göl mü denizin girintileri mi pek anlayamadım. Bütün kıyılar gezi tekneleriyle dolu. Buralarda herkes uykusuz mu? Bizim uykumuzun açılması başka bir "Sleepless in Seattle" durumu mu? Tom Hanks'mi Seattle'daydı, Meg Ryan mı?

Seattle havalimanı sigara olayını bitirmiş. Gaz odası bile yok. Döviz bozacak yer de yok. İlki değil ama ikincisi benimle ilgili. Bir Seattle kitabı aldım. Bulunsun. Jack London'un "Fotoğrafcı" kitabını bulamadım. Uçak değiştirdik. Son etap "United" ile Alaska! Bizim uçağa giderken üzerinde "Alaska Airlines" yazan bir uçak gördüm. Pek sevindim. Bizim memleketin uçağı gibi bir his! Kuyrukta sırıtkan bir eskimo resmi var.
                                                                                                      Yaklaşıyoruz. Yaklaştığımız yeşilin azalıp mavi ve beyazın artmasından belli. İrili ufaklı bir sürü ada, her birisinin tepesinde beyaz bir bulut! Sonra beyaz bulutlar beyaz dağlara dönüştü. Sarp, sivri tepeler, aralarında her an akıp gitmeye hazır buzullar... Biraz ileride denizde süzülen bir tekne gördüm. Ardında dalgalardan bir üçgen yaparak süzüle süzüle gidiyordu. Camdan fotoğrafını çektim. Kamerada büyütüp tekrar baktım. Tekne değilmiş. Ufacık bir buzdağı parçası kopmuş, başını almış gidiyor... 
Alçalıyoruz. Buzlar kirli bir renge döndü. Kıyılar çamur birikintisi gibi. Bolca taşlık, taş mı kaya mı, üstleri beyaz bir şeyle kaplı, kar, buz veya martı pisliği... Uçak başını aşağı çevirmiş, bulutların arasından süzülerek alçalırken bizim adaların martıları düştü aklıma! Kanatlarımızı açmışız... Gözlerim aşağıdan geçen şehir hatları vapurunu arıyor... Arkalarında bıraktıkları beyaz köpük izlerini.... Simit kırıntılarını... Bunlar daha çok yarı donmuş su matlığında bir şeyler... veya denizde yüzen ufak buz kırıntıları... Ötede bir buzul daha... Karlı tepeler... Buz denizi... İniyoruz... Denize mi, çamura mı iniyoruz ne? Can yelekleri nerede?

Vakt-i zamanında, Birleşik Kırallık kıralı III. George, Amerikalı adaşı numarasız George'la başa çıkamayacağını anlayınca, kaptan-ı deryası James Cook'a; git öbür tarafa, Büyük Okyanus filan bir bak demiş. O da üstüne kalın bir şeyler alıp kuzey denizlerine yelken açmış. Yıl 1776, bilemedin 1777. Yukarılarda bir yerde, Asya ile Amerika arasında bir bağlantı var mı diye araştırırken şimdiki Alaska kıyılarına gelmiş (kaç saatte geldi acaba?). Demir atıp adamlarını karaya çıkartmış. Demir atmak "anchor" olunca buranın adı da "Anchorage" olmuş. James Cook'a ne olmuş derseniz, onun aklı Hawai'de kaldığı için, buzlarla falan uğraşmamış, bu soğukta yaşanır mı deyip geri dönmüş.
Anchorage, AK. AK'den kasıt Alaska! Yirmibir saat sonra Alaska'dayız. Günlerden aynı gün, saat akşamın dördü.







13 Ocak 2012 Cuma

ŞİMDİ BOKU YEDİK!

Akasyanın ölümü yazımın bir yerine bir resim koymuştum. Üzerinde Osmanlıca birşeyler yazan bir levha! Yazı ölüm-kalım yazısı olunca, hiç kimse bu levhadan şüpheye düşmedi. Muhtemelen o andaki halet-i ruhiyemle tövbe ettiğim veya şahadet getirdiğim düşünüldü. Veya, daha kuvvetli bir ihtimalle, yazıya da resme de; ne olmuş? kaza mı olmuş? ölmüş mü? ölmemiş mi? Haaa iyi öyleyse gibi şöyle bir bakılıp geçildi. Maksat cana gelmesin!

Ben de o sıralarda bu levhaya dair birşeyler okumuş ve gayet güzel bir mezar taşı yazısı da olabilecek resmi kesip saklamıştım. Yazıyı yazarken levhaya dair bir açıklama yapmadan, sadece kendi özelim olarak kalacağını bilerek bir yere iliştirdim. Ben levhayı gördükçe gülümseyecek, fakat kimse neden güldüğümü bilmeyecekti.

Fakat geçen gün rastlantıyla, bir arkadaşıma not defterimin ağ adresini gönderirken bir şey farkettim. Arama motoruna "ayakizim.blogspot.com" diye yazınca birinci sırada Zeynep'in blog sayfası (yanlış yazılışıyla; butterlies-r-free) ve bunu izleyen iki sırada "şimdi boku yedik - ekşi sözlük" çıkıyordu. Allah allah dedim, ekşi sözlükte ne işim var?

Bu nasıl oldu, kim yaptı, "mutahhara" namlı arkadaş kimdir bilmiyorum, ama sonuçta böyle bir "link" varsa burada da açıklamamın doğru olacağını düşündüm. Evet dostlar; bu levhada yazan yazı besmele veya muska yazısı filan değil, ikinci dünya savaşının sonlarına doğru Berlin'de, Aram Peştemalcıyan ve ailesi tam boku yiyecekleri anda, bir mucize yaratan kelimeler; şimdi boku yedik...

Yazıyı yazan hattat Emin Baran. Hikayenin tamamını internetten, "şimdi boku yedik" yazarak okuyabilirsiniz. Meraklısına!

9 Ocak 2012 Pazartesi

BİR ÇALIŞAMAMA HİKAYESİ

Bugün pazartesi.
Bugün ilk defa çalışma belgemi çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa denetçilerin
bu kadar benden uzak
bu kadar kasıtlı
bu kadar tuzak sorularına şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla sandalyeme oturdum,
dayadım sırtımı arkama.
Bu anda ne düşmek cezalara,
bu anda ne para, ne çalışma şevki, ne kariyer.

Reçetem, kaşem ve ben...
Bahtiyarım...


Bu şiir doğal olarak bir açıklama gerektiriyor. Nazım Hikmet'in o güzelim şiirini emellerime alet ettiğim için kusura bakmayın. Malum başıma gelenleri bilen var, bilmeyen var. "Ardımdaki kara bulut" bahsinde bunlara hiç değinmemiştim. Yazacaktım, ama baktım ki o haliyle bile pehlivan tefrikasına dönmüş, okuyanları daha fazla sıkmayayım dedim. Zaten herşeyi yazmamıştım, güzel de bitirmişim, bir daha o konuya dönüş yapmadım. Burada anlatacaklarım Başkent Üniversitesinden kovulduktan sonra, hemen sonra değil de 4-5 ay kadar sonra, gezip tozmaktan sıkılıp biraz çalışayım derken başıma gelenler. Daha doğrusu başıma gelenlerin bürokrasi ve yönetmeliklerle ilgili kısımları...

İlkönce geçiyorken uğramış gibi yapıp bir arkadaşıma uğradım. Arkadaşım bir hastane sahibi. Hatta iki. Bunlardan birisi bizim eve çok yakın. Yürüyerek gider gelirim, hastalarımı görür, çay-kahve içer, sakin, stressiz bir emekli hayatı yaşar, çalıştığım kadar kazanır, kazandığım kadar harcarım diye düşündüm. Selam sabahtan sonra konuya girdik ve girmemizle çıkmamız bir oldu. "Çalışman mümkün değil" dedi! Kalp cerrahisi kadromuz dolu. Bakanlık doktor sayısını sınırlıyor, ek kadro vermiyor. Senin çalışabilmen için kişisel kadro ve çalışma belgesi gerekiyor, ve senin (yani benim) bu belgeyi alabilmen (alabilmem) mümkün değil!

Elime bir genelge tutuşturdu. Kısaltarak yazıyorum.

... 11/3/2009 tarihinden önce; emekli olan (bu ben oluyorum), kamudan istifa eden, sadece muayenehanesinde veya sadece poliklinikte çalışan (bu ben değilim) ve herhangi bir özel hastane, tıp/dal merkezinde kadrolu çalışmayan tabiplerin (bu da ben değilim), planlamadan istisna olarak özel hastane, tıp/dal merkezinde kadrolu/tam zamanlı çalışabilmelerine karar verilmiştir...
...Yukarıda bahsedilen nitelikteki tabipler, bu nitelikleriyle özel hastane, tıp/dal merkezi kadrosunda bir defalığına istihdam edilebilirler. Bu şekilde istihdam, tabiplere yönelik hak olup özel hastane, tıp/dal merkezine müktesep kadro hakkı vermez. Ayrıca, özel hastaneler bakımından bu yöndeki taleplerin kabulü için;"toplam uzman sayısı / yatak sayısı = 1/3 oranına riayet edilmesi gerekmektedir.

Bu maddeyi belki yüzlerce defa okudum, anlayamadım. Sonra anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Tam bir "emir demiri keser" durumuydu.

Bu genelgeler, yönetmelikler ilk çıkışlarından sonra yüzlerce kere değişmiş. Laf olsun torba dolsun diye yazmıyorum. Gerçekten yüzlerce defa! Benim il sağlık müdürlüğünde duyduğum rakam 216, fakat aklım ermediği için "yüzlerce" yazıp yuvarlayayım dedim. Bir yandan yönetmelikler çıkıyor, bir yandan mahkemeler bu kararları durduruyor, sonra yeni yönetmelik çıkıyor, yeniden mahkemeye gidiyor, böyle uzayıp gidiyor. Bir gün elbet bana da uyan bir "şey" çıkar diye bekleyeyim dedim. Beklerken de bir vesile ile Şişli'de bir tıp merkezi ile görüştüm. Cerrahi tıp merkezine dönme çabası içindeki merkez bana danışmanlık teklif etti. Aynı zamanda konsültanlık yapacaktım. Kabul edip ameliyathane planları ile oynamaya başladım. Maksat vakit geçsin...

Derken, bir gün hastaneye, alışkanlıkla hastane diyorum, aslında tıp merkezi, SGK denetçileri geldi. Sırayla doktorları sigaya çekip bir takım sorular sordular. Ne yapıyorsun, ne ediyorsun, ne kazanıyorsun gibi. Bunların bir kısmının tuzak soru olduğunu anlamadım. Özellikle de kazançla ilgili olanları. Herkes 3-5 derken, ben biraz fazla sallamışım. O kadar paraya çalışılır mı gibi bir his! Sonuçta konsültanlık yapamaz, çalışma belgesi yok filan diye cezayı kestiler. Umursamadım diyemem. Sonuçta patronlar bana bir şey demediler ama, çok rahatsız edici bir durumdu.

Bu sıralarda Ankara'dan haber bekliyordum. İki sene önce kurulan bir vakıf üniversitesi İstanbul'da uygulama-araştırma merkezi açacak, ben de (güya) başına geçecektim. Haber geldi. Yeni bir yönetmelik çıkmış (hiç şaşırmadım!). Vakıf Üniversiteleri, merkezlerinin bulunduğu şehir dışında, uygulama merkezi açamayacaklarmış. Başkent açmış ya? diye sordum. Bu yeni yönetmelik dediler, zaten eskisini Başkent örneğinden dolayı iptal etmişler...  Haydaaa, kaldık mı yeniden açıkta!

Sarsıntı geçmek üzereykene bir genelge daha zuhur etti. Sanki benim durumuma uyuyor gibi yorumlayıp (!) resmen müracaat ettik. Geçici kadrolar dağıtılıyordu. Umutlanmadık ama umutsuz da değildik. Kısacası künt bir bekleyiş devresi geçti. Olumlu cevap alabilseydik bu yazıya gerek kalmayacaktı. O da olmadı, sağlık müdürlüğü müracaatı geri çevirdi. Geri çevrilmek bir yana, yazıyı almaya giden görevliye söyledikleri yenilir, yutulur gibi değil: Kayıtlarda bu isimde bir doktor gözükmüyor...

Durum canımı sıkmaya başlamıştı (sonunda). Fena yapacağım haa, deyip il sağlık müdürlüğüne gittim. Müdür Hacettepe'de talebemizmiş. Hafif dozda, seviyeli bir samimiyet doğdu. Durumu anlattım. Çalışma belgesi alamıyorum dedim. Hı dedi. Kadro yok dedim. %10 artırdık dedi. Neden 1/3, 2/5, artı %10, olmadı tekrar %10, ne iştir bu? dedim. Hoşumuza gidiyor dedi. Aslında demedi de ben dudağının ucundaki hareketten öyle anladım. 2 kişiyle kalp cerrahisi olur mu? dedim. Bir yolunu bulurlar dedi. Ne yolu? dedim. Şirket kurarlar, muayenehane açarlar dedi. Ben de açayım dedim. Ruhsat vermeyiz, demedi de zor veririz dedi. 65 yaşını mı bekleyeceğim dedim. Yönetmelikler böyle dedi. Yönetmelikler düzeltilmeli dedim. Düzeltiriz dedi. Ne zaman dedim. Bakarız dedi. Yani bakan bey bakar dedi. Bakan bey nereye bakar? Bakan her sabah Fatih Altaylı'ya bakar, ona yazın dedi. Sizin böyle dediğinizi de yazayım mı? dedim. Evet yazın, bir de Sağlıkta buluşma noktası "SBN" diye bir web sayfası var oraya da yazın. Bakan bey tek tek okuyup tek tek cevaplıyor, dedi...

Altaylı'ya yazmayı kendime yediremedim, bakana yazdım. "Bana ulaşın" sayfasından "ona" ulaştım. 150 kelimeye sığdırıp derdimi anlattım. Derdim ummana sığmazdı, 150 kelimeye sığdı. Örneğin profesörlük, kariyer filan hepsi sıfırlandı. Bu sayfalarda basitçe bir işciyim ve iş arıyorum.

Cevap geldi:


Değerli Meslektaşım,
Mesleğinizi özveri ile icra etmek isteminizi takdirle karşılıyorum. Sağlık sistemimizin baş aktörü hekimlerdir ve sizlerin, çalışma şartlarını iyileştirmek başlıca görevlerimizdendir. Mesajında bahsi geçen konu hususunda ilgili birime durumunuzun araştırılması talimatını verdim. Tarafıma verilen bilgiye göre, başvurunuzun reddi ile ilgili mevzuata aykırı bir durum olmadığı, Ayakta Teşhis ve tedavi Yapılan Özel Sağlık Kuruluşları Hakkında Yönetmeliğe göre kadrosu boş olan bir Tıp Merkezinde çalışmanızın mümkün olduğu tarafıma iletilmiştir.
Sitemize göstermiş olduğun ilgiye teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

Boş kadro yok ki? Tekrar yazdım, aynı cevap "copy-paste" tekrar geldi. Ben de tekrar yazdım; Sayın bakanım; hastanelerde boş kadro yok. Bana kişisel kadro lazım, geçici kadro bile olur, bla bla bla... Ardından yönetmeliklerin bana uymamasının sebeplerini kısaltarak yazdım:  ...65 yaşında olmamam, 11 mart 2009 tarihinden önce emekli olmuş olmam ve emeklilikten sonra tam zamanlı olarak bir poliklinikte değil de, bir vakıf üniversitesinde çalışmış olmam!

Bir mektup da başka bir kanaldan gönderdim. Madem ki "Çözüm arıyorum" diye bir sayfa açmışlar, ben de biraz açılayım dedim:
  • ...Öyle anlaşılıyor ki, benim durumumda olanlar için mevzuatta  bir boşluk var ve bu nedenle çalışma hakkım kısıtlanıyor. Benzer nedenler kadro darlığı yaratarak uzmanlık kadrolarının "piyasa"da (maalesef) karaborsaya düşmesine yol açıyor. Özel sektörün kendi dinamikleri içinde planlamaları gereken kadro ihtiyaçlarının, bakanlık tarafından neden sınırlandığını anlamak ise mümkün değil! Hastalarımla irtibatımın kesilmesine ve mesleğimi icra edemememe yol açan bu (tuhaf!) duruma bir çözüm bulunması umuduyla bilgilerinize sunuyorum.
Cevap geldi...
Değerli Meslektaşım, ... Sitemize göstermiş olduğun ilgiye teşekkür eder, çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim. (Aradaki 3 nokta yerine yukarıda italik karakterlerle yazdıklarım eklenecek)
Bir de "bize sorun" kısmını denedim;
  • ....geçici kadro ile çalışmak için yaptığım müracaat reddedildi. Benzer nedenler kadro darlığı yaratarak uzmanlık kadrolarının karaborsaya düşmesine yol açıyor. Özel sektörün kendi dinamikleri içinde planlamaları gereken ihtiyaçlarının devlet eliyle neden sınırlandığını ve benim durumumda olanlar için mağduriyet yaratıldığını öğrenmek istiyorum.
Bu arada uzun bir bekleyiş dönemi geçti. Cevap bir türlü gelmiyordu.
  • ....web sayfanızda soruları 15 gün içinde cevaplandıracağınız yazılmakta. Cevaptan kastınız bu mesaj ise bence pek yeterli sayılmaz. Aynı tarihte sbn sayfalarından bir şikayet ve bir soru yönlendirmiştim. Sorunum hakkında istanbul il sağlık müdüründen de bilgi alabilirsiniz. daha ne kadar beklemem gerektiğini veya bir cevabınız olup olmadığını yazmanızı rica ediyorum.

45 gün geçti, bir mektup daha yazdım, cevap geldi;
<><><><><></><><><><><> </> <><><><><></><><><><><></>
Sayın GÜNAY; Sağlık Bakanlığı Özel Sağlık Kuruluşları le İlgili Ek Kadro Duyurusu yapmıştır.İlgili Duyuruya http://www.saglik.gov.tr/THGM/belge/1-12710/ozel-saglik-kuruluslari-ile-ilgili-ek-kadro-duyurusu.html linkinden ulaşabilirsiniz. Saygılarımızla.

Ek kadro dedikleri ulufe gibi, zaman zaman lütfedilen bir şey. Bu cevap bana ulaşana kadar, duyurudan haberim olmuş, bir hevesle müracaat etmiştim zaten. Hevesimin kırılması da çok uzun sürmemişti. SBN'dan gelen cevapta "Sayın Günay", hatta büyük harfle "GÜNAY" dediklerine göre aramızda bir samimiyet doğmuş demektir, deyip tekrar yazdım. Haziran ayı gelmişti.
  • 28 nisandaki soruma henüz bir cevap alamadım. Çözümünüz yoksa, "yok" deyin, ama lütfen cevapsız bırakmayın. Kısaca tekrarlıyorum... Çözüm?

Ne cevap geldiğini yazmayacağım. Artık frenler boşalmıştı, yazmadan duramıyordum:
  • Sayın bakanım, herhalde tam anlatamadım. tekrar özetliyorum:
1. Mevzuata aykırı bir durum olmadığını biliyorum. Fakat, mevzuatta benim durumumla ilgili tanım eksikliği var ve geçici kadro imkanından dahi yararlanamıyorum.
2. Kadrosu boş olan bir merkezde çalışabilme öneriniz teorik olarak doğrudur. Fakat pratikte bu boş kadroyu bulmak mümkün değil. Size bu bilgiyi iletenler, benim branşımda, İstanbul'da hangi tıp merkezinde boş kadro olduğunu da söyleyebilirler mi acaba?
3. Genel bir soru; özel hastanelerde veya tıp merkezlerinde kadro sınırlamasına gitmenin sağlık hizmetlerine katkısı nedir?


Burada ilişkimiz koptu. Birbirimize küsmedik. Nafaka bile konuşmadan medenice ayrıldık.
Evet dostlar, aradan altı ay daha geçti, ve sonunda bakanın dediği oldu. Bir gün benim de önüme "Kadrosu boş olan" bir hastane çıktı. Daha doğrusu kadro sorununun çözümünü bakana uyduran bir hastane. İmza sirküleri, ikametgah filan derken bir çalışma belgem oldu. Daha çalışma belgesi duvara asılmadan denetçiler damladı. Hayırdır inşallah dedim. Daha önce nerede çalışıyordunuz diye sordular. Beni mi takip ediyorsunuz diyecektim, demedim. Tuzağa düşmedim. Ben dedim, hep üniversitelerde bulundum. İstanbul Üniversitesi'nden emekli oldum. Sonra bir vakıf üniversitesinde çalıştım, başhekimlik filan. Bunu dünmüş gibi söyleyip bugüne bağladım. Eh, dile kolay! neredeyse iki buçuk sene geçmiş, sonunda "doktor" olarak kayıtlara geçmiştim. Artık ismim kapıya asılabilir. Bir kaşem olabilir, reçete yazabilirim. Kısacası doktor olarak çalışabilirim. Hem de "vesikalı doktor"

BAHTİYARIM...