23 Mayıs 2012 Çarşamba

ALASKA

İyice alçalmış bir bulut, etrafa sıçratmaktan korkmadan, içindeki suyu denize boşaltıyor. Biz buna adada "yağmur" diyoruz. Fatih'te rahmet, Alibeyköy'de sel, İkitelli'de felaket diyorlar. Eyüp'te insanlar "hazırlıksız" yakalanıyor... Gök gürlüyor. Bulutların arasından, yanıp sönen bir fener ışığı gözüküyor. Fenerin arkasında İstanbul var, biliyorum. Fakat göremiyorum. Büyükada'da, denizin hemen bir karış ötesinden, balkona çıkmış, yağmuru seyrediyorum. Denizin bitip bulutun başladığı yeri arıyorum, göremiyorum. Belli ki ben de bulutun içindeyim. Yandaki çatıda büzülmüş oturan martılar da...

Gerilerden bir yerden bir martı çığlığı kopuyor. Üç beş deli martı yağmura aldırmadan buluta dalıyor. Biraz ilerimde, tam bulutun denize düştüğü yerde, tam da martıların uçtuğu yerde yunuslar görüyorum... Aynı yerde mi dalıp çıkıyorlar, aheste aheste yol mu alıyorlar, anlamaya çalışıyorum. Belli ki yunusların kahvaltı zamanı. Çayımı yudumluyorum. Martılar geri dönüyor. Bulutların arasından ilk vapur gözüküyor. Martılar sıcak simit kokusuna uçuyor...

Bir yunuslar heyecanlandırır beni, bir uçan balıklar, bir de balinalar (!)

Hoparlörden kaptanın sesi geliyor; büfemizde içecekler "free", elmalar adam başı bir tane, yiyecekler pakette, denize bir şey atmayın, durmamı isterseniz bağırın, sorunuz varsa sorun vesaire... Malum denizde "en yüksek rütbeli amir" kaptan oluyor, tartışmasız itaat zamanı! Kaptan devam ediyor; Balinalar için herkes dikkat kesilsin. Etrafta bir balina olduğunu anlamanın en kolay yolu ya havaya yükselen su huzmesini görmek, ya da bu sırada çıkan sesi duymak. Sırtını veya kuyruğunu da görebilirsiniz. şansınız varsa balina havaya fırlar, o zaman zaten görürsünüz.

Alaska yolculuğundan dönüşümüzün üzerinden bir aydan fazla zaman geçti. Büyükada'da yeni kiraladığımız, Jale'nin tanımıyla "gecekondu palas"ın geniş balkonuna açılan, dolayısıyla "leb-i derya" penceremin önünde Alaska'yı yazıyorum. Dışarıda yağmur yağıyor, karşıdan yunuslar geçiyor... Yer ve gök gri rengin serinliğinde... Başlamak için tam zamanı olduğunu hissediyorum. Yaşlandıkça insan önce en son öğrendiklerini unuturmuş (demans durumları). Onun için ben de anlatmaya en son günden başlıyorum. Ne olur ne olmaz, hikayenin tamamını bitirinceye kadar bu son günü unutabilirim. Örneğin Alaska'daki son günden sonraki 30 saatlik uçak yolculuğunu unuttum bile!

KENAI FİYORTLARI, "VAHŞİ YAŞAM TURU"

20 Nisan 2012. Alaska'dan ayrılmadan bir gün önce. Anchorage'tan saat sekizde ayrıldık. Minibüste 3 biz, 8 kişiyiz. Tekneye bineceğimiz yer güney kıyılarındaki Seward şehri. Yol gayet düzgün ve 160 km. kadar. Saat onikide "vahşi yaşam turu" başlayacak. Şöförümüz aynı zamanda rehberimiz, 70 yaşlarında ve hiçbir şey için acelesi yok. Dağ keçisi görüyor duruyor, güzel manzara diyor duruyor, "moose" var diyor, duruyor. Bu sonuncu geyik de boynuzsuz cinsinden. Rehberin dediği doğruysa bunların boynuzları her sene çiftleşme döneminden sonra dökülüp, baharda yeniden çıkıyormuş. Demek ki boynuzlu bir geyik göremeden döneceğiz.

Tam zamanında Seward'dayız.

Seward Kenai yarımadasının fyortlarından birisinin kuytusunda kurulmuş küçük ve güzel bir sahil kenti. Adını Alaska'yı 1867 yılnda Ruslardan satın alan politikacıdan almış. Tüm nüfusu bizimle birlikte 3020 kişi. Yaklaşık Heybeliada kadar! Kent merkezi yat limanıyla iç içe. Limana bağlı yat sayısı burada yaşayan aile sayısından fazla gibi! Kentin geri kalanı kıyı boyunca yayılıyor. Kutu kutu tahta evler, deniz üzerinde kalın kalaslar üzerindeki iş yerleri, kafeler oldukça şirin gözüküyor, fakat hepsi bu kadar. Gayet dar bir kıyı şeridinin hemen arkasında dağlar yükseliyor. Bu dağlarda 1908'den beri her yıl, 4 temmuz günü geleneksel "Dağ maratonu" yarışları yapılıyormuş. Gelenek dediğim, iki sarhoşun arasındaki "koşarsın-koşamazsın" iddiası! Bunlar diyelim ki sarhoştular, bir delilik yaptılar, iyi, güzel de, sonrakileri kim gaza getirmiş, belli değil. Koşu mesafesi 5 km ve büyük ödül sadece kan, ter ve çamur!!!

Dağların sedir, karaçam, ladin ve kayın ağaçları ve de kar ve buzullarla kaplı olduğunu ve de ne kadar muhteşem gözüktüklerini söylemeye gerek yok sanırım. Yazının tamamında dağ adı geçtikçe cümlenin gerisini bu şekilde tamamlayın lütfen. ben bir ara, tek düze ağaç ve karlı yamaç görmekten sıkılır gibi oldum (kibarca!). Siz de okumaktan sıkılabilirsiniz.

Limandan ayrılışımızdan 5-10 dakika sonra vahşi yaşamın tam ortasına düştük. Kıyılar sertleşti, Yamaçlar dikleşti. Doğanın coşkusuna kapılmış, olmadık yerlerden yükselen ağaçlara bakarken kaptanın sesini duyduk; bazen ayılar bu yamaçlardan aşağıya inerler! Vay ayılar vay! Burada ne işleri var? Biz ayı değil ama bu yamaçlara en yakışanı gördük; kel kartal! Sonra hava birden serinledi, yani daha serinledi. Eteğine Alaska markası işlenmiş bir soğuk hava dalgası kalın montlarımızın düğme iliklerinden içeri sızdı. Bu da bir buzul hizasından geçtiğimizin belirtisiymiş. Bizimkinin adı; Ayı buzulu... Erimeden gördüğümüz iyi oldu.

Alaska körfezinde dört saat kadar dolaştık. Kah hızlandık kah yavaşladık, durduk. Gözümüzü kırpmadan balina aradık. Sırtıydı, üfürüğüydü, kuyruğuydu diye çığlıklar attık. Önce bir tane gördük diye sevinirken, üç beş yedi oldu. Şansımıza nisan ayından mayıs ortalarına kadar balina sürüleri Meksika tarafından gelip kuzeye, daha soğuk denizlere göç ediyormuş. Grisi, kamburu derken epeyce balina kovaladık. Kayaların üzerinde tembel tembel yatan onlarca ayıbalığı, deniz aslanı ve en ulaşılmaz kuytularda binlerce deniz kuşu gördük. Fakat hepsi bir yana, "Sea Otter" denen hayvan bir yana! Sözlükte karşılığı "deniz samuru" olan bu yaratığın komiklikte karşılığı yok. Bir ara etrafını otlakçı deniz kuşlarının sardığı bir "otter" gördük. Görür görmez de kaybettik. Hayvan denize daldı, epeyce kaldı, bir süre sonra yüzeye çıktı. Sırtüstü yattı. Karnında beyaz bir şey vardı. Kaptan; sünger çıkartmış, dedi. Genellikle ahtapot yermiş. Karnına koyduğu nesneyi, taze bir ekmek gibi lokma lokma yedi. Bazen de istiridye filan çıkarır, diğer elindeki taşla vura vura açar, sonra yermiş! Dedim ya, manyak bir hayvan! 

Gezinin sonunda iskeleye bir kaç yüz metre kala, yanımızdan bir "liman foku" geçip bize el salladı. Demek ki onlar da bizden hoşnut kalmış!

ANCHORAGE

Anchorage Alaska'daki ilk göz ağrımız. Kenai dönüşü son akşamımızı, "Cook Inlet" ve tüm limanı gören "Snow Goose" nam kafede geçirdik. Ben bardağımdaki buzları ışıtan (fakat ısıtamayan) Alaska güneşini yakalamaya çalışırken, Zeynep "Alaskan Barley" şarabını deniyordu. Sonunda "acı bişi" olduğuna karar verdi. Güneş oldukça alçalmış, gölgeler uzamıştı. Buralarda bir parmak eşittir onbeş dakika olmadığına göre, gün batımının keyfini saatlerce sürdürebilirdik!

Anchorage 300 küsur bin nüfusuyla Alaska'nın en büyük kenti. Zaten doğru dürüst 3 kenti var. En yolsuz başkent Juneau, en kuzey kent Fairbanks ve en "Amerikan" Anchorage! "Yolsuz" dediğim, bizim alıştığımız anlamıyla yolsuzluk değil, kara yoluyla ulaşılamayan, "en amerikan" dediğim de çinlinin japonun ve de meksikalının (henüz) ulaşamadığı demek. Üstelik Anchorage bu ödülü üst üste beş sefer kazanmış. Hava durumlarına bakılırsa daha uzun süre rakipsiz kalacaklar demektir.

Şehir merkezi birbirini kesen beş-altı caddeden ibaret. Yürüyerek bir kaç saatte dolaşmak mümkün. Acıktığınızda yol üstü sosis tezgahları yardımınıza yetişiyor. Hoşumuza gitme ihtimali olan yerlerden "Bear Square" kapalıydı. Mevsimi değilmiş. "Ship Creek" üzerindeki tarihi (!) "Bridge" restoran da kapalıydı. Alaska'nın turizm mevsimi 15 Haziran'da başlıyormuş. Bu, planlı bir gezi yapabileceğiniz ve her yere girip çıkabileceğiniz dönem anlamına geliyor. Diğer bütün zamanlarda "hava muhalefeti dolayısıyla iptal edilebilir" uyarısı ile karşılaşılıyor.

Yukarıdaki "tarihi" ünlemini açıklamam gerekiyor. Şehrin resmi tarihi kaptan Cook'un denize saldığı çıpaya (anchor) kadar uzansa da, yüz yıl öncesine kadar buralarda en ufak bir yerleşim dahi yokmuş. Kuzeyde büyük maden yataklarının keşfi üzerine döşenmeye başlanan Alaska Demiryolu 1923'te "Ship Creek" mevkiinde sonlamış. İşcilerin, garın hemen dibinde kurdukları "çadır kent" kentleşmenin başlangıcı olmuş. Burası bizim kaldığımız otel çevresine denk düşüyor. Yukarıda resmi olan tahta köprü o zamanlardan kalma. Üzerine sonradan bir bar ve başka yer yokmuş gibi, neredeyse sırtına da yeni bir köprü kondurmuşlar. Bizim kaldığımız otelin arkasından geçen yaya-bisiklet yolu, bu köprüden başlayıp nehir yatağı boyunca kilometrelerce uzanıyor. Bu yol bizim için akşam yürüyüşlerimizin güzergahı oldu. Bizden az önce yoldan geçmiş geyik pislikleri arasından geçerek akçakavak ve kayın ağaçları arasında saatlerce yürüdük. Kah durup kunduzları izledik, kah buzların eriyişini, kah somonların geçişini bekleyen martıları. Klasik "gölge" dansımızı buzlara resmettik. Doğayla başbaşa denen şeyi yaşadık. Zaten Alaska dediğiniz başka ne ki? Alaska'daysanız doğa ile başbaşasınız demek. Peki, eski kent nerede? Söyleyeyim; suya düştü. Su nerede? İnek içti. İnek nerede? Müzeye kaçtı. Müze nerede? Buralarda eski kentin izlerini aramak yerine, yapılacak en doğru şey, kent müzesine gitmekti. Biz de öyle yaptık. İyi de yaptık.

Anchorage müzesi şehrin orta yerinde, tamamı aynalı camla kaplı, geniş bir alanı kaplayan iki katlı bir bina. Burası orijinal halleriyle eskimoları gördüğümüz tek yer oldu. Tabii "doldurulmuş" halleriyle! Her zaman olduğu gibi işin "show" kısmı iyi planlanmış. Biz ekip olarak en fazla zamanı teknoloji kısmında geçirdik. Bu teknoloji kısmı özellikle bahsetmeye değer. Biz gittiğimizde içeride onlarca çocuk vardı. Hocaları sadece bir gözlemci olarak kenarda duruyor, hiç bir şeye karışmıyorlardı. Birbirine akıllıca geçişlerle bağlı olan odalarda deprem, volkan simülatörlerinden, mekanik kuvvetlerin iletimi, enerji ve elektrik elde edilişi, türbin örnekleri ve bunun gibi bir sürü model vardı. Çocuklar gelişigüzel dağılmış, modellerle kıyasıya oynuyor, kimse de kırılacak, bozulacak filan diye karışmıyordu. Bazıları da duvara dayadıkları defterlerine birşeyler yazıp duruyordu. Belli ki, ertesi gün okulda bu konuları tartışacaklar. Darısı bizim çocukların başına...
Here we go Aces, here we go!!!
Şehirden fanatik "Aces" taraftarları olarak ayrıldık. Rumrunners bar bizim favori mekanımızdı. Gözümüzü orada açtık, ilk biramızı orada içtik ve son gecemizde gene oradaydık. Burayı seçmemizin sebebi kesinlikle şortlu ve mini etekli garson kızlar değildi. Tamamen tesadüf! Bar, şehrin hokey takımı "Aces" taraftarlarının şamata yeriymiş. Önceki yıl Amerikan liginde şampiyon olmuşlar. Sonra da Amerika = Dünya hesabıyla kendilerini dünya şampiyonu  ilan etmişler. Son gecemizde bir "hokey" maçına denk düştük. Maç televizyondan naklen veriliyordu. Tüm kafe-bar, çoluk-çocuk mavi beyaz renklere bürünmüş, her sayıyı büyük çıngıraklar ve daha da büyük çığlıklarla kutluyorlardı. Sayı dışında televizyona bakan da pek yoktu. Arka planda da Bingo çekilişi sürüyordu. Kim maç için gelmiş, hangisi bingo için pek anlamadım. Pek de önemli değildi. Biz de bira bardaklarını kaldırıp yumruk sallayarak onlara eşlik ettik. Hurrah!
Bu insanlarla hemen kaynaşmak mümkün. Sadece "Ace" taraftarı olarak değil. Çoğu bir şekilde Türkiye'den ve de özellikle Adana, daha doğrusu İncirlik'ten geçmiş. Sadece turistik değil, uzun  süre kalan çok insanla karşılaştık. Bir de burada çalışan Türkler var.
Anchorage hava meydanında otele gitmek üzere kiraladığımız taksinin sahibi de bir Türkmüş. Dakika bir, gol bir! Taksiye bindik, aramızda Türkçe konuşurken şoför kızdan bir tepki; saçma! Evet, aynen Türkçe olarak, saçma! sonra diğer bildiği kelimeler sökün etti; iğrenç, pislik vs... Anladık ki bu taksinin sahibi bir Türk ve Türkçe eğitiminde gayet başarılı! Kasetteki MFÖ parçalarını ve nakaratlara eşlik eden şoförümüzü dinleyerek otelimize geldik. Bu samimiyet bize 3 dolarlık bir iskonto sağladı. Aynı akşam Rumrunners barda yemek yiyip bira içerken, yanımızdaki masada tek başına oturan bir kadın, giderayak selam verdi ve "İnşallah, you like Alaska" dedi!!! Bitmedi. Başka bir gün, başka bir taksiyle otele dönüyoruz, şoför lafa karışıp sordu: "Anne nerede?" O da arnavutmuş. Çanakkale'de akrabaları varmış. Tavsiyem Alaska'ya yolunuz düşerse aranızda alçak sesle konuşun, şoförlere ve yan masadakilere söylenmeyin!
ALASKA RAILROAD (ARR) WINTER VACATIONS - AURORA PACKAGE
Three night arctic circle adventure 885 USD
Bizim "Alaska" gezisinin temelini bu tur paketi oluşturuyor. Telefon ve e-posta maceralarını "Alaska'ya doğru" kısmında kısaca yazmıştım. Kısaca! Belirsizlikler Alaska'da da devam etti. Bu kadar kısa ve başı sonu belli bir gezi programının her safhasını "şimdi bizi karşılayacaklar mı? uçağı nasıl bulacağız? bizi alacaklar mı? Chena'ya nasıl gideceğiz?" endişeleriyle yaşadık. En azından ben yaşadım. Sonunda atalarımın tavsiyesine uyup, "olacağına varır" dedim ve her şeyi kendi akışına bıraktım. Baktım ki o kadar da endişelenecek bir şey yokmuş, su çatlağını buluyormuş!
Yolculuk Anchorage'dan başlıyor. Cumartesi sabahı trene biniliyor (Çünkü Fairbanks treni sadece haftada bir gün var, cumartesi gidiyor, pazar günü dönüyor). Akşam üstü Fairbanks, otele gidiş, ertesi sabah "arctic circle" ve "Brooks Mt" uçuşu, öğleden sonra Fairbanks turu, pazartesi uçakla Anchorage'a dönüş... Buna opsiyonel olarak "Chena" kaplıcasında ekstra bir gün eklenebiliyor. Ben ne olur ne olmaz, hava durumundan uçuş ertelenebilir, aurora denk gelmeyebilir filan diye kaplıca olayını 3 güne çıkarttım. Hiçbir şey yapamasak, en azından Alaska'da kaplıca keyfi yaptık, döndük derim, dedim. Bu yedekli planlama tüm sürprizlere hazır olmamızı sağladı. Zaten sürprizler de sırada bekliyormuş.

Otelden çıkıp kısa bir süre yürüdükten sonra gara geldik. Tren sekiz otuzda hareket etti. Trenin tamamı 2 lokomotif, 3 vagon, bunlardan birisi yemek vagonu, diğeri yük vagonu. Trende bizden başka bir grup turizm öğrencisi ve 9-10 tane yolcu vardı. Hepimiz o tek vagonu bile dolduramadık. Pencere kenarlarını kapıp kameraları hazırladık. Şehirden ayrılır ayrılmaz yolculuğun nasıl geçeceği belli oldu. Tren garı zaten şehrin kenarında olduğu için "şehirden çıkmak veya ayrılmak" gibi bir şey olmadı. Direkt araziye çıktık. İlk solukta "kurt - tilki -kurt - hayır tilki" teranesiyle camlara yüklendik. Tren hemen yavaşladı. Kabarık kuyruklu bir köpekgil şehir fonunun önünde yürüyüşe çıkmış! Ne gördüğümüzü bilemedik...

Hoparlörden makinistin sesi geldi; etrafta ilginizi çeken bir şey görürseniz bağırın, ben dururum!Durdu da! geyik dedik durdu, nehir dedik durdu, köprü dedik durdu... En önde kendisi bir şey görürse bizi uyardı; sağda ağacın üstünde bir kartal yuvası, solda uçan bir kel kartal, sağda ileride koşan geyik, duran geyik filan... Her seferinde yavaşladı, fotoğraf çektik, hızlandı. Yolda durağımsı yerlerden bir kaç insan daha bindi. Sonra solumuzda muhteşem McKinley Dağı gözüktü. Kuzeyin en yükseği (6196 m), hem en yükseği, hem en uzunu. Bu kavramları daha önce Jale'yle bir yerlerde okuyup bir yaşımıza daha girmiştik. İlgilenen bir bilene sorabilir. Dağ bu kadar haşmetli olunca, Alaska'nın yeni işgalcileri dağa hangi haşmetli başkanın adını verelim diye düşünüp taşınmış ve muhtemelen, zamane başkanının adını koyarlarsa kendilerine de bir faidesi olur diye gayet akıllıca bir karar vermişler. Athabascan yerlileri ise bu işe akıl erdiremeyip "Denali" demeye devam etmişler. Bir şey yüksek bi şeyse, ona "yüksek bi şey" denir, başka isme ne gerek var deyip burun kıvırmışlar. Bu yerlilere bayılıyorum. isim bulmakta hiç zorluk çekmiyorlar. Anchorage müzesini gezerken bir köşede, bir oylama  kutusu görmüştük. Dağa Denali mi diyelim, yoksa McKinley mi diyelim diye anket yapıyorlarmış. Bizim ekipten 3 Denali oyu çıktı.

Dağın eteklerinde harika bir göl var. Madem ki harika, adına "harika, Wonder Lake" diyelim. Gördüğünüz gibi gayet kolay!

Yolun ilk 4-5 saatlik kısmında epeyce oyalanacak şey vardı. Arada acemi turizm stajyerlerinin açıklamalarını dinlemek bile hoş geliyordu. Buzları yeni yeni çözülen nehirler, sarp yamaçlar, yarı donmuş göletler, kar, buz, kayın ağaçları, huş ağaçları, sedir, ladin, karaçam filan derken, olay giderek monotonlaştı. Hani güzelliğin de bir sınırı var yani. Gözüm kara toprak, çıplak tepe arar oldu. Biraz da insan ya-rab! Yandaki resim genel  durumumuzu gösteriyor...

Restoranda bira faslı, yemek, öne yürü, arkaya yürü, vakit geçmez oldu. Yarı yolda stajyerler de inince vagon Japonlarla bize kaldık. Arka vagona geçip, yük vagonunun açık kapısından fotoğraf çekerek biraz daha oyalandım. Trenin her sağa yatışında açık kapılardan kameralar uzanıyor, her kes aynı fotoğrafı çekiyordu. lokomotif de hiç bıkmadan aynı pozu veriyor, şu ağaçla da çekin, şu köprü de iyi, şu tepe de güzel çıkar, der gibi bize bakıyordu. Bir ara kamerayı kontrol ettiğimde, bu daha iyi diyerek çektiğim onlarca pozun birbirine ne kadar benzediğini gördüm. Yolu yarıladığımızı söyleyen kondöktör, benim o sıralarda bardağın sadece boş tarafını gördüğümün farkında değildi. Ne, sadece yarısı mı geçti?

Son saatler ileride yapmam muhtemel olan Sibirya treni gezisini yeniden düşünmeme sebep oldu. Sibirya'daki tren yolculuğu da aşağı yukarı buna benzeyecekti. Bunun en azından 5-6 saat sonra biteceği insanı ferahlatıyor. Sibirya treni ise 15 günlük bir gezi! 6-7 şehir ve aralarda Sibirya ormanları, tundralar, kayın ağaçları, ladinler, çamlar, kar, buz, karlı tepeler, donmuş göller, Sibirya mı Alaska mı? derken aynı şeylerin 15 gün boyunca penceremin önünden geçtiğini düşledim. Yarı uyku, yarı uyanıklık arasında Sibirya'ya gittim, geldim, ve gitmemeye karar verdim. Bunun 15 gün sürenine kesin katlanamam. Ancak kısa bir versiyonunu bulursam veya ayarlarsam belki!

Son dört saat de bir şekilde geçti ve Fairbanks'e geldik. Ha bir de yanardağ eskisi gördük...

FAIRBANKS ve KUTUP DAİRESİ UÇUŞU

Otelin servis aracına bindik ve "Pike's Waterfront Lodge" nam otelimize geldik. Resepsiyonda bizi bekleyen bir not vardı. Tren şirketini aramamız isteniyormuş. Aradık. Kutup dairesi uçuşumuz iptal edilmiş. Parası geri ödenecekmiş. Sebep? Bizden başka yolcu yokmuş. Üç kişi için uçak kalkmazmış. Olur mu? Olurmuş. Yani olmazmış... Bu trencilerle daha önce hiç bir sorunu çözememiştik. Bunu da çözmemiz mümkün değildi. Okey, tamam, sağol filan deyip telefonu kapadık. Bu, vazgeçtiğimiz anlamına gelmiyordu. B planını devreye soktuk. Uçak şirketini arayıp sorduk;
- En az kaç kişi lazım? Cevap; dört.
- Tamamdır, dördünün parasını veriyoruz ve yarın sabah uçuyoruz.

Daha önce bir kere "yat" kapatmıştım ama, "uçak kapatma"nın zevki başkaymış!

Hava meydanı otele 10 dakika mesafedeydi. Sabah erkenden yola çıkıp, benim uçağa gittik.

Arctic Air ofisinde Amerikanın en tatlı kadını bizi bekliyordu, Katty. Müthişti. Bizden dördüncü yolcu parasını almadığı için yağ çekmiyorum. Gerçekten sevdik. Parayı almayınca tabii ki daha çok sevdik, ama belli etmedik. Önce bize "izin verirseniz uçakta bir yolcu daha olacak" dedi (biz uçağı kapattık ya, izin alıyor!!!). Parmağıyla son derece güzel bir beyaz köpek gösterdi. Yaralanmış, bakıma gelmiş, bakıcısıyla geri dönmesi gerekiyormuş. Bir anda, gözlerimizin önünden bizi ısıran tüm köpekler geçti. Hık mık ettik ama, köpek öyle güzel bakıyordu ki, bir de o ısırsın bari dedik, izin verdik. Ondan sonra Katty dördüncü yolcu parasını almayacaklarını açıkladı. Isırsın valla!!

Katty uçuş detaylarını, neler yapacağımızı, ne göreceğimizi anlattı. O kadar hoş anlatmasa uçuştan vazgeçebilirdik. Kollarını iki yana açarak böyle uçacaksınız, pilot birşey görürse böyle yan yatacaksınız diye gülerek, şen şakrak anlattı, anlattı. Korkmayın yan yatsa da aşağı düşmezsiniz, kemerleriniz bağlı olacak diye de bizi rahatlattı! Ne göreceğimizi "ağaç ağaç ağaç dağ bayır kar buz" şeklinde özetledi. Anladık ki göreceğimiz şey trende gördüklerimizden pek farklı olmayacaktı. Alaska tundralarını yandan görmüştük, bir de üstten görecektik. İlaveten; Birkaç gariban rezervasyon alanı, meşşşhur Dalton anayolunu, meşşşşhur Yukon nehrini ve birinci - ikinci - üçüncü - dördüncü - beşinci - altıncı ve de yedinci petrol boru istasyonlarını gördük. Aradaki çizgiler boru hattına karşılık gelmekte!

Uçak küçük olduğundan yanımıza fazla şey almamamızı söylemişlerdi. Çantalar tartıldı, kayıtlar yapıldı, fazla çişler boşaltıldı ve uçağa binildi. Katty kulağımıza şirketin en büyük sırrını fısıldadı; şu rehber kılıklı adam şirketin sahibi olur, ama kimsenin bilmesini istemez!

Pilot (Simon) pencereden içeri girdi. Kulaklıklarımızı taktık. Pervaneler dönmeye başladı. Bu arada hiç kimse can yeleklerini nasıl üfleyeceğimizi, düşersek başımızı nereye sokacağımızı filan anlatmadı (dönüşte bunu şikayet etmeyi düşünüyorum). Uçak suyun üstünde hız kazanmaya çalışan bir Alaska kazı gibi koşmaya başladı. Kanatlarımızdaki su zerreleri havaya karıştı ve yavaş yavaş yükseldik. Çok değil, nehirde yüzen buzları görecek kadar alçak, bulutlara değmeyecek kadar yüksek! Anladım ki böyle küçük bir uçakla uçmak başka bir zevkmiş. Ne gördüğün, nerede uçtuğun hiç önemli değil. Güzel olan uçmanın kendisiymiş. Bizim köpek de aynı şekilde düşünüyor olsa ki, tüm yol boyunca gıkı çıkmadan etrafı seyretti. Üstelik pervanelerin olduğu gibi içeri sızan gürültüsüne rağmen!

Birbuçuk saat kadar sonra Brooks Dağlarına geldik. Yüksek tepelerin arasında nereye ineceğiz diye bakınırken, baktık ki bizim pilot Simon da bizim gibi bakıyor. Ortalıkta piste benzer hiç bir şey yoktu. Fakat koçum Simon gözüne bir yer kestirdi ve bizim kuş buza yumuşak iniş yaptı. Yanda iniş anını görüyorsunuz. Neyse uzatmayalım, uçaktan indik. Buzdan ibaret bir alanın ortasında sağa sola şaşkın şaşkın bakan tipler olarak kalakaldık. Etrafta ne güvenlik, ne kontrol kulesi, ne de bir bina vardı. Hepsi arazi olmuş! 67° 15' 5" kuzey, Coldfoot namıyla maruf mahaldeyiz. Bu rakamların anlamı şu; 66° 33' 44" kuzey enlemi demek "kutup dairesi" demek! 67° küsur kuzey demek, kutup dairesini geçmişiz demek. Ne zaman geçtik, nasıl geçtik, anlamadık. Aşağılarda ne enine, ne boyuna hiç çizgi, daire filan da görmedik :)) Simon geçtik diyorsa, geçmişizdir...

Coldfoot, 1900'lü yıllarda madencilerin ve altın arayıcılarının en kuzeydeki adresiymiş. Başlangıçta adı başka bir şeymiş (Slate Creek). Adamlar zengin olma şehvetiyle, sabahın köründe Koyukuk nehrini elekten geçirmeye gider, akşamları ayaklarını sürüyerek geri dönerlermiş. Sonunda donuk ayaklarına bakıp, buranın adı olsa olsa "donuk ayak" olur demişler. Şimdi yeniden canlanıyor diyorlar! Prudhoe körfezine gidip dönen tırların tek durak yeri olması burayı canlandırmış! Canlılıktan kasıtları, biz İstanbul'lular için pek anlaşılır gibi değil. 2010 sayımında nüfusu 10 kişiymiş. Bizim Coldfoot'lu rehber şimdi 8 erkek, 6 kadın, 14 kişi olduğunu söyledi. Doğruymuş, kabaca %40 artış var! Darryl uçakta getirdiğimiz bira şişelerini taşırken 10 senedir burada olduğunu, artık geri döneceğini söyledi. Geç bile kalmış...

Petrol boru hattını tavaf edip, kızak köpeklerini acıyan gözlerle seyrettikten sonra, pencerelerinde dantelli perdeler olan bir kafeye girdik. Kafenin bir köşesi kamyon şoförlerine ayrılmıştı. Diğer kısmında Coldfoot nüfusunun neredeyse yarısı (!) ayaküstü çene çalıyordu. Pencereden bir takım barakalar görünüyordu. Bunlar bir takım turların aurora, kızak ve "wilderness" deneyimi için insanları getirdikleri eski madenci evleriymiş. İnternette yorumları okuyunca burada kalmaktan vazgeçmiştim. İyi yapmışım.

Dönüşte Katty bizi aynı keyifle karşılayıp otelimize bıraktı. Fairbanks'i ona sorduk. Gereksiz der gibi bir edayla "gidin, gidin" dedi, "iki bina, bir de park var". Mesajı aldık, fakat taa nerelerden gelmişiz, buraya kadar gelip görmeden dönersek ayıp olur dedik. Hani bir soran olursa!

FAIRBANKS ve CHENA

Alaskalılar kendilerini tanımlarken, daha doğrusu Amerikadan bahsederken "aşağı 49" diyorlar. Alaska da yukarıdaki oluyor (ellinci eyalet). Eyalet bayrağında büyük ayı takım yıldızı ve cezvenin üstünde kutup yıldızı var. Diğer bir deyişle; Alaska'nın büyük boz ayısı ve kuzeyin yıldızı! Bu bayrağı ilk defa Fairbanks'teki arabaların plakalarında farkettim. Fairbanks Alaska'nın ortalarında, 32000 civarında nüfusu olan küçük bir şehir. Burası da diğer her yer gibi, 1900'lü yılların başında kurulmuş. O zaman da küçük olduğu için ancak bir başkan yardımcısının adını alabilmiş :)) Pek fazla bir özelliği yok. Üniversitesi ve özellikle jeofizik enstitüsü kendisinden ünlü. Benim de Fairbanks ile ilk tanışmam bu enstitünün doğa olayları ile ilgili sayfaları dolayısıyla oldu. Şehir o kadar sessiz ve hareketsiz ki buzların çözülmesi bile işe yaramayacak gibi. Chena nehri kıyısındaki Griffin park, kenarındaki bir-iki kafe-bar şehrin biraz daha hareketli yerleri. Bir de şehrin bir köşesinde, merkeze 4-5 km mesafede "Pioneer Park" var. Fakat nisan ayında orası da kapalıymış. Servis arabasının şöförü açık bir kapı bulup içeriye girmese görmeden dönecektik. Kuruluş dönemindeki ilk evleri, barları, hatta ilk genelevlerini orijinal halleriyle buraya taşıyıp sergilemişler. Bizim şoför bu parktaki eski kilisede evlenmiş. Çarklı bir gemi de (paddle wheel steamer) bir köşede buzların çözülmesini bekliyor. Gemi, buzlar eridiğinde nehirde çalışmaya devam ediyormuş. Tabii ki sadece turistik.

Griffin parkının girişinde, ücretsiz girilen halk evi gibi bir yer vardı (Morris Thompson Cultural & Visitors Center). Alt kattaki salonlarında içi doldurulmuş yöre canlıları, yerli halkın yaşam şartları, kulübeleri sergileniyor, kulübelerin birisinin karanlık camından bakınca dışarıda aurora animasyonu izleniyordu. Biz de girip dolaştık. Bir köşede çocuklar ve yerde bir sürü ıvır zıvır gördük. Bu çocuklar kamp çantası nasıl hazırlanır, nasıl taşınır, bunu öğreniyorlardı. Bu kadar kuzeyde ve doğayla iç içe bir yerde çocukların eğitiminin de ona göre olması son derece normal. Ağır çantaları sırtlarken hiç bir öğretmen karışmıyor, çocuklar birbirlerine yardımcı oluyordu. Çocuğun teki ben bunu kaldıramam dedi. Öğretmen oralı olmadı. Kimse de evladımın beli ağrır demedi. Kızın teki geldi, oğlan aniden he-man kesildi. Demek ki onların yöntemi de buymuş!

CHENA HOT SPRINGS RESORT

Geziyi planlarken en fazla zamanı buraya ayırmıştım. Uçak uçmasa da, aurora görmesek de kaplıca keyfime kimse engel olamaz diye düşünüyordum. Sonuçta yüz yıllık bir kaplıca ve hiç kapanmamış. Iska geçme ihtimali yok.

Chena otelinin servisi ile  yola çıkıp Fairbanks'ten ayrıldık. Gideceğimiz yer 96 km kuzeydoğuda, yolun sonunda. Evet, ana yol gidiyor gidiyor ve kaplıcanın önünde bitiyor. Ondan sonrası Kaplıca alanı ve el değmemiş doğa... 

Buraya sadece kaplıca veya resort demek olayı fazlaca küçümsemek olur. Alaska'nın ilk jeotermal güç santrali burada kurulmuş. Üniversite ile ortak, alternatif enerji çalışmaları yapıyorlar. Tesiste çalışan tüm motorlu araçlarda, çöp ve sebze atıklarından elde edilen yakıt kullanılıyor. Seralarında ekolojik sebze üretimi yapılıyor. Hem kendileri tüketiyor, hem de başka yerlere satıyor veya dağıtıyorlar. Kısaca "kendi yağıyla kavrulmak" denen şey neyse, o; Chena oluyor. Bu konuda eğitim de veriliyor.

Tesisteki diğer bir atraksiyon "buz müzesi". İçeride zırhlı şövalyeler düello yapıyor, bir samuray nöbet tutuyor, köşede çıplak bir kadın duruyor, leoparın teki ortalıkta geziyor, ayılar kola içiyor. Ayının eline kolayı, çocukların ilgisini çeksin diye vermişler. Bu da bahanesi! Sanki burada çocukların ilgisini çekecek bir şey yok? Devam edelim; Işıklar her an renk değiştiriyor. Burayı büyük bir buzdolabı gibi düşünmek lazım. İçerisi her daim 4-6 °C. Ödüllü bir heykeltraş müze içindeki iki odada meraklılarına buzdan heykel dersi veriyor. Müze iyice dolu olduğundan şimdilerde sadece bardak yapmak için uğruyormuş. Bu bardaklarla ziyaretçilere "appletini" servisi yapılıyor. Yumuşaklığı (!) bazı dedikodulara yol açsa da son derece güzel bir içki. Meraklısı için tarifini de buldum; 1 1/2 oz. Smirnoff yeşil elma votkası ve 1 oz DeKuyper ekşi elma şnapsı karıştırılarak yapılıyor. Alaska'da bir kaç sefer içmeme rağmen buzdan yapılmış bardakta içmenin keyfi başkaydı. Müze ilk açıldığında otel gibi kullanılmış. Özellikle şapelinde nikah kıydırıp, ilk geceyi buzdan yatağı eriterek geçirmek çok revaçtaymış. Buzun üstüne serilen geyik postlarına rağmen yatağı her sabah yeniden yapmak gerekiyormuş. "Biz de her sabah yatak yapıyoruz, bunda ne var?" diye düşünebilirsiniz, ama yatağın bazasını her sabah yapmadığınıza eminim. Heykeltraş pes deyince bu uygulamadan vazgeçilmiş. Şu anda görevlilerin en büyük derdi, odaların tekindeki tuvaleti kullananlar (kibarca!).

KAPLICA

İşte benim favori kaplıcam! Dışarıda hava 12 derece. Geceleri sıfırın altına iniyor.  Fakat o her zaman 65 derece! Suyunun bileşimi dünyada sadece Karlsbad'dakine benziyormuş. İçeriğine girmeyip, içine gireceğim. Yeni demli bir çay gibi dumanı tüten havuz beni bekliyor. Suyun üstünde hafif bir kükürt kokusu ve neredeyse iki metre buhar bulutu var. Dalıyorum çıkıyorum. Zevkten ölüyorum derken, bir baktım sıcaktan ölüyorum. Kendimi hemen dışarı attım. Vücudum kıpkırmızı, adeta sıcaktan haşlanmışım. Başım dönüyor, gözüm kararıyor... Kendimi kenardaki bir şezlonga zor attım. Trendelenburg filan, iyi geldi. Karlı tepelerin soluğu çığ gibi üzerime çöktü, damarlarımı sıkıştırdı. Kan yeniden beynime, gözlerime yürüdü, kendime geldim. Kalkıp kana kana su içtim. Musluğun yanında bir yazı; ...Suda 10 dakikadan fazla kalmayın. Bol su için. Girmeden önce okusaymışım iyiymiş. Havuzun kenarında, açık havada mayoyla yatıyorum. Zeynep dışarıda, kaz tüyü gocukla geziyor. Toparlandım, havuza giriyorum, on dakika sonra su içmeye çıkarım, bu sefer dalma-çıkma yok, daha tedbirli ve terbiyeliyim. Gece yarısı tekrar gelir, gene girerim...


AURORA

Eveeet, sırada esas çocuk var.

Chena dağın başında bir yer olduğu için geceleri ortalık kapkaranlık oluyor. Gökyüzünü 180 derece gözlemek mümkün. Zaten gözlem için burayı seçmemizin sebebi bu. Ayrıca bir alarm düzeni kurmuşlar. Aurora başlayınca hemen uyarı geliyor. İlk gecemizde sistemin doğru çalıştığını anladık. Gece yarısına doğru telefonlar çaldı, hepimiz dışarı, karanlığa doğru fırladık. Gözlerimizi gökyüzüne diktik, saatlerce bakındık durduk. Buydu, oydu derken, vakit geçti. Hiç bir şey anlamadık. Önce Japonlar terketti. Onlar gittiyse bir bildikleri vardır dedik, biz de odalarımıza döndük. Biraz hayal kırıklığı oldu. Demek ki "low" dedikleri bu kadarmış dedik. Ertesi gün barda otururken bir defter bulduk. Bara içki için değil, Wii konsolunda tenis oynamaya gitmiştik. Defterde karşılıklı iki sayfa dikkatimizi çekti.  İlk sayfada el yazısıyla büyük bir hayal kırıklığı vardı. "Beni zaten zorla getirdiler, bull shit.." filan... karşısındaki sayfa ise buna nispet yapar gibiydi. Tek kelimeyle "gorgeous!!!" Bizim iki günümüz, yani iki şansımız daha var. Fakat enstitünün aurora tahminleri pek hoş değil. Aktiviteyi beş gün "low" olarak göstermiş!

İkinci gün buz müzesini birlikte gezdiğimiz rehber abla bizimle çok ilgilendi. Türkiye'den gelmiş olmamız bile başlı başına bir ilgi konusu oldu. Zaten bunu tüm Alaska gezimizde yaşadık. Bu abla bizi gezdirdikten sonra üşenmemiş, aurora tahminlerine yeniden bakmış. Akşam saat 10 gibi heyecanla bizi buldu ve müjdeyi verdi; bu gece "moderate" bekleniyor! Enstitü beş-on dakika önce tahminleri revize etmiş...

Geceyi zor ettik. Alarmı bile beklemedik. Araziye çıktık ve gözlerimizi gökyüzüne diktik...

O gece hayatımızın en güzel deneyimlerinden birini yaşadık. Sizlere partiküllerden, plasmadan filan bahsedecek değilim. Gördüğümüz şeyi en güzel tanımlayan, bir yerli kadının söylediği şu sözlerdi;

"Sizin  Aurora dediğiniz şey, bizim ölmüş atalarımızın gökyüzünde danseden ruhlarıdır. Eğer görecek olursanız, siz de onlar için dua edin".  Dua ettik.

Ben başlangıçta fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Bu da uzun hikaye. Sonra bıraktım. Çünkü olay sadece bir tarafta değil, bütün gökyüzünde meydana geliyor. Neredeyse iki saat kadar sürüyor. Bu iki saatin bir saniyesini bile kaçırmak istemezsiniz. Işıklar bir an doğu ufkunda dans ederken, aynı anda batıda birşeyler oluyor, ortadan başka bir ışık huzmesi yükseliyor. Hangi tarafa bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Tam 180 derecelik bir sahnede müthiş etkileyici bir renk ve ışık şöleni varken, fotoğrafla uğraşmak olayın ruhunu kaçırmaya yol açıyor. Uzun süre kalacak olsam ve bu şöleni izlemek için birden fazla şansım olsa o zaman başka. Şimdi iyi bir fotoğraf için ne yapmam gerektiğini biliyorum. Ama bir defa daha bu fırsatı yakalarsam fotoğrafla uğraşmam. Yere yatar, gözlerimi bir saniye bile ayırmadan gökyüzüne bakarım.

İstanbul'a döndükten sonra internetteki video görüntülerine tekrar baktım. Bizim gördüğümüze en yakın aurora videosunu aşağıdaki bağlantıda buldum. Bu ve yanındaki çok değişik videoları hala büyük bir zevkle seyrediyor, o anı yeniden yaşıyorum. Kendimi yere uzanmış, gecenin karanlığında yıldızları seyrederken düşlüyorum. Büyük ayıyı, küçük ayıyı, kutup yıldızını ve binlercesini... Ufak yudumlarla "appletini" içiyor, dudaklarımda buzdan bir kadehin soğuk temasını hissediyorum. Karanlıkların içinden yıldızlar kayıp geçiyor. Atalarımın ruhlarını bekliyorum. Gelecekler ve dans edecekler....

http://www.youtube.com/watch?v=ItaO7gnTOvY&feature=watch-vrec



NELER ÖĞRENDİK?

Bir daha "United" havayollarına binilmeyeceğini
Alaska'nın o kadar da soğuk olmadığını
Geceleri "hiç üşümüyorum" derken yavaş yavaş donulduğunu...
Yüksek şeylere, yüksek şey demenin daha doğru olduğunu
Alaska'da Amber birası içildiğini
Amerikada Çinlilerin girmediği bir yer olduğunu...
Tek düze güzelliğin dayanılmaz olduğunu...
Buz müzesinden hatıra olarak bir şey araklanamayacağını..
Altmışbeş derecelik suda, sualtında yüzülmeyeceğini...
Moose hayvanı hakkındaki gerçekleri...
Her köşeye yığılmış boynuzların, geyik katliamı anlamına gelmediğini...
Kuzey Amerika geyiklerine "Moose", erkeğine "boğa", dişisine "inek" dendiğini...
İnekten "dönme" olanlarda boynuz çıktığını...
Boynuzların sadece boynuz olmadığını...
Boynuzların (antler);
  • Seks hayatıyla ilgisini...
  • Kışın dökülse de, her bahar yeniden çıktığını...
  • en hızlı büyüyen organlardan birisi (!) olduğunu...
  • Kastre edilen hayvanlarda döküldüğünü, yeniden çıksalar da son derece şekilsiz olacaklarını ve İnuitlerin şeytan boynuzu dedikleri bu tuhaf boynuzları, bir damga gibi, ömür boyu taşıdıklarını...