Okuduklarım 2017-19

MİLLİ FİZİK MİLLİ KİMYA

Selçuk Erez, Karşı Yazılar, Sel Yayıncılık 1995 (İlk baskı 1992)

Son yıllarda bazı odaklarda üretilen Türk-İslam sentezi fikrinin giderek bazılarında sosyal ve kültürel meselelere bakış açısını oluşturduğuna şahit oluyoruz. Bu düşünce tarzının yanlışlığını anlamak için en ulusal, en milli olduğunu düşündüğümüz nesnelerin kökenine eğilmek yeterlidir.

Karagöz: Yavuz Sultan Selim 16. yy'da Mısır'ı işgal ettiğinde bu gölge oyununu görmüş ve dönüşünde bir karagöz sanatçısı grubunu beraberinde Türkiye'ye getirmiştir. Karagöz'ün Arap yarımadasına uzak doğuya gidip gelen tüccarlar aracılığıyla Java'dan aktarılan gölge oyunlarından türetildiğine inanılmaktadır (Metin And: Karagöz. Dost Yayınları Ankara, 1975)

Yerel Bayramlar: Manisa'nın ünlü "Mesir Bayramı" Nevruz günü kutlanır. İran kültürünün etkisi bahis konusudur. Anadolu'da kutlanan bahar bayramlarının Paskalya yortularına rastlayanları da var: Bugün Bolu yöresinde (Mudurnu) "Betnem" dedikleri bir bahar bayramı kutlanır. Kelt aslından kavimlerde "Beltane" denen bir bahar bayramı vardır. Ankara bölgesinde bir zamanlar Galat'ların yerleşmiş oldukları göz önünde tutulursa ora çocuklarının kutladıkları "Betlem" şenliklerinin bu eski kelt bayramının bir kalıntısı olabileceği düşünülebilir (Pertev nail Boratav: 100 soruda Türk Folkloru, 1973)


İRİ MEMELER ve GENİŞ KALÇALAR

Mo Yan, Can Sanat Yayınları 2017 (Fengru Fei Tun 1996, MO Yan)

Shangguan Lu fıstıkları elinde minnetle sıkıp kaynanasının öğrettiği mantrayı tekrar etmeye başladı:
"Fıstık fıstık fıstık, oğlan ve kız, Yin ve Yang'ın dengesi."
Shangguan Lü eğilip yaşlı gözlerle, "Bodhisattva, koru oku, göğün Tanrı'sı esirgesin bizi, çifte mutluluk Shangguan ailesinin kapısında! Laidi'nin anası sen burada uzanıp vaktin gelene kadar fıstık soy, bizim evin eşeği doğurdu doğuracak, bu ilk seferi, seninle kalamam," dedi.
...
Sima Ting'in boğuk sesi tembel tembel ağılın içine süzüldü: "Analar babalar, amcalar, kız kardeşlerim, canını seven kaçsın, tehlike geçene kadar güneydoğudaki tarlalarda saklanın - Japonların eli kulağında- haberi güvenilir bir istihbarattan aldım, bir saniye bile tereddüt etmeyin, koşun, birkaç dökük oda için canınızdan olmayın, dağ, siz yaşarsanız yeşerir, dünya, sizler oldukça dönecek - sevgili köy halkı, koşun, hala vakit varken kaçım, geç kalan canından olur..."

Shangguan Shouxi ayağa fırlayıp korkuyla, "Ana, duydun mu? Hadi biz de kaçalım..." dedi.
"Kaçmak mı, nereye kaçacağız? dedi Shangguan Lü hoşnutsuz bir tavırla, "Mutluluk Malikanesi'ndekiler kaçacak elbet, bizim kaçacak neyimiz var? Shangguan ailesi demir dövüp darı biçerek ekmek kazanıyor, imparatora tahıl vermediğimiz mi var ya da hükümete vergi ödemediğimiz mi? Kim başa geçerse geçsin bizler sonuçta sıradan halk olarak kalacağız. Japonlar da insan değil mi?"


TANRILARIN TAHTINA YOLCULUK

EVEREST TIRMANIŞIMIN HİKAYESİ
Tunç Fındık, Alter Yayıncılık 2014 (2008)

Tibetliler ve Sherpa'lar Everest dağının Chomolungma, yani "Dünyanın Ana Tanrıçası" olarak biliyorlar. Nepal'de ise Everest "Sagarmatha" olarak tanınıyor. Batılıların bildiği isim olan Everest ise, geçen yüzyılın ortalarında Himalaya Dağlarını ölçen ve haritalayan İngiliz bilim adamlarından birisi olan George Everest'in adından kaynaklanıyor.
...
Elli dakika kadar sürdü uçuş ve tozu toprağa katarak 2850 metredeki Lukla kasabasının eğimli toprak pistine oturduk. Burası hava alanı filan değil bence, sadece stabilize toprak bir pistten ibaret... Onarım gördüğünden dolayı bu ara sadece helikopterler inebiliyormuş. 2001'den daha sonra bu alan asfalt ile kaplanmış olsa da, uçakla uçuş için dünyadaki en tehlikeli destinasyonlardan sayılıyor ve sık sık kaza oluyor. Nepalli pilotlar, hava kapalı ve bulutlu olunca Lukla'ya asla uçmuyorlarmış, çünkü tanımlamalarına göre: "bulutların içinde taş var!" Everest'e ilk çıkan dağcı Edmund Hillary'nin ilk eşi ve bir çocuğunu bu rotaya uçuşta, uçak kazasında kaybetmiş. Pist kenarında bezlerle gizlenmeye çalışılmış, öncelerden çakılmış olan bir uçağın enkazı hiç hoş bir görüntü değildi. Ama neyse ki yerdeyiz!


ANILAR ŞALESİ

Tony Judt, YKY 2013,  (The Memory Challet, 2010)




Birbiriyle yarışan hoş anılarımı hatırlatması dışında sonraki elli yıl içerisinde Chesiéres şalesini durup bir daha düşündüğümü sanmam. Fakat 2008 yılında bana Amyotrofik Lateral Skleroz (ALS) teşhisi konup da bir daha seyahat etme ihtimalimin çok düşük olduğunu, hatta seyahatlerimi kaleme alabilirsem çok şanslı olacağımı öğrendiğim zaman aklıma ilk gelen yer Chesiéres oteli oldu. Neden mi?
Motor sinir hücrelerinin hızlı kaybından ileri gelen bu bozukluğun belirgin özelliği insanın zihni geçmişe, bugüne ve geleceğe kafa yoracak kadar berrak kalırken, sizi bunları söze dökecek araçlardan giderek yoksun bırakmasıdır. İlk olarak kendi başınıza yazmanız imkansızlaşır, düşüncelerinizi kaydedecek ya bir yardımcı ya da makine bulunması gerekir. Derken bacaklarınız sizi yarı yolda bırakır ve yeni deneyimler yaşayamayacak hale gelirsiniz, karmaşık lojistik işlemler sayesinde mümkün olsa bile o zaman da hareket etme olgusu size bahşedeceği imkanlar bir yana dursun, dikkat gerektiren bir eyleme dönüşür.

Ayamama'dan Zuhuratbaba'ya

BAKIRKÖY
Selçuk Erez, Heyamola Yayınları 2009

O zamanlar burası İstanbul'a şimdi olduğundan çok daha uzakmış; en eski adı Hebdomon, 7 mil demekmiş. Bu isim, eski Bakırköy'ün, kentin merkezinden, Sultanahmet Meydanı'ndan, o zamanki adıyla Hipodrom yani At Meydanından yedi mil (1 Roma mili 1480 metre) uzakta olduğunu yansıtırmış. Bakırköy'ün daha sonraki adı olan Makri Hori de zaten "Uzak Köy" anlamına gelirmiş.
...Galeria'nın orada bin yıllık kapalı bir Bizans sarnıcı vaardır....Bugün burası Galleria alışveriş merkezinin açık çay bahçesi olarak kullanılmaktadır. Arka tarafında, solda Gelik'e (daha önce Otelci Novotni Yalısı) bakan tarafta "Deniz Restoran" vardır. Bu restoranın altında Bizans dalgakıranı bulunur.
...Ayamama deresi adını aslında Kapadokyalı bir çoban olan Ayios mamos adlı bir azizden almış
...Kartaltepe'deki en önemli yapı Amine Hatun Camisidir. Bu cami önde gelen mimarlarımızdan Kemalettin'indir. Amine Hatun Camisi, yine Kemalettin Bey'in eseri olan Bebek Camisine oldukça benzer. Elektrik idaresinin İstanbul Caddesi üzerindeki binası da Mimar Kemalettin'in eseridir.


BÜYÜK SORULARA KISA YANITLAR
Stephan Hawking, Alfa / Bilim 2018

"Tanrı" sözcüğünü, Einstein gibi, kişi dışı anlamında doğa yasaları için kullanıyorum; dolayısıyla Tanrının zihnini bilmek benim için doğa yasalarını bilmektir.
...Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum.
...Einstein'ın meşhur E=mc2 denklemi en yalın ifadesiyle kütlenin enerji, enerjinin de kütle olarak düşünülebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla (bir evren oluşturmak için) üç malzeme yerine, evrenin yalnızca iki malzemeye, eş deyişle enerji ve uzaya sahip olduğunu artık söyleyebiliriz. peki öyleyse tüm bu enerji ve uzay nereden geldi? Bu soruya yanıt bilim insanlarının on yıllar süren çalışmasının ardından oluştu: uzay ve enerji halihazırda Büyük Patlama dediğimiz bir olayla kendiliğinden bir şekilde ortaya çıktı.
... Büyük patlamanın kalbindeki büyük gizem, fevkalade muazzam tüm bir uzay ve enerji evreninin nasıl olur da hiçlikten çıktığını açıklamaktır. Buradaki sır kozmosumuz hakkındaki en garip gerçeklerden birinde saklıdır. Fizik yasaları adına "negatif enerji" dediğimiz bir şeyin varoluşunu zorunlu olarak beraberinde getirir.
...

1Q84 - 1. KİTAP

Haruki Murakami, DK 2018 (2009)



Polislerin eski tip revolverlerle dolaştığı bir zamanki dünya ile bir ayrım yapabilmek için de, kendine özgü bir ad gerekiyor. Kedi ve köpeğin bile adı olur. Değişime uğramış bu dünyaya bir ad gerekmesi de gayet normal.

1Q84... Bu yeni dünyaya bu adı vereyim. Aomame kararını vermişti.
Q, question mark'ın Q'su idi. Dünyanın soru işaretleriyle dolu olduğu anlamındaydı.

Aomame yürürken kendi kendine başını salladı.
İstesem de istemesem de, ben bu "1Q84'teyim. Benim bildiğim 1984 artık yok. Şimdi 1Q84 yılındayız. Hava değişti, manzara değişti. Ben bu soru işareti ekli dünyanın haline, olabildiğince çabuk ayak uydurmak zorundayım. Yeni bir ormana bırakılmış bir hayvanla aynı durumdayım. Kendimi koruyup, hayatta kalabilmek için o yerin kurallarını bir an önce özümsemeli, uyum sağlamalıyım.

Aomama, Ciyugaoka İstasyonu yakınlarındaki bir plak dükkanına girerek, Janacek'in "Sinfonietta"sını aradı.


TEHLİKELİ OYUNLAR

Oğuz Atay, İletişim Yayınları 2018 (ilk 1973)


Girişi beğendiniz mi albayım? Hepsi bu kadar mı? Sobayı birlikte aldık biliyorsunuz; yazın daha ucuz olur diye ısrar etmiştiniz ya: Sonra ne bileyim işte albayım, karınca gibi, insan da öteberi taşımasını seviyor yuvasına; ilk geldiğim günlerde elbette daha az eşya vardı odamda. Evlendiğim gün de albayım, yeni tuttuğumuz ve büyük bir kısmı boş olan evimizin bir köşesine sığınmıştık karımla. (Karım güzel değildi albayım. Ben de değildim. Fakat nasıl anlatsam, "benim" karımdı; canlı bir varlıktı. İnsan evine bir biblo alınca bile kendisini bir başka hisseder değil mi? Üstelik bu yumuşak biblo, konuşuyor: "kocacığım" diye çevremde dönüp duruyordu.) İlk gece, akşam yemeği de çok kötü geçmişti. Ben böyleyimdir albayım: Önce, akıl almaz bir tutukluk gelir üstüme; daha yaşamadan, büyük bir yorgunluk çöker. Gecekonduya ilk geldiğim gün de aynı bitkinlik içindeydim; neredeyse bir otele gidip yatacaktım. Oysa, bir sürü yemek yapılmıştı ve ben damattım. Yeni ve sonradan olma akrabalar edinmiştim: Bir kere kayınpederim vardı ve bazı kızlar bana "enişte" diyordu. Anlamadığım şakalar yapılıyordu - ikinci sınıf şakalar olduğunu seziyordum bunların. Galiba benimle alay ediliyordu; fakat önemli olan bendim, çünkü damattım. Midemden başıma doğru yükselen bir boşluk, olup bitenleri anlamamı güçleştiriyordu. Yemek masasında koyu gölgeli eller dolaşıyordu.
...
Karanlığa dikti gözlerini: Işık mı azdı? Yoksa insan aynı parlaklıkta görmüyor mu kafasından geçenleri?
...
Böyle bir oyun üzmedi mi seni?


Mustafa Kemal ATATÜRK Mücadelesi ve Özel Hayatı

İpek Çalışlar, YKY 2018

... Talep 10 Ağustos 1920 tarihini taşıyan Sevr Antlaşması ile Diyarbakır, Van, Elazığ, Bitlis vilayetlerinde uygulanması kararlaştırılan Kürt özerk yönetiminin hayata geçirilmesiydi. Saltanat hükümetinin Kürt özerk yönetimine onay verdiğini bildiriyorlar, Mustafa Kemal'in konuya ilişkin düşüncesini soruyorlardı.
... İstekleri özetle şöyleydi: Beş Kürt kazasında Kürt idaresinin kurulması, Kürt çoğunluğuna sahip bölgelerden Türk memurların çekilmesi, Koçgiri'ye gönderilen askeri müfrezelerin geri çağrılması, Kürt bölgelerinde Kürtçenin eğitim dili olarak kabul edilmesi, şeriata uygun kanun ve adalet, hapisteki tutukluların salıverilmesi.
...
1921 Anayasası hazırlanırken Kürtlerin istekleri dikkate alınmıştı. 20 Eylül 1920'de encümene verilen yeni anayasa tasarısında yerinden yönetim ilkesi esas alınıyordu.
...Hazırlanan metinde, devletin adının "Türkiya Devleti" olarak olarak belirlenmesi, farklı köken ve kültürlerden insanları bir üst kimlikte birleştirmeye gösterilen özenden kaynaklanmıştı. Yönetim sisteminde özerklik öngörülüyordu. Halk tarafından seçilecek vilayet şuraları maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerinin yürütülmesinde yetkili kılınacak, yani vilayetler özerk olacaktı.
Böylece Kürtlerin kendilerini yönetebilmeleri yasal olarak mümkün kılınacak, anayasa teminatı altına alınacaktı.
...
Bülent Tanör 1921 Anayasasının sivil ve demokratik karakteriyle istisnai bir yeri olduğunu söylüyor ve "bu anayasa Mustafa Kemal için bir ara rejim modeliydi" değerlendirmesini yapıyor.
Anayasada kuvvetler birliği ilkesi benimsenmiş; padişaha bağlı olanları küstürmemek için bir devlet başkanlığı düşünülmemişti.


HEKİMİN FİLOZOF HALİ

M. Bilgin Saydam, Hakan Kızıltan, İthaki 2018

İnsanın dünyadalığı iki zorba bilinmez arasında yol almakta. Varoluş (Dasein, Alm) yaşamın olduğu kadar -hatta daha fazla- ölümün, yani sonluluğun farkındalığıyla açımlanır.
...
Dasein "aradalıkta"dır. Arada olmak ve aradalığın farkındalığı, bir dış referansın eksikliğinde, kaybolmuşluğun ürpertisine gömülüdür. Dünyadalığımız aradalığımızdır; bizi karşılar ve tüm bilinmezliğiyle şiddetini tatbik eder.

Tüm varlıklar aradalığı yaşar; insan bu aradalığın farkındalığıyla yaşar. İnsanı yapan, doğadan ayrışmışlığıdır. Ayrışma onu doğanın kapsayıcı ve yönlendirici (güdüsel) bilgisinden eksik bırakır. Bu nedenle dünyadalığın bilinmezliği insan için, sair mahlukattan çok daha fazladır. Cansızda, bitkide, hayvanda bu bilgi maddesel varlığından ayrışmamıştır, içkindir; dolayısıyla hayvan bilir, insan bilmez. Varoluşçu felsefenin ana sütunlarından -hekim ve psikiyatr- Karl Jaspers'in (1883-1969) dediği gibi: "Ayırt edici özbilinç insanı diğer varlıklardan farklı kılar. Artık hayvan değildir, ama henüz kesin bir şey de değildir."

Dünyadalığın bilinmezliği içinde ve varoluşunu bizzat şekillendirmenin sorumluluğuyla insan "sormak" mecburiyetindedir. Elbette ki sor(gula)manın öncesi, yaşamın kendiliğindenliğinin kaybıdır ki, doğadan kopmanın neden olduğu kesintinin neticesidir. Gerçeğin bilgisinden mahrumiyetten kaynaklanan "huzursuzluk", her türlü yeni yaşantının yaratacağı "şaşkınlık", aslında ne olduğu (ve olacağı) konusundaki "merak" -ve yanıtları bulabileceği konusundaki "kuşkulu güven" duygusu - felsefenin üzerinde inşa edildiği dört sütundur. Hepsi insana ait özelliklerdir; bizatihi felsefe de insana ait, insana özgü belki de tek faaliyettir.



YAZILMAMIŞ BİR TARİH

Halit Kakınç, Destek yayınları 2019

5 Mayıs 1922'de, Hollandalı denizci Jacob Roggeveen, Paskalya Adasına ayak basan ilk Avrupalı olmuştur. Adada günümüzdeki ismini, bu tarihin Paskalya Bayramına tesadüf etmesi dolayısıyla almıştır. Dört bir yanı dev insan heykelleriyle doludur adanın.
Norveçli Thor Heyendahl, 1950'lerde Paskalya Adasında bir zamanlar Güney Amerikalı yerlilerin yaşamış olduğu iddiasını ortaya atar. Ancak, adada bulunan kemiklerin üzerinde yapılan DNA analizleri, halkın Pasifik Okyanusundaki adalardan gelen Polinezyalılar olduğunu gösterir.
...
Paskalya adasının antik isimlerinden biri"Te-Pito-O-Te-Henua"dır.Anlamı, "Dünyanın Merkezi"dir. Bir diğer ismi de "Mata-Ki-Te-Rani", yani "Cennete Bakan Gözler"dir.


BANA TÜRKÇE BİR EKMEK VER

Cezmi Ersöz, Tekin Yayınları 2013 (İlk basım 2000)


Tek parti dönemi...40'lı yıllar...Kürtçenin konuşulduğu şehirlerde belediye ve Valilik hoparlöründen şu anonslar duyulur: "Vatandaş, Türkçe konuş!...Daha fazla konuş!...Kürtçe konuşanlar cezalandırılacaktır!..."
Tek kelime Türkçe bilmeyen bir Kürt köylüsü etraftan duyar bu anonsun anlamını...Ama karnı acıkmıştır. Ekmek almak için bir fırına girer. Fırıncıdan nasıl ekmek isteyecektir. Düşünür, taşınır ve Kürtçe şöyle der :"Ka nanê ki bi tırkî..." Anlamı şudur: Bana Türkçe bir ekmek ver!...

Tek parti yılları... Kürtçe konuşulan her kelime karşılığı, beş kuruş ceza kesildiği yıllar... Kürt köylülerinin başındaki poşuları, polislerin, jandarmaların alıp sobaya attığı yıllar...

Nereden gelir bunca nefret, tahammülsüzlük, bunca sevgisizlik?..


DERDE DEVA RANDEVU

Murat Menteş, April Yayıncılık 2019


Farabi:
- Öğrenim ve terbiye (kültür) kötü fiilleri ortadan kaldırmalıdır. Zira tabii ve iradi kötülükler silinmeden mutluluk elde edilemez. Dört ana erdemi yani bilgelik, adalet, cesaret ve ölçülülüğü kazanmalısınız.
- Metafizik varlıkları incelerken de, tabiattaki varlıkları incelerken başvurulan bilimsel metotlar kullanılmalıdır. Beslenme, barınma gibi zaruri ihtiyaçlarını veya bunlara dair kaygılarını giderememiş kimseler; Aristoteles'in sözünü ettiği "iyi yaşam"a yani insan onurunu önceleyen, bilgiyle beslenen ve estetikle taçlanan bir hayata yönelme teklifine müspet karşılık veremezler.
- Ahlak hissedilen, inanılan değil, bilinen, kavranan bir olgudur. Bilinç meselesidir. Görünüşten, sözden ziyade tutum ve davranışta açığa çıkar.
-Dindarların dış görünüşü, dünya nimetlerini arzulamadığı izlenimi uyandırır. Bu sayede itibar kazanır ve dünya nimetlerinden yararlandırılır. Görünüşünden hareketle kendini üstün gördüğü gibi, birçokları da ona yüksek paye verir. Ondan şüphelenilmez, ona karşı tedbir alınmaz, ondan korkulmaz, onunla mücadeleye girişilmez.


TABLODAKİ TABLO

Andre Chastel, La Tableau dans le tableau 2012, Doğubatı 2018

Kısacası tablo içinde tablo, resmedilen yapıtın asla yalnızca ve salt bir doğa parçası olmamış olduğunu, onun zihnin istifade etmesi gereken bir artificium (marifet, beceri, sanat) olduğunu, istisnai bir biçimde hatırlatmaya kışkırtır. Altta yatan problem açıktır. Ressam tablonun fiziksel niteliklerini vurgulamak suretiyle tuval üzerinde resmedilen minyatür-eserin doğayla olan ilişkisinden ziyade bizzat içinde bulunduğu tabloyla ilişkisinde ısrar eder; bu, tersine şunu ortaya koyar: Minyatür-eser, belli bir ölçüde, resmedilen tablo ile aynı nesneler sınıfına aittir.


YEDİ GECE

Siete Noches, 1980
Jorge Luis Borges, Can Yayınları 1995


Dante'nin oğlu, babasının cehennemi betimlerken günahkarların yaşamını, Araf'ı betimlerken tövbekarların yaşamını,cenneti betimlerken de iyilerin yaşamını göstermeyi tasarladığını söylemiştir. Demek, Dante'nin oğlu yapıtı sözcüğü sözcüğüne yorumlayarak okumamıştır. Dahası, koruyucusu Cangrande della Scala'ya yazdığı mektupta Dante'nin kendi tanıklığını da bulabiliriz.
Gerçi bu mektubun Dante'nin ölümünden sonra yazıldığı da ileri sürülmüştür. Ama öyle olsa bile Dante'den çok sonraları yazıldığını sanmam.
... Bu mektupta yazar Commedia'nın dört ayrı biçimde okunabileceğini savunmaktadır: birincisi sözcüğü sözcüğüne, ikincisi ahlaksal açıdan, üçüncüsü içsel yorumlarına dayanarak, dördüncüsü bir alegori olarak. Commedia'yı bir alegori olarak alırsak Dante insanoğlunun, Beatrice inancın, Vergilius da aklın simgesi olur.

ALÇAKLIĞIN EVRENSEL TARİHİ

Historia Universal de la Infarnia, 1935
Jorge Luis Borges, Logos 1990

1517 yılında, Yerliler’in Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında çürüyüp gitmelerine yüreği parçalanan İspanyol misyoner Bartolomé de las Casas, İspanya kralı V. Carlos’a, oraya zencilerin getirtilmesi için bir tasarı sunmuştu; Antiller’deki altın madenlerinin cehennem çukurlarında zenciler çürüyüp gitsin diye. Biz Amerika’nın kuzeyinde ve güneyinde yaşayanlar, bu acayip insancıl dönüşüme neler borçluyuz neler: W. C. Handy’nin blues parçalarını; Uruguaylı avukat ve Siyah akımının ressamı Don Pedro Figari’nin Paris’teki büyük başarısını; tangonun kökenini zencilere kadar dayandıran bir başka Uruguaylının, Don Vicente Rossi’nin halis yerli düzyazılarını; Abraham Lincoln’ın destansı boyutlarını; İç Savaş yüzünden beş yüz bin kişinin ölmesini ve asker emeklilerine üç milyon üç yüz bin dolar aylık bağlanmasını; İspanyol Akademisi’nin sözlüğünün on üçüncü basımına “linç etmek” fiilinin girmesini; King Vidor’un, yalnızca Siyah oyuncularla çekilen ilk Hollywood filmi Hallelujah!’yı; Arjantinli yüzbaşı Miguel Soler komutasındaki şanlı “Melezler ve Zenciler” alayının, Uruguay’daki Cerrito çarpışmasında gerçekleştirdiği o karşı durulmaz süngü hücumunu; Martin Fierro’nun bir zenciyi öldürmesini; o acıklı Küba rumbası “Fıstıkçı Kız”ı; tutuklanıp zindanda can veren Toussaint-L’Ouverture’ün Napolyonculuğunu; Haiti vudu ayinlerinin haç ve yılanını ve papaloi’nın çalıpalasıyla boğazlanan keçilerin kanını; tangonun anası habanera’yı; Buenos Aires ve Montevideo’nun bir başka eski zenci dansı candombe’yi.
Bir de, alçak kurtarıcı Lazarus Morell’in akıllara durgunluk veren, rezil hayatını kuşkusuz.


KIRDIĞIMIZ OYUNCAKLAR

Sunay Akın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2018

1978 yılının 14 Aralık günü ölen Berç Yenvart Akdeniz, kendisini seven yüzlerce Adalının katılımıyla bu mezarlığa gömülür. Türk, Rum, Ermeni, herkes gözyaşı döker bu güzel insanın ardından; çünkü o, balıkçıların değil denize açılmak, evlerinden bile çıkmaya cesaret edemediği fırtınalı havalarda bile acil hastaları motoruyla İstanbul'a taşımış, bu kentin görebileceği en yürekli denizcilerden biridir...

...Berç Yenvart Akdeniz!.. Bir güzel İstanbul çocuğu... Adalıların seslenişiyle "Horoz Reis"
O şimdi bir deniz ambulansının adında yaşıyor.
Fırtınalı havalarda, teknesiyle dev dalgaların üstüne dövüşken bir horoz gibi yürüdüğü için mi ona bu adı verdiler? Hayır!
"Horoz Reis" denilirdi Berç Bey'e, çünkü babasıyla balığa çıktığı o gün, cebinden kayarak denize düşen, oyuncak horozuydu!..


KALEDE 1 BAŞINA

Sunay Akın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 2018

Futbolda eski kurdum.
Santırdan alınca pası
Çakarım
Hoooooooooooooooooooooop!
5 numro top
açık ağzından girer golkipin karnına.
Bana mahsustur bu vuruş
futbol potinlerim
kurşunkalemimden öğrendi bu zanaatı!

Nazım Hikmet'in "golkipin" dedği kaleciden başkası değildir. Şiirin yazıldığı 1923'te kaleciye İngilizcedeki karşılığı "goalkeeper" denmektedir. Şiirde dikkat edilmesi gereken bir ayrıntı da, "hop" sözcüğünde her biri futbol topuna benzeyen "o" harfinin çokluğudur. Sayarsak, şairin 22 tane "o" harfi kullandığını görürüz ki, bu da futbol sahasındaki oyuncu sayısıdır.
Nazım Hikmet "h" ve "p" harflerini kale direği olarak kullanmıştır!


ÇAVDAR TARLASINDA ÇOCUKLAR

J.D. Salinger, (The Catcher in the Rye 1951) YKY 2018

"Robert Burns'ün şiiri olduğunu ben de biliyorum."
Doğru söylüyordu. Doğrusu, "Rastlarsa birine biri, çavdarlar arasında," olacaktı. Demek ki, bilmiyormuşum.
"Ben, "Yakalarsa birini biri," sanıyordum, dedim. "Her neyse, hep, büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne. Binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta -yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim. Biliyorum, bu çılgın bir şey"


ANADOLU ANA TANRIÇASI

KİBELE

Batı Uygarlığına Yön Veren Etkileri

Dr. Mehmet Yaşar Ünal, AKY 2017


Anadolu'da ilk çağ insanları, kadının doğum yapabilme özelliğini kutsal saydılar. Ana Tanrıça inancı gelişti. Yaklaşık 25000 yıl etkinliğini sürdürdü. Son 6000 yılda erkek tanrıların da ortaya çıkmasına karşın, Ana Tanrıça Kibele kültürü Anadolu'da MS 5'inci yüzyıla kadar devam etti.
Son Kibele sayılan Efes Artemisi, Meryem Ana ile özdeşleştirildi. Böylelikle ana tanrıçalardan, Güneş Tanrıçası Arinna'nın başı ve omuzları gerisindeki güneş simgesi ile Efes Artemis'inin dolunay simgesi, Hristiyanlığa azizlerin başı çevresinde gösterilen kutsal hale olarak geçti.
Ana tanrıçanın Anadolu'daki Luvi dilinden aldığı adlar; bu inançla birlikte çok daha önceden, tüm Akdeniz havzasına, Avrupa'ya, kadın adları, kent, dağ ve ırmak adları olarak yayılmıştı.

Anadolu'da Hititler döneminde Telepinu Yasaları ile kadınların elde ettikleri haklara, Avrupalı kadınlar ancak son iki yüzyılda ulaşabildiler.


KANADI KIRIK MELEK'İN KANADINA TAKILANLAR

Rukiye Türeyen, Egemen Yayınları 2018


Okuma yazmayı kendi çabamla öğrendim. 2014 yılında yazarlık yapmaya başladım, bu konuda hiçbir eğitim almadan.
Ellerim kalem tutmasa da bilgisayarla rahat bir şekilde sol elimin işaret parmağı ile yazıyorum. Sağ tarafım hiç tutmuyor. Sol tarafım ise az oranda da olsa tutuyor ve sol elimi rahatlıkla kullanıyorum. Sol elimle kaşık çatal tutamıyorum fakat bisküvi, çikolata ve gofret tarzı yiyecekleri tutup yiyebiliyorum.
Her şeye şükür edenlerdenim. Benim inancım şu; engelliler de bir gün ölecek sağlıklı insanlar da.
Yeter ki bakan da sabırlı olsun, bakılan da.
Engeliniz ile barışık olun ki yaşadıklarınız size zor gelmesin.



ŞİMDİLİK
Muzaffer Tayyip Uslu, YKY 2013

Rüştü ölmüş... Demek ben artık, Rüştü gelirse; şöyle yaparız, böyle yaparız, diye hülyalara dalamayacağım. Demek artık, bir zamanlar baş başa tasarladığımız yarına ait o güzel projelerden hiçbiri tahakkuk etmeyecek. Demek artık, bu şehrin caddelerinde dolaştığımız ve yeni yazdığımız şiirleri birbirimize okumak için deliler gibi sokaklara düştüğümüz günler, bulutu bulut, ağacı ağaç, denizi deniz olarak seyrettiğimiz saatler, sırf şiirden bahsederek sabahladığımız geceler birer hatıra oldu.

Rüştü ölmüş. Ve ben daha şimdiden insanları yorulmadan sokakları yorulan bu küçük şehirde yalnızlığımı hissetmeye başladım. (Ocak gazetesi, 16.12.1942 ve 23.12.1942)




STEPHEN HAWKING HERKÜL'Ü DÖVER
Yalvaç Ural, YKY 2018


"Hocam, siz şimdi Stephen Hawking, Herkül'ü döver mi diyorsunuz?"
Evet anlamına başımı sallıyorum. Öyle bir alkış kopuyor ki salondan, inanamazsınız. Elleri patlayıncaya kadar alkışlıyorlar. İşte o anda o kadar mutlu oluyorum ki, anlatamam. Çünkü; Stephen Hawking karşısında Bruce Lee, Jan Claude Van Damme, Batman, Supermen ve yaşamını beden gücüne yaslamış daha binlerce şiddet kahramanı kim varsa çocukların kafasında küçülüyor. Ve anlıyorum ki, mantığın karşısında her şey eriyor ve Staphen Hawking, yaşam satrancında Herkül'ü dövüyor.



HOMO DEUS - Yarının Kısa Bir Tarihi

Yuval Noah Hariri, HOMO DEUS - A Brief History of Tomorrow 2016
Kolektif Kitap 2016, 13. baskı


Kurt ve Şempanze gibi hayvanlar ikili gerçeklikte yaşar, hem ağaç, taş ve nehir gibi harici nesnel varlıkların hem de korku, keyif ve arzu gibi öznel deneyimlerin farkındadırlar. Sapiens ise üç katmanlı bir gerçeklikte sürdürür varlığını. Ağaç, nehir, korku ve arzunun yanı sıra Sapiens dünyasında para, tanrı, ulus ve şirket gibi hikayelere de yer vardır. Tarihin sayfalarında ilerledikçe tanrılar, uluslar ve şirketler, nehirler, korkular ve arzular pahasına etkilerini genişlettiler. Dünyada hala pek çok nehir var ve insanlar da hala korku ve arzuları ile hareket etmeye devam ediyor; ancak Hz.İsa, Fransız Devrimi ve Apple barajlar kurup nehirlerden faydalandılar ve de en derin endişe ve özlemlerimize yön vermeyi öğrendiler.



AKLI BİR KARIŞ HAVADA

Susanna Tamaro, La testa fra le nuvole 1999
Can Yayınları 2002

Bir zamanlar, dingin ve aydınlık bir gecede, ilk sözcüğün bir talep olmaksızın yeryüzüne gönderildiği saniyede, bir an için durup gözlerini gökyüzüne diken herkes, bütün yolcular, bütün denizciler, akıllarını yitirebilirlerdi. Onlar ve onların yanı sıra çözülmüş her esrarın arkasında çözülecek başka bir esrar olduğunu anlayan herkes delirebilirdi. Hiçbir şeyin açıklamasının olmadığı düşüncesi gelişmeye başladığı anda, her şeyin bir duygudan ibaret olduğu düşüncesi oluşmasa, yumulu gözlerle, akrobatlara özgü hafiflikle ve dikkatle bunca kısa zamanda hareket etmeye izin verenin dünyanın dibinden gelen bu ses olduğunu insanlar bilmese, dünya büyük bir karmaşaya girerdi.



DELİDUMAN

Emrah Serbes, İletişim Yayınları 2014

Meti yelek cebinden sprey boya kutusunu çıkarıp salladı, "Dibinde biraz kaldı" dedi. "Al sen yaz?" Düşündüm, aklıma bir şey gelmedi. "Ne yazayım şimdi" dedim. "Bilemiyorum ben bu slogan dalgalarını." Sprey boya kutusunu uzattım, geri almadı. "Sözcük oyunları bakımından zengin olsun ama düşünce bakımından da zayıf kalmasın," dedi.

Biraz daha düşündüm, "Kırılan bütün kalplerin hesabını soracağız," yazdım asfalta. Yazının yanına oturdum sonra, Meti fotoğrafımı çekti. Twitter'a koydum 18 fav aldım. İlk barikata vardık tekrar, yasal kanattan çocuklar barikatın önüne kale direği çizmiş top oynuyordu. Barikatın solundaki Allah'ını Seven Defansa Gelsin Jamiryo merdiveninin döner basamak duvarlarından birine sırtımızı yaslayıp uzandık karşılıklı. Yarım saat yine gelen giden olmadı. TOMA'ların sesini duyduk sonra. Hemen kalktık. "TOMA'lar geldi TOMA'lar geldi" diye bağırdık yukarıdakilere. Beş-on kişi TOMA'ların önüne koşup ellerini iki yana açtı. Meti'yi kolundan tuttum, "Bırak" dedi, o da koştu. TOMA'nın önüne koşanlara baktım, kız kardeşini göremedim. TOMA'lar hızla yaklaşıyordu. Merdivenin tepesine çıktım. Öndeki TOMA barikatın üstündeki çinko levhaları paletleri ile ezmeye her şeyi dümdüz etmeye başladı. TOMA'nın paletleri büyük bir gacırtı gucurtu çıkarıyordu, boğuk bir çığlığı andırıyorlardı. Yeşil kırmızı farları yanıp sönüyordu. O ara uyanmışım. Toma paletleri zannettiğim şeyler, tepemizde dönüp duran martıların çığlıklarıymış. Toma'da palet olur mu zaten?


CESUR YENİ DÜNYA

Aldous Huxley, Brave New World 1932, 1946
İthaki 2015


"...Çelik olmadan araba yaratamazsınız; aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanları mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup özgürlük adına pencereden savurdunuz, Bay Vahşi. Özgürlük!" Güldü "Bir de Deltaların özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello'yu anlamalarını bekliyorsunuz! Vah güzel çocuğum vah!” Vahşi bir süre sustu. "Yine de," diye inatla ısrarını sürdürdü, "Othello güzel, o duyusal filmlerden daha güzel."

"Elbette güzel" dedi Denetçi. "Fakat istikrar karşılığında ödememiz gereken bedel işte bu. Mutluluk ile eskiden insanların güzel sanatlar dediği şey arasında seçim yapmak gerekiyor. Biz güzel sanatlardan fedakarlıkta bulunduk. Onun yerine duyusal filmlerimiz ve kokulu orgumuz var."


BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları 2004

Reşit Beye göre, insanlar birbirlerinden ve tarihten bir şey öğrenmiyor, basit güdülerle hareket ediyordu. Bu yüzden siyasetin yapacağı, başaracağı bir şey yoktu. Siyasetin temeli olduğu söylenen "toplumsal tecrübe" diye bir şey yoktu. Yalnızca insanoğlunun daha az çaba yani daha az enerji harcamak, tasarruf etmek yönünde değişmez bir eğilimi vardı. Nesilden nesile bir tek bu eğilim aktarılıyordu. Toplumlar için de böyleydi bu. Osmanlıdan başlayarak batıya öykünmemiz bile bu yüzdendi. Batıdaki imparatorlukların astarı yüzünden pahalıya gelmeyen düzenli ordularına öykünmüştü Osmanlı. Daha az bedel ödeyerek daha kalıcı, daha işe yarar bir orduyu nasıl kurabilirim sorusunun yanıtı batıda olduğu için oraya yönelmişti. Batılılaşma diye büyüttüğümüz, yücelttiğimiz şeyin kökeninde bu vardı. Oysa batı dünyası "tasarruf etmek" eğilimiyle birlikte "yaşamak" fikrinin de üzerine kurulmuştu. Yaşamamayı bir halt sanan biz mistik doğulular batının asıl bu özelliğine öykünsek daha manidar olurdu. Bizi biz yapan bu "yaşamamak" fikri nedeniyle hiçbir şeyin peşinden gitmiyorduk, kahır çekiyorduk, ekşiyorduk, Eşrefleşiyorduk.  Eşref bey aslında bütün hayatını yaşamamak üzerine kurmuş tipik bir doğuluydu. Reşit Bey bu tuhaf kahramanıyla bir doğulu karikatürü çizmek istemişti. Belki biraz fazla karikatürize etmişti, ama özünde meselesi doğu-batıydı. Eşref Bey kavramlarla düşünmek yerine, ayıp, suç, günah gibi dini-ahlaki bir terminolojinin esareti altında düşünüyordu. Oysa batının kavramları vardı, çünkü yaşayanların kavramları olurdu, yaşamayanların yasakları, suçları, günahları... Kavramlar bir bakıma özgürlüktü.

... Kavramlar hayatı en üst imkanlarına genişletmenin araçlarıdır.

GİZLİAJANS
Alper Canıgüz, İletişim Yayınları 2008

Patronunuz Şeytan Bey'dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim." Neydi bu şimdi? Şaka mı? "Öyle mi" dedim  bu manyakça oyuna bir tür ayak uydurmaya karar vererek. "Nereden biliyorsunuz?"
"Kendisi söyledi."
Elden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim. 
"Ben kaçırmışım o kısmını."
"Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini."
"Evet anlıyorum," diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. 
"Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin."
"Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz," dedi Tunçay bey bıyık altından gülerek. "Şeytan bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor." 
Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.


TATLI RÜYALAR
(Psiko-absürd romantik komedi)
Alper Canıgüz, İletişim Yayınları 2000

Şevket kalkıp Profesör'ün kitaplığına doğru yürüdü. Raftaki kitaplara şöyle bir göz gezdirdikten sonra Şato'nun eski püskü bir kopyasını bulup salladı. "Diyelim ki bu kitabın yazarı, yani Franz Kafka sizin hastanız. Ona öyle bir resim gösteriyorsunuz ve o da, diyelim ki, bu resme bakıp işte bu romanı yazıyor." Şevket tekrar yerine oturup Profesör'ün verdiği resme şöyle bir baktı. "Ve siz bu romanı okuyup Kafka'yı çözümlüyorsunuz."
     Profesör rahatsız bir şekilde oturduğu yerde kımıldandı. Artık klinik psikoloji ve psikiyatriyi sorgulamak entelektüel kabul edilmenin baş koşulu haline gelmişti. Son on yıldır bütün zevzek öğrencileri yepyeni bir şey keşfetmiş gibi heyecanla aynı sözleri tekrarlayıp duruyordu: "Bir insan kendini Napolyon sanıp bundan da mutluluk duyabiliyorsa, onu sözde tedavi edip mutsuz kılmak doğru mu?" "Sırf çoğunluğun normallik anlayışına ters düşüyor diye birine deli yaftası yapıştırıp onu bir tımarhaneye kilitlemek insanlık dışı değil mi?" "Neden insanları değiştirmektense, insanlara dünyayı değiştirecek gücü vermeyi denemiyorsunuz?" "Ya deliler haklıysa?" "delilere özgürlük!" Ve en sinir bozucusu da, "Bana normalin tanımını yapabilir misiniz?" sorusuydu elbette.


CAN PAZARINDA BİR İŞ GÜNÜ
Kerem Alp Usal, Truva Yayınları 2013

Terör örgütü dediğin, sömürecek bir açık bulup esas güçle pazarlığa oturur; şantaj yoluyla zengin olup alt tabakanın desteğini sürdürmek için de göstermelik taleplerde bulunur...
...Dünyadaki devrimlerin tarihini siz de benim kadar iyi bilirsiniz. Fransa ile savaşıp mağlup olmasaydı Kral John, hiç Magna Carta'yı imzalar mıydı? Yedi Yıl Savaşı ile ekonomi mahvolmasaydı Fransız ihtilali gerçekleşecek miydi? Birinci Dünya Savaşı olmasa 1917 devrimi yapılabilir miydi?
- Yani?
-Hakim gücü tek başına yenemiyorsanız, dış güçlerin onu tüketmesini bekleyip zayıf anında isetdiğinizi almanız gerekir. İşte size fırsat, zaten gergin olan uluslararası ortama bu füzelerin yapacağı katliamı da eklediniz mi savaş çıkması kaçınılmaz. O zaman pazarlık masasına güçlü oturan kişi siz olacaksınız. İsterseniz var olan devletle anlaşın, isteklerinizi kabul etmeleri için; isterseniz işgalci güçlere yardım edip taleplerinizi kabul ettirin, siz bilirsiniz"


MÜLKSÜZLER
Ursula Kroeber Le Guin, 1974 (Metis Yayıncılık 2017)


Odoculuk anarşizmdir. Sağı solu bombalamak anlamında değil: kendine hangi saygıdeğer adı verirse versin bunun adı tedhişçiliktir. Aşırı sağın sosyal-Darwinist ekonomik özgürlükçülüğü de değil; düpedüz anarşizm: eski Taocu düşüncede öngörülen, Shelley ve Kropotkin’in, Goldman ve Goodman’ın geliştirdiği biçimiyle, Anarşizmin baş hedefi, ister kapitalist  isterse sosyalist olsun, otoriter devlettir; önde gelen ahlaki ve ilkesel teması ise işbirliğidir (dayanışma, karşılıklı yardım). Tüm siyasal kurumlar içinde en idealist olanı anarşizmdir…
(Mülksüzler, Ursula K. Le Guin tarafından 1974'de yazılmış ütopik bir bilim-kurgu romanıdır. Konu 'Anarres' ve 'Urras' adlı bir ikili dünya sisteminde geçer. Anarres Odo'cu anarşistlerin, Urras ise kapitalist ve devletçilerin dünyasıdır. Hikâye Shevek adlı bir Anarresli'nin Urras'a gidişiyle başlar.)
Odo’cu Shevek: “Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun


GERÇEK MASALLAR
Yeni Dünya Düzeninde Bilinçaltı İşlemleri
Dr. Gökhan Sayram, Aşina Kitaplar 2012


Diana'nın ölümünün arkasındaki komplo teorilerini daha iyi anlamak için, önce İngiliz tahtında bulunan Windsor hanedanının geçmişine bakmak gerekir. Windsor Hanedanı aslında bir Alman hanedanıdır. Hanedanın gerçek adı "Sachsen-Coburg und Gotha" hanedanıdır. Birinci Dünya Savaşında Almanya İngiltere'nin düşmanı olduğu için, bir Alman kralının İngiltereyi yönetmesi, halk arasında manidar karşılanmaya başlamıştı. 1917 yılında Kral Beşinci George, bir fermanla hanedanın adını Windsor olarak değiştirdi. Windsorlardan önceki Hanover hanedanı İngiliz tahtını ele geçirmeden önce, taht Stuart hanedanının elindeydi. Gerek Stuart hanedanı, gerekse Windsorlar, soylarını efsanevi kral Artur'a dayandırıyor. Kral Artur'un soyu Merovenjlere, onların da soyu Davut peygambere dayandırılıyor.
      Prens Charles, Stuart kanı taşıyan Leydi Diana Spencer ile evlendiğinde, çocuklarının Davut'un soyundan gelmekle, "Filistin tahtına" hak iddia etmeleri mümkün oluyordu.


SEYREK YAĞMUR
Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları 2016

Ama insan bir hikayenin içinde olduğunu nasıl anlar? Anlayabilir mi? Anlamak için çabalarken olmayan bir sınır çizgisinin bir o tarafına bir bu tarafına geçmekten yorgun düşmez mi, çıldırmanın eşiğine gelmez mi? Yaşayıp gitmenin, avarelik etmenin merhametinden mahrum kalmaz mı? İnsanın bir hikayenin içinde olup olmadığını anlamaya çalışması mitolojik bir lanet gibi göründü Rıfat'a. Onu sarıp sarmalayan, günlere anlamını veren bir hikayenin işaretlerini bulmak umuduyla etrafına bakındı. Sisyphos'u Daidolos'u, Penelope'yi filan gördü, birkaç da nympha. Ortalıkta amaçsızca dolaşıyorlardı...



KORKU (Angst, 1910)
Stefan Zweig, Panama Yayıncılık 2017

"...Sanıklar en çok, sır saklamaktan ötürü, suçlarının açığa çıkacağı endişesiyle acı çekerler. Maruz kaldıkları binlerce küçük saldırının acımasız baskısına yalan söyleyerek karşı koyarlar. Akıbetleri hakimin vereceği karara bağlıdır. Hakim, sanığın suçu ve sunulan deliller karşısında belki de kararını çoktan vermiştir, sadece itiraf kalmıştır geriye, o da sanığın dilinde kilitlidir hala, fakat sanık bir türlü itiraf edemez, kıvranır durur. İşte ben bu kıvranışları izlemekten, sanığın ağzından, "Evet, ben yaptım" sözünün, etinden et koparırcasına çekilip alınmasını izlekten nefret ederim. Bazen bu itiraf, sanığın gırtlağına takılmıştır ve içten içe, karşı konuşmaz bir güç tarafından dışarı itilmektedir. Sözcükler dilinin ucuna kadar gelir, fakat tam dışarı çıkacağı sırada, sanık, şeytani bir gücün etkisiyle, inat ve korku karışımı bir his yaşayarak itirafını tekrar yutar..."
"Sence... Sence her zaman sadece korktukları... Korktukları için mi konuşmuyorlar? Bunun sebebi... Utanç olamaz mı? Pek çok insanın önünde işledikleri suçtan bahsetmek, kendilerini ifşa etmek onları utandırıyor olamaz mı?"



BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU
(Brief einer Unbekannten, 1922)
Stefan Zweig, Panama Yayıncılık 2017

      Sadece seninle konuşuyorum bunları; ilk kez sana her şeyi, hayatımın tüm hikayesini anlatacağım. Sen beni hiç tanımamış olsan da hep sana adanmış olan hayatımın tüm hikayesini anlatacağım. Fakat sırrımı ancak ben öldüğümde bileceksin; artık bana cevap vermek zorunda olmayacağın bir zamanda ve beni sıcak ve soğuk titreyişlere boğan her ne varsa bittiğinde...
       Yaşama tutunmak zorunda kalırsam, bu mektubu paramparça edeceğim ve her zaman yaptığım gibi sessizliğimi, bilinmezliğimi korumaya devam edeceğim. Ancak bu mektup şu an elindeyse, bil ki artık ölmüş olan bir kadının, hayatını en başından son anlarına kadar sana adamış olan bir kadının hayat hikâyesini dinliyorsun. 
       Sözlerim seni korkutmasın sakın. Bu ölü kadın artık hiçbir şey istemiyor; ne sevgi ne acınma ne de bir teselli... Sadece tek bir şey istiyorum senden; şu an sana sığınan acımın bana söylettiği her şeye inanmanı. Hepsine inan, senden tek isteğim bu. Hem hiç kimse biricik çocuğunu ölüme teslim etmişken yalan söylemez.


BİR KADININ YAŞAMINDAN YİRMİ DÖRT SAAT (Vierundzwanzig Stunden Aus Dem Leben Einer Frau, 1927)
Stefan Zweig, Panama Yayıncılık 2017

    "Eğer sizi doğru anladıysam, bir kadının, Madam Henriette'nin yaptığı gibi, kendisini aniden tehlikeli bir maceraya atabileceğini, bir saat öncesinde kendisine bile imkansız görünen bir şeyi kolayca yapabileceğini ve bu yaptığından sorumlu tutulamayacağını düşünüyorsunuz, öyle mi?
      "Kesinlikle böyle hissediyorum, hanımefendi."
      "Öyleyse tüm ahlaki yargılar anlamını yitirir ve her çeşit kirli girişim haklı bir sebebe dayandırılarak onaylanmış olur. Eğer siz gerçekten, Fransızların deyimiyle bir tutku suçunun, suç sayılamayacağı düşüncesindeyseniz, öyleyse devlet mahkemelerine ne gerek var? Bunu anlamak için, her suçta bir tutku arayan ve bu tutkuyu o suçun bahanesi olarak kullanan, sizdeki kadar yoğun bir iyi niyete pek de ihtiyaç yoktur" diye ekledi, hafif bir gülümsemeyle.
       "Sözlerinin şeffaflığı ve hafif esprili tınısı bana kendimi iyi hissettirdi ve içgüdüsel olarak onun bu tarafsız bakış açısını benimseyerek ben de yarı şaka yarı ciddi bir tavırla şöyle yanıt verdim: "Eminim ki, devlet mahkemeleri böyle şeyleri benimkinden daha katı bir bakış açısıyla ele alır; onların görevi ahlaki değerleri ve düzeni, acıma duygusuna yer vermeksizin korumaktır, zira ancak bu şekilde bahanelere dayanmayan tarafsız bir yargıya varabilirler. Fakat ben, sıradan birisi olarak, neden bir savcının rolünü üstlenmeye niyetleneyim ki? Böyle bir durumda savunma yapmayı ve başkalarını yargılamaktansa, onları anlamaya çalışmayı tercih ederim."



OLAĞANÜSTÜ BİR GECE (Phantastische Nacht, 1922)
Stefan Zweig, Panama Yayıncılık 2017

Burada mucizevi uyanışımı anlatıyorsam bunu sırf kendim için yapıyorum çünkü gerçek, hiçbir sözcüğün anlatamayacağı kadar daha derinlerde. Hiçbir dostuma bundan bahsetmedim; onlar benim ne kadar ölü bir yaşam sürdüğümü asla bilmediler ve şimdi de ne kadar hayat dolu olduğumu ve güzelleştiğimi bilmeyecekler. Bu hayatımın ortasında ölüm beni bulursa ve bu satırlar bir başkasının eline geçerse diye düşünmek beni alarma geçirmiyor, canımı da sıkmıyor. Çünkü o bir saatin sihrini hiç yaşamamış birisi bunu anlamayacaktır; tıpkı benim altı ay önce birbiriyle bağlantısı yokmuş gibi görünen birkaç geçici olayın, çoktan yitirilmiş bir hayatı tek gecede böylesine sihirli bir şekilde yeniden alevlendireceğini anlayamadığım gibi. Böyle bir insanın karşısında utanç duymam, çünkü beni anlamayacaktır. Fakat olayların birbiriyle bağlantısını bilen biri yargılamaz ve de bundan dolayı gurur duymaz. Ve böyle birinin karşısında da utanmam çünkü o beni anlayacaktır. Bir kez kendini bulmuş insanın bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Ve kendi içindeki insaniyeti bir kez anlamış olan, bütün insanları da anlar.


SATRANÇ (Schachnovelle, 1941)
Stefan Zweig, Panama Yayıncılık 2013 

Bu, dünyanın en kral oyunundaki entelektüel durum üzerine ne kadar düşündüğünüzü bilmiyorum. Ama en küçük bir fikir bile, satranç en küçük bir şans öğesi içermeksizin tamamıyla bir düşünce oyunu olduğu için, kendinize karşı oynamanın mantıksal bir saçmalık olduğu göstermeye yeter. Doğrusu, satrancın çekiciliği, tamamıyla iki farklı beyindeki stratejilerin gelişmesine, aslında, bu akılların savaşında Beyaz, Siyah'ın sırlarla kaplı niyetlerini tahmin edip ve onlara karşılık verirken, Siyah'ın, Beyaz'ın hangi manevraları yapacağını bilmemesine, onları tahmin etmeye ve engellemeye çalışmaya devam etmesine dayalıdır. Eğer Siyah ve Beyaz tek ve aynı kişiyse, aynı beyinin eş zamanlı olarak bir şeyi hem bilmesi hem de bilmemesi gibi gülünç bir durum ortaya çıkar ve Beyaz ile oynarken, bir dakika önce Siyahken ne istediğini ve neye niyet ettiğini tamamıyla unutabilir. Böyle bir ikili düşünme, sanki beyin mekanik bir cihazmış gibi fonksiyonunun bir düğmeyle tekrar tekrar gelişigüzel bir şekilde açılıp kapatılıyormuşçasına, bilincin tamamıyla ikiye bölünmesini gerektirir. Kendi kendinizle satranç oynamayı istemek, kendi gölgenizin üzerinden atlamayı istemek gibi bir çelişkidir. Neyse, kısa kesmek gerekirse, çaresizlik içinde, bu anlamsız imkansızlığı başarmak için aylarımı harcadım. Bununla birlikte, eğer aklımı kaçırmak ya da tamamıyla ziyan etmek istiyorsam, bunu denemekten başka seçeneğim yoktu. İçinde bulunduğum korkunç durum beni, etrafımdaki dehşetli boşluk tarafından öğütülmemek için, beynimi Siyah ve Beyaz olarak ikiye bölmeye zorladı.


TARİHİ YARGILIYORUM
Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları 2007 (7. baskı 2017

1930'lu yıllarda Türkiye'de her okul çocuğunun, vatandaşın ezberleyip benimsediği bu tarih safsatası arşivlerde merak nesnesi olarak toz topluyor. Günümüzde tek bilinen, MÖ 4000 yıllarında Amu Derya nehri havzasındaki kuraklık sonucu, Gonur Tepe diye bilinen bir yörenin terk edilmesi. Ama bu yutturmaca tarihi yazanlara hâlâ 2000'li yıllarda Türkiye'de çalışmalarından ötürü ödül veriliyordu. Uzun yıllardır anlatılan Anadolu insanının anti-emperyalist kurtuluş savaşı verdiği söylemi ise aslında ulusal bilinçleri olmamış, kendilerine atfedilen milli kimliklerinden bihaber Anadolu köy ve kasabalarındaki Türk ve Kürt Müslümanların, işgalci Hristiyan ordularıyla, işbirlikçi Rum ve Ermeni azınlıklarına karşı, dinleri adına seferber edilişleriyle uyuşmuyor.


YOL ARKADAŞIM

Gündüz Vassaf, Karakarga Yayınları 2016

Her ülke ulus devlet kurucusunu kahramanlaştırmış. 
Pulları, heykelleri, adlarına havaalanları var. 
İleride barbarlığımızın dehşeti diye bakılacak.
Çok kültürlü topluluklarımızı dağıtıp yeryüzünü milli sınırlarla parselledik.
Aydın'da doğup büyüdüğü mahallede komşularıyla Türkçe, Rumca, Arnavutça konuşan, Ermenice anlayan babam katılacağı savaşın sonucunda oğlunun Türkiye'nin tek kanallı ulus kimliğine hapsolacağını nereden bilebilirdi ki?




KAN KONUŞMAZ
Nazım Hikmet, Ararat Yayınevi 1976

   Nuri Usta ailesi harp senelerinde açtılar. Daha doğrusu aç olduklarını sanıyorlardı. Nuri Usta zaman zaman kafasında açlığın tarifini yapıyor. Ve Gülizar'a, üzüntülü sesle açlıktan bahsediyordu.
Nuri Usta ailesi, mütarekenin ilk üç ayında sahiden aç kaldılar. Ve evde kimse açlıktan söz açmadı.
...  
     Gavur Cemal, eski yıllarda bir gün Nuri Ustaya, demişti ki:
   - Bir Amerikalı yazıcının romanını okudum. Herif güzel bir söz etmiş diyor ki: "İki tür hapislik vardır. Birincisinde insan içeride, hapishanede olur, fakat dünyanın nimetleri dışarda, hür ve serbest... İkincisinde, insan dışarda, hür ve serbesttir, fakat dünyanın nimetleri içerdedir, hapistedir... Ve bu iki hapislikten ikincisi birincisinden kötüdür".


KAYIP KİTAPLAR KÜTÜPHANESİ
(Die Bibliothek der verlorenen Büher, 2007)
Alexander Pechmann, Can Yayınları 2015 

   Külliyatını imha eden bir sanatçı, elyazmalarını alevlere fırlatan bir yazar -yazarları akıllarından zoru olan, kendilerini yok etme eğilimi taşıyan başarısız varlıklar olarak algılamayı pek severiz. Kimi vakalarda bu elbette doğrudur, gelgelelim insanın elyazmalarını ortadan kaldırmasının çok mantıklı gerekçeleri de olabilir.
   Thomas Mann, günlüklerini bir zihin bulanıklığı sırasında değil, yaşamsal sırlarının açığa çıkmasından kaygılandığı için yaktı. Kafka, eserlerinin kamuoyuna ifşa edilemeyecek kadar kişisel olduğunu düşünmüştü. Ama bu eylemlerde elbette yeterince takdir görememe, kendi işini beğenmeme, yaşama baştan başlama özlemi, yeterli avans ödemeyi reddeden ve edebiyatla uğraşmayı yoksulluğa giden yol olarak gösteren pinti yayıncılar gibi başka gerekçeler de rol oynar.


ARTRİT VE SANAT
Editör: Cem Mumcu, Okuyanus yayın 2001

   Çocukken Killing vardı. Tamamı iskeletti. Korkardım. Hem ondan, hem içimde aynısının olmasından. Bilirdim, ben de iskelettim: Etli iskelet...
... Merak ettiğim bir şey daha var: Killing de artrit olmuş mudur? Epeydir rastlaşmadık. O benden o zamanlar yaşça epey büyüktü, şimdi yaşlı bir iskelet olduğuna eminim. Artık korkutucu bir tarafı da kalmamıştır. Belki de sedirde kıpırdamadan oturup pencereden geleni geçeni izliyor, eski günleri yâd ediyordur...
   Zavallı Killing...



ARAMIZDAKİ EN KISA MESAFE
Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları, 2003 (9. Baskı 2015)

     Babam bir felsefe profesörüydü ve şubat ayının fırtınalı, yağmurlu bir öğle saatinde üniversitedeki odasında ölü bulundu.
     Bir felsefeci ölü bulunduğunda akla gelecek ilk şüpheli elbette kafasındaki fikirlerdi. Öğle yemeğinde sosyal tesislerde görünmeyince odasına giren ve onu masasına yığılmış olarak bulan çalışma arkadaşlarına da emniyet yetkilileri aynı şeyi sordu: Acaba (yetkililer bunu gerçekten çok merak ediyordu) acaba profesörün kafasında ne tür ölümcül fikirler vardı?
Acı çekiyordu babam. Zihinsel bir acı. Öte yandan ona göre zihinsel dünyasında ve günlük hayatında acı veren kopuşlar yaşamayanlar, buna cesaret edemeyenler, insanı aptallaştıran bir sürekliliğin esiri oluyor, bunun sonucunda da zamanın geçişine, yaşlanmaya ve ölmeye akıl erdiremiyorlardı.
     Oysa babam her şeye akıl erdirmek istiyordu.


TEVRAT VE İNCİL'İN ELEŞTİRİSİ

İlhan Arsel, Kaynak Yayınları, 4. Baskı 2012


Akılcılığı tek rehber bilen batılı çevrelere göre, İncil, tıpkı Tevrat gibi, Tanrı sözü filan değil, birçok kişinin eski çağlardan kalma dinsel masal ve hikayelerden yararlanarak ortaya koydukları bir kitaptır. İncil'i oluşturan dört kitap (yani Matta'ya, Markos'a, Luka'ya ve Yuhanna'ya göre İnciller) çeşitli dönemlerde yazılmışlardır. Örneğin Luka'ya göre İncil, milattan iki yüz yıl sonra hazırlanmıştır.
...
Tevrat'ta olduğu gibi İncil'de de Tanrı fikrinin olumsuz nitelikler içerisinde yer aldığını, çünkü bu kitapları yazanların tanımladıkları Tanrı'nın hem bir takım gaddarlıklara başvurduğunu ve hem de yeryüzü mutsuzluklarına çözüm bulamadığını söylerler ve Buddha'nın şu sözlerini tekrar ederler:
"Eğer tanrı, yeryüzü sefaletlerinin (ıstıraplarının) sürüp gitmesine izin veriyorsa, bu takdirde iyilik kaynağı olmuş olamaz; eğer bunları giderebilecek güçten yoksun ise, bu takdirde Tanrı sıfatına layık olamaz (Tanrı sayılmaz)"


HAYAL

Nevzat Gürmen, Kafekültür Yayıncılık, Eylül 2016



“Pagan dönemin devletsiz, ilkel toplumu aslında bölünmemiş bir insan topluluğu. Devlet yok ortada ve aslında iktidarı olmayan şefleri var. Diğer kabilelerse ya onlara dostlar ya da düşmanlar. Doğayla bütünleşmiş bir uyumla yaşanmakta o toplumlarda. Zaman ilerledikçe toplumda bölünmeler başlıyor ve sınıflar oluşuyor. Yöneten ile yönetilen farklılaşırken, iktidar kavramıyla birlikte devlet ortaya çıkıyor. Sonra da tek tanrılı dinler. İnsan doğayla uyumunu giderek kaybediyor ve onun dışında kalmaya başlıyor. Toplumların birbirlerine ve doğaya karşı egemenlik savaşı da böylece başlamış oluyor. İşte bu gelişim de bir tez-antitez ve sentez değil mi sonunda? Ama ortaya çıkan sentez hangi yönde? İyiye doğru mu gitmekte sonuçta yoksa kötüye doğru mu?
“Sorumsuzca atılan bombaların sonuçları çok düşündürücü olsa da savaşlar ve ölüm ne yazık ki insanlık tarihinde yüzyıllardır devam etmekte olan korkunç gerçekler. Ama ben yine de bu gerçeğe alışmak istemiyorum Hayal”

“İstenirse savaşlar için sayısız neden bulunabilir, oysa barışın tek bir nedeni vardır: O da BARIŞ’ın kendisi!” İşte hepsi bu sevgilim…”


TUTUNAMAYANLAR

Oğuz Atay, İletişim Yayınları 1972 (49. Baskı 2011)



Mısra 11: Kelime ve yalnızlık…

“Önce kelime vardı,” diye başlıyor Yohanna’ya göre İncil. Kelimeden önce de yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti yalnızlık… Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

Selim Işık yalnızlığını kelimelerle besledi. Kelimelerin anlamını bilmeden önce tanıdığı yalnızlığı Kelimelerin içinde yetiştirdi. Eski yaşantılarının hastalığından yeni kalktığı sırada, aldırışsız Kelimeler konuşurken, eski yaraların eski Kelimelerinin göğsüne saplandığını duydu birden; sustu kaldı.




SPUTNİK SEVGİLİM (Supütoniku no Koibito 1999)

Haruki Murakami, Doğan Kitap 2016


Myu, Jack Kerouac adını daha önce duymuştu, bir yazar olduğunu da iyi kötü biliyordu. Ancak ne tür bir ayzar olduğunu hatırlamıyordu. “Kerouac, Kerouac… Bu adam Sputnik denilenlerden değil miydi?” Sumire, söyleneni anlamadı. Elindeki bıçak ile çatalı bir süre havada tutarak düşündü. “Sputnik? Sputnik dediğin, 1950’li yıllarda uzaya ilk gönderilen Sovyetler Birliği uydusu değil miydi? Jack Kerouac ise ABD’li yazar. Kesinlikle aynı yıllar ama…”
“İşte bu yüzden o zamanlar onun romanları da bu adla anılmıyor muydu?” dedi Myu. Sonra özel bir hatıralar kavanozunun dibini araştırır gibi, parmak ucuyla masanın üzerine usulca bir daire çizdi. “Sputnik?...”
“Sputnik adıyla anılıyor, bir edebiyat akımı. Hani şu akımdı, bu akımdı diye ayrılıyor ya. Söz gelimi ‘Beyaz Huş Ağacı Akımı’ gibi.” Sumire o zaman nihayet anladı. “Beatnik!”
Sumire o günden sonra Myu’yu “Sputnik Sevgilim” olarak anmaya başladı. Bu sözün tınısını sevmişti. Ona köpek Laika’yı çağrıştırıyordu. Uzayın karanlığında sessizce dönen yapay bir uydu. Küçük penceresinden bakan köpeğin parlak, kara gözbebekleri. Uzayın sonsuz ıssızlığında acaba neye bakıyordu o köpek?




İÇİME SOYUNAN RÜZGÂR

Nevzat Gürmen, Eti Yayıncılık Şubat 2004


Sen bir element olsaydın
“nadir toprak elementi” olurdun
Kimyasal tepkimede ise
“inert” madde
Ve eğer gaz olsaydın
Mutlaka “asal gaz” olurdun
Atomlarına ayrışsan sen “çekirdek”
Bense “orbitallerinde dönen elektron” olurdum
“isomerin” olsa
Yine seni seçerdim
“yarılanma süresi” sonsuz olan bir aşkla





NEANDRİA (GENÇ ADAMIN YURDU) 

Aykut Karlı, İkinci Adam Yayınları, Ekim 2016


Kimse aç değildi, açıkta değildi. En fakir olarak görülen ailelerin bile ektiği bir toprak parçası, etinden sütünden faydalandığı iki ineği veya beş altı koyunu vardı. Buna rağmen ana şehir üçbin ikiyüz metre uzunluk ve üç metre yüksekliğinde surlarla çevriliydi. On bir burç vardı ve şehir genelde etrafta hiç düşman olmamasına rağmen iyi korunuyordu.
Fakat bu arada son yıllarda Alexandria Troas’ın yıldızı parlamaya başlamıştı. Troas kıyılarında önemli bir şehir haline gelmişti. İşlek bir limanı, görkemli binalar ve caddelere sahipti. Şehrin nüfusu gün geçtikçe artıyordu. Yakında pek çok yerin önemini kaybederek bütün şehirlerin zamanla boşalacağı sözleri ortalıkta dolanır olmuştu.



YENİ HAYAT 

Aykut Karlıİkinci Adam Yayınları, Ocak 2015


Bir anda Özgür’ün önündeki sinema perdesi kayboldu. Tazelenen çaydan daha bir yudum bile almamıştı. Dahası Aylin bardağa çayı doldurup yan tarafa Bülent’e yeni yönelmişti. Çok kısa süren çay servisinde Özgür savaş filminin ilk yarısını seyretmişti bile. Yüzlerce yıl öncesine hiçbir çaba sarf etmeden gitmiş ve o zamanı olayın kahramanlarının yanında izlemişti. Bir an kalp atışlarını hissetti. Kulaklarında “Danişmend Gazi” adı uğuldadı…
Ağabey ve Sırdaş’ın dediği olmuştu. Kendi zaman diliminde bir iki saniye geçmişti ama o en az yarım saat savaş izlemiş, konuşulanlara tanık olmuş olayı, o anı ile yaşamıştı. Ne müthiş bir şeydi. Şayet bu mümkün olabiliyorsa istediği zaman dilimine gidebilirdi.




EFSANE KAPTAN ŞEFİK GOGEN

Osman Öndeş, İş Bankası Kültür Yayınları 2010


“Garip değil mi, Mardin’de doğmuşum. Yani en yakın denize yüzlerce kilometre uzaktaki bir şehirde. Babam asker olduğundan çocukluğum Anadolu’nun şurasında burasında dolaşmakla geçti. Erzincan’da kaldığımız evin yakınında gemili bir bahçe vardı. Sahibi denize, denizciliğe meraklı biri olmalı ki, Erzincan gibi bir yerde gemi hasretini biraz olsun giderebilmek için bahçesine taştan mı, tuğladan mı, tam olarak hatırlamıyorum, bir gemi modeli yaptırmış. Hem de boyu hayli büyük olan bir gemi. Sizin anlayacağınız gemi biçiminde bir duvar çevirtmiş bahçesine. Biz çocuklar da bu gemide oynar, uskur deliklerinden girip çıkarak birbirimizi kovalardık.

Bir gün babamın tayini çıktı, İstanbul’a. Vapura binmek için Trabzon’a doğru yola çıktık. Tam Değirmendere denilen yere geldiğimiz zaman bir de ne göreyim? Karşımda uçsuz bucaksız, masmavi bir su uzanmıyor mu! Hem de ta gökyüzüyle birleşinceye kadar ilk defa denizle karşılaşıyordum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder