15 Nisan 2010 Perşembe

PRAG (Praha), Eylül 2006



Altın şehir, doksanların sol bankası, şehirlerin anası, aşıklar şehri, sisler kenti, Avrupa'nın kalbi…



2010. Aradan 4 yıl geçtikten sonra böyle bir şehiri yazmaya kalkmak biraz kötü bir deneme olacak. Gezerken tuttuğum notlara bakınca, o zaman dişe dokunur bir şey yazmadığımı anladım. Herhalde şehrin güzelliğine kapılıp aylak aylak gezmişim. İleride böyle bir seyahatname yazacağımı nereden bileyim? Onun için, tekrar görmeye değecek yerleri alt alta sıralayıp aralarına notlarımı serpiştirdim.

Prag

Slavcadaki kökü "yürüyerek geçilebilen sığ yer" anlamına geliyormuş. Çek dilindeki kökeni ise "eşik"...

Prag kalesi
St Vitus katedrali
Arşibişop’un Sarayı
St George Basilica’sı
Golden Lane ve Franz Kafka’nın evi
Kalenin etrafındaki bahçeler
…27 Eylül 2006 sabahı Prag havalimanına indik. Şöförümüz kale civarında bir yerde bizi indirip, bavulları otele götürmek üzere yanımızdan ayrıldı. Prag 1,5 – 2 milyonluk bir şehir. Fakat ortada dolaşan Çek vatandaşına rastlamak çok zor. Her yerde olduğu gibi, Japonlar burayı da işgal etmişler. Rehberimiz kaleyi es geçip daha çok kendinden bahsederek bizi kalenin ceviz altı (!) mahallinde, avlu içinde bir kafeye götürdü. Sonra Kafka’nın evini de pas geçerek (zaten evde yokmuş!) kaleyi şehre bağlayan merdivenlere yöneldik. Uzaktan göz ucuyla gördüğümüz sokak çok güzeldi. Kafka’nın bu kadar renkli bir sokakta oturup, o karanlık öyküleri yazması da ilgi çekici! Kafka’yı adam yerine koymayan rehberimiz “bu da bir milletvekilidir şahsen…” filan diye ortalıkta dolaşan tek tük Çek vatandaşını bize tanıtmaya çalışıyordu.


Eski şehir meydanı

Futbol şampiyonası dolayısıyla meydanda büyük bir ekran kurulmuş. İnsanlar orada coşkuyla maç seyredip dansediyor, kenardaki seyyar bir arabadan gayet ucuza aldıkları trdelnik denen bir tatlıyı yiyerek karın doyuruyorlar. Fotoğraflar arasındaki resimlerden (aslında birer video kaydı olan) bazılarına tıklarsanız, gezimize siz de katılacaksınız. O gün ayrıca Çeklerin “silahlı kuvvetler” günüymüş! Bir grup askeri, meydanda bando ile gösteri yaparken seyrettik. Biraz yumuşakçaydı ama olsun! Savaşma seviş durumları...

Astronomik Saat ve takvim
Meydandaki eski saat en çok turist toplayan yerlerden birisi. Her saat başında önce en üstteki kapaklar açılıyor. Pencerelerin içinden 12 havari sırayla geçiyor. Bu sırada aşağıdaki iskelet elindeki çanı çalıyor. Seyirciler her seferinde aynı heyecan ve merakla gözlerini dikip saati seyrediyor ve fotoğraf çekiyorlar. Bunlar olup biterken yan tarafta da Osmanlı kılıklı bir heykelcik dikkati çekiyor. Bunu da vurdumduymazlığı, zevk ve sefayı anlatmak için oraya sıkıştırmışlar (!). Çünkü Osmanlı bunları temsil ediyormuş! Osmanlılarla ilgili bir de Charles köprüsü üstünde bir heykel var. Köprüye 18. yüzyılda eklenmiş. O heykel grubunda da Osmanlı'nın mezalimi anlatılıyormuş! Vuracaksın boyunlarını küffarın, cefayı da mezalimi de görecekler…



Barut kapısı (Powder Gate)

…3 gün boyunca aynı yollarda yürüdük durduk. İnatla şemsiye satın almadık. Aralarda bol bol kahve içtik. Bu kule otelimizin yolunda, her gün önünden arkasından en az 2 kere geçtiğimiz bir kule. 1475’te yapılmış, Prag’ın 13 kapısından birisiymiş. İlk yapıldığında kraliyet sarayına bir köprü ile bağlantısı varmış. Sonra kral sarayını kaleye taşımış. 17nci yüzyılda da bir süre barut depolamak için kullanılmış.



Charles köprüsü

…Charles köprüsünün gecesi çok sakindi. İnler ve cinler top oynuyor, köprüden geçenler de iddaa oynuyordu. Gündüzleri ise tam bir eğlencelik. Nehrin üzerinde 7 tane köprü saydım ama en şenliklisi bu. Müzik yapanlar, rozet, hediyelik eşya filan satanlar, dilenciler, ayrıca tam 75 heykel, hepsi burada. Gecelerin en önemli farkı, satıcıların azalıp, dilencilerin artması...
516 m uzunluğundaki köprünün yapılmasına 1357’de başlanmış (tabii ki Charles isimli bir kral zamanında - Charles IV). İnşaat 15inci yüzyılın başında bitmiş.




Vltava (Moldau) nehir turu ve kıyısındaki derme çatma kafeler


Prag’ın Venediği Certovka (The Lesser Side)


Narodni Ulusal müzesi
Müzeye yürüyerek gitmek çok güzel...



Dans eden binalar

… Tekrar gündüze dönelim. Gündüz ve biraz da akşamüstü… Çünkü sabah 10’a kadar kahvaltı edip yollarda atıştıracağımız sandviçleri hazırlıyoruz. Yol dediğim yol değil tabii. Kuytu köşelerde daha çok aşıkların tercih ettiği nehir kenarı parklarında…
Böyle bir parkın hemen yakınında dans eden binaları görmüştük o gün. Öbürleri yüzyıllardır kalıp gibi durunca yerli yerinde, bunlar dans eder gibi gözükmüş adamlara. Bence mimar gece tozutup sabaha karşı çizmiş. Daha çok rüzgarda eteği uçuşan kadınlara benziyor.

"Image Black" Işık Tiyatrosu, Pandomim ve dans
Biraz da sanat dedik, ama opera olmasın tabii ki! Bu küçük tiyatrolar tam bana göre. Müthiş ışık oyunları var. Hele ilk defa gören bizim gibi cühela için tam biçilmiş kaftan bir seyirlik.
Kukla tiyatrosu da (Marionette Theatre) iyi bir alternatif olabilir.

Letna tepesi
Burası şehrin merkezinden uzak, tüm Prag şehrini panoramik olarak gören, yemyeşil bir tepe. Küçük kafeler, müzik köşeleri ile tam bir kafa dinleme yeri… Sakin birkaç saat geçirmek, arada bir şehrin muhteşem silüetine bakarak yürüyüş yapmak isteyenler için ideal bir yer. İsteyenler el ele de tutuşabilir!



P.S. Aradan yıllar geçtikten sonra 2011 aralık ayında bir kitap okudum (Hayatım değişmedi). Münir Göle'den "Yol Durumu". Bu kitap içindeki bölümlerden "Turek Na Moste" olanı Prag'ı konu etmiş.


... Kafası sarıklı, bıyıkları neredeyse göğsüne kadar inen, koca göbeği yatağanının kayışını örten, kaftanlı bir yeniçeridir o. Bir eliyle sırtında gizlediği kamçıyı tutar, çenesini öteki eline dayamıştır. Ürkütücü bakışını uzakta bir noktaya dikmiştir. Yanı başındaki demir parmaklıkların ardına çürümekte olan Hristiyanlar kapatılmıştır. Heykel grubu, dindaşlarını fidye karşılığı imansızların boyunduruğundan kurtarmayı görev belleyen Trinite tarikatı kurucularını temsil etmektedir...

... Egon Kisch bir öyküsünde, Prag'a yerleşen, yaşını başını almış zengin bir halı tüccarını anlatır. yaşlı tüccar, yoksul bir saracın kızı olan Miluska'ya abayı yakar. Kızın babasını kandırır ve Miluska'yla zorla evlenir. Halı tüccarı, yatağanını yanından hiç ayırmaz. Fısıltının anlattığına bakılırsa, onunla Erzurum'da ilk karısının kellesini uçurmuştur. Korku içinde bir yaşam sürmeye başlayan genç kız, çok geçmeden kocasını köprüdeki Türk'le özdeşleştirir. Ama Miluska'nın korkusu bile yaşıtı Tonik'le fingirdemesine engel değildir. Miluska, bir gece geç vakit, ateşli bir buluşmadan sonra eve dönerken, yazgısına lanet yağdırarak, yerden kaptığı koca bir taşı köprüdeki heykele fırlatıverir. Taş yeniçerinin yatağanına isabet eder ve yatağanın ağzını parçalar...

Hikayenin devamı ve ardından bir hikaye daha var. Meraklısı bulsun, okusun. Ben tekrar gidecek olursam yatağanın kırık olup olmadığına bakacağım.