24 Ocak 2014 Cuma

THEMIS'İN GÖZ YAŞLARI


Anayasa değişikliklerinin tartışıldığı 2010 yılında, ben de oturmuş taslağa neden "HAYIR" denmesine dair bir yazı yazmıştım. Demokrasi etiketi ile işaretlediğim yazılarım arasında görülebilir. Üşenmeyip tüm değişiklik yapılacak maddeleri tek tek incelemiş, görüşlerimi yazmıştım. Maddelerden birisi de HSYK, yani Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumu hakkındaydı;

"... Bu maddedeki tuzak bence bakan ve adalet müsteşarının yetki sınırları. HSYK'nın adalet bakanının istemediği bir kararı alabilmesi mümkün olacak mı? Bence olmayacak. Adalet bakanı ve müsteşarı istedikleri savcı hakkında soruşturma açtırabilecekler. Tamamen siyasallaşmaya yatkın bir kadrolaşma! Ayrıca "erklerin ayrılığı" prensibiyle de çelişiyor... "

Falan filan. HSYK'nın aldığı yeni şekil açıkça bir sürü soruna gebeydi. Doğum fazla gecikmedi. 2013 yılında nur topu gibi bir sorunumuz oldu. Planlı bir gebelik değildi. Kürtaj da yasaktı. Çocuk mecburen doğmak zorunda kaldı. Önce kimse adını koymak istemedi. Rüşvet mi ve yolsuzluk mu, yoksa ikisi birden mi, göbek adı mı derken, anası çocuğu terk etti, sardı sarmaladı, emniyetin önüne bıraktı, kaçtı...


Çocuğun akıbeti meçhul. Biyolojik anası babası yavruyu reddediyor. Ortalık toz duman. Malum terziler devrede. Oturmuşlar minarelere kılıflar dikiyorlar. Kutulara sığmayanlar kılıflara saklanıyor. Themis'in gözündeki bağ gevşemiş, umutsuz ve çaresiz etrafa bakıyor. Gördüğü hiç bir şeyi tanımıyor. İlk defa güneşe çıkan gözleri neredeyim? nasıl bir yere düştüm? diye soruyor.

Gazetelerde Themis'i rahatlatacak bir şeyler arıyorum. "Burada işim kalmadı, beni Olympos'a götürün" diye yalvarıyor. Güzel kadın. Burada kalsa iyi olur. Ona ihtiyacım var. Başkalarının da olabilir. Bir şeyler bulup ikna etmek istiyorum. Gazetede bir haber var, bir anket sonucu; "Etik Değerler Merkezi Derneği'nin "Gençlerin Gözüyle Etik" başlığıyla yaptığı araştırmaların sonucuna göre 18-24 yaş arası gençlerin üçte birinin etik kavramı konusunda hiçbir fikri olmadığı ortaya çıktı..." Haberi kesip saklıyorum. Themis'in bunu görmemesi lazım. Yoksa gider ve bir daha hiç dönmez... 




17 Ocak 2014 Cuma

BERLİN'E ÜÇ CEVELAN


1889

Otelcilik hususunda Avrupa'da hiçbir şehir Paris'le mukayese edilmeyip, Paris'ten sonra da ikincilik hakkına Berlin şehri layıktır. Burası yalnız Almanya devletinin askeri merkezi olmak sebebiyle binlerce zabıtanın içtima merkezi olduğundan ve cihanın her tarafından Avrupa'ya gelen yolcuların Paris'i görmelerini müteakip Berlin'i ziyaretleri dahi on sekiz, yirmi seneden, yani Hükümat-ı Cermaniyenin bir Almanya İmparatorluğu suretinde teşekkülünden beri adet-i umumiye hükmünü aldığından, Berlin'in otelleri hem çok geniş, hem de pek muazzamdır.


1989

Berlin'e ilk olarak 1989 yılında, bir sempozyuma katılmak için gittim. Hangi otelde kaldığımızı, şehrin neresinde olduğumuzu hiç hatırlamıyorum. Sempozyum organizasyonuna ait araçlar bizi sabah getirip, akşam geri bırakıyordu. Günler kısa olduğu için Berlin'in ancak alaca karanlığını ve gecesini gördüm. O da kesinlikle gecelerine akmak şeklinde olmadı. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Batı Berlin'de olduğumuz kesindi. Henüz duvar yıkılmamıştı. Herkesin Ku'damm dediği Kurfürstendamm yakındı. O da tamam. Brandenburg kapısı uzaktı. Gerisi yok. Bizi bir gün topluca Berlin Kalp Hastanesine götürmüşlerdi. Kutsal bir ibadethane gibi huşu içinde gezip döndük. Hangi mahallede deseniz, bilemem. Haritada toplantı salonunun yerine bakmak aklıma gelmemişti. Ne bende ne de kimsede (!) GPS vardı. Ne internet, ne de Google! Cep telefonu bile yoktu...


Bütün bu tarz yolculuklarımda olduğu gibi toplantıyla otel arasında sıkışıp, doyasıya gezemedim. Gündüzlerim genellikle "Convention Hall"da geçti. Sonradan adının "ICC Berlin" olduğunu duydum. O zamanki haliyle, hele bizdekilerin o zamanki haliyle karşılaşınca tek kelimeyle "muazzam" bir binada, "muhteşem" bir ortamdaydık. 80 salonlu, 15 bin küsur kişilik bir yapı! Bizim oturduğumuz salonun büyüklüğü bir yana, her dinleyicinin önünde okuma lambası ve mikrofon bulunması o zamana kadar görmediğim şeylerdi. Lamba not tutmaya, mikrofon ise soru sormaya teşvik ediyordu. Sanki Birleşmiş Milletler genel kurulunda gibiydik. Salona hayranlığım, ayrılırsam ona ihanet edeceğim duygusuyla karışınca toplantılardan çıkamaz oldum. Daha doğrusu olmuştum.

2013

Jale yılbaşını yurt dışında geçirelim deyince ilk aklıma gelen yer Berlin oldu. Bu teklifi ilk olarak iki sene önce yapmıştı. O zaman düşünüp taşınıp (!) yıl dönümünü Marakeş'te yaşamaya karar vermiştim. İçinde ufak çapta bir aldatmaca olan bu kararla (güya) hem yılbaşını yurt dışında geçirmiş olacaktık, hem de yeni bir ülke görmüş olacaktık. Sonunda ikisi de gerçekleşti. Ailece güzel bir yılbaşı geçirdik. Fakat Jale'nin istediği gibi olmadı. Onun istediği, Noel kutlaması yapan coşkulu bir kalabalığın arasına dalmaktı. Uzun lafın kısası, Berlin yılbaşı için en uygun yerlerden biriydi. Benim için de ikinci kere gitmenin sakıncası yoktu. Bir de duvarsız halini görürüm dedim, yola çıktım. Malum, benim için yola çıkmak, çalışma odamda başlayan bir süreçtir.

Dört gün vaktimiz olacak. Planım birbirini tamamlayacak iki tura angaje olup şehri rehberle gezmek. Tavsiye Zeynep'ten geldi. Karar vermem on saniye sürdü. Birinci gün 2,5 saatlik "Free" tur, üçüncü gün 4,5 saatlik "Alternatif Berlin Turu" için kaydoldum. Beleş olan turun masrafı rehbere verilecek bahşişten ibaret. Alternatif tur adam başı 12 Avro. İki turda da tabanvayla geziliyor. İkincisinde mesafeler biraz aralıklı olduğundan tramvay veya metro binişleri var. Bunlar için AB bölgesi üç günlük bilet alsam yeter. Üç gün iner biner gezeriz. Aradaki güne bir müze programı koydum. Pergamon uygun. Berlin'e gidip de görmemek olmaz. Biletleri internetten alır, kuyrukta bekleyenlerin önünden fiyakayla geçeriz. İnsan yaşlandıkça akıllanıyor mudur, nedir?

Oteli Alexanderplatz'da ayarladım. "Motel One". Küçük, temiz bir otel. Fiyatları uygun. Yatağı rahat. Kahvaltısı açık büfe ve yeterince zengin. Orta karar bir yaz bahçesi var. Tek eksiği veya alıştıklarımızdan farkı, odada terlik ve sabun, şampuan gibi sarf malzemesi olmaması. Yeri güzel. Tren ve tramvaya yakın olmasına rağmen sessiz. Tam ulaşım yollarının merkezinde, şehrin orta yerinde. Hava limanından gelen otobüs (TXL) otelin 100 metre ilerisinde duruyor. Müzelere 700 metre, Brandenburg kapısına 2300 metre. Tek otobüsle (100) Ku'damm'a kadar şehrin tüm popüler yerlerinden geçmeniz mümkün. Diğer bir popüler yer, Prenzlauerberg deseniz öbür yönde, bir fersah mesafede...

1889

Gariptir ki bundan elli sene evvel mevcut olan Berlin'in sokakları altında lağım bile bulunmadığından pisliklerin sokaklara yığılıp arabalarla temizlenmesi lazım geliyor idi. Bu cihetle havası gayet fena yerlerden addolunur iken yeni inşaat esnasında gayet muntazam lağımlar yapılıp sokakları sulamak, süpürmek ameliyesine de ehemmiyet verildiğinden, şimdiki halde bu şehir havaca en güzel yerlerden sayılır.

... İşte gittikçe vüsat, mamuriyet ve ehemmiyeti artmakta bulunan bu büyük payitaht evvelce dahi dendiği vechile kumsal ve geniş bir ova içinde bulunarak etrafı doğanın hazır ve nazırlığından adeta mahrum görülür ise de, suni olarak vücuda getirilen ormanlar ve bahçeler tabiatın esirgediği neşeyi yine husule getirmektedir.

2013

Hava alanından Taksiyle otelimize doğru giderken, merkeze yaklaştıkça kaldırımlarda, yol kenarlarında baş üstü seviyesinde döne dolaşa  giden, tek düze değil de inişli çıkışlı döşenmiş borular görmüştüm. Merak edip şoföre sordum. 30-35 cm çapında, pembe, mavi ve leylak renklerine boyanmış borulardı. Şoför İngilizce bilmeyince anlaşamadık. Şehri tam ortasından bölen "Unter den Linden" caddesi de boylu boyunca paravanlarla kapatılmıştı. En romantik cadde isimleri diye bir sıralama olsa burası "Ihlamurlar Altında" ismiyle birinci olurdu. Mithat Efendi'nin güzelliğini öve öve bitiremediği caddenin bir yarısı, içindeki iş makineleri görülmeyecek kadar derin kazılmıştı. Boruların çokçası paravanları aşıp bu çukurun içinde kayboluyordu.

Sonraki günlerde yaptığımız turlardan birisinde boruların kerametini öğrendim. Boruların geçmişi 20 yıl öncesine kadar gidiyor. Yirmi birinci yüzyıla yeniden Başkent olarak hazırlanan şehirde büyük bir alt yapı ve inşaat hamlesi başlatılmış. Şehir bir şantiyeye dönüşmüş. Hazırlık döneminde alt yapı ihalesine girecek firmalardan birisi psikologlarla anlaşıp bir dizi araştırma yaptırmış. Şehrin kurulduğu arazi dümdüz bir ova ve eski bataklık olduğu için yeraltı su seviyesi çok yüksek. Kazılar sırasında çıkacak suyun sürekli olarak drene edilmesi gerekiyor. Bunun için borular döşenip suyun şehir dışına taşınması lazım. Çok uzun sürecek bir alt yapı çalışması! Sorun şu: Halkın psikolojisi bozulmasın diye borular nasıl olmalı? nasıl döşenmeli? Adamların derdine bakın!

Sonuçta psikologlar insanları ve özellikle çocukları en çok mutlu eden renklerin pembe ve mavi olduğunu söylemişler. İnternette olayı LGBT'ye bağlayanlar bile var. Her neyse! Sonuçta borular pembe çoğunlukta olmak üzere, rengarenk hazırlanmış. Çoluk çocuğun ayağına dolanmasın diye çoğunlukla havadan götürülmüş. Park kapılarını, giriş çıkışları özellikle kollamışlar. Biraz da o zamanların meşhur "pipeline" bilgisayar oyunundaki döşeme modlarını kullanmışlar. Şimdiki kanal yenileme çalışmasında da aynı yöntem kullanılıyor. Berlin kelimesinin etimolojik kökünün "bear" olduğunu söyleyenler varsa da, eski Polabian dilinde "berl" bataklık demekmiş. Bu da başka bir teori. Doğruysa ki, öyle olma ihtimali fazla, Berlin "Bataklık-Şehir" anlamına geliyor. Bu durumda borular her zaman lazım olacak. Maksat milletin asabı bozulmasın. Olay bu.

1889

...Şuradan müzeler ile kanal arasından yürüyüp şehir şimendiferi istasyonuna doğru dolaşarak otele varırım. Bu da bir küçük cevelan sayılır. Friedrichstrasse'nin şimal ucu cihetini de görmüş olurum. Madam Gülnar artık uykudan uyanmıştır. Onu biraz daha evvel dışarıya çıkmaya davrandırıp kendisiyle birlikte evvel be evvel Kral Şatosuna gideriz... Ondan sonra da müze ve kütüphane gibi yerleri dolaşırız ki zaten cümlesi de hep şehrin bu kısmındadır...

2013

Yolda okumak için kitap araştırırken Ahmet Mithat Efendi'nin Berlin'e dair bir kitabı olduğunu gördüm. 1889 yılında Stokholm ve Oslo'daki Şarkiyatçılar Kongresi'ne katılmak için yola çıkmış, Marsilya, Paris ve Kopenhag derken, hızını alamayıp Berlin'e geçmiş. Yaptığı 71 günlük geziyi "Avrupa'da bir Cevelan" ismiyle yayınlamış. Bu kitabın bir bölümü 2009 yılında "Berlin'de Üç Gün" adıyla tekrar yayınlanmış. Berlin'de geçen üç günü; ilk cevelan, ikinci cevelan, son cevelan başlıklarıyla anlatmış. Bu "Cevelan" kelimesi hoşuma gitti. Sırf bu kelime için kitabı aldım ve okudum. Benim ilk gidişimden tam yüz yıl önceki Berlin'i okumak enteresan geldi. Kitabın ön sayfalarından birinde Reichstag'ın güzel bir fotoğrafı vardı. Önde Bismarck anıtı ve arkada Reichstag. Bir gün önceki turumuzda Brandenburg kapısının batısına hiç geçmemiştik. İkinci gün müze gezisinden önce Reichstag'a gitmeye ve anıtı görmeye karar verdim.

Reichstag'ın önü her zamanki gibi kalabalıktı. Geniş bir alanın ortasında, kubbesiyle, bilinen ve bilinmeyen tarihiyle, her taşıyla muhteşem bir binaydı. Okuduklarım ve Berlin’le ilgili anılarım arasında gidip gelirken birden durup kendime geldim. Binanın tam önündeydim ve fotoğraftaki Bismarck anıtı ortada yoktu. Jale'ye önünde güzel bir anıt var demiştim ya, demez olaydım. Bir de yalancı çıktım. Binayı tavaf ettik, gene yok.

2014

Aklım karıştı. Ben 1989'da Batı Berlin'e gitmiş, lakin kongre yüzünden ne Reichstag’ı ne de çevresini gezebilmiştim.  Brandenburg kapısının üstündeki atları bile sadece kıçlarından görebilmiştim. Bismarck anıtı Ahmet Mithat'ın kitabında Reichstag önünde duruyordu. Bense ilk gelişimde onu bir yerde gördüğümü zannediyordum. Fakat Reichtag önünde değilse nerede görmüştüm?  Cevabını bulmam gereken soru buydu: Anıtı kim yürütmüştü, nerede saklıyordu? Tam bir CSI Berlin bilmecesi!

İstanbul'a döner dönmez 1989 yılında çektiğim Berlin saydamlarını sakladığım yerden çıkarttım. "Sakladığım" kelimesini özellikle seçtim. Aslı "koruduğum" olmalıydı, ama koruyamamışım. Tüm özenime rağmen saydamların çoğu bozulmuştu. Kurtarabildiklerimin sayısal kopyaları da orijinalleri kadar berbattı. Kızım "fena değil," diyerek moral vermeye çalıştı. Fakat bu ifadenin fazla iyimser olduğunu bilecek kadar tecrübeliydim.


Fotoğrafların birinde anıtı buldum. Bismarck ağaçların arasında tüm haşmetiyle durmuş, çevresinde "Atlas," efsanevi kahramanlar "Siegfried" ve "Germania," hemen yanlarında Apollon rahibesi "Sibyl” ile birlikte bana bakıyordu. Anıt Ahmet Mithat Efendi’nin anılarından kalkmış, "Großer Stern" meydanının hemen kuzeyinde bir yere konmuştu.


Anıtın ayak izleri, saç kılları, DNA ve bilumum deliller şüpheleri "Hitler" üzerinde yoğunlaştırdı.

Berlin Zafer Sütunu ve Bismarck Ulusal Anıtı vaktiyle Reichstag önündeki meydandaymış. Meydanın orijinal adı: Königsplatz (Kralların Meydanı)… Hitler bir yandan dünyanın çivisini çıkarırken, çıkan çivileri Berlin'e çakmaya kalkmış. Berlin'i "Dünya Başkenti" olarak tasarlamış. İki anıt da bu proje dolayısıyla 1938 yılında şimdi bulundukları yere taşınmış. Bismarck'ı orijinal yerinde değil de Tiergarten bölgesinde görmemin nedeni buymuş. Bu taşınmanın kötü tarafı, anıtı göreceğim diye Reichstag etrafında attığım beyhude tur oldu. İyi tarafı ise, iki anıtın da Berlin bombardımanından kurtulmuş olması! "Her işte hayır var," diye buna derim!


Konu Almanya ve Berlin olunca lafın bir ucunun, bir yerinden Hitler'e dokunmaması mümkün değil. Şimdi de öyle oldu. Tekrar 2013'e, sırayı değiştirip gezimizin son gününe dönelim.

2013

Prenzlauerberg, şehrin kuzey doğusunda özel bir bölge. Yüksek tavanlı, büyük pencereli, pastel renklerde boyanmış eski evlerin yoğun olduğu bir bölge. Galerileri, şarap dükkanları, kahve kültürü, pazar kahvaltıları ve bit pazarı ünlü. Mauerplatz çevresinde eski duvar kalıntıları var. Zamanla gürültülü ve hareketli bir mahalleye dönüşmesi, o zamana kadar sakin bir yaşam süren eski halkını rahatsız etmiş. Bölgeyi terkederek yerlerini sanatçılara, bekar annelere ve tek başına yaşayanlara bırakmışlar. Konut fiyatları yükselmiş. Yaşanan değişim "gentrification", yani "soylulaştırma" diye tanımlanmış. Bizim Türkler "Cihangirleşme" diyorlar...

Bu bölgede ilk uğradığımız yer, küçük bir "Mate" dükkanıydı. Brezilya'da yetişen bir ağaçtan elde ediliyormuş. Dükkanda nereli olduğunu anlamanın pek zor olduğu bir hanım kız olayı anlattı. "Mier" denen birası da varmış. Bütün otlar gibi her derde deva olan ot ıhlamur gibi hazırlanıyor. Bütün otlar gibi kansere iyi geliyor (!). Otu tüketmenin geleneksel şekli her tarafı kapalı bir kaptan hep birlikte, sırayla içmekmiş. Ev sahibi kabın içine bir çubuk sokup önce kendi içti, sonra yanındakine verdi. Bomba denen kap elden ele dolaştı. Bu konuda bir "On Emir" levhası hazırlayıp duvara asmışlar. "Hijyenik değil demeyin, ev sahibi neden en önce içiyor diye şikayet etmeyin, beni hasta etti demeyin" gibi öğütler var. İnternette içinde kanserojen madde olduğuna dair bilgilere rastladım. Kendi sayfalarında "onlara çok sıcak içmeyin, yemek borunuzu yakar dedik" filan şeklinde açıklamalar yapmışlar. Denemesi bedava. Ben sadece elçiyim.

Berlin'in eski evleri çoğunlukla bu bölgede bulunuyor. Savaş sırasında pek zarar görmemişler. Sebebi ülkenin yönetim merkezinden uzak ve eskiden işçi sınıfın yaşadığı bir bölge olması. Bomba atmaya değmez diye düşünmüş olmuşlar. Ayrıca Ruslar savaş sonrasında insanların oturacağı sağlam binalara ihtiyaç olacağını hesaplamış. Bir çeşit maliyet analizi! Kurtulanlar arasında bir de sinagog var. Almanya'daki en büyük sinagog olan bu bina Rykestrasse'de bulunuyor. Naziler "bakın bir şey yapmıyoruz" havalarında bu sinagoga dokunmamışlar. Sinagog hasbelkader varlığını sürdürürken, az berisindeki eski su kulesinin makine dairesi boşaltılıp Berlin'deki ilk konsantrasyon kampının açılışı yapılmış. Açılışa sadece yahudiler ve LGBT vatandaşlar davet edilmiş!

Daha 1933 yılında, deponun muhteşem akustiği yaklaşan felaketi haykırdığı halde, sırasını bekleyen zavallılar dışında çığlıkları duyan pek olmamış.

Su deposu silindir şeklinde bir bina. Eskiden alt katlarında, depoda çalışan işçiler yaşıyormuş. Bölgenin sembollerinden olan bina şimdi ev olarak kullanılıyor. Rehberin söylediğine göre daireler gayet kullanışsız ve çok pahalı. Eşyaları doğru dürüst yerleştirmek mümkün olmuyormuş. "Bir masa yaslayacak düz duvarı bile yok" diyor. Şu anda etraf yeşillik, kamp binası yıkılmış ve tali binalardan birisi çocuk bakım evi olarak kullanılıyor. Nereden çıktığını bilmediğim bir bacanın alt tarafında siyah-beyaz, gayet yalın bir duvar resmi var. Yalın olduğu kadar ağır bir resim. Çıplak bir alın, içindeki acılar, keder ve tüm yaşanmışlıklarla ağırlaşan bir baş ve o yükün altında kasılmış parmaklar... O evde bu bacaya bakarak oturmak istemezdim doğrusu...

Görünen o ki, savaş sonrası yahudiler "biz zaten unutmayacağız, siz de unutmayın" diyerek şehri anıtlarla donatmışlar. Anıt olmasa bile yerlerde, bina önlerinde ve kaldırımlarda her an, üstünde bir takım mesajlar yazılı plakalara rastlamak mümkün. "Haus Schwarzenberg" girişindeki yazı gibi. Burası eskiden kör ve dilsiz engelli yahudilerin çalıştığı bir yermiş. Mekanın sahibi olan Otto Weidt tarafından korunup kollanmışlar. Yerdeki plakada böyle yazıyor. Dar ve uzun avlunun girişinden itibaren her taraf grafitiler ve çeşitli yazılarla dolu. Evlerin içi, merdiven boşlukları da öyle. Avluda bir de demirden yapılmış kanatlı canavar var. Bir yerine basınca kanatlarını çırpıyor. 

Tüm anıtlar içinde diğerlerinden farklı olan iki tanesini özellikle yazmak istiyorum. Brandenburg kapısının güney tarafında gördüğümüz "Katledilen Avrupa'lı Yahudiler" anıtı ve Ihlamurlar altı Caddesi'ndeki "Neue Wache"...


"Katledilen Avrupalı Yahudiler" anıtı 19 dekarlık bir alana yayılmış, sıra dışı bir anıt. Sanatçı eserinin "sözde düzenli olan bir sistemin insanlıkla bağının kopmasını" simgelediğini söylemiş. Soykırım, Alman, Nazi gibi klişeler kullanmadan ve sayı vermeden, geçmişi anan ve geleceği uyaran bir yorum... Eserin şifrelerine, gizli formüllerine vesaire girecek değilim. Gidip taşların arasında sakin sakin dolaşmak lazım. Sistemle derdi olmayanlar uzaktan baksalar da olur. Bir yığın taş, tabut olabilir, rengi de gri diye göz atıp geçebilirler.


"Neue Wache" ise daha farklı. Geniş ve yüksek tavanlı, loş bir odanın orta yerinde yaşlı bir kadın, kucağındaki yaralı, yıkık ve bitik bir insana sarılmış oturuyor. Anıtın görülen kısmı dışında bir de görünmeyen yanı var. O da anıtın altında, yer altında olanlar. Anıtın altında, toprağa gömülmüş olan şeyler. Savaş meydanlarında hayatını kaybetmiş bir insana ait kemikler, toplama kamplarında cesedi bulunan başkaları... Bunların kimlikleri belli değil. Her hangi bir ülkenin vatandaşı, her hangi bir bayrak için savaşan biri olabilir, Alman, Fransız veya Rus.... Toplama kampından alınan kemikler de aynı şekilde. Kadın veya erkek, yahudi veya bir homoseksüel... Savaşta hayatını kaybeden, kimlikleri belirlenemediği için sahipsiz kabul edilen insanlar... Şimdi onların başında bekleyen, onlar için dua eden bir anneleri var....


Bana öyle geliyor ki bu kıyımın tek suçlusu olarak Almanya'nın gösterilmesi hedef şaşırtmaktan başka bir şey değil. Belki de iki anıtın birden vermek istediği mesaj bu. Aslında savaşlardan ve soykırımdan herkes birlikte sorumlu. Kaybeden de sadece Almanya değil, tüm insanlık! Yahudilerin başına gelenlerde Almanya kadar Birleşik Devletler de suçlu, İngiltere de, Fransa da... Merak edenler bu ülkelerin perde arkasında işlediği suçların izini sürsün. Fransa'da on dokuzuncu yüzyılın sonunda yahudi düşmanlığını slogan seçen başkanlık adayını öğrensin. Eşcinsellere yapılan ayırımcılığı, İngilizler'in Almanya ile bir olup Avrupa'yı paylaşma planlarını, yüzyılın başında Amerika'daki yahudi karşıtlığını araştırsın. Vatikan'a baksın. Stalin'in "Yahudiler Troçkistler, Troçkistler Yahudilerdir" deyişini hatırlasın. En az suçlu kimse ilk taşı o atsın!

Ben gene savaş öncesine, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına dönüyorum.

1889

Önümüze konulan yemeklerin çoğu bizim için yenmesi kabil olamayan şeylerden olup, salatalar, tuzlu balıklar imdadımıza yetişmese idi verilen yumurtalar, biftekler ve tatlı namına çıkarılan çamur gibi şeyler hiç de karnımızı doyurmayacak idi. bir de meğer burada şaraptan başka meşrubat yok imiş. Biz ikimiz dahi şarabın alışkını olmadığımızdan hiç olmaz ise âdet dışı olarak olsun bize birer şişe bira getirmesini rica eyledik ise de memurlar kemal-i nezaketle:
- Efendim! Burası restorasyon değil restorandır!
cevabıyla özür diliyorlar idi. Meğer burada şaraptan başka bir şey içilmeyen lokantalara "restaurant" denilip bira içilebilen lokantalara dahi "restauration" deniliyor imiş.


2013

Hitler'in kara pelerini tam iştahımızı kesmek üzereydi ki yemek molası yetişti. Haus Schwarzenberg çıkışı bizim alternatif rehber teneffüs zilini çaldı. Herkes bir tarafa dağılıp karnını doyurma derdine düştü. Biz de gözümüze caddenin karşısındaki "Olivia" isimli İtalyan restoranını kestirdik, oraya daldık. Niyetimiz birer pizza yiyip çıkmaktı. Fakat pişme süresini hesaba katmamışız. Sonuçta güzelim pizayı dilimlettirip kutusuyla aldık çıktık. Pizzayı ayaküstü yemek teknik olarak çok zor oldu. Burada esas suç uzayıp bir türlü kopmayan peynirdeydi.

Aldığımız "alternatif" tur, gerçekten iyi bir alternatif oldu. İkinci bir isim koysalardı, göbek adı gibi, adı "grafiti turu" olurdu. Alexanderplatz'tan kalktık, Güzelevler Caddesindeki güzel evlerin arasındaki arsalardan başlayarak 5 saate yakın grafiti kovaladık. Gördüklerimiz, ne kendi kendimize gezdiğimiz, ne de beleş turla gittiğimiz yerlerle çakıştı. Prenzlauerbergdeki Kolwitzplaz hariç. Rehberin uzun uzun anlattığı her hangi bir şeyin önünden geçmişsek de farketmemişizdir.

Turdaki alternatif şeylerden en alternatifi bizzat rehberin kendisiydi. Ayakkabıları dahil, alternatifinin olmadığı belliydi. Kendisi de "alternatif yaşıyorum" dedi. Dört sene önce Hollanda'dan gelip buraya yerleşmiş. Yerleşmiş demem lafın gelişi. Bir yere yerleştiği yok. Geceleri orada burada kalıyormuş. Yolda bira içip şişeleri direk diplerine bırakıyordu. "Bu, çöp atmak sayılır, cezası da yüksektir", dedi. Sonra bunları toplayıp satanları kast ederek "Tanesi 8 sent" diye devam etti. "Buna ihtiyacı olan çok insan var".

Gördüğümüz en alternatif ikinci şey Kreuzberg'deki "Ağaç" evdi! İçinde Osman Kalın isimli uyanık bir amcanın oturduğu Almanya'nın ilk ve tek gecekondusu! Hikayesi şöyle:

"Bu amca, şimdi 90 yaşında olduğuna göre Osman dede diyelim, 1980 yılında Manheim'dan gelip Berlin'e yerleşir. O sırada Berlin Duvarının bir kısmı Kreuzberg'den geçmektedir. Duvar çekilirken, harita okumasında yapılan bir hata dolayısıyla, 25 metrekarelik bir alan Doğu Almanlara ait olduğu halde duvarın batı tarafında kalır. Burası zamanla çöplük haline gelir. Osman dede bu alanın sahipsiz olduğunu fark eder. Atıkları temizler, etrafını telle çevirir ve sebze yetiştirmeye başlar. Bahçede yetişen salatalık, sarımsak, turp, ne varsa hem batıdaki komşulara dağıtır, hem de duvarın üzerinde dolaşan Sovyet askerlerine. Ne de olsa toprak onların sayılır. Bir süre sonra kimse ne olduğunu anlamadan bahçede ahşap bir ev yükselir. Batı Berlin belediyesi engel olmak ister, ama yasal olarak ev Doğu Berlin'dedir. Doğu Berlin'in ise pek umuru değildir. Biraz da sosyalizm ayağına, olay propaganda konusu olur.


Duvar kalktıktan sonra oluşan ferahlık Osman dedeyi tahrik eder. Çitleri yeniden döşer. Kullanım alanını 500 metre kareye çıkarır. Devreye solcular ve çevreciler girer, dayanışma büyür. Osman Dede "yeşil gerilla" olmuştur. Yıkarsın, yıkmam derken 30 yıl geçmiş olur. Alman Yasalarına göre araziyi 30 yıldır kullandığı için gider, tapusunu alır."

Biz evi bulduğumuzda güneş batmıştı. Buna rağmen sebze bahçesini, arka bahçede ağaç dallarına asılı naylon salıncakları, oraya buraya özensizce atılmış parke taşlarını, naylon kovaları ve plastik kovaları görebildik. Osman dedenin gecekondu teknolojisindeki gelişmelerden pek haberi olmamış. Türkiye'den ayrıldığı altmışlı yılların usulüyle derme çatma bir ev inşa etmiş. Bahçedeki ağacı bile kesmeyip evine misafir etmiş. Yeşillerin gönlünü çalan da bu ağaç olmuş!...


1889

...İşbu Eski Müze 1824 senesinde bina edilmeye başlanıp 1828 senesinde hitam olunmuş seksen altı metre uzunluğunda, elli üç metre genişliğinde, on dokuz metre irtifada gayet heybetli bir binadır ki cephe ciheti on sekiz büyük mermer sütun ile Yunan tarz-ı mimarisinde tezyin olunmuştur...


...Bu müzenin toplanan ilk eserleri Büyük Friedrich tarafından tedarik edilip sonradan Kardinal Polignac tarafından toplanmış bulunan eserler dahi ilave kılınmış iken yine ehemmiyetsiz ve fakir müzelerden addolunuyor imiş. Henüz bundan on sene kadar evvel doktor Şilman'ın bizim Anadolu'da Bergama taraflarında icra eylediği kazı ile bir de 1884 senesinde Sabrufen galerisi de satın alınarak eklenmekle müzenin ehemmiyeti artırılmıştır. Fakat müzenin binası ihtiva ettiği eserlerin dışında da o kadar güzeldir ki içinde asar-ı atikadan hiçbir şey bulunmasa, yalnız şu binanın temaşası için seyahat erbabının birkaç saat zamanlarını feda etmeleri layıktır.

...Bu doktor Şilman'ın eski eserler aramak için icra eylediği kazılar art arda bir kaç defa matbuat-ı Osmaniye sahifelerini işgal etmiş ise de, böyle yıllarca devam eden aramaların bahş eylediği semeratı görmek için Berlin müzelerine müracaat edilmedikçe işin ehemmiyeti anlaşılmaz... Hele burada gördüğüm altın eserler pek çok ve mühim şeylerdir ki beni gezdiren zatın ifadesine göre Berlin'in eski eserler uleması telif eyledikleri kitaplara bunları "Priamen Hazinesi" ser namesiyle kayıt eylemişlerdir.

2014

Ahmet Mithat Efendi'nin yazısında Bergama ve Troya iç içe geçmiş. Bergama tarafları diyerek hemen Şilman'a geçmesi dikkatimi çekti. Troya neredeyse 215 km daha uzakta. Demek ki oralarla pek ilgisi olmamış. Sunağın Berlin'e taşındığından haberi olsa bile pek üzerinde durmamış. Halbuki Bergama Altarı o sırada tamamen Berlin'e taşınmış, iş bitmiş. Neyse, konumuza dönelim. Ahmet Mithat'ın verdiği tarih Troya kazılarına uyuyor. Dr. Şilman dediği kişi Heinrich Schlieman olmalı. Bergama olayında buna benzer bir isim geçmiyor. Schlieman Truva'ya el attığında arkeolog veya doktor değil, bir iş adamı. Truva yağmasının büyük şefi, yalancı ve hırsız bir tacir. Hisarlık tepesini tam orta yerinden hoyratça bölen 40 metre genişliğindeki yarma onun adıyla anılıyor (Schlieman Yarması). Matbuat-ı Osmaniye'nin ilgisini çeken şey ise bizatihi "altın eserler"! Bergama'daki sunak muhtemelen çanak çömlek muamelesi görmüş olmalı!

Pergamon sunağından panel yürüten ilk kişi bir İngiliz. Yıl 1625. Öncesinde ve sonrasında köylüler kalıntıları ufak ufak tırtıklıyormuş. Sunağın bazı kısımları kireç elde etmek için, bazı yerleri de inşaat taşı olarak kullanılmış. Altarın tamamını gözüne kestiren ise bir Alman mühendis, Anadolu'da yol inşaatında çalışan Carl Human. Müze konusu zamanın taze Alman İmparatorluğu için çok önemli. Berlin'e Paris'in fevkinde bir prestij kazandırma çabası var. Başlangıçta, yani 1878/79'da, buluntuların üçte biri Türkiye'de kalacak şekilde bir anlaşma yapılıyor. Bu, Alman iştahasını kesmiyor. Bismarck devreye giriyor ve onun güzel hatırı için buluntuların tümü Almanya'ya veriliyor. Böylece, Ahmet Mithat Efendi'nin üslubuyla, müzenin ehemmiyeti artırılmış oluyor. Osmanlı bu alışverişten bahşiş olarak 20000 goldmark kazanıyor. Bu paranın hangi deliği kapadığı ise belli değil.

Kalıntılar Berlin'e getirilip önce Eski Müze'de depolanıyor. Ahmet Mithat Eski Müze'yi gezerken Zeus Sunağı müzenin depolarındaymış. İlk Pergamon Müzesi 1901 yılında açılıyor ve sunak görücüye çıkıyor. 1930 yılında şimdiki binasına alınıyor. Bazı parçaları da o zamandan beri Eski Müze'de sergileniyor. Sonrası hem bu sunak için hem de Priam Hazinesi için tam bir macera. Meraklısı açsın, internete girsin, hazinelerin izini sürsün...

2013

Başlıca 5 müzenin bulunduğu Müzeler Adası'nda (Museumsinsel) sadece Pergamon Müzesini gezebildik. Bu bile 3-4 saatimizi aldı. Kulaklık alıp hikayelerini dinlemeye kalksaydık müzeden çıkabilmemiz mümkün olmazdı. Müze 3 kısımdan oluşuyor. Antik koleksiyon, İslam Sanatı ve Orta Doğu Eserleri. Baş yapıt Pergamon Altarı. Diğerleri Babil'in İştar Kapısı, Miletus market kapısı, Uruk ve islam eserleri... Adamlar muhteşem Ishtar kapısını olduğu gibi, çevresi, yolu, mozaikleri, taşı toprağı ile birlikte taşımışlar. Mekan geniş, sunum harika. Bölgedeki savaşları, patlayan bombaları, din adına yok edilen heykelleri, insanların kıymet bilmezliğini düşününce, "iyi ki taşımışlar" demeye başlıyorsunuz.


İslam eserleri kısmı tahminimden daha güzeldi. Aşağı kısımlarda o kadar yoruldum ki, bir kat yukarısı gözümde Ağrı dağı heybetine büründü. Ne olabilir ki dedim. Mozaik, bir kaç hat, el yazması, halı veya kilim, biraz İznik çinisi filan... Örneklerini çokça gördüğüm şeyler... İyi ki vaz geçmişim. Bu yazdıklarım da var, ama aklıma gelmeyenler daha fazla... Halep'ten bir komisyoncuya ait evin misafir kabul odasını olduğu gibi taşımışlar. Odanın tüm iç duvarlarını, tahta kaplamaları... Her santimi ince ince oyulmuş, dualar kazınmış, boyanmış, son derece zarif, harikulade tahta işçiliği... Gene muhteşem kelimesini kullanacağım... Bitmiyor. Ürdün'ün doğusundan, Çöl Sarayı Mschatta'nın 47 metrelik muhteşem duvarları... Bilmem hangi ustanın göz nuru, sadece çekiç ve keskiyle nakşedilmiş harikulade oymalar... İkinci Abdülhamit bu duvarlardaki emeği çalmış, İkinci Wilhelm'e hediye etmiş. İki cariye, yüzük filan hediye etseydi ya,,, Anlatılır gibi değil. Anlatmayacağım. Gidin, siz de görün, siz de hayıflanın....

Müze çıkışı keyfimiz yerindeydi. "Neue Wache" anıtına ve Bebel meydanına yeniden gittik. Bu ikisi Ihlamurlar Altı Caddesi'nin iki yanında bulunuyor ve müzelere çok yakın. Kabaca "Yeni nöbetçi" diye tercüme edebileceğim ilkini yukarıda anlatmıştım. Kabaca diyorum, çünkü bu google tercümesi, anıtın duygu yükünü pek karşılamıyor. Bebel meydanı ise Humbolt Üniversitesinin Hukuk Fakültesinin ve eski kütüphanesinin önünde bulunuyor. Uzaktan bakınca bomboş, ufak, dikdörtgen şeklinde bir meydan. Fakülte kapısının tam önünde, yerde bir plaka var. Plakada "bugün kitap yakan, yarın insanları da yakar" yazıyor
"Das war ein Vorspiel nur, dort wo man Bücher verbrennt, verbrennt man am Ende auch Menschen"

Heinrich Heine bu cümleyi 1821 yılında yazdığı "Almansor" adlı sahne oyununda kullanmış. Yanlışlık yok, 1921 değil 1821. Dediği gibi olmuş. 112 yıl sonra bu meydanda ve daha bir çok yerde kitaplar yakılmış. 10 Mayıs 1933 günü o zamanki adı Kaiser-Franz-Josef-Platz olan bu meydanda Heinrich Heine dahil, Erich Maria Remarque, Einstein ve Karl Marx gibi yazarlara ait toplam 20000 kitap bu meydanda yakılmış. Sonradan olanları bütün dünya biliyor... 


Şimdi aynı meydanda gençler her yıl aynı gün kitap sergileri açıyormuş...

Meydanın diğer kenarının orta yerinde de, yerde her bir kenarı bir buçuk metre kadar olan bir cam var. camdan aşağısı gözüküyor. Gözüken şey boş bir kitaplık. Tüm raflar boş. Kitap konmuş olsa 20000 kitap alabilecek büyüklükte bir kitaplık. Ama raflar boş!

Rehber burada "Eyes wide shut" filminden bahsetti. Filmin neresini kast ettiğini anlamadım. Esas hatırlanması gereken filmin Truffaut'nun "Fahrenheit 451" filmi olduğunu söyledim. Bilmiyormuş. İlk fırsatta seyredeceğini söyledi.

1889

... Daha yatağa girdiğim zaman elime almış olduğum plan mucibince bugün şu caddeyi boylu boyuna yani cenup ucunda bulunan Belle Alliance Meydanı'na kadar piyade olarak yürüyüp, oradan Linden Sokağı'na sapmak ve sonra da Jandarma Meydanı'na kadar gelmek suretine karar vermiş idim. ...Schaspielhaus denilen tragedya ve komedya tiyatrosu ve meşhur edebiyatçı Schiller'in heykeli ve Fransız Kilisesi ve Yeni kilise gibi binalar bahsi geçen mevkiye ehemmiyet verirler...

2013

Yaptığımız beleş turun sonuna doğru Gendarmenmarkt denen şenlikli yeri şöyle bir görüp geçmiş, sağında şu kilise, solunda bu kilise seviyesinde kalmıştık. Bacaklarımız iki buçuk saatlik yürüyüşün bitkinliğiyle gözlerimize ve beynimize hükmeder hale gelmişti. "Buraya gelinir, sıcak şarap içilir" şeklinde bir mim koyup ayaklarımızı sürüye sürüye otele döndük. "like" edip, "tag"ledik, "cloud"a yükledik de denebilir.

"... güya biraz dinlenmiş idik. Bununla beraber topuklarımızın, dizlerimizin, bellerimizin ağrısı hemen hemen tahammül mertebesinin fevkine çıkıyor idi. Fakat Berlin'de oturacağımız müddete göre ziyarete karar verdiğimiz mahalleri mutlaka görmek mecburiyeti bizi bu tabiat üstü yorgunluklara da tahammül mecburiyetinde bulunduruyor idi."

Ahmet Mithat Efendi üç günde, çoğunlukla piyade olarak Berlin'in altını üstüne getirmiş. O yaptıysa biz de yaparız deyip, kalktık tekrar yola düştük.

Türkçesi Jandarma olan kelimenin anlamı şimdiki jandarmaya pek benzemiyor. Kökü aynı olabilir ama zamanla değişmiş demek lazım. Kelime Fransızca "homme d'armes - silahlı adam"dan geliyor. Meydan önceleri Ihlamur pazarıymış. 18inci yüzyılda Fransa'dan kovularak buraya gelen Huguenot göçmenler dolayısıyla bir süre burada konuşlandırılan zırhlı süvari alayı meydana adını vermiş.

Market alanına bir euro ödenerek giriliyor. Gerisi şenlik. Alan ufak ama eğlenceli. Tezgahlarda cam işleri, incik boncuk, büyük mangallarda mangala layık büyüklükte sosisler, sosis kokusuna karışan taze pide kokusu ve tüm meydanların olmazsa olmazı glühvine! Açık ve kapalı demlenme yerleri var. Bizim meşhur gurmelerden Mehmet Yaşin de bu noelde Berlin'e gitmiş ve buralarda bir yerde oturmuş. Şeffaf bir çadır diye tarif ettiği yer, bizim de girip oturduğumuz yer olmalı. Üstü naylonla kaplı, kenarlarda yanan kırmızı ışıklar ve duvarlardaki resimlerle gayet hoş bir mekandı. Şefin, pardon Yaşin'in tavsiyesi köri soslu sosis, sıcak patates salatası ve üstüne kralların tatlısı Kaiserscharn şeklindeydi. Tatlının tarifini de vermiş. Fakat bu yazıyı bir yıl kadar gecikmeyle (!), İstanbul'a döndükten sonra okuduğum için maalesef tatlının tadına bakamadık. Ne yedik derseniz, hiç bir şey. Vakit erken, gözümüz de karnımız kadar toktu. Sadece "glühvine" içmekle yetindik.

Sonra tekrar 100 numara (otobüsün numarası!), Batının biriciği Ku'damm, şenlikli Breitscheidplatz, eski kilisenin mavi ışıkları, ışıltılı Tauenzienstrasse, Berlin anıtı, Noel Baba, geyikler filan ve sonunda KaDeWe! Geceyi bir alışveriş merkezi ile bitirmek bizim gibi iki Türk vatandaşına pek yakıştı doğrusu!


Tekrar Breitscheidplatz'a gitmekteki asıl amacımız İkinci Dünya Savaşında bombalanan "Kaiser Wilhelm" Kilisesi'nden geri kalanları ve etrafında sonradan yapılan anıtsal kilise projesini görmekti. Proje 1957'deki bir yarışma sonucu ortaya çıkmış; "Kaiser Wilhelm Memorial Church". Halkın sadeleştirdiği kısa ve öz şekliyle; Hafıza Kilisesi, Gedächtniskirche! Mimar ilk önceleri aşırı milliyetçiliğin sembolü olan eski kiliseyi tamamen yıkıp yeni bir şeyler yapmayı planlamış. İnsan hafızasının balıklarınkiyle ortak genetik  geçmişini bilen tecrübeli Alman halkı, kilisenin tamamen yıkılmasına da, yeniden yapılmasına da karşı çıkmış. Kilisenin en yüksek, yanmış ve tepesi harap olmuş kısmı, savaş karşıtı anıt olarak yerinde bırakılmış.

Burada beni düşündüren, biraz da kıskandıran iki güzellik var. Birincisi halkın sağduyusu, ikincisi yöneticilerin buna saygısı...

Mimar eski kilisenin tepesi uçmuş kulesini yerinde bırakıp, bunun çevresinde, aynı aks üzerinde üç yeni bina planlamış. Doğusunda altıgen tabanlı, alt katında şapel olan bir çan kulesi, batısında sekizgen tabanlı modern bir kilise ve en uzakta dikdörtgen tabanlı, alçak bir danışma binası. Dörtgen, altıgen ve sekizgen... İlk ikisini bilmiyorum, ama kilisenin sekizgen olması anlamlı. Burada sembolizm devreye giriyor. Hristiyanlıkta sekiz rakamı yeniden doğuşu temsil ediyor. İlk altı gün dünya, cennet ve cehennemin yaratılışı ile ilgili. Yorucu bir iş! Ardından doğal olarak dinlenmek gerekiyor. Etti yedi gün. Buna Yahudiler “sebt, şabat, iş bırakma” günü diyor. Sekizinci gün ise “yeniden doğulan” vaftiz günü oluyor. Rivayet böyle, kutsalların yalancısıyım!

Eski ve yeni, hepsi birlikte yüz metrelik bir mesafe içinde yer alıyor. Eski kilisenin 113 metrelik kulesinden geriye 68 metrelik kısmı kalmış. Fakat gene de meydanındaki en yüksek bina. Yeni yapılan çan kulesi ondan 14,5 metre daha kısa. Yeni kilise ise sadece 20,5 metre yüksekliğinde, fakat tamamı tek kat! Üçüncüsünü hiç saymıyorum, çünkü diğerlerinden uzak, mütevazi bir bina. Üç yeni binanın cesametleri dışında dış görünüşleri, yapıldıkları malzeme aynı. Binalar gündüz gözüyle sıradan birer bina gibi duruyor. Gösterişsiz, sade, dışarıdan, hele gündüz bakınca çok basit, soluk, düz binalar. Duvarlarında bal peteği görünümünde bir desen var. Kilisenin etrafına bakım için çekilmiş olan tahta perdeler Berlin'e ilk yolculuğumda yoktu. Onun için tamamını görebilmiştim. Söyleyebilirim ki dışarıdan bakıldığında, kilisenin yıkık hali bu üçünün toplamından daha dikkat çekiciydi.

Eski ve yeninin farklı zamanlara ait oldukları her hallerinden belli oluyor. Biri dış görünüşü ve bezemeleriyle ilgi çekmeye çalışırken, diğerleri tevazu ve eşitlik duygusu yayıyor. Biri diğerine, ben senden farklı olacağım diye bağırıyor. Yanına ve de yerine yapıldığı kilisenin ihtişamından uzak, ona hiç benzemeyen, her türlü taklitten sakınan, ilk bakışta hayranlıktan çok merak uyandıran yapılar. Neden böyle?

Sorunun cevabını içeriye girince alıyorsunuz. Binanın asıl süsü ışık! Ne altın şamdanlar, ne altın kaplamalar... Sadece ışık... İlk görünüşe aldanmayın der gibi... Duvarlarda beşerli gruplar halinde döşenmiş petekler kırık camlarla bezenmiş. Yirmi bir bin küsur kırık cam parçası. Çoğu mavi renkte, pek azı da yakut kırmızısı veya zümrüt yeşili olan camlar gündüz içeriden, gece dışarıdan ışıl ışıl parlıyor. Yüksek tavan ve çemberimsi açıklık büyük bir ferahlık ve sonsuzluk hissi veriyor. İçeri girince tam karşınıza gelen camların önünde İsa, hem gökte uçuyor, hem de kollarını açmış sizi bekliyor...

1989


Berlin'e birinci cevelanımın nasıl geçtiğini yukarıda bir yerlerde anlatmıştım. O zaman en çok dört kolu birbirine dolanıp da hiç bir yerinden kavuşamayan dört çelik borudan oluşan "Berlin Anıtı"ndan etkilenmiştim. Bu kilise kompleksinin bulunduğu meydanı da ancak gece karanlığında görebilmiş, içine girememiştim. Hava soğuktu. Bir büfenin önündeki taburelere oturmuş sıcak şarap içerken, büfedeki kıza mavi mavi ışıldayan binaların ve aralarındaki karaltının ne olduğunu sordum. Malum, internet ve lonely planet olmayan devirlerde böyle yapardık. Kız kanıksamış bir şekilde cevapladı; kırık diş, pudra kutusu ve ruj!


1889

Garp tarafına yani Brandenburg Kapısı'na doğru yürümeye devamla kare şeklinde bir meydana geldim ki, "Parisplatz" yani Paris Meydanı olarak isimlendirilmiş olup oraya gelir gelmez dahi karşıma çıkıveren Brandenburg Kapısı birdenbire nazar-ı hayretimi üzerine çekti.

"Bu kapı Berlin'in yıkılmış olan surundan arta kalan gayet güzel bir kapıdır ki, şimdiki hali muazzam bir zafer takı görünüşündedir. 1789 senesinden 1793 senesine kadar beş sene müddetince emek sarf olunarak yapılmış ve Atina'daki "Propylaea" örnek alınarak tertip olunmuştur. Yirmi bir metre irtifası ve yirmi altı buçuk metre genişliği vardır ki dayandığı mermer sütunlarla mermer kürsüler ve kolon tacı ve kornişler seyreden gözleri gerçekten hayrette bırakır. İşte bu sütunlar beş kapı teşkil eder ki, orta yerdeki beş buçuk metre genişliğinde bulunan büyük kapı yalnız saray arabalarının geçişine tahsis edilmiş ve üçer metre ve seksen santimetre genişlikte olan diğer dört kapı umuma açılmıştır. Tepesinde bakırdan mamul bir zafer heykeli parıl parıl parlar.

1989

Berlin'e ilk cevelanımda fazla bir şey göremedim dediysem o kadar da değil. İnsanoğlunun görüp göreceği en muhteşem (gene muhteşem) dönemde, dünya tarihinin dönüm noktalarından birini tam kalbinde yaşadım. "Berlin'deydin, dünya tarihi nereden çıktı? Abartma!!" derseniz, abarttığımı sanmıyorum. Planlı mıydı derseniz, tamamen tesadüf.

1989 yılı Aralık ayının ilk haftasında Berlin'deydim. Yaptığım uzun gece yürüyüşlerinde, batının zengin caddelerinde dikkatimi çeken bir şey vardı. Bazı yerlerde ışıltılı vitrinlerin önünde toplanan kalabalıklar görüyordum. Bir iki yerde de uzun kuyruklar görmüştüm. Sonradan Doğu Alman olduğunu öğrendiğim insanlar, lokantaların kapısında asılı menüleri merakla inceliyor, listeyi okuyup birbirleriyle konuşuyorlardı. Kapıdan içeri giren pek olmuyordu. Bahsettiğim kuyruklar ise "peep show" yapılan yerlerin duvarlarındaki ufak deliklerin önünde uzuyordu. Bunlar erotik eşyaların satıldığı, videoların kiralandığı dükkanlardı. Ayrıca ortalıkta bizim ilk seri Alamancılara benzeyen, etrafa şaşkın şaşkın bakarak yürüyen kim varsa Doğu Alman olduğu anlaşılıyordu.


Doğuda yaşayanların batıya serbestçe geçebilmelerini sağlayan duyurunun üzerinden bir ay bile geçmemişti. Ronald Reagan'ın Brandenburg önündeki "bu kapıyı açın Mr Gorbachev, bu duvarı yıkın" mesajından 2 yıl sonra, 9 kasım 1989'da, Doğu Alman Politbüro lideri Schabowski  Doğu Alman vatandaşlarına batıya geçiş hakkı verildiğini radyodan ilan etmiş, ortalık bir anda karışmıştı. Artık duvar hem vardı, hem yoktu. Halkın tereddütü uzun sürmedi. İnsanlar akın akın geçiş noktalarına doğru harekete geçti. Ok yaydan çıkmıştı. Pasaportlara vurulan geçici damgalarla insanlar batıya geçiyor ve kendi istekleriyle geri dönüyorlardı. Bu gerçekten olağanüstü bir durumdu. Duvar dimdik ayaktaydı, fakat fiyakası bozulmuştu.

Bizim kongrede konuşmacılar sunumlarını değiştirip duvardan bahsediyor, özgürlük mesajları veriyorlardı. Gün geldi, slaytlar anlamsızlaştı, ilim bilim hikaye oldu. İnsanlar toplantıyı bırakıp duvara gitmeye başladı. Gerçeküstü bir ortam vardı. Sonunda ben de toplantıların canı cehenneme, "Ich bin ein Berliner" deyip peşlerine takıldım. Bir insan hayatında kaç kere tarihe şahit olabilir?..

17 Haziran Caddesi upuzun ve gayet geniş bir yoldu. Zafer anıtını geçtikten sonra solda "Soviet War Memorial"ı gördüm. Önünde iki Sovyet tankı ve henüz Sovyet olan Sovyet askerleri nöbet tutuyordu. Bu anıtı Sovyetler savaşta hayatını kaybeden kendi askerleri için dikmiş. Bu tip anıtlar bana hep iki yüzlülük gibi gelir. Şöyle bir göz atıp yürümeye devam ettim. Güneşli, aydınlık bir gündü. Araç trafiğine kapalı olan yol duvara gidip dönen insanlarla doluydu. Genç-ihtiyar, ellerinde buz kıracakları, çekiç ve keskilerle duvara doğru yürüyorlardı.

Brandenburg kapısının önündeki duvar sapasağlam duruyordu. Üzeri yazılar ve resimlerle dolu duvarın üstünde Sovyet askerleri volta atıyordu. Kameramı bir Alman'a verip fotoğrafımı çekmesini rica ettim. Arkamda da duvar çıksın istedim. Ne de olsa bugün var, yarın yok! Alman'ın dediğine göre askerler ilk günlerdeki kadar ciddi değillermiş. Bakmışlar ki herkes girip çıkıyor, onlar da işi gevşetmişler. Hatta aralarından üniformalarını çıkarıp batıya atlayanlar olmuş. Duvarın önünde 7-8 basamaklı bir platform vardı. İnsanlar buraya çıkıp doğuyu seyrediyorlardı. Etrafta tarifsiz bir heyecan vardı. Herkes ne yapıyorsa ben de yaptım. Doğu Berlin'e baktım. Bomboştu. Ortada sadece 2-3 asker dolaşıyordu. Bizim tarafsa çok hareketliydi. Duvarın önünde çekiç ve keski kiralayan Almanlar vardı. Ben biraz kolayına kaçtım. Duvarı oymakla meşgul birisinden rica edip elindeki keskiyi ödünç aldım. Boyalı kısım kolayca dökülüyordu, ama önemli olan arkasındaki korkunç betondan parça koparmaktı. Yaradana sığınıp çekici bütün gücümle savurdum. Artık ben de bir "mauerspechte", yani duvar-kakandım!

Bir gün gelip kapının üstündeki atları kıçından değil de ön taraftan görmek güzel olacaktı...

2013

O günün gelmesi için 24 yıl geçmesi gerekti. 31 Aralık 2013'te tekrar Brandenburg kapısının önünde, fakat bu sefer Paris Meydanı'ndayım. Her istediğim an diğer tarafa geçebilirim. Eskiden duvarın geçtiği bazı yerlere iki sıra parke taşı döşenmiş. Taşların arasında, üzerinde "Berliner Mauer 1961-1989" yazan plakalar olmasa ne olduğunu anlamak kolay değil. Rehberler turistleri bu taş dizilerinin iki yanına geçirip, şimdi doğudasın, şimdi batıdasın numarası çekiyor. Ortalıkta ne duvar, ne de bir asker var. Brandenburg kapısı'nın tepesinde zafer tanrıçasının sürdüğü "quadriga" tüm ihtişamıyla bana bakıyor. Atlar bana bakıyorsa doğu Berlin'deyim demektir.

Her istediğim an diğer tarafa geçebilirim dedim, ama geçemiyorum. Bugün yılın son günü ve milyonlarca insan buraya akın etmiş.

Brandenburg kapısının doğu tarafı lebaleb dolu. Yan sokaklardan hala akın akın insan geliyor. Ön tarafın tıkalı olduğunu görenler yan sokaklara hücum ediyor. Fakat polis tüm tali yolları kapamış. Kuş uçurtmuyor. Bizi haydi haydi uçurtmaz. Bir iki deneme yaptık, tekrar geri döndük. Vakit ilerliyor, lakin biz bir metre dahi ilerleyemiyoruz. Ihlamurlar Altıyla Friedrichstraße köşesinde sıkıştık, kaldık. Jale umutsuz bir şekilde otele dönelim dedi. Saat 23:00...

Demokrasilerde çarelerin tükenmeyeceğini bilen bir Türk çocuğu olarak; "Kapıya arkadan dolanalım" dedim. "Trene binelim, Tiergarten'da inelim, 17 Haziran caddesinden gelelim."

Öyle yaptık. Caddenin ilk kısmı park etmiş otomobiller ve meydana kurulan eğlence sistemlerini taşıyan tırlarla doluydu. Yerler buz tutmuş, kayıyordu. Buna rağmen 15 dakika kala Zafer Meydanı'ndaydık. Brandenburg kadar olmasa da kutlamanın diğer ucu denebilir. Daha naif, aile işi bir kutlama oldu. Sanki bir yere "ailelere mahsustur" yazmışlar!

Bütün gün şehirde sırtlarındaki torbalarda uzun değnekler taşıyan çocuklar görmüş, bir anlam verememiştik. Meğerse bunlar havai fişeklermiş. Millet fişeğini almış, çoluk çocuk Zafer Meydanı'na gelmiş, fişek patlatıyor. Ama ne gürültü, ne şenlik! Her taraf toz, duman! Dört bir yanda fişekler patlıyor, çocuklar sevinçle zıplıyor, yüz kere patlatsalar aynı heyecanla sıçrıyorlar. Sağımızdan solumuzdan serseri fişekler geçiyor. Bir tanesi burnumuzun bir karış ötesinden geçti gitti. Jale artık sıcak olmayan sıcak şarabı çantasından çıkardı, kafaya dikti. Sonra sıra bana geldi. Her zaman dediğim gibi; bir kadeh sen, bir kadeh ben.... Saat 24:00 oldu. Ortalık daha da coştu. Sarıldık. Neyin şerefine diye düşünmedik. O gece de yeniden, o gecenin şerefine içtik...

2014

Sonunda becermiştik. Sakin bir şekilde Brandenburg kapısına yöneldik. 17 Haziran caddesinin orta yerine bir dönme dolap kurulmuş. 50 - 60 metre yüksekliğinde, kocaman bir tekerlek. Daha uzaktan görür görmez karar verdim. Ben buna bineceğim!

Biraz daha erken gelebilseydik yeni yıla bu dolabın en üstünde girmek isterdim. Gene de fena olmadı. Yeni yılın ilk dakikalarını bir dönme dolabın salıncağında dönerek geçirdik. Doğumuzda Brandenburg kapısı, batımızda "Großer stern", altımızda 17 haziran Caddesi... Eski Charlottenburg Şosesi! Sıcak şarabımızın çabuk bitmesi kötü oldu. Yanımızda birer kadeh daha olsaydı, 1953 ayaklanmasında hayatını kaybeden işçilerin şerefine de içerdik. Ama bu, başka içmediğimiz anlamına gelmiyor. İnince devam ettik. Her taraf şarapçı, biracı, sosisçi kaynıyordu. Birisine "buraların en güzel şarabı sizdeymiş" deyip yolluk aldım. Dans edenler, şarkı söyleyenler... Ne güzel eğleniyorlar diye düşündüm. Ülkemin gençleri adına, biraz da gıpta ettim. Birisi koluma çarptı, şarabı üstüme döktü. Sağlık olsun!


1889

Lakin dünkü yorgunluk da ne yaman yorgunluk imiş! Hâlâ kemiklerimde ağrı hissediyorum. İşçi muhacirlerin bir sözü hatırıma gelerek kendi kendime:
- Vücudumdaki bu ağrılar hamlık eseri olmalıdır. Sabahleyin biraz dolaşarak kızışır isem bu ağrılar geçer, dedim ve hemen elimi, yüzümü ve bilhassa ayaklarımı yıkayıp giyinerek kendimi sokağa attım... Sıkıca yürümek şartıyla hemen yarım saat süren yürüme ve hareket muhacirlerin dediği gibi vücudumu kızıştırıp kemiklerimi rahatlandırdı...



10 Ocak 2014 Cuma

DUVAR YAZISI


NE OTOKRASİ
NE TEOKRASİ,
DEMOKRASİ YETMEZ AMA EVET, 
ASIL İSTEĞİM ETOKRASİ*!


Yalnızca ahlak üzerine kurulu yönetim biçimi.

5 Ocak 2014 Pazar

ŞEREF LİSTESİ


Aşağıdaki listeyi "listelist.com"dan aldım.

- Christian Friis Bach (Danimarka Dış Yardım Bakanı): Halka yanlış bilgi verdiği için...
- Seiichi Ota (Japonya Tarım Bakanı): Okullara ve huzur evlerine küflü pirinç gönderildiği için...
- Yoşio Haşiro (Japon Ekonomi Bakanı): Nükleer Santral mağduru Fukuşima'ya "Ölüm Kenti" dediği için....
- Jerome Cahuzac (Fransa Bütçe Bakanı): Vergi kaçırma suçundan soruşturma açılınca....
- Giulio Terzi (İtalya Dışişleri Bakanı): İki deniz piyadesi yargılanmak için Hindistan'a gönderildi diye...
- Maria Borelius (Danimarka Ulaştırma Bakanı): Evinde çalışan dadıyı yetkili makamlara bildirmediği için..
- Annette Schavan (Almanya Eğitim ve Araştırma Bakanı): Doktora tezinde intihal yaptığı için...
- Vitor Gaspar (Portekiz Maliye Bakanı): Ekonomik krizi yönetememesi nedeniyle...
- Avigdor Lieberman (İsrail Dışişleri Bakanı): Hakkında yolsuzluk davası açıldığı için...
- Morten Bödskov (Danimarka Adalet Bakanı): Parlamentoya yanlış bilgi verdiği için...
- Jin Jong (Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı): Yaşlılık maaşı sözünü yerine getiremediği için...
- Rashad al-Mateeni ( Mısır Ulaştırma Bakanı): Bir tren kazası nedeniyle...
- Salem Labiadh (Tunus Eğitim Bakanı): Hükümet üzerinde operasyon ve baskı olduğu için...
- Minoru Yanagida (Japonya Adalet Bakanı): Tekrarlayan gaflar yaptığı için...

Listelist'ten aldığım listeyi buraya yazarken bir haber de Uruguay'dan geldi. Bu gidişle liste uzayıp gidecek.

Fernando Lorenzo (Uruguay Ekonomi Bakanı): Devlet hava yollarının satış ihalesinde adı rüşvet iddialarına karıştığı için...

Ve de Naoki İnose, kendisi Tokyo Valisi olur (du); özel bir hastaneden 50 milyon Yen rüşvet aldığı için, "bu belli ki benim erdem eksikliğimden kaynaklanmaktadır" diyerek İSTİFA ETTİ...

Uruguay'lı bakan da, mahkemenin önüne bakan olarak değil de sıradan bir vatandaş gibi çıkmak için istifa ettiğini söylemiş. Hayırlısı olsun!

MEMLEKETİMİN MİLLETİ, MİLLETİN VEKİLLERİ

Bir de bizimkilere bakalım; 2010 yılında yazdığım "Demokrasinin Engelleri" başlıklı yazımın "Dokunulmazlık" kısmında meclisteki vekillerimizin mahkemelik oldukları suçları sıralamıştım. 2010 yılında bu dosyaların sayısı 634'tü. Hakaret, terör, havaya silahla ateş etmek, çeşitli kanunlara muhalefet, tehdit, tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu yaralamak, ölüme sebebiyet vermek gibi suçları saymasak bile, vekillerimizin performans skoru oldukça yüksek. Meclis kayıtlarından kopyaladığım suçlamaları özetleyeyim:


"Görevi kötüye kullanmak, taksirle ölüme sebebiyet vermek, gerçeğe aykırı mal beyanında bulunmak, ihaleye fesat karıştırmak, zimmet, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, kooperatiflere usulsüz arsa tahsis etmek, özel evrakta sahtecilik, evrakta sahtekarlık ve kamu kurumunu dolandırmak, resmi evrak ve kayıtlarda sahtecilik, kamu taşıma biletlerinde kalpazanlık, dolandırıcılık, cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak..."


Bu suçları işlemiş olsalar da olmasalar da önemli olan, hiç bir vekilin "önce aklanayım, sonra meclise gireyim" diye düşünmemesi. Bunun bir başka anlamı da suçlandıkları olayları önemsiz sayıp içlerine sindirebilmeleri. Ahlaklı bir insanın uykularını kaçıracak suçlamaları yokmuş gibi farz etmeleri, mağdur olan kurumları veya kişileri kolaylıkla göz ardı etmeleri, umursamamaları...

Bu listeyi gösterip, dokunulmazlık kalkanının ardına sığınan vekiller ve onların iş birlikçisi bürokratlar için ağıt yakacak değilim. Sıfatları ne olursa olsun, beni, bizi ve demokrasiyi temsil ettiklerini düşünmüyorum. Bizi derken de aramızdaki taklitlerini ve erdem yoksunu insanları hariç tutuyorum

ERDEM

Aramızdaki fırsatçı, düzenbaz ve kötü ahlâklı kişilerde bulunmayan bir şeyi tanımlarken kullandığım "erdem" kelimesi ve Tokyo valisinin hatasını itiraf ederken aynı kelimeyi seçmesi, erdem konusuna takılmama yol açtı. Acaba dedim, ana sorun bir "erdem" sorunu mu? Erdemin içeriğinde ne var ki, eksikliğinde bir vali, yani bir ilde devleti temsil eden en yetkili yönetici, görevini yapamayacağını hissediyor? Kısa bir ara verip "erdem" konusuna açıklık getirelim. 

Erdem, içinde bilgelik, doğruluk, ölçülülük, iyi olma ve alçak gönüllülük bulunan bir kavram. İstencin ahlaksal iyiye yönelmesi. Daha açık olarak; İnsanın tasarımları ve görüşleri üzerinde bilinçli olarak düşünerek, seçerek ve tavır alarak "ahlaksal iyiye" yönelmesi demek oluyor...

Bu tanımı kendim uydurmadım. Büyük Türkçe sözlükten alıntı yaptım. Erdem, özünde bir ahlak konusudur ve ahlakın doğuştan mı olduğu, yoksa sonradan mı edinildiği yüzyıllardır tartışılmaktadır. Bir kısım filozof da cevabı yüzdelerde aramaktadır. Ben konuyu dağıtmadan, sözlük anlamı üzerinden bakacağım. Buradaki anahtar kelime "bilinç", yardımcıları; düşünme, seçme ve tavır alma. Kısacası korkuyla, kazara veya rastgele değil, bilinçli olarak doğru, iyi, ölçülü ve alçak gönüllü olmak, seçimlerini ahlaktan yana yapmak. Bilgelik için de bunlardan biraz daha fazlası lazım. Bilgelik çıraklıktan ustalığa geçiş gibi...

MİLLETİN VEKİLİ VE ERDEM SORUNU

Memleketimizde milletvekili seçilebilmek için en önemli şart bunun için harcayacak parası olmaktır. Fakat bir kere seçilince sağlanan çıkar ve kazanımlar (!) bu parayı gözden çıkarmaya değmektedir... 

Milletvekili seçimi kanuna bakalım. Öncelikle yaşını başını almış olmak gerekiyor. 30 yaş sınırının nereden çıktığını bilmiyorum. Bildiğim, ilkokul mezunu olmanın yeterli olduğu. Ama her nedense o milletvekilinin şoförü olmak için en az lise diploması isteniyor. Bir de yüz kızartıcı suç kavramı var. Yukarıda sıraladığım suçlardan yüzünüz kızarmıyorsa sorun yok. Ayrıca taksirli olmayan suçlardan bir yılı geçmeyen ceza almışsanız dert etmeyin, vekil seçilebilirsiniz. Burada suçun sonucunun öngörülememesi gibi tuhaf bir kavram var. Kısacası, kaytarmanın hukukçası. Listedeki son madde ise "kısıtlı olmamak". Bunun ne anlama geldiğini bilen varsa beri gelsin. Ben bilmiyorum.

Devam edelim:  Basit ve nitelikli zimmet, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar ile istimal ve istihlak kaçakçılığı dışında kalan kaçakçılık suçları, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma... Bunlar erdem sorunuyla ilgili. Bilerek veya bilmeyerek bu gruba girenler milletvekili seçilemiyor.

Şimdi bir kaç paragraf geriye dönün ve bazı milletvekili için raflarda bekleyen dosyalardaki suçlamalara tekrar bakın... Bunlar bir önceki paragrafta yazdığım seçilme şartlarıyla örtüşmüyor mu? Bu vatandaşlar (suçları kesinleşmemiş olsa bile), aklanmadan meclise girmiş olmayı nasıl sindiriyorlar? Başka bir deyişle, nasıl bir işkembedir ki bu, her şeyi sindiriyor?


ERDEMLİ OLMANIN GEREKLİLİĞİ

Belçikalı karikatürist Morris tarafından yaratılan "Red Kit" karakterini bilirsiniz. Eski devlet adamlarımızdan birisinin de başucu kitabıydı. İşte o kitaplardan, her taraf günlük güneşlikken, başının üstünde yağmur bulutuyla dolaşan tipler hatırlıyorum. Nereye gitseler, ufacık bir bulut, onlarla birlikte giderdi. Bizim meclisteki bazı karakterlerin tepesinde de şüphe bulutları var. Farklı olarak, orada altındaki kişinin içini karartan bulut, burada bizim içimizi karartıyor. Adamlar bu şüphe bulutlarının altında dolaşmaktan beis duymuyor. Üstelik, mecliste oturup, gamsız bir şekilde yasama görevlerini sürdürüyorlar. Çoğunluğun iktidar partisinde olduğunu düşünürseniz işin vahameti daha da artıyor. Biliyorlar ki içeride onları koruyan kanunlar var. Biliyorlar, çünkü o kanunları kendileri yaptılar. Bilmedikleri bulutların dışarıda onları beklediği...

Soruna gene erdem penceresinden bakacak olursak; "bilinçli düşünerek, seçerek ve tavır alarak ahlaksal iyiye yönelmesi" gereken vekillerimiz, bilinçli olarak kötüyü tercih ediyorlar. Dava dosyalarındaki suçlamaları esas alarak tercüme edersek; kanunları bir yerde hiçe sayan, görevlerini kötüye kullanan, hakaret ve tehdidi alışkanlık edinen, doğru dürüst ihale yapamayan, sahtecilik, dolandırıcılık, zimmet, kalpazanlık, çeşitli usulsüzlükler, adam yaralama, öldürme gibi suçlardan henüz aklanmamış vekillerimiz demokrasimizi temsil ediyor ve bizim yaşamımızı düzene sokacak, çocuklarımızın geleceğini etkileyecek kanunların yapımında rol oynuyorlar!

Bunlar sadece 17 Aralık 2013 tarihine kadar olanlardı. Bu makalenin temelini teşkil eden "politik erdem" konusunu bir ay önce yazmaya başlamıştım. Aldığım örnekler biraz içeriden, biraz dışarıdandı. Fakat 17 aralık sabahı Türkiye'de bir şey oldu! Huzur ve sükuna hasret, kâbuslu uykulara mahkum, yalnız ve güzel ülkem, yeni bir krizle uyandı. Önceki şüphelere yenileri eklendi. Üstelik bunlar hükümet üyelerine, bakanlara ve yakınlarına dair şüpheler. Yani yürütme erkleri de işin içindeler. Pişkin bir şekilde "biz yapmadık, çocuklar yapmış, ne bilelim!" diyemezler.

Fakat dediler. Bir kısmı böyle dedi, bir kısmı tuhaf bahaneler üretti, ortalık alt üst oldu. Toplum farklı refleksler beklerken, anti-refleksler gelişti. Hemen istifa etmesi gerekenler, en azından beklenenler, süratle temizliğe giriştiler. Temizlik dediğim, bütün kiri, pisi halının altına süpürdüler. Operasyonu yönetenler, savcılar, polis müdürleri, istihbarat şefleri görevden alındı. Görev değişikliklerinden sonra, her nasılsa (!) şüpheliler serbest kaldı, Operasyonu temize havale eden operasyon tamamlanınca, şerefli bir iş yapıyormuş gibi pozlarda, adı geçen bakanlar istifalarını verdiler. İstifa şekli filan da her hatırladığımda midemi bulandırdığından daha fazlasını yazmayacağım. Sadece yukarıdaki şeref listesine hiç bir zaman giremeyeceklerini söyleyebilirim.

CUMHURİYET VE ERDEM

İşte tam da bu noktada erdemli olmanın gerekliliği ortaya çıkıyor. Bu yeni bir şey değil. Eskiden beri konuşulan, yazılan bir konu. Erdem sorunu sürdükçe de bitmeyecek. Kendi tarihimizde bile bu sorunun köklerine erişmek mümkün. Tanzimat yazarı ve devlet adamı Ziya Paşa 1870 yılında, Osmanlı'da birinci meşrutiyet dahi ilan edilmeden önce, şahsa bağlı yönetimleri ve basını eleştirmiş:

"...Himaye ettiklerinden biri suçlu olsa kanunun pençesinden kurtarır, mahkemede haksız bir işi olsa haklı çıkartır, düşmanlık ettiği bir adamı asla suçu yokken hapsedip sürer, geçim yolunu ortadan kaldırır, sefalet çektirir. Şahıslara bağlı hükümetlerde gazeteciler işbaşındaki büyüklerin dalkavukluğuyla geçinirler. Hükümet bir fena işte bulunsa da gene övgülerini göklere çıkartırlar. Yapılan fenalığı iyilik gibi göstermeye çalışırlar. Zira asıl maksatları vatana ve millete hizmet olmayıp para kazanmaktır..."

Yazdıklarımı Sayın Alpay Kabaklı'nın "Türk basınında Demokrasi" kitabından aldım. Cumhuriyeti erdemle özdeşleştiren makalenin başlığı "İdare-i Cumhuriyye ve Hükümet-i Şahsiyye!! Ziya Paşa kurtuluşu cumhuriyette görmüş. Temelinde "erdem" olan bir yönetimin hayaliyle, vekillerin de "erdemli" olduğunu veya olacağını varsayarak, bugünden habersiz devam etmiş:

Cumhuriyet idaresinde padişah, imparator, sadrazam yoktur. Memleketin padişahı, imparatoru, kralı memleketin ahalisidir... Cumhuriyet idaresinden gazeteciler hükümeti koltuklamaya borçlu olmayıp kanun hükmü çerçevesinde her türlü tarizi (eleştiriyi) yazmaya yetkilidirler... Meclis üyelerinin hiçbirinde memuriyet üzerinden zengin olmak, para kazanmak kusuru olamaz. Cumhuriyet idaresinde bakanların entrikaları asla yürüyemez.”

Ziya Paşa'nın, Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda emeği geçen tüm insanların kemiklerindeki sızıyı hisseder gibiyim. Suç tabii ki cumhuriyetin suçu değil. Suç insanların. Çıkarcı, demagog ve erdemsiz vekillerin, halkın temsil hakkını gasp eden yasa yapıcıların, adaletsiz yasamanın, vekillerini seçerken hangi kriterlere göre seçim yapacağını bilmeyenlerin veya yanlış kriterlere göre seçim yapanların. Hele de erdem ve bilgiye hiç değer vermeyenlerin.

Ziya Paşa ile başladık, Ziya Paşa ile bitirelim. İyi veya kötü, artık lafı ne tarafa çekerseniz!...
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde...